Etiket arşivi: İhsan Atasoy

Cevşen Said Nursî ile Ümmet Arasında Yayıldı

Cevsen.Said.Nursi.ile.ummet.Arasinda.YayildiBeyazıt Ramazan Sohbetleri’nde konuşan ilahiyatçı-araştırmacı yazar İhsan Atasoy, “Peygamber Efendimiz’in hâli ve tavrı ile İslam’ın güzelliğini ortaya koydu ve bunu görenler, onun cezbesine kapılıp süratli bir dönüşüm sağladılar.” dedi.

Türkiye Diyanet Vakfı’nın organize ettiği ve İBB Kültür A.Ş.’nin katkılarıyla gerçekleşen 32. Türkiye Kitap ve Kültür Fuarı’nda Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’in katkılarıyla gerçekleşen Beyazıt Ramazan Sohbetleri, Cevşen-ül Kebir’i ilk seslendiren hâfız olarak tanınan ilahiyatçı yazar İhsan Atasoy’u ağırladı.

CEVŞEN’İN BİLİNMEYEN HİKMETİ

Cevşen-ül Kebir hakkında da bilgi veren İhsan Atasoy, Cevşen’in vahiy yolu ile Müslümanlara intikal ettiğini, bu vahyin de lafız elbisesi Peygamber Efendimiz tarafından giydirilmiş vahiylerden olduğunu kaydetti. Tamamıyla Esma ü Hüsna’dan örülmüş bir hadis olduğunu, binlerce tesiri olan bir dua olduğunu vurgulayan Atasoy, ümmet arasında yaygınlaşmasının Said Nursî vasıtasıyla olduğunu ve hak ettiği ilgiyi görmediğini belirtti. “Her gün Cevşen okuyan kişinin insi ve cinni şeytanların şerrinden emin olması, Cevşen’in binlerce hikmetinden biridir.” diyen Atasoy, Cevşen’in bir bölümünü okuyarak konuşmasını noktaladı.

risale haber

Başımıza Gelen Musibetlere Kur’anî bakış…

Kur’an’da geçen peygamber kıssalarında önemli dersler vardır. Özellikle ikisinde bize musibetler üzerinden mühim dersler verilir ki bunlar Hz. Yunus (a.s.) ile Hz. Eyyub (a.s.) kıssalarıdır. Bu kıssalardan alınması gereken mesaj şudur: Musibetler, hal diliyle konuşan ve bizleri uyaran mesajlarla doludur. O mesajları iyi algılamak ve onlardan gereken dersi almak gerektir.

Musibetler, hal diliyle konuşan ve bizleri uyaran mesajlarla doludur. O mesajları iyi algılamak ve onlardan gereken dersi almak gerekir. Aksi takdirde musibet bir iken ikileşir, katlanır, hatta gafletle bizi yutan bir isyana dönüşebilir.

Kur’an’da geçen peygamber kıssalarında önemli dersler vardır. Özellikle ikisinde bize musibetler üzerinden mühim dersler verilir ki bunlar Hz. Yunus (a.s.) ile Hz. Eyyub (a.s.) kıssalarıdır. Üstad Bediüzzaman’ın Birinci ve İkinci Lem’alarda ele aldığı bu kıssalardan alacağımız bazı dersleri özet halinde kaydediyoruz. Tafsilat için adı geçen Lem’alar kitabına müracaat edilmelidir.

Hz. Yunus (a.s.) otuz üç yıl kavmini Hakka davet etmiş, ama bir kişi dahi kendisine iman etmeyince kavmini terk ederek cezalandırmak istemişti. Çünkü bir peygamberin kavmini terk etmesi o kavme azap gelmesine sebeptir. Fakat bu terk ilahî izin gelmeden olduğundan, Hz. Yunus (a.s.) Allah tarafından musibete uğramıştır. Ülkesini terk etmek üzere bindiği gemi hareket etmeyince, o günün inancına göre gemide “Efendisinden kaçmış bir köle!” olduğu söylenerek, bu kölenin Hz. Yunus (a.s.) olduğu kanaatine varılmış ve gece vakti dalgalı denize atıldıktan sonra, gemi yoluna devam etmiş. Büyük bir balık Hz. Yunus (a.s.) yutmuş!

Gece, dalgalı deniz ve milyonlarca balıktan bir balık! Bütün bu sebepler kurtuluş esbabını tamamen ortadan kaldırmıştır. Hz. Yunus (a.s.) başına gelen bu musibetin hikmetini anlamış olduğundan ve bütün dünyanın kendisine yardım etmesi halinde bile kurtulmasının imkânsız olacağını idrak ettiğinden dolayı, tam bir teslimiyetle Rabbine yönelmiş, “Senden başka beni kurtaracak, bana yardım edecek, merhamet edecek, fayda verecek hiç kimse yoktur. Seni bütün noksanlıklardan tenzih ederim. Aslında bu başıma gelen, Senin takdirin ve kudretinledir. Ama suç benimdir, benim yüzümdendir. Çünkü ben nefsime zulmedenlerden oldum. Ben buna hak kazandım, kusur bendedir. Sen Sübhan’sın ya Rab!” demiştir.

Bu ilticanın ona süratli bir kurtuluş vesilesi olmasının pek çok sebebi zikredilebilir. Belli başlıları şunlardır:

Evvela, Hz. Yunus’un (a.s.) bu ilticası muztar durumda yapılan bir ilticadır. Muztarın duası ise makbuldür.

İkincisi, duası en yüksek ve halis bir tevhit sırrı içinde yapılmıştır. Çünkü o anda Allah’tan başka imdadına gelecek hiçbir sebep kalmamıştır.

Üçüncüsü, Hz. Yunus (a.s.) kaderi ve başkalarını suçlamayıp doğrudan doğruya nefsini suçlamıştır. Suçu kendi nefsine almış, böylece Allah’ı takdis ve tenzih ederek onun merhametini celb etmiştir.

Bu kıssadan alacağımız dersler var. Evvela, başımıza gelen musibetlerde başkalarından önce kendimizi suçlamalıyız. “Ne kusur işledim de başıma bu musibet geldi?” demeliyiz. Asla kaderi suçlayıp isyan tavrı içine girmemeliyiz. Çünkü musibette kendimizi sorgulamak yerine, kaderi tenkit edip isyan etmek musibeti ikileştirir ve Allah’ın dergâhından uzaklaştırır. Oysa kudret ve rahmetiyle musibeti kaldıracak olan Allah’tır. Onun kapısında acz ve kusuru itiraf ederek durmak ve o kapıdan ayrılmamak gerektir. Ta ki, onun rahmet ve kudreti celb edilsin. Aksi takdirde aciz varlıklardan medet beklemek, o huzurun edebine aykırı olduğu gibi, gizli şirke düşmek ihtimali vardır. O zaman rahmet ve kudret, “Haydi bakalım, medet beklediklerin sana yardım etsin!” dercesine adeta nazlanmaya ve çekilmeye başlar. Ve musibet, bizi Allah’a yaklaştıracak kamçı olacakken, O’ndan uzaklaştırır. İşte asıl musibet, bu şekilde dine ve itikada gelen musibettir. Bizi Allah’tan uzaklaştıran musibettir. Çünkü dünyevî musibetler çok olsa yüz senelik dünya hayatını tehdit ederken, dinî ve imanî musibetler sonsuz bir hayatın saadetini tehdit ederler…

Yunus’un (a.s.) balığı maddî bedenini yutup yok etmeye çalışırken, bizim günahlarımız ebedi bir hayatı sıkıp mahvetmeye çalışıyor. O halde Yunus (a.s.) münacatına biz ondan yüz kat daha muhtacız. Her an o mübarek peygamberin lisanıyla bu duayı okuyalım ve “La ilahe illa ente sübhaneke innî küntü mine’z-zalimin” diyelim…

Musibetin sabır yönü

İkinci örnek “sabır kahramanı” Hz. Eyyub’dur (a.s.). Bilindiği gibi üst üste gelen musibetler ve hastalıklardan sonra Hz. Eyyub (a.s.) öyle bir hale gelir ki, hastalığın yaraları bütün vücudunu sarar. Ancak o, Allah’tan geldiğini düşünüp sabreder ve asla “ah of” deyip şikâyet etmez. Fakat yaralar ne zaman diline ve kalbine ilişir, o zaman, “Ya Rab! Bu hastalık artık dille Seni zikrime, kalben Sana kulluğuma engel olmaya başladı” diye şikâyet eder. Dikkat edilirse bu şikâyet kendi rahatı için değil, kulluğuna zarar verdiği içindir, “Rabbi innî messeniye’d-durru ve ente Erhamü’r-Rahimin”, “Rabbim bu hastalığın zararı işte asıl şimdi bana dokundu. Sen Erhamü’r-Rahimin’sin” demiştir. Onun bu saf, halis, samimi, sırf Allah rızası için yaptığı münacatı kabul edilmiş ve Allah ona içtiği bir su ile harikulade bir şekilde şifa vermiştir.

Bu kıssadan da alacağımız pek çok hisse vardır:

Birincisi: Hz. Eyyub’un hastalığı kısa dünya hayatını tehdit ediyordu. Bizim günahlardan gelen manevî hastalıklarımız sonsuz bir hayatı tehdit ediyor. O halde onun yaptığı bu münacata biz ondan bin defa daha muhtacız.

İkincisi: Musibetler karşısında insanın şikâyet etmeye hakkı yoktur. Çünkü bu vücut Allah’ın mülküdür, mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf eder.

Üçüncüsü: Hayat, musibet ve hastalıklarla olgunlaşır, gelişir, tasaffi eder, vazifesini yapar. Sürekli istirahat halinde geçen monoton hayat, esasında şerlerin kaynağı olan yokluğa daha yakındır.

Dördüncüsü: Dünya madem imtihan meydanıdır. O halde hastalık ve musibetler, sabretmek ve sevabını Allah’tan ummak niyetiyle kulluğa kuvvet verir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müspet, biri menfi. Musibete uğramış insanın aczini idrak ederek Allah’a yönelmesi menfi ibadettir.

Şükür nimeti ziyadeleştirdiği gibi, şikâyet ve sabırsızlık da musibeti artırır, merhamet liyakatini ortadan kaldırır.

Tekrar edecek olursak, asıl musibet dine gelen musibettir. Böyle bir musibetten her vakit Cenab-ı Hakkın dergâhına sığınıp feryat etmek gerektir. Dinle ilgili olmayan musibetler, Rahman’ın ihtarı, hatta bazıları Rabbin iltifatı sayılır. Çünkü bir hadis-i şerifte, “Bir ağacı silkeleyince meyveleri nasıl düşerse, hastalığın verdiği acı ve titremeden de günahlar öyle dökülür.”

Rabbim, dünyanın imtihan meydanı, hizmet ve meşakkat yeri olduğunu, ücret ve mükâfat yeri olmadığını unutturmadan, hayatımızı tanzim etmeyi bizlere nasip eylesin ve musibet ve hastalıklarımızı, ebedi hayatımızın parlamasına vesile eylesin. (Âmin!)

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi

Sulh hayırdır!

Sulh hayırdır.” Kur’an böyle emrediyor. Sulh bütünüyle hayırdır. Savaş, eğer bir memleketin düşman işgalinden kurtulmasına vesile olursa hayırdır. Fakat savaşta mal ve can kaybı söz konusu olduğundan bütünüyle hayır sayılmaz. Savaşta şer de vardır hayır da… Fakat sulh böyle değildir. Sulhta mal ve can kaybı olmadığından yüzde yüz hayırdır.

İslam tarihinde sulhun sembolü Hudeybiye Antlaşması’dır. Bu antlaşma her ne kadar, baştan zahiren İslam’ın aleyhinde görülmüşse de neticesi itibariyle büyük hayırlara vesile olmuş, manevî ve maddî fetihlerin anahtarı ve kapısı hükmüne geçmiştir. Hatta aleyhteki şartlar Hz. Ömer’in (r.a.) o kadar ağırına gitmiştir ki, Efendimize (a.s.m.) gelerek “Sen Allah’ın Resulü değil misin? Emir ver, ölelim öldürelim” demekten kendini alamamıştır.

Fakat bütün bu aleyhteki şartlara rağmen, bu sulh, karşılıklı kin ve düşmanlığı ortadan kaldırdığı için, kalplerin yumuşamasına ve akl-ı selimin uyanmasına yol açmış, Kur’an nurunun ve İslam güzelliğinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.  Nitekim, o zamana kadar husumet ve taassubun duvarlarını aşamayan Kur’an nuru, kalp ve kafalarda tesirini göstermiş, maddî kılıçla teslim alınması mümkün olmayan Arapların savaş dahisi Halid bin Velid ile siyaset dahisi Amr bin As (r.a.), Kur’an’ın manevî kılıcına boyun eğerek Medine’ye dahil olmuşlardır.

Onun gibi açılan bu sulh zemininde yıllardır dağlarda insanlığını kaybetmiş, vahşi bir hayat süren gençlerin bir hiç uğrunda ölüp gitmek yerine, kendilerine açılacak, sıcak insanlık kucağında yeniden dirilişle ebedi hayata kavuşmaları, asıl büyük kazanç olacaktır.

İslamiyet sulhtur ve insanlar arasında sulhu hakim kılmak için gelmiştir.

İslam, öldürmek için değil, yaşatmak için gelmiş bir dindir. Kur’an, bir insanın haksız yere öldürülmesini bütün insanlığın hukukuna yapılmış bir tecavüz sayar. Bu yüzden mecbur kalmadıkça savaşı meşru görmez. Saldıran düşmanın tecavüzünü defetmek zorunda kalınmış bir müdafaa ve son çare olarak görür.

Onun içindir ki İslam, Müslümanlardan daima asayiş ve barışı muhafaza etmelerini, huzur ve güveni sarsıcı hareketlerden uzak durmalarını ister… Zira hak ve hakikatın güzellikleri, barış ve huzur zemininde gelişir. “Birbiriyle boğuşanlar müspet hareket edemezler.”

Huzur ve barışın olmadığı, karşılıklı  çatışma ve gerginliğin hakim olduğu zeminlerde kin ve intikam duyguları ön plandadır. Bu duygular, hakikatlar önünde birer karanlık perde olur.

Binaenaleyh, bugün ülkemizde beliren barış ortamına bu açıdan bir fa’l-i hayır olarak bakmak, İslamî ve insanî vecibe ve sorumluluk olarak sahip çıkmak gerekmektedir. Açılan bu sulh zemininin gelişmesine elbirliğiyle gayret edilmelidir. Düşmanlıkta hiçbir fayda olmadığı görüldü. Artık husumetin vakti bitti. Bu gerçek, karanlık ve aydınlık kadar açıktır. Ya boşu boşuna hayatlar kaybedilmeye, analar ağlamaya devam edecek veya bu anlamsız kanlı husumet perdesi sona erecek.

Elbette her şey gibi bu hayırlı gelişme de bir bedel ve fedakârlık isteyecektir. Unutmamalı ki, hiçbir bedel, insan hayatından daha üstün ve değerli değildir.

Bazıları, “Olur mu, acaba gerçekten barış gelir mi?” diye açılan bu aydınlık perdenin  kapanmasından endişe edebilirler. Fakat hayır, kader hükmünü icra edecektir. Yıllardan beri yanan gönüllerden çıkan ahlar rahmetli bir bulut teşkil etmiştir. Bu gelişme beşer gayretinin ürünü değildir. Cenab-ı Hakk’ın bu millete olan bir lütf u inayetidir.  Bu gerçek Al-i İmran Suresi’nin 103. ayetinde şöyle dile getiriliyor: “Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin.  Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ki, siz bir zaman birbirinize düşmandınız. Fakat O sizin kalplerinizi birbirine ısındırdı da birbirinize kardeşler oluverdiniz. Siz, ateşten bir çukurun başında onun içine düşmek üzereydiniz de O sizi kurtardı. Allah doğru yolu bulasınız diye size ayetlerini böyle açıklıyor.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin şu ifadelerinde de bu gibi gelişmeleri Kadir-i Külli Şey’den beklemek gerektiğine işaret ediyor: “Kadir-i Külli Şey, bir dakikada bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-ı şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. O’nun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalplerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi

Git Bediüzzaman Sana Nasihat Etsin…

Eski Van Müftüsü Abdürrahim Kaya:

“Efendimiz (a.s.m.) bana “Git Bediüzzaman sana nasihat etsin!” dedi

Bediüzzaman Said Nursî’yi Isparta’da ziyaret ederek görüşen, uzun yıllar Van’ın çeşitli ilçelerinde müftülük yapan Abdürrahim Kaya, bu ziyaretini Efendimizin (a.s.m.) tavsiyesi üzerine gerçekleştirdiğini söylüyor.

Uzun yıllar Van’ın çeşitli ilçelerinde müftülük yapan Abdürrahim Kaya, Bediüzzaman Said Nursî’yi Isparta’da ziyaret ederek kendisiyle görüşmüş birisidir.

Geçtiğimiz ay yaptığımız Van ziyaretinde kendisiyle görüştüğümüz Abdürrahim Kaya, bize Üstad’ı nasıl ziyaret ettiğini anlattı. Kaya’nın anlatımıyla Üstad’ı ziyaret etmesi şöyle:

Ben 1955’ten 1958’e kadar Van’da imamdım. Akşam ile yatsı arasında camide Risale-i Nur okurdum. Cemaat da dinlerdi. Caminin bir hücresi vardı, orada okurduk. Hatta o odanın ismine guref-i cinan derdik. Benim talebelerim de orada Arapça ders okurdu.

Bir gün ders okurken bazıları dediler ki:

“Biz Üstad’ı Mehdi olarak biliyoruz.”

“Valla dünyada en büyük âlim olduğunu biliyorum, ama Mehdi olduğunu bilmiyorum” dedim.

O gece yattım, rüyada çok susamışım. Su arıyorum. Bulanık su buluyorum ama içilecek gibi değil. Yine gidiyorum, büyük havuzlar görüyorum, yine bulanık içilmez sular. Gittim bir bağ evine, baktım bir testi su, testinin dışına da sızmış, oturdum, testiyi ağzıma kaldırdım. O kadar hoş bir suydu ki, hayatımda öyle tatlı ve hoş bir su içmemiştim. Uykumda rüyayı “Üstad Hazretleri’nin kitaplarının yanında çok kitaplar var. Ama Üstad’ın kitabı o testideki tatlı su, diğer kitaplar da havuzlardaki bulanık suya benziyor. Öteki sular bana yaramadı, o bana yaradı” şeklinde tabir ediyordum. Uyandım, dedim bu rüyanın tabirini rüyada iken yapmışım.

Bediüzzaman, nasihat etsin

Aradan birkaç gün geçtikten sonra bir kitabında diyor ki: “Beni on dört kere zehirlediler. Ecel birdir, tagayyür etmez, hastalık ise devam ediyor!” Buna da bir türlü inanamadım. Dedim belki bunu talebeler yazmıştır. Bunun üzerine bir rüya daha gördüm.

Rüyada Devr-i Saadet’teyiz. Peygamberimiz (a.s.m.) hayatta… Bir şehre gidiyor. Ben tek başıma ziyaret etmek istiyorum. Şehrin ortasında bir tepe var. Bir yol o tepeden aşağı gidiyor, biri geliyor. Bir dere kenarında bir katlı ev, iki oda bir salonu var. Yolun üstündeki bu evin Peygamber Efendimizin (a.s.m.) evi olduğunu biliyorum. Dedim, gidip ziyaret edeyim. Fakat orda bir çimenlik vardı. Elli-altmış metre, tek olduğum için utanıyorum gitmeye… Baktım yukarı yoldan iki kişi geliyor. Birisi sarıklı sakallı, evin içinde bir tarafa geçti. Dedim bu peygamber değildir. Baktım bir tane daha geldi, tam pencerenin önüne sakallı sarıklı, içimden onun Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olduğuna kanaat getirdim. İkisi birbiriyle musafaha yaptılar. Ben dört-beş metre yaklaştım. Baktım onlar dere kenarındaki yola girdiler, gidiyorlar. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) beni görünce geldi. O çimende oturdu, “Sen de otur” dedi. Ama yine ziyaret edemedim. Sohbete başladı. Tam bir saat sohbet yaptı. Uyandım, o bir saatlik sohbetinde bir cümleden başka hiçbir şey hatırımda kalmadı. O da şuydu: ‘Bediüzzaman’a git, sana nasihat etsin!

Bediüzzaman’ı ziyaret

O sıralar her ayın başında Ankara’da diyanette müftülük imtihanları vardı. Nurşin Camii imamı Molla Ali ile beraber imtihan için Ankara’ya gittik. O zaman Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu idi. Makamına girdik, ikramda bulundu. “Zahmet etmiş gelmişsiniz. Şimdiye kadar her ayın başında imtihan yapılıyordu, Fakat şimdi her altı ayda bir yapılacak. Ankara dışında on bir vilayette olacak. Altı ay sonra nerede isterseniz imtihana girebilirsiniz” diyerek personel müdürünü çağırdı. “Bunların imtihan giriş vesikalarını yap ver, altı ay sonra nerede isterlerse orada girsinler” dedi. Biz giriş vesikalarını aldık.

Ayrılacağımız sırada arkadaşa, “Molla Ali, biz Ankara’ya gelmişken Üstad’ı ziyaret edelim!” dedim.

“Valla çok iyi olur” dedi. Orada bulunan talebelere “Nerededir?” diye sorduk. “Bir hafta önce buraya gelmişti. Buradan Eskişehir’e gitmiş” dediler.

Biz biletimizi Eskişehir’e kestik, gittik. O gece orada kaldık. Bize orada, “Bir gece burada kaldı, ertesi gün Emirdağ’a gitti” dediler. Sabahleyin Emirdağ’a gittik. Bir kahvede oturduk. Yaşlı bir adam vardı, ona sordum. Bir yer gösterdi, “Bak bu oda ona mahsustur. Bir hafta önce gelmiş, bir gece kalmış, Afyon’a gitmiş” dedi.

Biz kalktık Afyon’a gittik. Otelci gence sorduk. “Valla bir hafta önce gelmiş, benim otelin odasında bir gece yatmış, onun yattığı odayı ben size vereyim” dedi.

O gece orada kaldık. Sabah erkenden namazdan sonra tren istasyonuna gittik. Biletimizi Isparta’ya kestik. Biz bir otele valizimizi bıraktık. Birkaç gün burada kalırız diye düşünüyorduk. Bir kaç sefer gidip ziyaret ederiz diyorduk. Rüştü Çakın Bey’in adresi vardı. Gittik onu bulduk. Çay ısmarladı, çay içtik.

“Üstad burada mı?” diye sorduk. “Buradadır, ama ben heyecandan gidip ziyaret edemiyorum!” dedi. Üstad’ın kaldığı yeri tarif etti, gittik. Baktım çocuklar orada oynuyorlar. Onlara “Şark’tan gelen çok derin bir âlim var. İsmi Molla Said-i Meşhur, siz tanıyor musunuz, nerede oturuyor?” diye sordum. “Biz tanımıyoruz!” dediler. Baktık bir hanım başını çıkararak, “Ağabey kimi soruyorsunuz?” dedi.

“Derin bir hocadır onu arıyoruz” dedik. “Siz Üstad Bediüzzaman Said Nursi’yi arıyorsunuz. Bediüzzaman’ı yediden yetmişe herkes bilir, gidin orada bir sokak var, kime rastlarsanız size gösterirler.”

Hakikaten oraya vardık, “Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin evi nerededir?” diye sorduk, bize “Numaraları say, 36 numaradadır” dediler.

Gittik 36 numarayı bulduk. Kapıyı çaldık, Allah rahmet etsin Bayram Yüksel açtı. Kapıya bir levha yapıştırmışlar, onu bize okudu. Levhada, “Bugünlerde ben çok hastayım. Beni takip etmektedirler. Risale-i Nur’un talebeleri dünyanın her yerinde bulunmaktadır. Uzaktakiler ve yakındakiler ziyarette birdir. Beni ziyaret etmek isteyen Risale-i Nur okusun. Her bir risale bir Said hükmündedir!” yazıyordu.

Bu yazıyı okudu bitirdi. Ben gördüğüm rüyaya güvenerek, “Sen lütfen git söyle, bakalım ne diyecek” dedim. “İsminiz nedir, nereden geliyorsunuz?” dedi. “Van’dan geliyoruz, imamız” dedik. “Orada bir cami var, kapalıdır, gidin on beş dakika orada bekleyin, gelin zili çalın!” dedi.

Gittik, geldik, zili çaldık. İkinci kattan pencereden başını çıkararak, “Gidin on dakika daha bekleyin!” dedi. Gittik on dakika daha bekledik. Ceylan ismindeki talebesi gelerek, “Üstad sizi bekliyor” dedi.

Gittik içeri girdik. Üstad somyada iki yastık arkasında yarım yatmış gibi duruyor. “Gelin oturun” dedi. Oturduk. Tıpkı Peygamberimizi (a.s.m.) tam ziyaret edip elini öpemediğim gibi onun da elini öpemeden oturdum. Zübeyir Ağabey yanına çağırdı. Üstad, “Konuşmalarımı anlamayabilirler, sen tekrar et” dedi. Gerçi ben yüzde doksanını anlıyordum ama yine de Zübeyir Ağabey hepsini bize tekrarlıyordu. Derken konuşma sırasında, “Zındıklar beni on dokuz kere zehirlediler!” dedi. Demek okuduğum kitaptan sonra beş defa daha da zehirlemişler, on dokuz olmuş. Eğer Peygamberimiz, rüyada “Git Bediüzzaman sana nasihat etsin!” demeseydi, ben buna tesadüf diyecektim. Peygamber Efendimiz beni gönderdiği için tam kanaatim geldi ki bu bir keramettir.

Ben sormadan cevap verdi. Epey daha sohbet etti. Van’da Nurşin’de, Erek’te kaldığını söyledi. Arvasileri sordu, kim var, kim yok dedi. Duvarda bir resim asılıydı. “Bunlar Avrupa’da Risale-i Nur’un bereketiyle hidayete gelen kimselerdir!” dedi. Bize “Paranız var mı?” diye sordu. “Var” dedik. “Bizi zındıklar çok takip ediyorlar, bu gece kalmayın, gidin istasyona, ikindi namazını kılın, tren gelecek, binin gidin. Beni soranlara da selamımı tebliğ edin!” dedi.

Zübeyir Ağabey’e Üstad’ı ziyaret edemediğimi söyledim, “Yaklaş” dedi. Tam elini öpeceğim sırada o benim alnımı öptü. Arkadaşımın da alnını öptü. “Ben sizi buradaki talebelerim gibi talebeliğe kabul ettim! Fakat o şartla ki daima beni duanızda dâhil edeceksiniz” dedi. O şekilde çıktık geldik.

İhsan Atasoy / Moral Dünyası

Hür Adam’ın Hürriyet İstediği Mabet

Bediüzzaman, Ayasofya’yı sadece bir cami değil, bu milletin bir şeref abidesi, asırlardır İslam uğrunda yaptığı cihadın sembolü ve kılıçlarıyla fethettiği toprakların bir nişanı ve bir yadigârı olarak görür. Ayasofya, bu milletin namus ve haysiyeti ile eş değerde kıymet ifade eden bir eserdir. Bediüzzaman, hayatının son dönemlerinde İslam âleminin başına gelebilecek kötü olaylara keffaret olarak Ayasofya’nın hürriyetine kavuşturulmasını talep edecektir.

1960’lı yılların başı… Türkiye siyasi olarak bir kaosa doğru sürüklenmekte, iktidarda olan Demokrat Parti ve Başbakan Adnan Menderes muhalefet tarafından basın yoluyla köşeye sıkıştırılmaktadır. İktidar partisi ve Başbakan hakkında aslı olmayan haberler üretilmekte, ordu kışkırtılmakta ve bir darbeye zemin hazırlanmaktadır.

Tüm bu karışık ortamda olan bitenleri akl-ı selimle takip eden Bediüzzaman Said Nursî, Başbakan Adnan Menderes’e bir mektup yazarak yaklaşan tehlikeye dikkat çeker. Bediüzzaman, Menderes’ten yaklaşan tehlikeyi bertaraf edebilmek için sadaka hükmüne geçecek ve belaları defedecek bazı şeyler yapmasını ister.

Bediüzzaman’ın Başbakan Menderes’e gönderdiği ve bazı tavsiyelerde bulunduğu mektubu şöyledir: “Hem Demokrata Ezan-ı Muhammedi gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslam’ı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 147)

Ancak Bediüzaman’ın bu tavsiyeleri yerine getirilemez ve bir süre sonra gerçekleştirilen darbe sonucu Demokrat Parti iktidarı sona erer ve Adnan Menderes ile bakan asılmak suretiyle idam edilirler. Eğer Bediüzzaman Said Nursî’nin tavsiyesi tutularak Ayasofya ibadete açılabilseydi ortaya çıkacak büyük çoşku, cuntacıların gözünü korkutacak ve planlarını akim bırakacaktı.

Bediüzzaman ve Ayasofya

Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya karşı olan bu ilgisi yeni değildir. Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk geldiği 1908 Meşrutiyet yıllarından başlayarak Ayasofya ile yakın alakası daha sonraki yıllarda da devam eder. Eserlerinde onun kadar adı geçen ikinci bir cami ismi yoktur. Eserlerinin yirmi kadar yerinde Ayasofya kelimesini bazen cami, bazen ibadethane yerinde zikreder. Tabiat Risalesi gibi tevhidi açıkladığı yerlerde bile onun kubbesindeki taşları misal verir.

İttihad-ı Muhammedi’nin merkez şubesinin açılış merasiminde Ayasofya kürsüsünde ayakta elli bin kişiye hitap ederek, “Kabr-i kalpten hakaik çıplak çıktı, namahrem olanlar nazar etmesin!” dediği hitabesi ise pek meşhurdur. Ayrıca bir namaz sonrası bahçesinde Mısır’ın büyük âlimi Şeyh Bahid’le ilmî münazarası da bilinen bir gerçektir.

Ama asıl Bediüzzaman’ın Ayasofya’ya yüklediği mana bunlardan çok daha öte bir şeydir. Evet, Bediüzzaman Ayasofya’ya sırf bir cami olmanın ötesinde millî ve tarihî bir misyon yükler. Bunu Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde dile getirir. Bu farklı ve özel misyonu üç maddede özetlemek mümkündür.

1. Bu kahraman milletin ebedi bir medar-ı şerefi.
2. Kur’an ve cihat hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı.
3. Kılıçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı.

Görüldüğü gibi Ayasofya sadece bir cami değil, bu milletin bir şeref abidesi, asırlardır İslam uğrunda yaptığı cihadın sembolü ve kılıçlarıyla fethettiği toprakların bir nişanı ve bir yadigârıdır. Kısacası, Ayasofya, bu milletin namus ve haysiyeti ile eş değerde kıymet ifade eden bir eserdir.

Ayasofya’nın tarihî misyonu

Bunun içindir ki, Üstad Bediüzzaman bu milletin iradesiyle seçilmiş siyasilerden istediği üç maddeden biri Ayasofya’nın tarihî misyonuna kavuşturulmasıdır. Diğeri ezan-ı Muhammedi’nin aslına çevrilmesi, bir diğeri ise mahkemelerin beraat kararı verdiği Risale-i Nur’ların serbestiyetinin resmen ilan edilmesidir. Üstad bu maddelerin İslam âleminin hüsn-ü teveccühünü kazanmaya vesile olacağını beyan eder. Bu fikirlerini dile getirdiği paragraflar ise şöyledir:

Nasıl Ezan-ı Muhammedi’nin neşriyle Demokratlar on derece kuvvet bulduğu gibi, öyle de Ayasofya’yı da beş yüz sene devam eden vaziyet-i kudsiyesine çevirmektir. Ve âlem-i İslam’da çok hüsn-ü tesir yapan ve bu vatan ahalisine âlem-i İslam’ın hüsn-ü teveccühünü kazandıran, bu yirmi sene mahkemelerin bir muzır cihetini bulamadıkları ve beş mahkemede beraatine karar verdikleri Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini dindar Demokratlar ilan etmelidirler. Ta bu yaraya bir merhem vurmalı. O vakit âlem-i İslam’ın tevüccühünü kazandıkları gibi, başkalarının zalimane kabahati de onlara yüklenmez fikrindeyim.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 189)

Üstad, Ayasofya’nın ibadethaneye açılmasının bazı Hıristiyan devletlerini de memnun edeceğini ifade eder: “Hem Demokrata Ezan-ı Muhammedi gibi çok kuvvet vermek ve Risale-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslam’ı, hatta bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı muzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır. Bu ise, bu mesele için otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim. Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.“ (Emirdağ Lahikası-2, s. 147)

Bu izahlar ışığında Ayasofya’nın ibadete kapalı kalması, bu milletin millî ve tarihî haysiyet ve şerefini kanatan bir yaranın kanamaya devam etmesi demektir. İbadete açılması ise bu yaraya neşter vurulup dindirilmesi ve milletin makûs talihini değiştirecek ikinci bir İstanbul fethinin gerçekleşmesi demektir.

Mahzun Ayasofya Fatih-i Sanisini bekliyor.

İhsan Atasoy / Moral Dünyası Dergisi