Etiket arşivi: ihtiyar

On Birinci Gün

Yaşlı adam, son demlerini yaşıyordu. İhtiyarlık derdine, bir de ağır hastalık eklenmişti. Kendisiyle ilgilenen kişiler, ona iyi olduğunu söylüyorlardı ama, ciğerleri parça parça dağılıyordu sanki, her öksürüşte. Esasında hastalığından fazla, günahları üzüyordu yaşlı adamı. Özellikle gençliğinde pek çok hata yapmıştı. Bu yüzden de evlatları hayırsız çıkmış, her biri bir köşeye dağılmıştı. Eşi, beş yıl kadar önce vefat edince, büyük oğlu yurt dışına yerleşmiş, oraya gidince de, her şeyi unutmuştu. Kızı da bir serseriye kaçmıştı habersizce. Küçük oğlu, nispeten hayırlıydı. Arada bir kendisini ziyaret eder, yatağının baş ucuna birkaç kuruş koyardı. Hatta onu hastaneye bile kaldırmış, bazı masraflarını üstlenmişti.

İhtiyarın yalnızlığı, hepsinden kötü idi. Kendisinden ümit kesen doktorlar, sonunda onu evine göndermişlerdi. Durumu artık çok daha kötüydü. Birkaç seans kemoterapi tedavisi, vücudunun her yerini fosur fosur kabartmış, ayakta bile duramaz hale gelmişti. En çok ihtiyaç duyduğu zamanda, küçük oğlu da uğramaz olmuştu her nedense. Çok şükür ki komşuları vefalı insanlardı. Evlerinde ne pişse, ona da bir parça getirirlerdi.

Yaşlı adamın hemen baş ucunda, eski bir telefon bulunuyordu, çalmasını boşuna beklediği. Borcundan ötürü çoktan kesilmiş, üstü tozla kaplanarak rengini kaybetmişti. Gerçi çalışsa bile, arayan çıkmazdı ya!. O kadar özlemişti ki onun sesini. Bir zamanlar hâlini soran dostlarını. Dayanılmaz ağrılarla kıvrandığı bir gece, telefona uzanarak ahizeyi kaldırdı. Belki gurbet ellerdeki oğlunun, belki de kızının sesi gelirdi derinlerden. Belki de eşinin yumuşak sesini duyardı, çok uzaklardan. Ahizeyi bir süre öyle tuttu. Çıt bile çıkmıyordu. Tam yerine koymak üzere iken, telefondan biri seslendi ona:

pencere bos ev— Günahların için tövbe ettin mi?

— Evet!. diye atıldı yaşlı adam, gelen sesin sahibini merak bile etmeden. Yıllar buyu af diledim Allah’tan. Günahlarım, çok fazla olmasına rağmen.

— Doğru!. diye cevap geldi, antika telefondan. Günahların, başındaki saçlar kadardır. İnşallah affedilir!.

Yaşlı adam, ağlamaya başladı. Gençliğinde pek umursamadığı, günün birinde affedilir zannettiği, belki de bu yüzden devam ettiği günahları, daha sonra binlerce kez tövbe etmesine rağmen demek ki silinmemiş, sırtında bir yük olarak bırakılmıştı. Yattığı yerden doğrulup pencereye bakınca, cama yansıyan görüntüsünü fark etti. Saçları bembeyaz, ama çok gürdü. Rahmetli babası, hatta dedesi gibi.

Gözyaşları bir ara kesilince, yorgun vücudunu tekrar yatağa attı. Telefonu yerine koymaktansa, yastığının altına sıkıştırdı. Şimdi artık bir arkadaşı vardı. Hayalî olsa bile, belki başka bir şeyler de söylerdi ona, yüzünü güldürecek, ruhuna bayram yaptıracak sözler. Aradan on gün geçti. Fakat ihtiyar adam, her an biraz daha artan acılarına değil, günahları için göz yaşı döküp ağlamayı, Allah’tan ümit kesmeyip tövbe etmeyi; telefondaki ses de, aynı sözleri tekrarlamayı sürdürdü.

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. İnşallah affedilir!.

On birinci gününde, yaşlı adam öleceğini anlamıştı. O geceki rüyası, daha önce gördüklerinden çok farklıydı. Rüyasında tamamen iyileşmiş, âdeta bir kuş gibi hafiflemiş, kendisini çağıran eşine koşmuştu. Daha sonra onunla birlikte uçmuştu, yamaçlarından şelaleler akan bir dağa doğru. Uyandığında, aceleyle kalkmaya çalıştı yerinden. Rabbinin huzuruna, taptaze bir abdestle varmalıydı. Peki ya daha sonra? Küçüklüğünden beri, ”Allah Kerim!.” diye tekrar ederdi. Kerim Rabbi, belki onu da affederdi. Duvarlara tutunarak lavaboya yanaştı. Üstündeki aynaya baktığında, nefesi bir anda kesilir gibi oldu. Nurlu yüzü iyice aydınlanmış, bütün vücudu titremeye başlamıştı. Tekrar tekrar baktı görüntüsüne. Arada bir elleriyle başını sıvazlarken. Evet, evet!. Gördüğü şey hayâl değildi. Belki de ilaçların tesiriyle, başındaki saçlar tamamen dökülmüştü. Bu sefer de sevinçten ağlıyordu ihtiyar. Yatağına doğru son kez adım atarken, telefondan yine aynı ses geldi:

— Günahların, başındaki saçlar kadardır!. Ve şunu sakın unutma ki, Allah Kerimdir!

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Kayıp İlanı

Yaşlı adam, karakolun üç-beş basamaklık merdivenini birkaç kez dinlenerek çıktıktan sonra, ilk gördüğü memura yanaşarak:

— Kayıp ilânı vermek istiyorum evlâdım, dedi. Ne yapmam gerekiyor? Polis memuru, her günkü raporlardan birini yazıyordu. Antika bir daktiloyu takırdatıp dururken:

— Hallederiz bey amca, dedi. Herhalde torun kayboldu değil mi? Yaşlı adam, dudakları titrerken:

— Annemi on yıldan beri görmedim, dedi. Babamı da belki en az yirmi yıl… Polis, yazmayı bırakıp adama döndü. Bu iş elbette ki normal değildi. İhtiyarın, susuzluktan çatlamış bir toprağı andıran ve bembeyaz sakallarla çevrelenen yüzü, en az seksen yaşında olduğuna delildi. Bu yüzden de elbette ki bunamış, anne ve babasının öldüğünü unutmuştu. Yaşlı adam, yanındaki pencereden bakarken, parkın orta yerindeki ıhlamuru gösterip:

— En vefalı dostum bu ağaç, dedi. Aynı yaşta olmalıyız herhalde. Ne zaman dışarı çıksam gölgesinde dinlendim, kokusunu doya doya çektim içime. Ama o da benim gibi kuruyor şimdi.

— Peki!.. diye lâfını kesti polis. Yakınlarınız yok mu? Dostunuz, akrabanız?

—Yakınlarım, şimdi çok uzaklarda, dedi adam. Dayım, amcam, teyzem, halam kim varsa orda. Eşim de öyle. Sadece iki çocuğum hayatta. Onlar da bu ihtiyardan bıktılar tabi. Polis memuru, böyle tuhaf bir olaya ilk defa rastlıyordu. Herhalde en çıkar yol, bir ilân verir gibi görünüyor olmaktı. Zaten bu ihtiyarcık, karakoldan çıkar çıkmaz her şeyi unuturdu. Masadan bir kâğıt kalem alarak:

— Peki dedecim, dedi. Sen ne istiyorsan öyle yapalım. “Annem ve babam kayboldu” yazıyoruz değil mi? Yaşlı adam, küçük bir çocuk gibi hıçkırırken:

— Yok be evlâdım!.. dedi. Kaybolan benim. Annem ve babam bu ilânı görürlerse, belki beni alırlar yanlarına.

Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Ah! Nerede O Eski Zamanlar?

Küçüklüğümden beri yaşlı büyüklerimizin sohbetlerini sever, zevkle dinlerdim. Hayretime mucip, memleketin her yerinde bulunan ihtiyarlarımız, lisanları, renkleri, örf ve adetleri ayrı da olsa, ortaklaşa bir birliktelikleri var, aynı duygu ve aynı düşünceyi bir sözle ifade ederler. Onlar… Heyecanla! ‘ah nerede o eski zamanlar?’diye büyük bir özlemle söylerler. Acaba, ihtiyarlarımız arzu ettikleri ilgi ve alakayı görmediklerinden mi? Veya ihtiyarlığın verdiği bedeni marazların sıkıntılarından mı? Her nedense yaptıkları serzenişle, gençlik zamanları ile alakadar olmaya başlarlar. Hane! Gençliğimde böyleydim, şöyleydim, bunu yaptım, şunu yaptım, gençlikte yaptıklarını bugün yapamayınca, ihtiyarlığın bıraktığı eziyet ve ızdırapları bir nevi gençliğe şikâyette bulunuyorlar. Onun için ‘’Ah nerede o eski zamanlar.’’ Bir şair de: ” Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim. Demiş.”1

Oysa ihtiyarlarımız her zaman asayişin, barışın ve huzurun teminatı, geleceğe ışık tutan, saygı değer birer canlı tarihtirler. Mürur-u zamanla imkânlar, şartlar değişebilir. Değişmeyen tek bir şey var, o da bir milletin mukaddesatı,  asaleti, büyüklerine saygı, örf ve âdetidir. Tarih şahittir: Ne zaman ki: Bir millet dininden taviz vermişse, örf ve adetlerinden ve aile büyüklerinden uzaklaşmışsa o zaman gerilemiş ve zarar görmüştür. Yıllar boyunca sosyal ve içtimai hayatımızda, daima arkamızda birer çınar ağacı gibi ayakta duran, haslet dolu yaşlı büyüklerimiz; gençlerinden, aile, akraba ve aşiretinden, hatta köy ve mahallesinden mesul, asayiş ve huzurun temini ve teminatı olmuşlardır. Olayların tedbir ve önlemini önceden alan bu kanaat önderlerimiz, büyüklük ve reisliklerini böylece göstermişlerdir. İşte büyüklükte, reislikte bu olsa gerek,

Her bir olayın neticesinde arzu edilemeyen hadiseler olabilir, vaki olan bir hadisenin önüne geçme yolları da diyalog, uzlaşma, maslahat ve müzakeredir. Maslahat yapılmadığı müddetçe risk daha da artar. Maslahat, uzlaşı ve hoşgörü büyüklüğün ve erdemliğin şe’nidir. Onun için büyüklerimiz bu hoşgörüyü daima önemsemiş ve alakadar olmuşlardır. Bugün yaşadığımız bunca olumsuzluklardan acaba büyüklerimiz haberdar olmamışlar mı? Nereye gidecek? Artık yeter… Millet olarak tahammül edilmez hale gelinmiş, Adamın biri, doktora gider, Doktor bey, ‘’Hanımın kulakları sağır olmuş’’der. Doktor da: ‘’ Onun sağırlık oranı tespit etmek lazım, fasıla, fasıla hanımla konuş, hangi mesafede ses ona giderse onu tespit et.’’der. Adamcağız: önce 5 metrede seslenir ‘’hanım akşam yemeği nedir’’ ses gitmez, 3 metre, 2 metre, derken bir metre kala hanım bağırır.’’bey efendi: Tam beş seferdir, sana demedim mi? Yemek, Kuru fasulyedir.’’ Meğerse, bey sağırmış. Evet, ağlayan annelerin sesleri Arş-i aladakiler bile duymuşlar. Acaba; Ferş-i aladakiler!  Siz de duydunuz mu?.

Bin yıldan beri ayni coğrafya üzerinde yaşayan Kürtler, Türkler, Lazlar ve Boşnakların ecdatları, yurt sathında meydana gelen düşman tearuzlarına hep birlikte göğüs germişler, hep beraber mücadele etmişler, canı pahasına bu güzelim memleketi bizlere miras olarak emanet etmişler, bugün yerleşim olarak Türkiye’nin güneydoğu ve doğu anadolu bölgelerinde yaşayan Kürt milletinin yarısından fazlası batı ve içanadolu bölgelerinde yaşamaktadırlar. Keza Türkler de, aynı şekilde Şarkın değişik yörelerinde yaşamaktadırlar. Yani Türkiye’nin her yerinde Kürt ve  Türk bulunmakta ve içtimai hayatta birlikte yaşamaktadırlar. Evlilikleri, dostlukları var, en önemlisi aynı din mensupları, aynı inanç, aynı Kıble, aynı Peygamber ve aynı Allah’a inanan insanlar,bu kadar birlerle birbirleriyle kaynaşmış bir topluluğun birinin diğerinden ayrı yaşaması imkansız….  

Biliniyor ki: Kürt milleti daima devletine sadık, Türk halkını daima başında bir büyük olarak görmüştür. Yıllardan beri devlet bu halkı ötekileştirilmiş üvey evlat muamelesine tabi tutulmuştur. Bir milletin ırkı, milliyeti neyse, o odur. Sen o değilsin denilmez. Kürt halkına zamanında eğitim imkânı verilmedi, dilini, giyimini, örf ve âdetini yasakladı. Zorla sen Türk’sün dediler. Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyetine mensup bir vatandaştır. Kürt milleti asla ve asla Türk kardeşinden ve Türkiye’den ayrı yaşamak istemez.. Bu kuşku ve bu düşünce beyhudedir.

“Mademki biz Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak… vs. hepimiz kardeşiz. Öyle ise diğer kardeşlerimizin de en az bizim kadar hak ve hürriyet sahibi olmasına razı olmalıyız. Onun farklılıklarına saygı duymalı ve onları fıtri halleri ile kabullenmeliyiz. Kendimiz gibi giyinmeye, kendimiz gibi konuşmaya, kendimiz gibi davranmaya zorlamamalıyız. Zorla kendi kalıbımıza sokmaya, kendimize benzetmeye çalışmamalıyız. Onun da bizim gibi insan olduğunu unutmamalıyız. Farklılıklarımıza hoşgörü ve tahammül göstermekle birlikte ortak değerlerimizi, ortak vasıflarımızı ön plana çıkarıp, bu ortak paydalar etrafında birleşmeliyiz. Kardeş olduğumuz ve pek çok ortak değerlere sahip olduğumuz hakikati üzerinde birleşmeliyiz.”

Artık televizyon haberlerini dinlemek istemiyoruz!..

Neden?

Acaba, bugün Türkiye’nin neresinden kaç şehit, kaç trafik kazası, kaç terör etkisiz hale getirilmiş, kaç kişi hayatını kaybetmiş? Bu acı haberler milettin psikolojisini bozmuş, ölen askerin de, PKK’lının de üzerinde bir yürek ağlar, o da anne yüreği! Bu ağlayan annelerin feryatları arş-ı azama kadar yükseldi. O ağlayan gözlerle tüm gözler, tüm kalpler, tüm yürekler ağlıyor. Otuz iki senede 30-40 bin insan gitti, daha 30 veya 130 senelere; daha 30 veya 140 bin can kaybına artık tahammül kalmadı,

Başbakanımız, Sayın Tayip ERDOĞAN’IN barışa ve huzura attığı en güzel adımlarından biri de  ‘’Kürt açılımı’’ydı, bu barışçıl adımı engelleyen iç ve dış düşmanlarımız ile menfi milliyetçilik yapan boş boğaz muhalefetçilerin engeline takılı kaldı. Gene bu günlerde,  “Anneler ağlamasın’’ memleketin içinde bulunduğu rahatsızlığı ve sıkıntıyı bertaraf etmek için  gerekirse İmralı’yla da; PKK’yla de görüşülebilir” demesi, büyük bir cesaret ve erdemlik gösterdiği halde, barışı da, uzlaşıyı da istenmeyen hainler gene de seslerini yükseltmeye başladılar. Bu millet bin seneden beri beraber yaşamış, yaşamaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bugün ki içinde bulunduğumuz acıyı müzakere, maslahat, diyalog, uzlaşma, İmralı’yla, PKK’yla her kiminle olursa olsun sonlandırılması milletin arzu ve temennisidir. Silahlar sussun.. Anneler ağlamasın…  Bu beladan kurtulmak istiyoruz..  ARTIK YETER!…

Sayın, Başbakanım ‘’Bu ateşe bir su serp,’’ halkın duası seninledir.

Asrımızın müceddidi,Bediüzzaman: Belaların def’i için şöyle diyor:

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır.

ABD’nin ve bazı Avrupa münafıklarının zulmüne duçar olan tüm İslam alemine, özellikle Suriye halkına  ve  memleketimize musallat olan  bugün ki belaların bertarafı için üstat Bediüzzaman’ın beyan ettiği üzere: hususi namaz ve duaların vaktı   gelmiştir. Hayırlı dualar dileğiyle…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Görevlisi

Kaynaklar

1-Yirmi altıncı Lem’a, 8.ci rica

Hayat’ın İçinden : Kırkta Bir

Küçük bir balıkçı köyünde yaşayanlar, birçok balıkçı gibi, denizi çok iyi tanıyorlardı. Gökyüzüne şöyle bir göz attıklarında, havanın gün boyu nasıl olacağını, rüzgârın durumunu ve ne yönden eseceğini hemen çıkartırlardı. Bir fırtına tehlikesi söz konusuysa, tekneleri güvenli bir yere çektikten sonra, denizi üstten gören genişçe bir barınağa sığınırlardı. Çam kütüklerinden yapılmıştı burası. Mis gibi reçine koktuğu için, onlara deniz kokusunu aratmazdı.

Bu mekânda sohbet edip çay içerlerken, bir yandan da sahili gözlerlerdi. Çünkü köyün en yaşlı balıkçısı, sanki onlara meydan okur gibi, fırtına yaklaştığında sandalına atlayıp, açık denize doğru yönelirdi. Köy sakinleri, ihtiyarın bu işine pek akıl erdiremez, bu konuda birçok tahmin yürütürlerdi. Zira yaşlı balıkçı hiç kimseyle konuşmaz, sırlarını açmaya yanaşmazdı. Kimi köylüye göre, ihtiyarcık denizde ölmek istiyordu. Ama bu ihtimal kuvvetli sayılmazdı.

Yaşlı adam dindar biri olduğu için, kendisini bile bile tehlikeye atmazdı. Karlı dağlarla çevrilen koyun sonunda, büyük balıkçı gemileri dolaşırdı. Bereketli bir av bölgesiydi burası. Bu yüzden de köylüler, ihtiyarın oraya gittiğini söyler, fakat neler yaptığını bilemezlerdi. Yaşlı balıkçı, deniz patlayınca balık tutamazdı tabi ki. Dalgalar insan boyuna yükseldiğinde, ne sandal dururdu yerli yerinde, ne de ağları. Olta bile atamazdı o kargaşada. Teknesinin her tahtası ayrı ayrı gıcırdar, dip kısmı da bir karış suyla kaplanırdı. Dört bir yana savrulurdu fındık kabuğu gibi. Bu yüzden başı dönse de sabretmeye çalışır, sonunda halsiz düşerek geri dönerdi.

Zaten merak edilen konu buydu. Bir balıkçı eğer balık tutamıyorsa, bu konuda en ufak bir şansı bulunmuyorsa, üstelik de yaşı seksene dayanmışsa; fırtınalı bir denize yelken açması, intihardan başka bir şey değildi. Yaşlı adam, bir gün aniden hastalandı. Arkadaşları, onun kollarına girip evine götürdüler. Ve yıllar yılı merak ettikleri konuyu, bir kez daha kendisine sormayı denediler. İhtiyarın gözleri, penceresinin dışından görünen denizdeydi.

Üç beş balıkçı teknesi geri dönüyor, onları da aç karınlı martılar izliyordu. Yaşlı adam, gözlerini denizden ayırmadan: — Fırtına yaklaşırken, kıyıda beklemem mümkün değildi, dedi. ”Belki biri yardım bekliyordur” diyerek, defalarca denize açılmıştım. Yanında bulunanlar, ihtiyarın sözlerine anlam veremiyordu. Bir sahrada tek bir kumu aramak neyse, bu iş de ondan farklı sayılmazdı.

Yaşlı adam, yatağından güçlükle doğrularak: — Henüz gençken büyük bir gemide tayfaydım, dedi. Uykusuzluk ve yorgunluk belimizi bükmüştü. Deniz birden patladı ve sert bir rüzgâr beni güverteden kopartıp, yarı donmuş suların içine fırlattı. Balıkçılar, merakla dinliyordu. Denize düşen birini o dalgada kurtarmak, herkesin bildiği gibi adeta imkânsızdı. Eğer kışsa, zaten hiç kimse uğraşmazdı. Düşen kişi çok iyi yüzme bilse bile, birkaç dakika içinde donup giderdi.

Yaşlı adam, devam edip: — Beni kurtaran da bir ihtiyardı, dedi. Nerden çıktı, nasıl yetişti bilmiyorum. Kendi paltosuna sarıp ısıttı beni, bir babanın yavrusunu sarması gibi. İçerde bulunanlar, bu işin sırrını nihayet çözmüşlerdi. Hasta adam anlaşılan ona özenmiş, birini kurtarmak için boşuna beklemişti. Hem de yıllarca. Böyle bir şey hangi yönden bakılırsa bakılsın, son derece saçmaydı. Bu yüzden yaşlı adama itiraz edip: — İyi ama, dediler. Buna benzer bir olay, kırk yılda bir görülür, belki görülmez. — Bunu ben de biliyorum, dedi balıkçı.

Tam kırk yıldan bu yana, gece gündüz dua ettim o ihtiyara. Hâlâ da ediyorum. Kırkta bir ihtimal düşük sayılsa bile, ömür boyunca sürecek bir dua almak için, kırk fırtınaya katlanmak fazla bir şey değil ki!

Cüneyd Suavi – Zafer Dergisi