Etiket arşivi: İlk Müslümanlar

Hz. Osman (R.A.) Kimdir?

Hazreti Osman (ra) 580 yılında Taif’de doğdu. Kureyş’in zengin Ümeyye oğulları ailesindendir. Babasının adı Affan’dır. Peygamberimiz (sav)’den 9 yaş küçüktür.

Hazreti Osman (ra)’ın feraset sahibi bir teyzesi vardı, kendisine “Sen bir peygamber kızıyla evleneceksin, ona vahiy gelmeye başladı” dediğinde boş konuşmayan teyzesinin anlattıklarını arkadaşı olan Hazreti Ebu Bekir(ra)’e anlattı. Hazreti Ebubekir (ra) “Teyzen doğru söylemiş, Yâ Osman, sen akıllı adamsın, ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et” deyip beraberce Resûlullah(sav)’ın huzûruna vardılar. Allah Resulu (sav) Hazreti Osman’a;

-Yâ Osman, Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe davet eder. Sen de bu daveti kabûl et! Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.

Hazreti Muhammed(sav)’in yaptığı bu davet üzerine, büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman olmuştur.

Başarılı bir tüccar, giyimi kuşamı seven bir gençti. İlk Müslümanlar’ın genellikle önemsiz kimseler olması yanında, Hazreti Osman(ra) gibi her yönüyle önemli bir kişinin Müslüman olması büyük yankı ve tepki uyandırdı.

Ailesinden, teyzesi ve üvey kız kardeşinden başka kimse müslüman oluşunu desteklememiştir.

Peygamber (sav) gelen vahiy üzerine kızı Rukiye’yi Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Rukiyye, Bedir savaşından sonra vefât edince (Peygamberimiz (sav) kızının cenazesine yetişememiştir), Peygamberimiz(sav) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü de Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Bu bakımdan ona, Peygamberimiz(sav)’in iki kızıyla evlenme nimetine kavuşmuş olduğu için, iki nûr sahibi manâsına “Zinnûreyn” denilmiştir.

Hazreti Osman (ra), Hazreti Rukiyye hasta olduğu için katılamadığı Bedir savaşı hariç tüm savaşlara katılmıştır.

622 yılında Habeşistan’a göç etmiş, tüm varlığını orada bırakıp Mekke’ye geri gelmiş daha sonrada Medine’ye hicret etmiştir. Medine’de Ebu Talha(ra)’nın yanında kalan Hazreti Osman(ra), Ensardan hiç yardım kabul etmemiştir, kısa sürede kendi evini alan Osman (ra) tüccarlıktaki maharetini göstermiş, daha önce çiftçilik yapan Medine’lilere tüccarlığı öğretmiş, musevilerin elinde olan ticaret müslümanların eline geçmiştir.

644 yılında halife olan Hazreti Osman (ra) 12 yıl gibi uzun bir zaman halifelik yaptı. Dört Büyük Halife’den en uzun süre halifelik yapan Hazreti Osman(ra)’dır.

Halifelik döneminde İslam devleti genişlemiş, Horasan, Hindistan, Mâverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yerleri onun zamanında feth edilmiştir. Donanma kurmuş, ekonomik reformlar gerçekleştirmiştir. İlk islam parasını basmış, bütün masraflarını karşılayarak Kabe ve Mescidi Nebeviyi genişletmiştir.

Hazreti Ebubekir(ra) zamanında toplatılıp kitap haline geirilen Kur-an’ı Kerim Mushaflarını çoğaltıp önemli merkezlere göndermiştir.

Peygamberimi(sav) kendisine 40 gün komşuluk yapan Hazreti Osman(ra)’ın su şıpırtısını bile duymadığını buyurmuştur.

Hazreti Muhammed sav) kendisinden halifeliği terk etmesini isteyeceklerini fakat halifeliği bırakmamasını tembihlemiş, yrıca kendisini Cennette arşın nurundan yaratılmış bir huinin beklediğini müjdelemiştir.

Hazreti Osman(ra) çok sıkılgan birisidir. Peygamberimiz(sav) evinde yatağında uzanmış vaziyette iken, sırasıyla Hazreti Ebu Bekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) içeri girip müşküllerini halledip çıkmışlardı. Bir müddet sonra Hazreti Osman(ra) kapıyı çalıp içeriye girmek için izin istediğinde Allah Resulu (sav) yatağından kalmış, üzerini toplamış Hazreti Aişe validemiz’e de üzerini toparlamasını emretmişlerdir. Hazreti Osman(ra) müşkülünü halledip çıkınca Hazreti Aişe validemiz Hazreti Osman(ra)’a neden böyle davrandığını sorduğunda Allah Resulu(sav) “Osman(ra) çok utangaçtır, beni öyle gördüğünde müşkilatını söylemeden gideceğinden çekindim” buyurmuşlardır.

Peygamberimiz(sav)kızı Rukiye’ye Ey benim kızım! Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler. Ey canım kızım, Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur buyurmuştur.

Bir defasında Medîne’de kıtlık vardı. O sırada Hazreti Osman(ra)’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Hazreti Osman(ra) dedi ki:

– Sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim.

Eshâb-ı kirâm durumu Hazreti Ebû Bekir(ra)’e bildirip dediler ki:

– Kıtlık zamanında böyle yapması uygun olur mu?

Hazreti Ebû Bekir(ra) buyurdu ki:

– Hazreti Osman(ra) Resûlullah(sav)ın damadı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim.

Hazreti Ebû Bekir(ra), Hazreti Osman(ra)’ın yanına gidip durumu anlatarak buyurdu ki:

– Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler.

Hazreti Osman(ra) şu cevabı verdi:

– Evet ey Resûlullah(sav)ın halifesi, onlardan iyi alıcı olan, bire yediyüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yediyüz verip alana verdik.

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medine’de bulunan fakirlere, Eshâb-ı kirama bedava dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakirlere yedirdi. Hazreti Ebû Bekir(ra) bu işe çok sevinip, Hazreti Osman(ra)’ın alnından öptü.

Hazreti Osman(ra) muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı.

Müslümanlar, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahûdîye âit idi.

Yahûdî, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu.

Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı.

Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Kuyuyu satın alıp, Müslümanlara sebil edecek kimsenin, Cennette karşılığını kat kat alacağını müjdeliyor, açıkça Cenneti va’dediyorlardı. Bu müjdeyi işiten Hazreti Osman(ra), hemen Yahûdînin yanına varıp, pazarlığa başladı.

Yahûdî, Müslümanların mecbûren bu kuyuyu satın alacaklarını bildiği için, ödenmesi mümkün olmayan bir fiyat istedi. Bu duruma Hazreti Osman(ra) çok üzüldü. Fakat ne yapıp yapıp bu kuyuyu satın alarak Resûlullah(sav)ı memnun etmek istiyordu. Yahûdîye dedi ki:

– Senin dediğin fiyatla bu kuyuyu ben satın alamam. Sana bir teklîfim var. Gel seninle beraber ortaklaşa bu kuyuyu işletelim. Böylece kuyu elinden çıkmamış olur. Kuyunun yarı hissesini bana sat. Birgün sen, birgün ben kuyuyu işletelim.

Yahûdî, işin neticesinin nereye varacağını anlayamadı. Teklîf çok hoşuna gitti. On iki bin dirheme kuyunun yarı hissesini verdi. Kuyunun başında bir gün Yahûdî, diğer gün Hazreti Osman(ra) durup, su veriyorlardı. Yahûdî yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hazreti Osman(ra) ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hazreti Osman(ra)’a geldiği vakit, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı.

Dolayısıyla ertesi gün Yahûdîye gelen olmuyordu. Yahûdî oyuna geldiğini anladı. Fakat iş işten geçmiş oldu. Sonra gelip, kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hazreti Osman(ra)’a satmak istedi. Fakat Hazreti Osman(ra) kabûl etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklîf etti. Hazreti(ra) Osman yine kabûl etmedi. Biliyordu ki, Yahûdî mecbûren bu kuyuyu satacaktı. Çünkü başka çâresi yoktu. Daha sonra Yahûdinin ısrârına dayanamıyarak, ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi. Peygamber efendimiz(sav), bu habere çok sevinip Hazreti Osman(ra)’a hayır duâ ettiler.

Fethedilen yerlerdeki halk seve seve Müslüman oluyordu. Böylece Müslümanların sayısı milyonları buldu. Müslümanların bu kadar çoğalması, her milletten insanın bulunması sebebiyle, karışıklıklar da baş göstermeye başladı. Münâfıklar, Müslümanların arasına fitne tohumları ekmeye başladılar.

Yemenli bir Yahûdî olan, Abdullah bin Sebe Onüç bin kişilik bu çapulcu takımı ile Medîne’ye kadar yürüyüp Hazreti Osman(ra)’ın evini kuşattılar âsîler duvarı atlayarak içeri girdiler. Hazreti Osman(ra) Kur’ân-ı kerîm okuyordu, Muhammet bin Ebubekir, Hazreti Osman(ra)’ın sakalından tutarak: “Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!..” diye bağırdı.

Hazreti Osman(ra), Muhammet bin Ebubekir’in yüzüne bakarak yavaş bir sesle: “Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü…” deyince, Hazreti Ebubekir(ra)’in oğlu utancından kaçtı. Diğer üç suikastçıdan biri kılıcını Hazret Osman(ra)’a sallayarak şehîd etti. Hazreti Osman(ra)’ın kanı, okumakta olduğu Kur’an’ın üzerine sıçradı. Hazreti Osman(ra) Son nefesini verirken şöyle duâ etti:

– Yâ Rabbî, Ümmet-i Muhammedi, tefrikadan, fitneden koru! Bunu üç defa tekrarladı.

İsyancılar iki gün Medine’ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hazreti Osman’(ra)ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. iki gün sonra 12 sahebe gece karanlığında Hazreti Osman (ra)’nın yanına gidebildiler, elbisesi kan içersindeydi beyaz elbisesi beyaz saçı beyaz sakalı kana bulanmıştı o çoktan iftara gitmişti Allah Resulu (sav)in yanındaydı çok özlediği dostların yanındaydı çile bitmişti . Onu yıkamadılar şehitti çünkü elbisesini çıkarmadılar kanla gidecekti hesaba. Medine mahzundu. 83 yaşındaki rahmet bereket insanı tek başına Tebük’ü satın alan adam Allah Resulu(sav)nun Uhud dur bakalım üstünde şehit var dediği adam, garip bir şekilde toprağa verildi. Allah nasip ederde birgün Medine’ye gittiğinizde Hazreti Osman(ra)’ı ziyaret edin, dua edin duasını alın.

Allah bizleri Hazret Osman (ra)’ın şefaatine nail etsin amin…

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1. Kütübü sitte

2. Sevgi Kutupları

3. enfal.de

4. turk.ch

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Hz. Muaviye (R.A.) Kimdir? Kısaca Hayatı

602 veya 603 yılında Mekke’de doğduğu tahmin edilmektedir. Mekke’nin ileri gelenlerinden olan Ebu Süfyan ile Hind bint Utbe’nin oğlu olarak dünyaya geldi. Babasının yanında yetişti ve onun gözetiminde büyüdü. İslâmiyet’in zuhuru sırasında 7-8 yaşlarında bulunmaktaydı.

Bilindiği gibi, ailesi, Mekke’nin fethine kadar Müslümanlarla savaşan ve mücadele eden cephede yer almıştı.

Mekke fethedildiği gün babası ile beraber, Resulullah(sav)’ın önünde müslüman oldu.

Hazret-i Muaviye (ra), Resulullahın zevcelerinden Habibe validemizin kardeşidir. Eshab-ı kiramın büyüklerindendir.Uzun boylu, beyaz tenli, heybetli. Güzel konuşur, adaletli davranan. Çalışkan, gayretli, azimli. Arabistan’da meşhur olmuş dört dâhi Sahabiden biridir.

Hazret-i Muaviye, Peygamber(sav) efendimizin kâtiplerinden idi. Yazısı güzel idi. Fasih, halim, vakur idi.

Zeyd ibni Sabit diyor ki:

Muaviye, Cebrailin getirdiği vahyi ve Peygamber efendimizin mektuplarını yazardı.

Fahr-i âlemin emniyetlisi idi. Bu yüksek rütbe, derecesinin ne kadar yukarı olduğunu gösterir. Bu büyük zata dil uzatanlar, Server-i âlemin Kur’an-ı kerimi yazmakta emniyet ettiğine dil uzatmış olurlar.  Abdullah ibn-i Mübarek, Peygamber(sav) efendimizin ilmine tam vâris idi. İşte bu büyük âlim buyuruyor ki:

Hazret-i Muaviye, Resulullah(sav)’ın yanında giderken, bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz’den bin kere efdaldir.”

İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:

Hazret-i Muaviye’nin yanılması, Resulullah(sav)’ın sohbeti bereketi ile, Veysel Karani’nin ve Ömer bin Abdülaziz’in doğru işlerinden daha hayırlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni As’ın yanlış bir işi, o ikisinin şuurlu işinden daha üstün oldu.

Din-i İslamın en büyük âlimlerinden İbni Hacer-i Mekki hazretleri de buyuruyor ki:

Şüphe yoktur ki, Hazret-i Muaviye Sahabe-i kiramın nesep itibariyle büyüklerindendir. Peygamber(sav) efendimize nesep ile ve nikah ile çok yakın ve mahremleridir. Server-i âlem, Onun hilm ve sehasını meth ve sena buyurdu. Onda İslamiyet, sohbet, nesep, nikahla akrabalık şerefleri toplanmıştır ki, bunların her biri, Cennette Resulullahın yanında bulunmaya sebep olan şereflerdir. Bunlara hilm ve ilim ve Halifelik şerefleri de katılınca, kalbinde az bir safa ve sıdkı ve salahı ve imanı ve izanı olan kimse için artık bu hususta fazla anlatmaya lüzum kalmaz.

Hazret-i Muaviye, Huneyn Gazasında Resulullah(sav)’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gazvesine katıldı. Veda Haccında bulundu. Hazret-i Ebu Bekir(ra) ve Hazret-i Ömer(ra) zamanlarında Suriye taraflarındaki savaşlara katıldı. Hazret-i Ömer(ra), onu Şam valisi yaptı. Hazret-i Ömer(ra) zamanında 4 yıl, Hazret-i Osman(ra) zamanında 12 yıl, Hazret-i Ali(ra) zamanında 5 yıl, Hazret-i Hasan(ra) zamanında altı ay Şam’da 21.5 sene vali oldu. Kufe’de halife seçildi. 19 sene, dört ay halifelik yaptı.

Aklı, zekası, fesahatı, sabrı, yumuşaklığı, ikramı, cömertliği fevkalade çok idi. Müslümanların başına geçeceği, hadis-i şerifte bildirildi. Kendisinden çok hadis-i şerif alındı, kitaplara yazıldı. Bu da, büyüklüğünü ve kendisine güvenildiğini göstermektedir.

Hz. Osman(ra)’ın şehit edilmesinden sonra Hz. Ali’ye (ra) biat etmeyen Muaviye, mazeret olarak, şehit halifenin katillerinin hemen bulunmamasını gösterdi. Hz. Ali(ra), Cemel Olayı’ndan sonra Muaviye’yi tekrar biat etmeye dâvet etti. Ancak, kabul etmedi ve bazı şartlar ileri sürdü. Hz. Ali(ra) ve Hz Muaviye(ra) taraftarları arasında 657 yılında Sıffin’de bir savaş meydana geldi. Bu savaşta tam mağlûp olacakları sırada harekete geçen Amr bin As Kur’an’ın hakemliğinde taraflar arasında uzlaşmanın sağlanmasını önerdi ve durum hakemlere havale edildi. Ancak, bundan da bir netice çıkmadı. Bütün bu gelişmeler Hz. Ali’(ra)den çok Hz Muaviye(ra)’nin işine yaradı. Savaş’ın durmasından sonra Hz. Ali(ra) taraftarları arasında ihtilâf çıktı.

Hz. Ali’nin (ra) bir Harici tarafından şehit edilmesi, arkasından Hz. Hasan’ın (ra) da Hz.Muaviye(ra) ile anlaşma yoluna gitmesi ve halifelikten feragat etmesi üzerine halifeliğinin önündeki engeller ortadan kalkmış oldu.

Hz Muaviye(ra), halife olduktan sonra yirmi yıla yakın bu görevi sürdürdü. İç karışıklıklar bittikten sonra İslâmiyet yayılmaya devam ettiği gibi bir çok yeni yer fethedildi. İstanbul kuşatması sonrasında Bizans her yıl vergi vermek zorunda bırakıldı. Hz. Ömer (ra) zamanında fethedilen Kudüs daha sonra elden çıkmıştı. Bu dönemde tekrar ele geçirildi. Emevi Devleti; Mısır, Yemen, Irak, Azerbaycan, Anadolu ve Horasan’da önemli bir üstünlük sağladı ve bölgede en güçlü devlet konumuna yükseldi.

Uzun süren iç karışıklıklar ve çatışmalardan sonra devleti yeniden toparlayan Hz Muaviye(ra), fetih hareketlerine yeniden başladı. İç çatışmalar sebebiyle Bizans’a vergi vermek zorunda kalmıştı. Bizans üzerine birkaç sefer düzenledi. İslâm tarihinde bir ilki gerçekleştirerek 670 yılında İstanbul’u kuşatma altına aldırdı. Bu kuşatmayı dört yıl boyunca devam ettirdi. Afganistan taraflarına çeşitli seferler düzenledi. Buhara ve Semerkand gibi önemli merkezler fethedildi. Bu dönemde İslâmiyet Berberiler arasında hızla yayıldı.

Muaviye, vefatından evvel oğlu Yezid’i veliaht tayin etti. Bu icraatında; Küfe valisi Muğire’nin tavsiyelerinin etkili olduğu, halife seçiminin anlaşmazlıklara ve bölünmelere yol açtığı sebepleri ileri sürüldü. Muaviye’nin bu kararına karşı Hz. Hüseyin (ra) ile Abdullah bin Zübeyr dışında pek karşı çıkan olmadı. Ancak bu hareket ve hilâfetin saltanata dönüştürülmesi daha sonraki dönemde de ciddî eleştirilere sebep oldu. Diğer taraftan bu hareketin ihtilâflara son verdiği ve dolayısıyla netice itibariyle Müslümanların hayrına olduğu şeklinde de yorumlayanlar çıktı.

Halifeliği döneminde önemli başarılar elde eden, devletin sınırlarını genişleten Muaviye’nin iyi bir diplomat ve ileriyi gören bir idareci olduğu nakledilmektedir. Amr bin As ile Muğire bin Şu’be gibi iki başarılı yöneticiye sahip olması, bunlardan azamî ölçüde istifade etmesi ve geniş yetkiler tanıması da dönemine önemli katkılar sağladı. Muhaliflerine karşı nasıl davranılacağını iyi bilmesi, en zor durumlarda bile soğuk kanlılığını yitirmemesi, savaşa son çare olarak bakıp başvurması, çevresindekilere büyük ihsanlarda bulunması başarısını etkileyen diğer sebepler olmuştur. Valilerin sert tutumlarına göz yumması, Şiî ve haricilere karşı sert tutumuyla bilinen Muğire’yi valilikte tutmaya devam etmesi eleştirilen ve tepki çeken yönleri olmuştur.

Peygamber(sav) efendimiz, Hazret-i Muaviye(ra)’ye; “Ey Muaviye! Memleketlere hakim olduğun zaman, iyilik et!” buyurmuştur. Hatta Hazret-i Ömer(ra), Hazret-i Muaviye(ra)’ye her bakışta; Bu, ne güzel bir Arap sultanıdır derdi. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmıştı. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyerdi. Resulullah(sav)’ın sohbetinin bereketiyle İslamiyetten hiç ayrılmadı. Hazret-i Muaviye, Peygamberimiz(sav)den hayır dua aldı ve övüldü. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

İşlerinizde Muaviye’yi bulundurunuz. Çünkü, o kavi ve emindir. Ümmetimin en halimi ve cömerdi Muaviye bin Ebu Süfyan“dır.

Ebu İdris el-Havlani anlatır: 

Hazret-i Ömer(ra), Umeyr İbnu Sad’ı Humus valiliğinden azledince yerine Muaviye’yi tayin etti. Halk, “Umeyri azledip Muaviye’yi mi tayin etti” diye mırıldandı. Umeyr; “Muaviye’yi hayırla yâd edin. Zira ben Resulullahın, (Allah’ım, onunla (insanlara) hidayetini ulaştır!)”dediğini duydum dedi.

Âmir İbnu Sa’d babasından naklen anlatır:

Resulullah Beni Muaviye Mescidine girdi. Orada iki rekat namaz kıldı, biz de onunla beraber kıldık. Sonra uzun uzun dua etti. Sonra yanımıza döndü. Buyurdu ki:

Rabbimden üç şey talep ettim. İkisini verdi, birini geri çevirdi: Rabbimden ümmetimi umumi bir kıtlıkla helak etmemesini talep ettim, bunu bana verdi. Ümmetimi suda boğulma suretiyle helak etmemesini diledim, bana bunu da verdi. Ümmetimin kendi aralarında savaşmamalarını da talep etmiştim, bu geri çevrildi.

Resulullahın torunlarından seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki:

İmam-ı Ali şehit olunca, imam-ı Hasan müslüman kanı dökülmemesi ve rahat etmeleri için hilafeti bırakmak istedi. Muaviye’ye teslim eyledi. Onun emirlerine tâbi oldu. O günden itibaren Muaviye’nin hilafeti hak ve sahih oldu. Böylece, (Bu oğlum seyyiddir. Allahü teâlâ, onun ile, müminlerden, iki büyük fırka arasını bulur, barıştırır) hadis-i şerifinin manası meydana çıktı. Muaviye de, imam-ı Hasan’ın tâbi olması ile, dine uygun halife oldu. Böylece, müslümanlar arasındaki bütün anlaşmazlık sona erdi.

İmam-ı Beyheki de diyor ki: Hazret-i Ali(ra) buyurdu ki, Resulullah(sav)’tan işittim, Ümmetimden bazıları, Eshabımı kötüleyecekler. Bunlar, Müslümanlıktan ayrılacaklardır buyurdu.

İmam-ı Azam hazretleri, Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız buyurdu.

İmam-ı Şafii ve Ömer bin Abdülaziz de, Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım! buyurdu.

İmam-ı Gazali hazretleri de Dinimizi bize ulaştıran Ashab-ı kiramdır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur buyurdu.

Ebussuud Efendi, Muaviye’ye lanet eden kimseye tazir-i beliğ ve hapis lazım olduğu fetvasını vermiştir.

Server-i âlem namaz kıldırırken rükuda semi Allahü limen hamideh deyince, ilk safta bulunan Hazret-i Muaviye de, Rabbena lekel-hamd dedi. Böyle söylemesi, takdir ve tahsin buyurularak, bunu söylemek kıyamete kadar sünnet olarak kaldı.

İslam düşmanları, İslamiyet’i içerden yıkmak için Ehl-i beyti nebeviyi facia ve felaketlere sürüklemişler. Bu cinayetlerini Ehl-i sünnete mal ederek, bu bahane ile İslamiyet’in bekçisi olan Eshab-ı kirama ve bunların yolunda olan Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmışlardır. Müslümanların, bu tuzaklara düşmemek için, çok uyanık olmaları lazımdır.

Hz. Muaviye (ra) İslam’ın seçime dayalı hilafet sistemini saltanata çevirmekle tenkid edilmiştir. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Hz. Muaviye (ra) de bir sahabedir ve Resulüllahın (sav) hiçbir ayrım yapmadan bütün ashabını temize çıkarmış hangisi olursa olsun dil uzatanı lanet etmiştir. Bütün Ehl-i sünnet uleması, bunu mühim bir esas olarak kabul etmiştir.

Ayrıca, o zamanda olan olaylarda kaderin payını da ihmal etmemek gerekir.

Hz. Muaviye (ra) devri, İslam fetihlerinin devam ettiği bir devirdir.

Elhasıl; Hz. Muaviye (ra) da dahil olmak üzere hiçbir sahabe hakkında, yaptıklarından dolayı itham ve suizan edilemez. Bu, hem Hz. Peygamberin (sav) hadisleri ile ve hem de Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı ile caiz değildir ve yapanlara lanet edilmiştir.

Muaviye’nin ismi, Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde de geçmektedir.

Hz. Ali (ra) ile yaptığı Sıffin Savaşı, “hilâfet ve saltanatın muharebesi” olarak ifade edilmektedir. İmam-ı Ali’nin dini hükümleri, İslâm hakikatlerini ve ahireti esas aldığı, saltanatın bir kısım kanunlarına, siyasetin merhametsiz gereklerine başvurmayarak bu dünyevî gerekleri din için feda ettiği; Hz. Muaviye ve taraftarlarının ise, sosyal hayatı saltanat siyasetiyle takviye etmek için, azimeti bıraktıkları, ruhsat yoluna gittikleri, siyaset âleminde uygulanan bazı fiillere uymaya kendilerini mecbur zannettikleri ve bu yüzden de hataya düştükleri dile getirilmektedir. Açıklamanın devamında sonraki gelişmelere de değinilerek;

Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi. Yani, Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip, rabıta-i İslâmiyeti rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.

Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.

Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.” tesbiti yapılmaktadır.

Risâle-i Nur’da, Peygamber Efendimizin (sav) ileriye dönük ve Emevilerle ilgili bazı hadislerine de yer verilmiştir;

Hem, nakl-i sahih-i kati ile, Emeviye devletinin zuhurunu ve onların padişahlarının çoğu zalim olacağını ve içlerinde Yezid ve Velid bulunacağını ve Hazret-i Muaviye ümmetin başına geçeceğini iktidara geldiğin zaman yumuşak ve adil ol fermanıyla rıfk ve adaleti tavsiye etmiş. Ve Emeviyeden sonra Abbas’ın çocukları siyah sancaklarla çıkacaklar ve sahip olduklarının kat kat fazlasını elde edeceklerdir deyip, devlet-i Abbasiyenin zuhurunu ve uzun müddet devam edeceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.”

Hz. Muâviye (ra) ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi:

Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allah Teâlâ’ya kavuşmak isterse, Allah Teâlâ da ona kavuşmak ister.Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!.

Seksen yıla yakın bir ömür sürdürdükten sonra 680 yılında Şam’da vefat etti. Öleceği zaman, Resulullahın kendisine hediye ettiği bir gömleğe sarılıp, hazinesinde saklamış olduğu, Resulullahın mübarek saç ve tırnak kesintilerinin de gözlerine ve ağzına konularak defnedilmesini vasiyet etmişti..Hz. Muaviye (ra) H. 60 yılında (diğer bir rivayette H. 50 yılında ) vefat etmiştir. Kabri Şam’dadır

Derleyen: Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • kütüb-ü sitte
  • sorularla islamiyet
  • diyanetansiklopedisi
  • risalei nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Ebu Süfyan (R.A.) Kimdir?

Ebû Süfyân Sahr b. Harb b. Ümeyye

Hicretten elli yedi yıl önce (m. 565) Mekke’de doğdu. Annesi, Hz. Peygamber’in hanımı Meymûne’nin halası olan Safiyye bint Hazn el-Hilâliyye, babası Kureyş kabilesi ileri gelenlerinden Harb b. Ümeyye’dir. Peygamberimizin (asm) eşi Hz. Ümmü Habibe’nin babasıdır, Çocukluğu Mekke’de refah içinde geçti. Hz. Peygamber’in amcası Abbas onun en samimi çocukluk arkadaşıydı.

Ebû Süfyân babası gibi ticaretle meşgul oldu. Okuma yazma bilen çok az sayıdaki Mekkeli’den biriydi. Kısa sürede kendini kabul ettirerek görüşüne başvurulan, sözüne güvenilen, kabilesinin ticaret işlerini yöneten bir Kureyş büyüğü durumuna geldi.

Resûlullah(sav)’ın peygamberliğini ilân etmesinden sonra Kureyş ileri gelenleri gibi o da İslâm’a cephe aldı. Onun bu tavrında, Ümeyye ailesiyle Hz. Peygamber’(sav)in mensup olduğu Benî Hâşim arasında öteden beri devam edegelen rekabet ve düşmanlığın önemli rolü vardır.

İslâmiyet’in Mekke’de hızla yayılması ve Hz.Hamza(ra ile Hz. Ömer’(ra)in müslüman olmaları Kureyş kabilesini endişeye sevkedince, yeğenini davasından vazgeçirmek üzere Ebû Tâlib’e gönderilen heyetlerde ve Dârünnedve’de toplanıp Hz. Muhammed(sav)’in öldürülmesine karar veren müşrikler arasında Ebû Süfyân da yer aldı. Fakat hicret öncesinde Hz. Peygamber(sav)’e ve müslümanlara fiilî olarak eziyet edenler arasında bulunmadı.

Kızının Hz. Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) eş olmasını bir türlü hazmedemiyordu. Fakat fazla da bir şey yapamıyordu.

Hicretten iki yıl sonra Ebû Süfyân’ın riyâsetinde Suriye’den gelmekte olan bir ticaret kervanı Hz. Peygamber(sav)’in emriyle müslümanlar tarafından ele geçirilmek istendi. Bunu haber alan Ebû Süfyân kervanın yolunu değiştirerek müslümanların takibinden kurtuldu ve Mekke’ye ulaştı. Fakat bu olay, Kureyş’in lideri Ebû Cehil’in tahrikleriyle Bedir Savaşı’na sebep oldu. Ebû Cehil’in bu savaşta ödürülmesi üzerine Ebû Süfyân Mekke müşriklerinin reisi oldu. Kureyş, Bedir mağlûbiyetinin intikamını bir an önce alma görevini ona verdi ve bu savaşa sebep olan Suriye kervanındaki malları müslümanlara karşı yapılacak savaşın masraflarına tahsis etti.

Bedir’in intikamını almadıkça yıkanmayacağına yemin eden Ebû Süfyân, hicretin 3. yılı Şevval ayı ortalarında (Mart 625) cereyan eden Uhud Savaşı’na müşrik ordusunun kumandanı olarak katıldı. Karısı Hind bint Utbe de diğer Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalarak orduyu savaşa teşvik ediyordu. Bu savaşta müşrikler, parlak bir zafer elde edememekle beraber Hz. Peygamber(sav)’in amcası Hamza’nın Vahşî tarafından şehid edilmesi sebebiyle bir ölçüde intikam duygularını tatmin etmiş oluyorlardı. Hind de aynı intikam duygusuyla Hz. Hamza’nın ciğerini çıkarıp ağzında çiğnemişti. Ebû Süfyân Hendek Gazvesi’nde de Kureyş’in kumandanlığını yaptı. Onun bu liderlik görevinin Mekke’nin fethine kadar sürdüğü, müslümanlara karşı yapılan hareketlerde en üst seviyede rol aldığı görülmektedir.

Hz. Peygamber(sav)’in, Bizans İmparatoru Herakleios’u İslâm’a davet etmek üzere Dihye b. Halîfe el-Kelbî’yi Suriye’ye gönderdiği günlerde (Muharrem 7/Mayıs 628) Ebû Süfyân da otuz kişilik bir ticaret kafilesiyle birlikte Suriye’ye gitmişti. Herakleios Kudüs’te (bazı rivayetlere göre Humus’ta) iken Resûlullah(sav)’ın mektubunu alınca onun kavmine mensup biriyle görüşmek istediğini söyledi. O sırada Gazze’de bulunan Ebû Süfyân ve kafiledeki arkadaşları imparatorun isteği üzerine Kudüs’e getirildiler. Soyunun Resûl-i Ekrem(sav)’e yakınlığı sebebiyle Ebû Süfyân ile görüşmeyi tercih eden Herakleios ona

“Memleketinde peygamberlik davasıyla ortaya çıkan kimdir, bana anlat.”

“Genç birisi.”

“Soyu nesebi nasıldır?”

“İçimizde onun nesebi kadar şerefli bir sülale yoktur.”

Öyle ise bu, peygamberliğinin delilidir. Doğru birisi midir?

“Yalan söylediği duyulmamıştır.”

“İşte, bir peygamberlik âlameti daha… Onun dinine girdikten sonra ayrılanlar oldu mu?”

“Hayır.”

“Bu da peygamberliğinin bir delilidir. Ona tabi olanlar halkın zenginleri mi, yoksa fakirleri mi?”

“Bilhassa fakirler…”

“Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?”

“Devamlı artıyorlar.”

“İşte, bir peygamberlik delili daha… Savaşırken cepheyi terk ettiği oldu mu?”

“Hayır. Savaştan korkmaz. Bazen yener, bazen yenilir.”

“İşte, peygamberlik delillerinden biri daha… Sizi neye davet ediyor?”

“Bir olan Allah’a ibadet etmeye, putları terk etmeye ve iffetli olmaya…”

Bu sözler Herakliyus’un imanını bir kat daha takviye etmişti. Ebû Süfyân’a şöyle dedi:

Senin bu söylediklerine bakılırsa, bu zat bir peygamberdir. Ben bu sıralarda bir peygamberin çıkacağını biliyordum, ama sizden olacağını zannetmiyor­dum. İnanıyorum ki, ayağımın bastığı yerler onun olacaktır. Eğer ona ulaşabile­ceğimi bilseydim, kendisiyle karşılaşmak için bütün güçlüklere katlanırdım. Eğer yanında olabilseydim, ayaklarına su dökerdim…

Ebû Süfyân o sırada henüz Müslüman olmamıştı. Fakat kayserin bütün soru­larını doğru olarak cevaplandırmıştı. Kendisi bu hususta şöyle der:

“Vallahi onun hakkında bana sorulanlar hususunda söyleyeceğim yalanımın arkadaşlarımın orada burada anlatmalarından korkmasaydım muhakkak yalan söylerdim!”

Diğer taraftan, kendilerinin yalanladıkları, savaştıkları birinin buralarda tas­dik edilmesi onu düşündürdü. O, bununla ilgili olarak da şu itirafta bulunur:

Dışarı çıkınca arkadaşlarıma, ‘Muhammed’in davası iyice büyümeye başladı. Baksanıza, Benî Asfarların hükümdarı bile ondan korkuyor!’ dedim. Allah kal­bime İslamiyet’i sokuncaya kadar, onun davasının zafer ve başarıyla sonuçlana­cağına kesin olarak inanmakta devam ettim.”

Ebû Süfyân başka bir gün de şöyle bir itirafta bulunmaktan kendini alamaz:

“Müşrikliğin boş ve batıl olduğunu anladım. Ne var ki biz akılları başlarında ol­duğuna inandığımız bir toplulukla birlikte bulunuyorduk. Onların tutup gittik­leri yolu tutuyorduk. Şerefli ve yaşlı kişiler, putlarından yardım dileyerek ayak­landıkları ve ataları yüzünden ona kızdıkları zaman onlara uyduk.

Mekkeliler, Peygamberimiz(sav)in müttefiki olan Huzaalılara saldıran Benî Bekirlere destek oldular, onlardan birçoğunun öldürülmesine yardımda bulundular. Bu hareketleriyle Hudeybiye Sulhü’nü ihlal etmiş, tek taraflı olarak bozmuş oluyorlardı. Bu hadise Ebû Süfyân’dan ha­bersiz olarak cereyan etmişti. O, sulhün bozulmasına değil, devam etmesine ta­raftardı. Çünkü Re­sû­lul­lah’ın Mekke’yi fethetmesinden korkuyordu. Bu sebep­le, Peygamberimiz(sav)le görüşmek üzere Medine’ye gitti. Peygamberimiz(sav)in huzu­runa çıktı. Şöyle dedi:

“Yâ Muhammed, ben Hudeybiye Barışı’nda bulunamamıştım. Bu anlaşmayı yenile ve anlaşma müddetimizi uzat. Gel, aramızdaki anlaşmayı bir yazıyla ye­nileyelim.”

Peygamberimiz(sav), “Biz aramızdaki ahit üzere duruyoruz. Yoksa siz bir hadise çıkarıp onu bozdunuz mu?” buyurdu.

Ebû Süfyân, Re­sû­lul­lah(sav)’ın hadiseyi duymadığını zannediyordu. “Allah koru­sun, öyle bir şey olmamıştır. Biz ahdimizin ve barışımızın üzerinde duruyoruz. Ona ne aykırı bir davranışta bulunuruz, ne de onu değiştiririz.” dedi.

Re­sû­lul­lah (sav), “Biz de o anlaşma üzerinde bulunuyoruz. Ne aykırı bir harekette bulunuruz, ne de değiştiririz.” buyurdu.

Ebû Süfyân muahedeyi yeni­lemek hususundaki isteğini tekrarladı, fakat Peygamberimiz ona cevap verme­di.

Bundan sonra Ebû Süfyân sırasıyla Hz. Ebû Bekir’e, Hz. Ömer’e, Hz. Os­man’a ve Hz. Ali’ye müracaat etti. Onlardan vasıta olmaları ricasında bulundu. Fakat hepsinden de, “Ben bunu yapamam; bu, Allah ve Resûlüne ait bir iştir.” karşılığını aldı. Her birine de teker teker, “Öyle ise beni himayenize alır, bunu açıklar mısınız?” diye sordu. Hepsi de ayrı ayrı, “Benim himayemde olanlar, Re­sû­lul­lah’ın himayesinde bulunanlardır.” dediler.

Ebû Süfyân daha birçok kimseye müracaat ettiyse de hepsinden birbirine ya­kın cevaplar aldı. Sonra da çaresizlik içerisinde Mekke’ye döndü. Olup biteni Mekkelilere anlattı. Müşrikler çok kızdılar:

“Demek sen hiçbir şey yapamadan döndün ha! Demek bize hiçbir şey getirmedin. Vallahi biz senin gibi eli boş dönen bir elçi hiç görmedik! Bize ne savaş haberi getirdin ki hazırlanalım, ne de barış haberi getirdin ki güvenlik içinde bulunalım…” Bu, müşriklerin çaresizliği­nin, kendi vatanlarında da artık emniyet içinde olmayışlarının bir göstergesiy­di.

Mekke’nin müşrik hâkimiyetinden, Kâbe’nin putlardan temizlenmesinin za­manı gelmişti. Peygamberimiz(sav) kısa zamanda büyük bir ordu hazırladı. Mek­ke’ye doğru yol aldı. Bu arada Ebû Süfyân bir yandan Müslümanlarla anlaşma­nın yollarını araştırıyor, bir yandan da İslam’a teslim olmayı içinden geçiriyor­du. Putların faydasızlığını artık iyice anlamıştı. “Ben kimlere arkadaş oluyo­rum, kimlerin yanında bulunuyorum? İslamiyet’in doğruluğu artık belli olmuş­tur.” diye derin derin düşünüyordu. Yine de müşrikler ondan ümitliydiler. Bir defa daha elçi olarak Re­sû­lul­lah’a gitmesini istediler. Başka çıkış yolu olmadığı için, kabul etmek zorunda kaldı ve Ebû Süfyân vakit geçirmeden yola koyuldu. Yanına bir-iki kişi daha almıştı.

Ebû Süfyân, İslamiyet’e ve Müslümanlara yaptığı sayısız düşmanlıklar sebe­biyle “yakalandığında öldürülecek olanlar”ın arasında bulunuyordu.

Peygambe­rimiz(sav), Mekke’ye yaklaştığında Ashâbına, “Göz kulak olunuz, muhakkak Ebû Süfyân’ı bulunuz!” buyurdu.

Öncü kuvvetler bir müddet sonra onu yolda yakaladılar. Öldürmek üzerey­ken Peygamberimiz(sav)in amcası Hz. Abbas yetişti. Terkisine alarak Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna getirdi. Peygamberimiz(sav) onları Müslüman olmaya davet etti. Ebû Süfyan’ın yanında bulunan iki kişi hemen Müslüman oldukları hâlde Ebû Süfyân biraz mühlet istedi. Re­sû­lul­lah(sav)da kabul etti.

Ebû Süfyân o geceyi düşünerek geçirdi. Sabahleyin ezan sesiyle uyandı. Hz. Abbas’la birlikte Re­sû­lul­lah(sav)’ın huzuruna çıktılar.[l]

Peygamberimiz abdest alıyor­du. Ebû Süfyân şaşırdı.

Hz. Abbas’a döndü ve “Ey Fadl’ın babası! Ben şimdiye kadar ne kisrada, ne de Rumların hükümdarında, kardeşinin oğlu kadar büyük saltanatlı­sını görmedim.” demekten kendisini alamadı.

Hz. Abbas ise şu cevabı verdi:

”Bu, saltanat değil, peygamberliktir. Zaten onun üzerine düşmelerinin sebebi budur. Yazıklar olsun sana! Ona iman et.” dedi.

Biraz sonra cemaatle namaz kılındı. Ebû Süfyân gördüklerinden bir hayli te­sir altında kalmıştı. Namazdan sonra Hz. Abbas’a sordu:

“Ey Abbas, Muhammed onlara bir şey emretse onlar o emri hemen yerine ge­tirirler mi?”

Hz. Abbas cevap verdi:

Evet. Vallahi onlara yemeyi içmeyi bırakmalarını da emretse bunu yapar­lar!” dedi.

Biraz sonra da tekrar Re­sû­lul­lah’(sav)ın huzuruna çıktılar.

Peygamberimiz, “Ya­zıklar olsun sana ey Ebû Süfyân! Allah’tan başka ilah bulunmadığını kabul etme zamanın hâlâ gelmedi mi? Yazıklar olsun sana! Ben size dünya ve ahiret saadeti getirecek bir din getirdim. Müslüman olun da selamete erin.” buyurdu.

Ebû Süfyân’ın kalbi İslamiyet’e iyice ısınmıştı. “Babam anam sana feda olsun! Yumuşak huylulukta, şerefte, akrabalık haklarını gözetmekte senden daha üs­tünü yoktur. Sanırım ki Allah’tan başka ilah olmasa gerek; çünkü Allah’tan baş­ka ilahlar olsaydı, elbette beni zararlardan korur ve bana faydası dokunurdu.” dedi.

Biraz sonra da Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu. Bu durum başta Peygamberimiz(sav) olmak üzere bütün Müslümanları çok sevindirdi.

Ebû Süfyân şair birisiydi. Güzel şiir söylerdi. Bir defasında Re­sû­lul­lah’(sav)ı kötüleme bahtsızlığında bulunmuştu. Şimdi hem onu hatırlıyor, hem de yıllardır Müslümanlara yaptığı düşmanlıkları düşünüyor, mahcubiyetinden başını kal­dırıp Re­sû­lul­lah’(sav)a bakamıyordu. Söylediği bir şiirle, geçmişte yaptığı hataların affedilmesini rica etti. Şimdiye kadar dalalet içerisinde olduğunu, ancak şimdi doğru yolu bulabildiğini itiraf etti.

Fakat İslamiyet, önceden yapılan bütün hataları affettirirdi. Peygamberimiz(sav) de kendisini affettiğini bildirdi.

Ayrıca kendisine bir de imtiyaz verdi. “Karşı çıkmayıp kendisinin evine sığınanlara” dokunulmayacağını bildirdi.

Ebû Süfyân (r.a.) bunu az buldu. Pey­gamberimiz(sav), “Kim Kâbe’ye sığınırsa ona da eman verilmiştir.” buyurdu. Ebû Süf­yân (r.a.), “Kâbe’nin ne genişliği var ki?!” dedi.

Peygamberimiz(sav), Mescid-i Haram’ı da dâhil etti. Hz. Ebû Süfyân bunu da az bul­du.

Bunun üzerine Peygamberimiz (sav), “Kim evine girer, kapısını kapatır oturursa, ona eman verilmiştir. Kim silahını elinden bırakırsa ona da eman veril­miştir.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.), “İşte bu geniştir.” diyerek sevincini izhar etti.

Bundan sonra da Peygamberimiz(sav), Hz. Abbas’tan, Ebû Süfyân’a İslam ordusunun geçişini seyrettirmesini istedi.

Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Peygamberimiz(sav), Ebû Süfyân’ı önden göndere­rek Mekkelileri uyarmasını, kimlere eman verildiğini bildirmesini istedi.

Ebû Süfyân denileni yaptı. Hızla Mekke’ye girdi. Müşrikler telaş içindeydi­ler. Ne yapacaklarını, nasıl hareket edeceklerini bilemiyorlardı.

Ebû Süfyân’ın geldiğini görünce hemen etrafına toplandılar.

Ebû Süfyân, kan dökül­mesini istemiyordu. “Re­sû­lul­lah (sav), sizin karşı koyamayacağınız ve dayanama­yacağınız bir orduyla geliyor. Ben sizin görmediklerinizi ve hiç gör­meyeceğiniz şeyleri gördüm. Sayısız erler, atlar ve silahlar gördüm. Onlara kimsenin gücü yetmez.” dedi.

Sonra da kimlere eman verildiğini bildirdi. Ebû Süfyân’ın (r.a.) gayretleri sonunda Peygamberimiz (sav), Mekke’ye kan dök­meden girdi. Sadece Hz. Hâlid, karşı koydukları için birkaç kişiyi öldürmek zo­runda kalmıştı.

Birkaç gün sonrasıydı. Ebû Süfyân (r.a.), Mescid-i Haram’da oturuyordu. Peygamberimizin(sav) önde yürüdüğünü, Müslümanların onu takip ettiğini görünce içinden,

Yeniden asker toplayıp şununla çarpışsam mı, ne yapsam?!” diye ge­çirdi.

Peygamberimiz(sav) gelip baş ucuna dikildi ve omuzuna vurarak,

O zaman Allah seni yine hor ve hakir ederdi!” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) başını kaldırdı. Re­sû­lul­lah’ı (sav) görünce, “Şehadet ederim ki sen Re­sû­lul­lah’sın. İçimden geçirdiklerim hakkında tövbe istiğfar ediyor, af diliyorum!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.) bundan sonra artık İslam’ın kahraman bir mücahidi oldu. “Allah’ın ve Resûlünün arslanı” olarak isimlendirildi.

Onun Müslüman olarak ka­tıldığı ilk savaş Huneyn oldu. Bu savaşta, daha önceki hatalarını affettirmek için canla başla mücadele etti.

Bir ara Müslümanların Re­sû­lul­lah’(sav)ın etrafından dağıl­dığını gördü. Etrafında onu koruyan birkaç kişi kalmıştı. Bunlardan birisi de Ebû Süfyân’dı (r.a.). Atından inmiş, kılıcının kınını kırmış, düşmana kılıç sallı­yordu. Bunun manası, “ölünceye kadar Re­sû­lul­lah’ı korumak” demekti. Sonrasını kendisi şöyle anlatır:

Allah biliyor ki, o gün ben Re­sû­lul­lah(sav)’ın önünde ölmek istiyordum! O sırada Abbas, Re­sû­lul­lah(sav)’ın bindiği hayvanın gemini tutuyordu. Yüzümde miğfer oldu­ğu için Re­sû­lul­lah(sav) beni tanımamıştı. ‘Kim bu?’ diye sordu. Miğferimi kaldırdım. Hz. Abbas, ‘Yâ Re­sû­lal­lah, kardeşin ve amcanın oğlu Ebû Süfyân’dır. Ondan razı ol.’ dedi. Re­sû­lul­lah (sav), ‘Ondan razıyım. Allah onun bütün düşmanlık­larını bağışlasın.’ buyurdu. Ben hemen gittim, üzengideki ayağını öptüm. Bana döndü, ‘Evet, kardeşimdir.’ buyurdu.”

Başlangıçta dağılma alameti görüldüyse de sahabiler sonradan tekrar topar­landılar ve düşmanı bozguna uğrattılar. Böylece Huneyn Savaşı da Müslüman­ların zaferiyle neticelendi.

Ebû Süfyân (r.a.), Peygamberimiz(sav)le birlikte Tâif Seferi’ne de katıldı. Re­sû­lul­lah (sav), Mugîre bin Şu’be ile kendisini barış için Tâiflilere gönderdi. Fakat onlar barışa yanaşmadılar. Bunun üzerine bir müddet savaş oldu. Bu arada Ebû Süfyân (r.a.) gözünden vuruldu. Hemen Re­sû­lul­lah’a gitti ve “Yâ Re­sû­lal­lah, bu gözümü Allah yolunda kaybettim!” dedi. Peygamberimiz (sav), “İstersen dua edeyim, Cenâb-ı Hak gözü­nü sana iade etsin. İstersen karşılığında cenneti ver­sin.” buyurdu.

Ebû Süfyân (r.a.) böyle bir fırsatı yakalamışken değerlendirmek istiyordu. “Cenneti isterim, yâ Re­sû­lal­lah!” dedi.

Ebû Süfyân (r.a.), Müslüman olduktan sonra Re­sû­lul­lah(sav)’ın sevgisini ve rızası­nı kazanmıştı. Re­sû­lul­lah(sav) onun önceki yaptıklarının tamamını affetmiş, birkaç defa kendisine duada bulunmuştu.

Bir gün de Hz. Ali’yi çağırarak, Allah ve Resûlünün Ebû Süfyân’dan razı oldu­ğunu Müslümanlara bildirmesini emretti.

Hz. Ebû Süfyân, çok olmamakla beraber zaman zaman Re­sû­lul­lah(sav)’a sual sorar­dı.

Bir defasında “İhlas nedir, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu.

Peygamberimiz(sav) şöy­le buyurdu:

Rabb’im Allah’tır, dedikten sonra, emrolunduğun gibi dosdoğru olmandır.

Ebû Süfyân (r.a.), Hicret’in 20. yılında hastalandı.Vefat edeceğini anla­mıştı. Aile efradına;

Benim için ağlamayın. Çünkü ben Müslüman olduktan sonra günah işlediği­mi hatırlamıyorum.” diye vasiyette bulundu. Onun cenaze namazını Hz. Ömer(ra) kıldırdı.

Allah onlardan razı olsun!

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

Kütübü Sitte

Diyanet İslam Ansiklopedisi

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Amr bin As (R.A.) Kimdir? (?-664)

Amr İbnü’l As Kimdir?

Adı Amr, künyesi Ebu Abdullah veya Ebu Muhammed’dir. Mekke’de doğdu. Babası As, annesi Nâbiğa’dır. Amr’ın soyu Ka’b Bin Lüey’de Hz. Peygamber (s.a.s.)’le birleşir. Kureyş kabilesinin Sehmoğullarındandır.

Sözü dinlenen ve çevresini rahatlıkla etkisi altına alabilen atak bir kişiliğe sahip zekî, fedakâr, akıllı, bilgili siyasette dâhî, yiğit bir komutan. Risale-i Nur’da “dâhiye-i siyaset” olarak vasıflandırılan, Mısır’ın fatihi ve büyük bir devlet adamıdır.

Müslüman olmadan önce Mekke’nin ticaret ve siyaset hayatında önemli bir yeri vardı.

Sık sık ticaret kervanlarıyla dış memleketlere seyahatlerde bulunduğundan önemli dostluklar kurdu. Yakın dostu olanlardan birisi de Habeşistan’ın Hristiyan kralı Necaşi’dir. Bu dostluğundan ötürü, Mekke’li müşriklerin zulmünün tahammül sınırlarını aşmasından dolayı, adil Necaşi’nin memleketine sığınan Müslümanları geri almak için gönderilen heyete başkanlık yaptı. Ancak, Necaşi Müslümanları teslim etmeyince eli boş döndü.

Bedir Savaşına, Ebu Sufyan başkanlığındaki ticaret kervanı ile beraber olduğundan katılamadı. Uhud ve Hendek savaşlarında Mekke’li müşriklerin yanında yer aldı.

Amr’ın İslamiyet’i kabul etmesinde etkili olanlardan birisi dostu Necaşi’dir. Kendisine tabi bir gurupla Necaşi’ye sığınıp onun da desteğiyle Müslümanlara karşı mücadeleye devam niyetiyle Habeşistan’a gelen Amr, burada Peygamber Efendimizin (asm) elçisi Amr bin Ümeyye’yi görünce çok şaşırdı ve bilahare, elçinin kendilerine teslim edilip öldürülmesini isteyince, Necaşi’nin öfkelenmesine sebep oldu. Hükümdarı öfkelendirdiğinden ötürü büyük bir mahcubiyete düşerek özür diledi. Bunun üzerine Necaşi:

Musa’ya gelen Namusu Ekberin (Cebrail) kendisine geldiği bir zatın elçisini, öldürmek üzere sana vermemi istiyorsun, öyle mi? Yazıklar olsun sana ey Amr! Haydi sözümü tut da Ona tabi ol. Allah’a yemin ederim ki, O, gerçekten doğruluk üzerinedir. O, Musa bin İmran’ın (as) Firavun ve ordusuna galip geldiği gibi, kendisine karşı çıkanlara mutlaka galip gelecektir” dedi.

Amr, bu mübarek zatın huzurunda İslamiyet’i kabul ettiğini açıkladı ve bilahare Medine’ye giderek önceki günahlarının affı için Peygamber Efendimizden (asm) dua etmesini isteyip Müslüman olduğunu bildirdi.

Medine’ye Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimizin huzuruna geldiğinde iki Cihan Güneşi efendimiz onu görünce çok sevindi . Ashabına dönerek: “Mekke size ciğerpârelerini attı…” buyurdu kelime-i şehadet getirerek İslâm’la şereflendi.

Amr İbni Âs, Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimize, önceki yaptıkları günahların af edilip edilmeyeceğini sordu. Rasûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz de: “islâm öncekileri saymaz…” buyurdu.

İslamiyet’i kabul etmesiyle Mekke’li müşriklerin daha da zayıflamasına sebep olan, İslam tarihinde büyük başarılara imza atan, Amr İbni Âs (r.a.) biat ettikten sonra aklını, dehâsını, becerisini ve cesaretini İslâm’ın hizmetine verdi. Ömrünü hep savaş meydanlarında geçirdi. Fetih üstüne fetihler gerçekleştirdi.

Bir gün iki cihan Güneşi efendimize; “Yâ Rasûlallah! Bunca zaman İslâm’ın aleyhinde çalıştım. Bundan sonra İslâm’a girdigim belli ola…” dedi.

Efendimiz de: “Yakında, yakında..” buyurdu.

Amr İbni As (r.a.) Mekke fethine istirak etti. Huneyn’de bulundu. Suva ve Benî Hüzeyl kabilelerinin putlarını parçaladı.

Peygamber Efendimiz, Amr bin As’ın cesaret ve bilgisini yakinen bildiğinden, aralarında Hazreti Ebubekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) gibi büyük sahabelerin de bulunduğu bir akıncı birliğine kumandan tayin etti.

Bediüzzaman, Uhud Savaşı’nın kazanılmak üzere iken kaybedilmesinin hikmetlerinden bahsederken şöyle bir yaklaşım geliştirir: “Müşrikler içinde, o zamanda saffı Sahabede bulunan ekâbiri Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazreti Hâlid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmeti İlâhiye, hasenâtı istikbaliyelerinin bir mükâfâtı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlûp olmuşlartâ, o müstakbel Sahabeler, berki süyuf korkusuyla değil, belki bârikai hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehâmeti fıtriyeleri çok zillet çekmesin.

Umman’a, İslamiyet’i tebliğ etmek ve vergi toplamak üzere gönderdi. İslâm’ı tebliğ neticesinde Umman hükümdarı Müslüman oldu. Peygamber Efendimizin (asm) vefatına kadar tayin edildiği Umman valiliğini sürdürdü. Vefat haberi üzerine Medine’ye geri döndü.

Hazreti Ebubekir’in (ra) halifeliğini kabul edip, bağlılığını bildirdi. Bu dönemde Güneydoğu Filistin’e gönderilen askeri birliğe kumandanlık edip, buranın alınmasında büyük emeği oldu. Hazreti Ömer (ra) zamanında Filistin’in kesin bir şekilde fethini sağladı.

Mısır’ın fethedilmesi konusunda halifeye telkinde bulunarak, alınması gerektiğine ikna etti. Bizans ordusunu mağlup ettikten kısa bir süre sonra İskenderiye’yi teslim aldı ve Mısır’a hâkim oldu. Kendisi, Mısır fatihi olarak tarihe geçtiği gibi buranın valiliği de kendisine verildi. Hz. Ömer (r.a.) onun devlet idaresindeki kabiliyetini takdir ederek “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır” derdi.

Üstün idarecilik vasıflarına sahip olan Amr, daha önceleri kendi komutası altındaki İslam birliği arasında çıkan veba hastalığına karşı zamanında aldığı tedbirlerle, büyük bir felaketin önüne geçti. Mısır’da idari, iktisadi ve bayındırlık alanında çok önemli başarılara imza attı. Fustat şehrini kurdu. Burada kendi adıyla anılan bir cami yaptırdı. İlk defa bu camiye minare yaptırdı. Firavunların yaptırdığı eski kanalı yeniden açtırarak Nil nehri ile Kızıldeniz’i birbirine bağladı. Babilon ile Kulzüm limanlarını birbirine bağlayarak deniz taşımacılığına çok büyük katkıda bulundu.

Hazreti Osman (ra) zamanında da bir süre Mısır valiliğini sürdürdüyse de daha sonra azledildi. Bu durumdan rahatsızlığını gizlemedi. Diğer taraftan, Hazreti Osman, kendisinden istifade edip danışmaya devam etti. Hazreti Osman’ın vefatını duyduğunda son derece üzüldü.

Hazreti Ali’ye (ra) biat etmeyip halifeliğine karşı çıktı. Ancak, iç karışıklıklara dahil olmayıp ortalığın sakinleşmesini bekledi. Bu tavrını Cemel Savaşı sonrasına kadar devam ettirdi. Bu tarihten sonra halifelik konusunda Muaviye’den yana tavır aldı ve Emevi Saltanatının kurulmasında katkısı oldu. Sıffin Savaşı’nda Emevi Ordusunun tam mağlup olacağı sırada, mızrak uçlarına Kur’an sayfalarını taktırarak yenilgiyi önledi. Taraflar arasından seçilecek iki hakemle olayın barış yoluyla halledilmesini teklif etti. Hazreti Ali, Ebu Musa el Eşari’yi, Muaviye de Amr’ı hakem seçti.

Zeki bir siyasetçi olan Amr İbnü’l As’ın, Ebu Musa’ya hile ile Hazreti Ali’yi halifelikten azlettirip, daha sonra kendisinin de Muaviye’yi halife ilan ettiğine dair görüş yaygındır..

Muaviye’ye bağlı Mısır valisi olup vefatına kadar bu görevde kaldı. 40 küsur hadis-i serif rivayet etmiştir.

Haricilerin öldürülmelerine karar verdikleri üç kişiden biri olan Amr’ı, öldürmek üzere görevlendirilen Zazeveyh, sabah namazını kıldırmakla görevlendirilen Harice bin Huzafe’yi, Amr zannıyla öldürdü. Amr, rahatsızlığı sebebiyle sabah namazına gidemediğinden suikasttan kurtuldu. Bu olaydan üç yıl sonra (vefatı için hicri 47 yılı 48 yılı 51 yılı zikredilir) Ramazan Bayramı gecesi hasta yatağında yatmaktadır ve ağlıyordur oğlu Abdullah sorar;

-Niye ağlıyorsun? Ölümden ürktüğün için mi?

-Hayır der ölümden sonrasından korkarak ağlıyorum.

-Sen hayır üzerine yaşadın

-Ben idarecilik ve başka şeylerle iştigal ettim bunlar lehime mi oldu aleyhime mi bilmiyorum der ve tevbe istiğfar ederek, kelime-i tevhidi söyleyerek ruhunu teslim eder.

Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin. Amin!

Soru:

Hakem Olayı Nedir? Sıffin savaşı sonrasında, Hakem Olayı’nda Hz. Amr bin As (ra) kararlaştırılan karara neden uymamıştır?

Cevap:

Hz. Amr (ra), o anda harb içinde olduklarını düşünerek “Harb hiledir” hadisine dayanmış olabilir. O dönemde, sahabeler arasında yaşanan fitneler içinde, iyi niyetle de olsa bazı kusurlar işlenmiş olması mümkündür.

Fakat ehl-i sünnet âlimleri, bu mevzuların üzerine lüzumsuz bir şekilde gitmenin yanlış ve zararlı olduğunu bildirmişlerdir. Bu ciheti izah eden Üstad Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası adlı eserinde şöyle demiştir:

Sahabelerin bir kısmı, o harblerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi’ olarak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) takib ettiği adalet-i hakikiye ve azimet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (R.A.) kardeşi Ukayl ve “Hibr-ül Ümme” ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat, “fitne kapılarını kapamak şeriatin güzelliklerindendir.” O bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen “O bir kandı. Allah bizlerin ellerini o kandan temiz kıldı. Biz de dillerimizi temizleyelim” diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.

Çünkü itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hatta muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zâtlara itiraza başlar, zemm ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azim imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.”

Karşı tarafın başında olan Muaviye (ra) ve Amr bin As (ra)’ın sahabe olduklarında bütün ehl-i sünnet müttefiktirler. Onların o meseledeki niyetlerini Üstad şöyle anlatır:

Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”

Fetih Suresinin sonundaki sahabeleri öven ayetlerin sonunda onlara mağfiret vaat edilmesinin, sahabelerin istikbalde işleyecekleri bazı kusurların affedileceğine işaret ettiğini Üstad şöyle anlatır:

“(Mağfireten) kelimesiyle işaret ediyor ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret, kusurun vukuuna delalet eder. Ve o zamanda Sahabeler nazarında en mühim matlub ve en yüksek ihsan, “mağfiret” olacak ve en büyük mükâfat ise; afv ile mücazat etmemektir. (Mağfireten) kelimesi, nasıl bu latif imayı gösteriyor. Öyle de Surenin başındaki (Taki Allah senin günahlarından geçmiş ve gelecek olanı senin için mağfiret etsin) cümlesiyle münasebetdardır. Surenin başı, hakikî günahlardan mağfiret değil; çünki ismet var, günah yok. Belki makam-ı nübüvvete lâyık bir mana ile Peygamber’e müjde-i mağfiret(tir) ve âhirinde Sahabelere mağfiret ile müjde etmekle, o îmaya bir letafet daha katar.

Netice olarak, bahsi geçen şahıslar sahabelik faziletinin çok azim sevabını kazanmış olduklarından, işledikleri kusurların da affedileceğine Kur’an işaret ettiğinden ve bütün ehl-i sünnet âlimleri bu konuda müttefik olduklarından bu konuların üzerine giderek kalbimize onların affa uğramış kusurları sebebiyle kötü duygular girmesine meydan vermememiz en doğru yoldur.

Derleyen :Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Kütübü Sitte
  • Risalei Nur

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

 

Halid Bin Velid (R.A.) Kimdir? (592-642)

Hz. Halid Bin Velid (R.A.), 592 yılında doğmuştur. Annesi Lübabe ve babası ise Mahzum ailesinden Velid’dir. Ailesi (Mahzum kabilesi) askeri konularda uzmanlaşmış ve imtiyazlı bir Kureyş kabilesidir.

Gençliğinde mızrak, yay ve kılıç kullanmayı ve süvariliği öğrendi. Seyfullah (Allah’ın kılıcı) olarak da bilinir.

Bedir Savaşı’na katılmayan Halid Bin Velid  Uhud Savaşı’nda ilk defa Müslümanlara karşı savaşmıştır.

Uhud Savaşındaki galibiyette kilit rol oynamış, yaptırdığı manevra ile Müslümanların savaşın sonuna doğru galip gelmesini engellemiştir.

Bu savaşta emrindeki atlıları Müslümanların arkasına sarkabilecek bir biçimde konuşlandırmıştır. Buna karşılık  Hazreti Muhammed (sav) bu atlıların yolunu savunmaları için elli okçuyu görevlendirmiştir. Savaşın başında Müslümanların üstün gelmeleri ile okçular konumlarını terkedince, Halid bin Velid fırsatı değerlendirip Müslüman ordularını emrindeki süvariler ile arkadan sıkıştırmıştır. Bu hareketi ile Halid bin Velid savaşın seyrini değiştirmiş ve Mekkelileri yenilgiden kurtarmıştır fakat savaşta bir galip taraf yoktur.

 Halid Bin Velid son kez Müslümanlara karşı Hendek Savaşı’nda savaşmıştır.

Kardeşi Velid, Bedir’de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp, Mekke’ye dönünce, îmâna geldi ve tekrar Medîne’ye döndü. Oradan, Hazret-i Hâlid bin Velid’in Müslüman olması için, teşvik edici mektuplar gönderdi.

 Mektuplardan etkilenen Halid Bin Velid Peygamberimiz (sav)’in yanına gitmek için hazırlandı. Bu durumu kendisi şöyle anlatıyor:

Allahü teâlâ, benim hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Kendi kendime dedim ki: 

– Ben, Muhammed’e karşı her savaş yerinde bulundum. Bulunduğum savaş yerlerinden hiçbiri yoktur ki, dönerken, aykırı ve yanlış bir iş üzerinde bulunduğumu ve Muhammed’in, muhakkak gâlip geleceğini içimde sezmiş olmayayım! 

Resûlullah efendimiz(sav), Hudeybiye’ye  geldiği zaman, ben de, müşrik süvârilerinin başında yola çıktım. Usfan’da, Resûlullah(sav) efendimizle Eshâbına yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah(sav) efendimiz, bizden emîn bir sûrette Eshâbına öğle namazını kıldırıyordu. Üzerlerine, birden baskın yapmayı düşündükse de, gerçekleşmedi. Böyle olması da, hayırlı oldu.

Resûlullah(sav) efendimiz, kalbimizden geçenleri sezmiş olmalı ki, ikindi namazını, Eshâbına korku namazı olarak kıldırdı.

Bu, bana çok tesir etti. Kendi kendime, “Bu zât, herhâlde, Allah tarafından korunuyordur” dedim. Mekke’ye döndüğümde, çeşitli düşünceler içinde bocalıyordum.

Ertesi sene, Resûlullah(sav) efendimiz umre için Mekke’ye gelip girince, Ondan gizlendim. Kendisinin Mekke’ye girişini görmedim.

Kardeşim, Velid bin Velid de umre için gelip Mekke’ye girmişti. Beni arayıp bulamayınca, bana bir mektup yazmış ve mektubunda şöyle demişti:

(Doğrusu, ben, senin İslâmiyetten böyle tedirgin olmak ve yüz çevirip gitmekteki görüşün kadar şaşılacak bir görüş görmedim! Hâlbuki, eğri yola gitmekten seni alıkoyacak bir aklın da var! Aklını kullansan ya! İslâmiyet gibi bir dîni, kim bilmez ve tanımaz olabilir?

Resûlullah(sav) efendimiz, seni, bana sordu. “Hâlid nerededir?” dedi. Ben de, “Allah, onu getirir” dedim. Resûlullah(sav) efendimiz bunun üzerine buyurdu ki:

 Onun gibi bir adam, İslâmiyeti bilmez ve tanımaz olabilir mi? Keşke o, bütün savaş ve çabalarını Müslümanların yanında, müşriklere karşı gösterseydi, kendisi için ne kadar hayırlı olurdu! Biz, kendisini başkalarına tercih eder, üstün tutardık! 

Ey kardeşim! En elverişli, en yararlı yerlerde kaçırmış bulunduğun fırsatlara acele yetiş!)

Bana, kardeşimin bu mektubu gelince, gitmek için, acele ettim. İslâmiyete olan isteğim de arttı. Resûlullah (sav) efendimizin söyledikleri ise, beni çok sevindirdi, ferahlattı.”

Hâlid bin Velid şöyle anlatır: Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, Müslüman olma arzûsu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için acele ediyordum. Resûlullah(sav)ın söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyâmda sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medîne’ye varınca, bu rüyâmı Hazret-i Ebû Bekir’e anlatıp, tâbirini ondan sormaya karar verdim.

Ben Resûlullaha gitmek için hazırlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra Ikrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde dâvetimi reddedince, evime gittim. Hayvanıma binip, Osman bin Talha’nın yanına gittim.

Ona da aynı şekilde, Müslüman olmak üzere, Peygamberimiz (sav)e gideceğimi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da Müslüman olmak için Medîne’ye gidiyordu.

Hep beraber Medîne’ye vardık. Elbisenin en güzelini giyip, Resûlullah efendimizle görüşmeye hazırlandım. O sırada kardeşim Velid geldi ve dedi ki:

– Acele et! Çünkü Peygamberimize sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor.

Ben de acele ile O yüce Peygamber(sav)in huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verip dedim ki:

– Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum.

 Sana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun. Senin akıllı olduğunu biliyor, bunun, er veya geç seni selâmet ve hayra ulaştıracağını umuyordum. 

Sonra günahlarımın affı için, Allahü teâlâya duâ etmesini istedim. Resûlullah (sav) efendimiz de buyurdu ki:

 İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları söküp atar.

Sonra da ellerini açarak duâ buyurdular:

– Yâ Rabbî! Hâlid’in, kullarını, senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün çabalarından ileri gelen günahlarını bağışla! 

Peygamber(sav)efendimiz, bana, kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvâri birliklerinin başına kumandan tâyin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyâyı Hazreti Ebû Bekir’e anlattım. O da buyurdu ki:

– Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlânın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir. Hicretin sekizinci yılında Müslüman olan Halid Bin Velid Medîne’de yerleşti.

Hazreti Hâlid bin Velid, Müslüman olduktan sonra, ilk olarak Mûte gazâsında bulundu. İslâm askeri Mûte’ye hareket ederken, Peygamber(sav) efendimiz buyurdu ki:

– Cihâda çıkacak olan şu insanlara Hazret-i Zeyd bin Hârise’yi kumandan tâyin ettim. Eğer o şehîd olursa, yerine Ca’fer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd olursa, yerine Abdullah bin Revâha geçsin. Eğer o da şehid olursa, aranızda münâsip gördüğünüz birini seçip, ona tâbi olursunuz. 

Mûte harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hazret-i Zeyd bin Hârise, Hazreti Ca’fer ve Hazret-i Abdullah bin Revâha sırasıyla şehîd oldular. Sonra sancak Hazreti Sâbit bin Akrem’e verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca dedi ki:

– Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz!

Ona dediler ki:

– Biz seni kumandan seçtik.

Bunun üzerine, “Ben bu işi yapamam” dedi ve Hazret-i Hâlid bin Velid’e dönerek dedi ki:

– Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al! Savaş devam ederken bu işlerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor!

Böylece Hazreti Hâlid bin Velid sancağı aldı. Akşam vakti yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu mahâretine kâfirler bile şaşırdılar. Akşam oldu. Sabahleyin tekrar saldırılacaktı.

Hazreti Hâlid bin Velid, şaşılacak derecede askerî dehâya ve savaş tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin düzenini değiştirdi. Sağ taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa aldı.

Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca, hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki, bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar.

Hazreti Hâlid bin Velid’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifade edip, hücûma geçtiler. Üç bin kişilik İslâm askeri, Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı.

Başkumandan Hazreti Hâlid bin Velid’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber(sav) efendimiz, Hazreti Hâlid Bin Velid’in, bu fevkalâde başarısını haber aldığı zaman, onu “Seyfullah = Allahın kılıcı” lâkabı ile şereflendirdi.

Hâlid bin Velîd hazretleri, başında sarığı arasında bir sakal-ı şerîf taşırdı. Bunu taşıdığı her muhârebede zafer kazanırdı.

Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp, içindeki mübârek sakal-ı şerîfi gösterir ve onun sayesinde zafer kazandığını söylerdi.

Peygamber(sav) efendimiz Hazreti Hâlid bin Velid’i Benî Huzeyme kabîlesini İslâma dâvet için gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, yine Hazreti Hâlid bin Velid’i, Hâris bin Kâ’b oğullarına gönderdi. Peygamber(sav) efendimiz, ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbih etmişti. Bunun için Hazreti Hâlid bin Velid, tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâmı kabul ettiler.

Hazreti Hâlid bin Velid, Hâris bin Kâ’b oğullarının İslâma gelmesi üzerine, Peygamber(sav) efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hâlid bin Velid tarafindan, Allahü teâlânın Resûlü Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma, Esselâmü aleyke yâ Resûlallah!

Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü teâlâya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni, Hâris bin Kâ’b Kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üç gün savaşmamamı ve onları İslâma dâvet etmemi, Müslüman olurlarsa, aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlânın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer Müslüman olmazlarsa savaşmamı emir buyurmuştunuz.

Ben de, emr-i şerîfleriniz üzere hareket ederek, Hâris bin Kâ’b oğullarına üçgün nasîhat edip, İslâmı tebliğ ettim.

Süvârilerim, “Ey Benî Hârisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz!” diye onları İslâma dâvet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan Müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlânın emirlerini, Resûl aleyhisselâmın sünnet-i şerîflerini öğrettim.

Yâ Resûlallah(sav)! Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekleyeceğim. Esselâmü aleyke yâ Resûlallah.

Peygamber(sav) efendimiz de, Hazreti Hâlid bin Velid’in mektubuna şöyle cevap yazdırdılar:

Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Hâlid bin Velid’e, Esselâmü aleyke Yâ Hâlid! Allahü teâlâya hamd ederim. Benî Hâris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan Müslüman olup, Allahü teâlânın birliğine ve Muhammed’in, O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidâyete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi. 

Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse, onları âhiret nîmetleriyle müjdele! Eğer aykırı hareket ederlerse âhiret azâblarıyla korkut! Sonra buraya gel! Onların elçileri de seninle beraber gelsin! 

Vesselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtühü.”

Hazreti Hâlid bin Velid, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra, Hazreti Ebû Bekir devrinde ortaya çıkan ve Peygamberlik iddiasında bulunan bâzı kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve avânesini öldürdü ve Ayniye bin Husayn’i yakalayıp Medîne’ye getirdi.

Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzab’in ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme’nin ordusundan 20 bin kişi, Müseyleme de Hazret-i Vahşî tarafından öldürüldü. İslâm ordusundan 2000 asker şehîd oldu.

Hâlid bin Velid, Peygamber(sav) efendimizin vefâtından sonra mürted olanlarla ve zekât vermek istemeyenlerle uğraştı.

Hâlid bin Velid, Hazret-i Ebû Bekir tarafından, İslâmın yayılması için, Irak tarafina gönderildi. Muzar muharebesinde 30.000 İran askeriyle çarpıştı. Galip geldi. Çoğunu nehre döktü. İranlı kumandan Hürmüz’le müthiş çarpışmalar oldu.

Hazreti Hâlid bin Velid’in kumandanlarından Hazret-i Ka’ka bin Amr fevkalâde kahramanlıklar gösterdi ve kalın zincirlerle yapılmış istihkâmları kırdı. İran ordusuna karşı muzaffer oldular.

Hazreti Hâlid bin Velid, Kesker’de, İran’ın büyük bir ordusunu âni gece baskınıyla hezimete uğrattı. İran kumandanı, kederinden öldü. Hazreti Hâlid bin Velid, Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta, gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu. Bu savaşta da gâlip geldi.

Hâlid bin Velid, Hîre üzerine yürüdü. Kaleyi kuşattı. Görüşmek üzere bir kimse istedi. Hîreliler dediler ki:

– Öldürmezseniz göndeririz!

Hazreti Hâlid bin Velid öldürmeyeceklerini söyleyince, Abdülmesih bin Hayyam ile Hîre vâlisi, Hazreti Hâlid’in huzuruna geldiler. Hazreti Hâlid onlara dedi ki:

– Sizi Allaha ve İslâma dâvet ediyorum. Eğer Müslüman olursanız, Müslümanlara âit olan haklara sâhip olursunuz ve Müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı istekli olan bir orduyla geldim.

Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe görerek, şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi:

– Yâ Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzûlarımıza uygun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzûlarına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim.

Hâlid bin Velid, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillâhillezî lâ yedurru ma’asmihi sey’ün fil’erdi velâ fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm” diyerek sonuna kadar içti.

Abdülmesih ve Hîre vâlisi, Hâlid bin Velid’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara dedi ki:

– Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum.

Sonra kavmiyle istişâre edip, tekrar Hazreti Hâlid bin Velid’in yanına gelerek dedi ki:

– Biz, sizinle harp edemeyiz, fakat dîninize de giremeyiz! Size cizye vermeye hazırız!

Bundan sonra, 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar.

Hazreti Hâlid bin Velid buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti. Sulh yoluyla şehri ele geçirdi. Bundan sonra, Mehran’ın, Müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek bu kaleyi de fethetti.

Hazreti Hâlid bin Velid, Hîrelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince, İran hükümdarına ve erkânına bir mektup yazdı. Bu mektup aynen şöyledir:

“Bismillâhirrahmânirrahîm. Hâlid bin Velid’den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine.

Selâm, hidâyete kavuşanlara olsun! Allahü teâlâya hamdederim. O’nun kulu ve Resûlü olan Muhammed aleyhisselâma salâtü selâm olsun.

Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü, kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hâkimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun.”

Bu mektubu, İran’a gönderilmek üzere Hîrelilere teslim etti.

Hazreti Hâlid bin Velid, bundan sonra, yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyatı için çok mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayrimüslim Araplar, Rumlar ve İranlıların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe oldu. Bu büyük zaferin elde edilmesi ile Irak’ın her tarafı Müslümanların hâkimiyetine girmiş oldu.

Bundan sonra, Halîfe Hazreti Ebû Bekir, Hâlid bin Velid’e, Şam tarafına hareket etmesini emretti. Bunun üzerine Hâlid bin Velid hazretleri, derhal yola çıktı. Birçok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busralılar, Müslüman ordusu karşısında aman dilediklerinden, onlarla cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busralılar can ve mallarını teminat altına aldılar.

Bu İslâm ordusu, Ecnadeyn’de yapılan savaşta da galip geldikten sonra, Şam civarına geldiler. Şehir üç taraftan kuşatıldı. Üç ay süren kuşatmadan netice alınamadı. Şehirde bir gün, patriklerden birinin bir oğlu dünyaya geldi. Halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladılar.

Hâlid bin Velid geceleri uyumayıp vaziyeti araştırırdı. Askerî dehâsı ve halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücum emri verdi ve ordu şehre girdi. Fahl mevkiinde Rumlarla yapılan savaşta, Rum orduları perişan edilerek zafer kazanıldı.

Şam’da yapılan ikinci karşılaşmada, Rumların bütün orduları yok edilinceye kadar savaş devam etti. Arka arkaya yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük bir Haçlı seferi düzenlediler. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, 46 bin kişilik Müslüman ordusu vardı.

Müslüman kumandanlar, Hâlid bin Velid’i başkumandan seçtiler. Hâlid, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her bölüğe kumandanlar tâyin etti. Askerin mâneviyatını kuvvetlendiren konuşmalar yaptıktan sonra, hücum emrini verdi. Bu savaş, tarihte eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu.

Rum kumandanlarından Yorgi, Hazreti Hâlid bin Velid’e gelip Müslüman oldu. O da kâfirlere karşı çarpışmaya başladı ve şehîd oldu. Harbin şiddetinden öğle ve ikindi namazlarını îmâ ile kıldılar. Bu harpte İslâm kadınları bile fevkalâde cenk ettiler.

Allah’ın kılıcı Hazreti Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi. Merkezdeki kuvvetlerini dağıtınca, Rum ordusu kaçmaya başladı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. 100 binden ziyade Haçlı askeri öldürüldü. Buna karşılık 3000 Müslüman şehîd oldu.

Halid Bin Velid Bizans ve Sasanilere karşı zaferler kazanmıştır. Bunların en dikkat çekeni Yermük nehri kıyısında Bizans ordusunu bozguna uğrattığı savaştır. Katıldığı yüzü aşkın savaşta yenilgiye uğramamıştır. Halid bin Velid savaş kaybetmemiş nadir komutanlardandır.

Irak ve İran’ı üç yıl gibi kısa bir süre içerisinde İslam devletine bağlamıştır. Fetihleri Anadolu’da Kahramanmaraş’a kadar uzanmıştır. 638 yılında Ömer bin Hattab tarafından ordu komutanlığından alınıp idari bir göreve verilmiştir. Bir yıl sonra bu görevden istifa etmiştir.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed (sav), onun hakkında “Hâlid Allah’ın Kılıcıdır” buyurmuştur. Yine Hâlid hakkında:“Hâlid bin Velid’e gelince, o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda sarfetmiştir.” buyurmuştur.

 Hazreti Muhammed(sav)’in vefatının ardından ilk halife olan Hazreti  Ebu Bekir(ra), isyan hareketlerinin önüne geçebilmek adına Halid Bin Velid’i çeşitli baskın ve seferlere göndermiştir. Ridde Savaşlarıolarak geçen bu seferde aldığı başarı ve galibiyetlerin ardından  Hz.Ebu Bekir(ra), “Analar Halid gibisini doğurmakta acizdir.” sözü ile Halid Bin Velid’in ne kadar kahraman olduğunu açıklamaktadır.

Hâlid bin Velid, 642 yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra buyurdu ki:

“- Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir.

Resûlullah (sav)ın hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Dîn-i İslâmı yayarken garip olarak şehîd oldu.

Ah Hâlid! Şehîd olamayan Hâlid! Harp, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın.

Ömrü, Dîn-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü her zaman, harp meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.”

Hazret-i Hâlid , “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın!” deyince, ayağa kaldırdılar.

Beni bırakınız! Şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım, artık beni taşısın” diyerek kılıcına dayandı.

Bundan sonra, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman, atımı, savaşta tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz! Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim.

Mezarımı, bu kılıcımla kazınız! Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır” dedi ve yatağına düşüp Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.

Allah Rahmet etsin bizleri şefaatine nail eysin Amin..

Derleyen : Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • hadis külliyatı
  • resulullahorg
  • bizim sahife

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız