Etiket arşivi: ilayı kelimetullah

İnanan İnsanın Hedefi Nedir? (Ne Yapmalı -3)

İla-yı Kelimetullah’ın hedefi nedir? İlk anda bu sorunun cevabı çok basit gibi görünür. Denilebilir ki, ALLAH rızası… Doğru fakat çok genel ve soyut bir cevaptır bu. Kıldığımız namazdan, fakire verdiğimiz sadakaya kadar hemen her şey zaten O’nun rızası için değil midir? Sözü uzatmadan cevabın kapsamını daraltalım.

Günümüzde İ’la-yı Kelimetullah’ın hedefi, İslam’ın hakimiyeti olmalıdır. Belki bazıları bu cevabı da fazla soyut ve genel bulabilir. Haklıdırlar. Daha da netleştirelim: Günümüz Müslümanının hedefi, İslam’ın birey ve toplum yaşamının her safhasında tam olarak yaşanması ve kesin olarak hakim olmasıdır. Dünya ölçeğinde ise, Ümmet-i Muhammed’in yeniden “en aziz ümmet” haline gelmesi, İslam’ın dünyanın hakim gücü pozisyonunu almasıdır. Yani insanlık tarihinin son beş yüzyılında Batı’nın sahip olduğu konumu ele geçirmesidir. Ama bir satır arası yaparak belirtelim ki, bu, Batı örneğinde olduğu gibi emperyalist ve zalim bir proje olmayacaktır. Öyle bir şey olursa da zaten bu proje İslami olamayacaktır.

Nasıl bir şey olacağını merak edenlere şimdilik, Dört Halife ve Osmanlı tecrübelerini işaret etmekle yetinelim. Ve öncelikli meselemizi oluşturan asıl konuya geri dönelim: İslam’ın toplumsal ve bireysel yaşamın her noktasında ve bütünüyle yaşanması konusuna…

Bediüzzaman’ın yaklaşımına uyarak, ALLAH Davası’nın hedefini, üç kategoride değerlendiriyoruz: İman, hayat, şeriat…

İman hizmeti bütün İ’la-yı Kelimetullah faaliyetinin özüdür. Hiçbir zaman bitmeyecek, eskimeyecek, ikinci dereceye inmeyecek boyutudur. Arkada bıraktığımız son yüz senenin en “ağır” döneminde, başta Türkiye olmak üzere hemen hemen bütün İslam ülkelerinde, Batı işbirlikçisi yerli elitlerin ve devletin, amansız bir İslam/ALLAH düşmanı kesildiği senelerde, sadece bu hizmet biçimi devam etmiştir. Zaten bu dönemde doğru, gerekli ve mümkün olan da sadece “İman Hizmeti” olmuştur.

Havanın yumuşamaya başlaması ile birlikte geride bıraktığımız on yıllarda ise İ’la-yı Kelimetullah’ın “Hayat” safhasına da geçişini hep birlikte yaşadık. Seküler toplum içinde Müslümanlar, kendi toplumsal alternatiflerini yavaş yavaş oluşturmaya başladılar. Hastanelerden, tatil köylerine, moda dergilerinden !, televizyon kanallarına kadar “hayat İslam’laşmaya” başladı. Bir satır arası daha yapıp hemen belirtelim ki, bu yapılanların hepsinin İslam’ın takva ölçüsüne uygun olduğunu düşünüyor değiliz. Arada, Batılılaşmış elitler karşısında bazı ham Müslümanların içlerinde taşıdıkları aşağılık kompleksinin ifadesi olan adımlar da atıldı. Örneğin İslami! moda dergilerini bu cümleden sayabiliriz. Ama bir taraftan da unutmamak gerekir ki, insan eliyle gerçekleştirilen hiçbir şey bir anda ve mükemmel şekliyle olmuyor. Bu gibi “çocukluk hastalıkları”nın da zaman içinde aşılacağını ümit edebiliriz.

Ve sıra şeriat aşamasına geldi. Yani İslam’ın eksiksiz, tavizsiz yaşanmasına. Toplumsal hayatın içinde seküler/Batılı kurumlara alternatifler üretir olmaktan, hayatın bütününün hakimi olmasına. Bu ifadeler, Batılılaşmış bir Müslüman için tüyler ürpertici, hatta az-çok bilinçli diyebileceğimiz bir kısım Müslümanlar için de “şimdi nerden çıktı bunlar, ne gereği vardı” gibi düşünceleri ilham edecek cinsten ve en azından rahatsız edicidir. Hiç dert değil… Düşünce ve davranışlarımızla, hoşnutluğunu arayacağımız tek varlık, ALLAH’tır. İnsanlara gelince, onlar karşısında biricik hassasiyetimiz; kaba, hakaret edici olmamak, Muhammedi nezaketin sınırları içinde kalmaktır. Bunun gereğini yaptıktan sonra, sadece Batılılaşmışların duymak istediklerine ayarlı bir İslami söylem biçimi “hizmet” değil, ihanettir. Dinimize ve Rabbimize karşı… Bu üçüncü ve zorunlu satır arasını da İbn Arabi’nin bir sözüyle noktalayalım: “Bizim mescidimizden yüksek duvarların hepsi haramdır.” Ve söze kaldığımız yerden devam edelim.

Evet, “Şeriat”… Başta siyaset olmak üzere toplumsal ve bireysel yaşamın, bütün kurum ve boyutlarının İslamileştirilmesi. Hukuk, kültür, ekonomi… Topluma ve bireye ait ne varsa, hepsi. Bu, “İman” ile başlayıp, “Hayat” ile devam eden, hedeflerin sonuncusu olduğu için de ahir zamanda Ümmet-i Muhammed’i ihya etme projesinin tamamlanması demektir.

Şeriat aşaması, senelerden beri maruz bırakıldığımız düşünce bombardımanının ki buna beyin yıkama da diyebiliriz, sorgulanmasıyla başlamalıdır. Örneğin laik siyasi sistemin yüceltilmesini ele alalım. Bu konuda öyle amansız bir düşünce baskısı vardır ki, birçok Müslüman bile rejimin laik olmasını çok doğal hatta ideal bir durum olarak görür hale gelmiştir. Ama niçin? Yüzde doksan sekizi Müslüman olan bir halkın devleti niçin laik olmak zorundadır?  Niçin Kur’an siyasetten, dünyadan, yönetimden… kısaca hayattan uzak, mezarlıklarda okunan bir ölüler kitabı olmak zorundadır? Bu durumu ideal kabul edenlere göre de Kur’an, ALLAH’ın Kitabı, dolayısıyla her çeşit eksik, kusur ve “eskilik”ten uzak değil midir? “Evet, ALLAH’ın Kitabı’dır.” diyorlarsa, itirazın anlamı nedir? Yok, eğer “Kur’an’ı dünya işlerinden uzak tutuyoruz, çünkü o ALLAH sözü değil, on dört asır önce çölde yaşamış bir Arap’ın kitabıdır, dolayısıyla modern çağa cevap veremez, zaten ALLAH diye bir varlık da yoktur ve din de yalandır.” diyorlarsa ki, her bilinçli ve tutarlı laik böyle düşünmek zorundadır, neden riyakârlık yapıp, bütün bunlara rağmen Müslüman olduklarını iddia ederler? Niçin bu halkın karşısına çıkıp, dinsiz olduklarını açıkça itiraf etmezler? Bu insanların, laiklik ve çağdaşlık denen şeylerden anladıkları; adilik, yalancılık ve riyakârlık mıdır?

İşte üçüncü aşamanın başlangıç noktası burasıdır. Temelden bir sorgulama… En hassas konu o olduğu için siyaset/rejim meselesinden başlanarak, içinde bulunduğumuz seküler/modern yaşam biçimi atomlarına kadar sorgulanmalı, eleştirilmeli ve değiştirilerek İslamileştirilmelidir. Müslümanlar bunları yaparken bütün kapris ve komplekslerinden sıyrılmalı, özellikle “birilerine kendini beğendirme” şirkine karşı son derece uyanık ve gerilim içinde bulunmalıdır. Söz Hz. Ömer’indir: “Şeref olarak bize İslam yeter!

Ve miladi 2012 senesi itibarıyla, bu süreç başlamış bulunmaktadır. Başlamış olan aslında bir devrimdir: İslam Devrimi…

Mübarek olsun.

Ve sözün bu noktasında, merhum Necip Fazıl’ı hatırlıyoruz:

Bekleyin, görecektir duranlar yürüyeni,

Sabredin, gelecektir sönmez pörsümez yeni.”

Bediüzzaman’ ı hatırlıyoruz:

Şu istikbal inkılabatı (gelecek devrimleri) içinde en yüksek ve gür seda, İslam’ın sedası olacaktır.”

Ve Kur’an…

Kim ALLAH’ı, Rasulü’nü ve iman edenleri dost edinirse; şüphesiz ki ALLAH’ın taraftarları galip geleceklerdir.” (5/Maide:56)

Said Alpsoy

www.saidalpsoy.com

Her Müslümanın Sorumluluğu: “İ’la-yı Kelimetullah” (Ne Yapmalı-2)

Günümüzde ve her zaman… Bir Mü’minin en önemli İslami sorumluluğu nedir? Hele günümüzde olduğu gibi bu sorumluk büyük ölçüde ihmale uğramış ve bu nedenle Ümmet-i Muhammed, dünyanın geri kalan kısmı, özellikle egemen güçler karşısında savunmasız kalıp, mağdur ve mazlum hale düşmüşse…

Cevap: İ’la-yı Kelimetullah…

 “ALLAH’ın yüce adını yüceltmek” şeklinde Türkçeleştireceğimiz bu ifadenin¹ gereğini yapmak, günümüz şartlarında, bir Müslüman için hayatının en önemli işi haline gelir. Tıpkı İslam hukukunda, Müslümanların toprakları düşman istilasına uğradığı ve mevcut/örgütlü/düzenli silahlı kuvvetler bu istilayı savuşturmakta yetersiz kaldığı zaman, silahlı mücadelenin/cihadın kadın –erkek; yaşlı-genç demeden tek tek bütün Müslümanlara farz olması gibi. Hatta buna farz da değil, efrez denir, yani farzlar ötesi farz… Bütün farzların temeli olan biricik farz…

İşte günümüzde İ’la-yı Kelimetullah da bu demektir. Efrez… Çünkü ortada, üç asırdır hem maddi hem de kültürel, sosyal ve psikolojik alanlarda, yüzyıllardan beridir dünyanın egemen gücünü oluşturan Batı Modernitesi karşısında, sürekli mağlubiyet yaşayan ve kelimenin her anlamıyla kan kaybeden bir İslam dünyası bulunmaktadır. Ve bu tespit, yaşadığımız son İsrail saldırısının hasıl ettiği bir tepki duygusunun değil, ne yazık ki doğduğumuzdan beri sürekli yaşamakta bulunduğumuz bir çok şeyin ürünüdür.

Bu durumda tekrar soralım: Ne yapmalıyız?

Doğru zamanda doğru olanı yapabilmek, içinde bulunulan duruma doğru tanıyı koymakla başlar. Soruyu şu şekilde netleştirelim: Günümüzde Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde, bir Müslümanın İ’la-yı Kelimetullah görevi karşısında sorumluluğu nedir?

Çok zedelenmiş bulunan İslami onurunu ve İslami bilincini yeniden oluşturmak. Çünkü günümüzde, bir Müslümanın değil benimsemesini, karşısında sessiz kalabileceğini bile düşünemeyeceğimiz birçok “şey” onun için farkına bile varamayacağı kadar normal olarak algılanmaktadır. Örneğin geçtiğimiz günlerde, bütün önemli gazetelerle beraber İslami bir duruşa sahip olduğunu düşündüğümüz bazı gazetelerde de ALLAH’ın ölmüş bir kuluna hitaben “Olmasaydın, olmazdık!” gibi bir ifade hem de tam sayfa olarak yer alabildi. Doğrudan imana ve ALLAH’ın izzetine dokunan böyle bir ifadenin, o gazetelerde yayınlanabilmiş olması bile başlı başına bir skandal iken bundan da büyüğü oldu. Türkiye’deki Müslümanlardan, birkaç kişisel çıkış haricinde, hemen hiçbir itiraz gelmedi. Ve bundan da vahimi, o utanca yer veren gazetelerin camiasına mensup olan birçok insan para karşılığında İslam imanının ve ALLAH’ın izzetinin satışa çıkarılmasına tepki vereceğine, cemaatçilik gayretiyle, işlenen suçu savunmaya kalkıştı.

Bu fecaatin sebebi, İslami onur duygusu ve İslami bilincin büyük ölçüde ortadan kaldırılmış, yerlerine ise sanki onlarmış gibi zannedilen başka şeylerin konulmuş olmasıdır.

Düşünün ki artık birçok Müslüman için “şeriat, cihad” gibi kavramlar rahatsız edicidir. Öyle insanlar, bu gibi kelimeleri işittiklerinde, kendiliğinden bir rahatsızlık duygusu hisseder hale gelmiştir. Birçok Müslüman, hayatın bütünüyle Müslümanlaşması gereğini, İslam’ın birkaç kişisel ibadet de içeren bir inanç biçimi değil, dünyaya ve insana ait her şeyi içeren, kapsama alanı dışında hiçbir şey ama hiçbir şey bırakmayan bir ilahi sistem olduğu gerçeğini çoktan unutmuştur. Ve ruhlarında hiçbir rahatsızlık duymadan, İslam’ın modern dünyaya eklemlenmesi gayretine düşmüştür. Bu, tam olarak bir akıl ve vicdan tutulmasıdır. Ve korkarım ki, öylelerinden olup da bu satırlarda yazılı olanlar cinsinden değerlendirmelerle karşılaşanlar, bu ve benzeri düşüncelerin sahipleri hakkında “marjinal, radikal İslamcı, anakronik, seksenlerde takılıp kalmış ve çağı yakalayamamış” gibi büyük ölçüde patenti Batı’ya ait, bizden olmayan kavramlarla hüküm verecek ve kendilerini bizim gibi olanlardan çok farklı, çok uzak hissedecektir. Bizden uzak ama Batılılara ve Batılılaşmışlara çok yakın… Zaten sorun da buradadır. Artık onlar için İslam sadece bir inanç biçimi, bir sembol ve moral unsurdur. Herşeyin belirleyicisi ve ölçüsü değil. Onların düşüncelerine ve duygularına yön veren artık İslam değildir. Bütün bunlara karşılık Batı Modernitesi’ne ait kavramlar benimsenmiş, yüceltilmiş ve aslında o kavramların ne kadar da İslami olduklarını kanıtlama gayretine düşülmüştür. Peki ama İslami onur ve İslami bilinç, nasıl bu ölçüde yitirilebilmiştir. Bu muazzam kaybın sebebi nedir?

 Bu noktada akışa bir ara verip, tam da yeri geldiği için geçen hafta yarım bıraktığımız ayetlerin tefsirine geri dönelim: “İçlerinden çok azı hariç hepsi nehirden (haram-helal karışık dünyanın bütün nefsani zevkleri, nimetleri) içtiler. Nihayet o (Müslüman komutan Talut) ve beraberindeki Mü’minler nehri geçince (İ’la-yı Kelimetullah ve Calut’un yani İslam düşmanlığının ortadan kaldırılması yolunda, yukarıda işaret edilen dünya nimetleriyle de sınandıktan ve bunda başarılı olduktan sonra) beri yanda kalanlar (ilginç ve önemli bir detay: Kur’an, nehri geçenler için “Mü’minler”, kalanlar için ise “beri yanda kalanlar” diyor): ‘Bu gün Calut ve ordusuna karşı gücümüz yok dediler.’ ” (2/Bakara:249)

İşte yukarıda işaret ettiğimiz akıl ve ruh tutulmasının ya da bir diğer deyimle İslam’ı eksiltme fitnesinin sebebi budur. Gerek birey gerekse topluluk düzeyinde, İslam onuru ve bilincinden taviz verip, İslam ile onun hemen her noktada antitezini oluşturan Batı arasında görünüşte bir uzlaşma, gerçekte ise İslam’ı eksiltip ateist moderniteye eklemleme gayretlerinin asıl sebebi budur:

Haram ve helal ayrımı yapmadan, İslam fıkhını rafa kaldırıp, kendi şahsının ya da topluluğunun çıkarına olan her şeyi ise otomatikman helal kabul etmek. Bu uğurda karşısına çıkan bütün nassları (Kur’an ve Sünnet’in kesin söylemlerini) te’vil etmek, yani minareyi kılıfına uydurmak. Kur’an ve Sünnet ile kendi arasında tefsire (açıklayıp, anlamaya) değil, te’vil’e (işine geldiği gibi yorumlayıp, o ayet ya da hadisi görünen anlamından uzaklaştırmaya) dayalı bir ilişki biçimi kurmak. Her ne gerekçeyle ve her ne suretle olursa olsun, dünyanın haram kazançlarına el uzatmak. Bu hali normal kabul edip, içselleştirmek, dolayısıyla sürekli duruma getirmek. Yani üç kelimeyle söyleyelim: Harama tamah etmek… Bunun sonucu ise: Müslüman onurunu ve bilincini kaybetmiş olmak. Bu kaybın fiili sonuçlarını da sürekli olarak ve hep beraber yaşıyoruz.

 Gözünü ALLAH’ın rızasına değil de, Batılı egemen güçlerin hoşnutluğuna çevirmek. Gücünü ALLAH’tan değil de, Batılı efendilerinden almayı beklemek. Kendisine bu dünyada yandaş olarak şimdilik ezik, güçsüz, mazlum ve mağdur durumda olan Mü’minleri değil de, ALLAH’ın ve İslam’ın düşmanlarını seçmek. Bu uğurda “Olmasaydın, olmazdık!” şeklinde leş gibi şirk kokan bir sözü, para ve bir kısım ALLAH düşmanlarını hoşnut edebilmek için gazetelerinde basabilmek. Koç’u – Amerika’yı ve ALLAH’ı aynı anda razı edebileceğine inanabilmek.

Daha açık söyleyelim: Mağdur Filistinli Mü’min yerine ALLAH’sız Amerika’yı, barbar İsrail’i tercih etmek. Bunu da başını belaya sokmamak ve güç kazanmak adına yapmak. Ve bütün bunlardan sonra hala ALLAH’tan utanmadan, kuldan sıkılmadan; İslam’dan, Müslümanlıktan, İslam’a hizmetten söz edebilmek…

Bütün bunların içinde insanın içini en çok acıtan şey ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, tek tek Müslümanların yani büyük kitlenin vurdumduymazlığı, duygusuzluğu, tepkisizliği…

Ve bu haftalık da sözün sonuna geldik. Toparlayalım:

Günümüz Müslümanının birinci görevi, aslında her zaman olduğu üzere, İ’la-yı Kelimetullah’tır.

Bunun için muhtaç olduğu ilk iki nitelik, İslami onur duygusu ve İslami bilinçtir.

Bu iki niteliği önce kazanıp, devamında da koruyabilmesi için, İ’la-yı Kelimetullah yolunda, ALLAH’ın Hakîm isminin gereği olarak, karşısına çıkması kaçınılmaz olan “haram dünya nimetlerinden” kendini koruması gerekmektedir.

Önümüzdeki Cuma, İ’la-yı Kelimetullah davasının diğer gerekleri ile devam etmek üzere.

Ehad ve Kadîr olan ALLAH’a emanet olun.

1: Asıl anlamı itibarıyla, İslam’ı bir inanç, düşünce ve yaşama biçimi olarak bireyin ve toplumun bütün hayatına hakim; şeriatı, insanı ilgilendiren her konuda amir kılmak demektir. Yoksa sadece ALLAH kelimesini bol bol tekrar edip, bu işi bir takım göz boyayıcı sembolik davranışlarla da takviye etmek değil… Bunlardan ibaret kalan davranışlara İ’la-yı Kelimetullah değil, İ’la-yı Kelimetullah simülasyonu demek daha doğru olur.

Said Alpsoy

http://www.saidalpsoy.com