Etiket arşivi: İmam-ı Azam

Cuma Duası (Cumamız Mübarek Olsun)..

İbn-i Abbas (R.A.) dan rivâyet olunduğuna göre Nebiyy-i Ekrem, gece teheccüd için kalktığında şöyle derlerdi:

“Hamd olsun sana ya Rabb! Sen bütün semâları, arzı ve onlardakileri ayakda tutansın. Hamd sana mahsûsdur ey Rabbim! Sen semâlarda, arzda ve onlarda ne varsa hepsinin nûrusun. Hamd Sana mahsusdur ey Rabbim! Sen semâların, arzın ve onlardakilerin mâlikisin. Ve Sana yine hamd olsun ki, sen Hakk’sın. Senin va’din de hakk, sana kavuşmak da hakk, sözün de hakk, cennet de hakk, ateş de hak, nebîler de hak, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-de hak, kıyamet saati de hak. Sana teslîm oldum ey Rabbim! Sana îmân etdim, sana tevekkül etdim ve sana yöneldim, inanmayanlara karşı, sana dayanarak mücâdele etdim ve neticede ancak seni hakem olarak kabul etdim, benim evvelki yapdıklarımı da, sonradan yapacaklarımı da, gizli yaptıklarımı da açık yapdıklarımı da mağfiret et. Öne alan da sensin, geriye bırakan da sensin. Senden başka ilâh yoktur. Kuvvet ve kudret ancak, Allah’a dayanmakladır. ” (1)

 (1) Buhârî, Teheccüd, I.


İmam-ı Â’zam Hazretlerinin gece gündüz dilinden düşürmediği rivayet edilen meşhur tesbih duasının meali şöyledir:

“Ebed ve ebedî olan Allah’ı tesbih ederim. Bir ve tek olan Allah’ı tesbih ederim. Tek ve herşey kendisine muhtaç olan Allah’ı tesbih ederim. Semayı direksiz yükselten Allah’ı tesbih ederim. Yeryüzünü donmuş su üzerine yayan Allah’ı tesbih ederim. Mahlukatı yaratan ve onları çeşitlendiren Allah’ı tesbih ederim. Rızkı taksim eden, hiçbir canlıyı unutmayan Allah’ı tesbih ederim. Eş ve çocuk edinmeyen Allah’ı tesbih ederim. Doğurmamış, doğrulmamış ve hiçbir şey de kendisine denk olmayan Allah’ı tesbih ederim. Beni gören, yerimi bilen, beni rızıklandıran ve beni unutmayan Allah’ı tesbih ederim.”

www.NurNet.Org

Kaba kuvvete, akıl kuvvetiyle karşılık verme anlayışı

karli-cicekler-1-1298664620-800x600Maruz kaldığımız kaba kuvvetli olaylara aynı şekilde kaba kuvvetle karşı koyma yerine akılla karşı koymayı tercih etmek yine aklın gereği oluyor galiba. En güçlü kaba kuvvete karşı dahi en isabetli karşı koyuş, akılla karşı koyuş olduğu Hazret-i İmam’ın davranışlarından da anlaşılıyor.

Bu konuda bir karşı koyuş örneği arz etmek istiyorum Hazret-i İmam’dan sizlere. Ola ki siz de bir kaba kuvvet tehdidiyle karşılaşacak olursanız aynı şekilde kaba kuvvetle karşı koyma yerine, akıl kuvvetiyle karşılık vermeyi tercih eder, kaba kuvvet sataşmasından akıl kuvvetiyle kolayca kurtulabilirsiniz böylece.

Hz. İmam bir gün Kûfe’de kurduğu fıkıh dersi halkasına erişmek için aceleyle mescide doğru hızla giderken bakıyor ki karşıdan burnundan dumanlar fışkırtan azgın bir boğa hışımla geliyor kendisine doğru. Hemen yolunu değiştiren İmam-ı Azam Hazretleri, yan kaldırıma geçiyor. Oradan yoluna devam etmek istiyor. Arkasından gelen adam ise İmam’ın bu yol değiştirmesini korkaklıkla yorumlayarak söyleniyor:

– Şuna bak!. Koskoca imam bir öküzden korkarak yolunu değiştirdi! Hazret-i İmam:

-Elbette bir öküzden korkarak yolumu değiştiririm, diyor ve ekliyor: Çünkü diyor, öküzün başında boynuz, benim başımda akıl var!

Demek meselesini başındaki boynuzuyla halleden kaba kuvvet sahibi varlıklara, insanlar da başındaki akıllarıyla mukabele edecek, kaba kuvvete akıl kuvvetiyle karşılık verecektir ki, kazasız belasız atlatsın karşılaştığı kaba kuvvet saldırısını..

Ne var ki yoldaki adam bu durumu düşünmeyip imama laf yetiştirmeye çalışırken karşıdan gelen azgın boğanın boynuz darbeleriyle havaya fırlatıldığını anlayınca itiraf etmekten kendini alamıyor da diyor ki:

-Ya imam sen haklıymışsın. Gerçekten de öküzün başında boynuz varmış ama benim başımda akıl olduğu biraz şüpheli. Zira akıl olsaydı ben de senin gibi aklımı kullanır, kaba kuvvete akıl kuvvetiyle karşı koyarak kendimi koruyabilirdim.

Bundan dolayı alimler İmam-ı Azam Hazretleri’nin herkesten iyi bildiği fıkıh ilmini şu manidar cümleyle tarif etmişler:

-Fıkıh ilmi, kişinin lehine ve aleyhine olan şeyleri bildiren ilimdir!

İmam-ı Azam Hazretleri fıkıh ilminde lider ve rehberdi. Lehinde ve aleyhinde olanı bu ilmin verdiği sağlam bilgiyle kolayca teşhis ve tespit edebiliyor, kaba kuvvetle karşılaşınca aynı şekilde kaba kuvvetle karşı koyma yerine akıl kuvvetiyle mukabele ederek kendini koruyor, böyle örnek oluyordu bizlere de.

Tabii herkes fıkıh ilminde ilerlemiyordu. Tasavvufta ilerleyenler de vardı. Bayezid-i Bistami de tasavvufta ilerleyen bir mübarek mutasavvıftı.. Bir misal de tasavvuf erbabının bakışından verelim isterseniz. Herhalde bu da ibretli olduğu kadar düşündürücüdür bizler için.

Dinî hayatında birtakım günahlara maruz yaşayan laubali bir adama derler ki:

-Bu halinden kurtulmak istiyorsan büyük mutasavvıf Bayezid-i Bistami’ye git. Onu bir defa gör ve dinle, sana yeter, kurtuldun gitti.. Bu söze itiraz eden adam der ki:

– Bayezid kim oluyor ki onu bir defa görüp dinlemekle kurtulacağım kötü hallerimden. Baksana Ebu Cehil bir değil bin defa gördü Resulullah’ı (sas), yine kurtulamadı küfründen? Bayezid, Resulullah’tan da mı üstün ki bir defa görünce kurtulacağım kötü hallerimden?..

Ünlü mutasavvıf Bayezid-i Bistami ise bu soruya açıklık getirerek şöyle cevap veriyor:

-Ebu Cehil bir defa olsun Hazret-i Resulullah’a, Allah’ın Peygamberi diye bakmadı ki istifade edip iman nasip olsun görüşmelerinden. O hep Ebu Talib’in yetimi diye baktı, Kureyş’e baş olmak için çalışan bir rakip olarak gördü, hiç hüsnüzanla bakamadı Allah Resulü’ne. Bu sebeple Ebu Cehil olarak kalmaya mahkum oldu.

Demek ki, büyüklere hüsnüzanla bakarsanız feyiz alır, istifade edebilirsiniz. Suizanla bakarsanız feyiz alamaz, etkisine giremezsiniz. Ne kadar yakınında olursanız olun..

Bu da tasavvuf ehlinin önemli bir kalbi uyarısıdır bizlere.

Ahmed Şahin / Zaman

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kimdir?

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müçtehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı (80/150 – 700/767).

Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. İslâm’in hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti.

Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Sa’bî’nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir ögrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdi fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife’nin de bu itikâdi tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir.

Ebû Hanife’nin yaşadığı yer ve çağda itikâdi fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi.

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf’un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf’u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Bir çokları ticarette Ebû Hanife’yi Ebû Bekir’e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi.

Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, “Benimle eğleniyor musun?” demişti. Ebû Hanife de, “Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim” dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-i mesel haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müçtehiddi.

Fıkhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife’nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müçtehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkibu’l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8).

Müçtehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan es-Seybânî’dir. Ebû Hanife’nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müçtehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi.

Ebû Hanife’nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır.

Ebû Hanife kimseye “benim görüşüm en doğrudur” demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değistirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır.

Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde firsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramis, hapsedilmiştir (Ibnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, V, 559).

İmam, takvâsı, ferâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadi. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali’nin imamlığına zımnen bey’at etmişti.

Hz. Ali (r.a.)’in torunlarından Muhammed en-Nefsü’z Zekiye ile kardeşi İbrahim’in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik Medine’de açıkça iktidarı tenkit etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bağdat’ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İçtihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardiğimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ‘bunu kabul etmeniz gerekir’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz” (Zehebî, a.g.e., 2i).

Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: “Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz.” O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm’ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi içtihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Şamil İslam Ansiklopedisi

İslamiyet’teki Mezheplerin Farklı Oluşunun Hikmeti Nedir?

Çeşitli kesimler tarafından gündeme getirilen konulardan biri de “mezhep” meselesidir. Mezhep meselesi bir taraftan İslam’da bir ayrılık unsuru gibi gösterilmeye çalışılırken, diğer taraftan bir takım demagojilerle saf zihinler bulandırılmak istenmektedir. Meselenin üzerine biraz eğildiğimiz zaman mezheplerin bir ihtiyaçtan doğduğu, hiç bir zaman ihtilaf unsuru olmadığı anlaşılacaktır.

İtikat ve amel diye iki kısımdan meydana gelen İslam dininde, mezhepler, ameli (pratikte yaşanan) kısımları konu edinir. Birden fazla mezhebin meydana gelmesi, nazari prensiplerin mezhep imamlarınca farklı anlaşılmasından ileri gelmiştir. (Mektubat, 449 )

Mesela Hz. Peygamber (asm.) efendimiz namaz kılarken mübarek alınlarına taş batar ve alınları kanar. Hz. Ayşe (r.a.) validemiz taşı Peygamber (asm.) efendimizin alnından alarak yere atarlar. Peygamber (asm.) efendimiz yeniden abdest alarak namazlarını kılarlar. Hanefi mezhebi imamı, İmam Azam Ebu Hanife ile Şafii mezhebi imamı İmam Şafii, abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi değerlendirirler.

İmam-ı Azam hazretleri, “Peygamber (asm.) efendimizin alnına batan taş kan çıkardığı için efendimiz abdest almıştır.” hükmüne varırken; İmam Şafii abdestin bozulmasını Hz. Ayşe (ra.) validemizin Peygamber (asm.) efendimizin alnına dokunmasına bağlamıştır.

Böylece Hanefi mezhebinde az bir kan abdesti bozan sebeplerden biri olurken, Şafii mezhebinde kadının temasıyla abdestin bozulması kaide olarak benimsenmiştir. Görüldüğü gibi her iki hüküm de doğrudur ve haklı bir gerekçeye dayanmaktadır.

Mezheplerin doğuşu

Peygamber (asm.) efendimize kadar itikadi noktalarda aynı olan şeriatlar teferruat kısımlarında değişerek gelmiş, hatta bir asırda ayrı ayrı kavimlere ayrı şeriatlar gönderilmiştir. Ancak Peygamber (asm.) efendimizle birlikte daha başka şeriatlara ihtiyaç kalmamış ve onun dini bütün asırlara kafi gelmiştir. Fakat teferruat meselelerde bir takım mezheplere ihtiyaç kalmıştır.

Hak mezheplerin imamları bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişler ve insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap vermişlerdir. Peygamber (asm.) efendimiz bir mucize olarak bu imamların geleceklerini ve büyük bir vazife yapacaklarını daha bunlar gelmeden haber vermiş ve bu mümtaz şahsiyetler de yapmış oldukları hizmetlerle Resulullah (asm.) efendimizi fiilen tasdik etmişlerdir…

İslam mezhepleri -bir iki cüz’i mesele hariç- hiç bir zaman iç harp ve karışıklıklara yol açmamış ve bu mezheplerin imamları da birbirine daima saygılı olmuşlar, birbirlerini ret ve inkar etmemişlerdir. Ayrıca bir mezhep tesis etmek niyetiyle ortaya iddialı bir şekilde çıkmamışlar, daha sonra bir araya toplanarak bir mezhep haline getirilen içtihatlarını zaman ve ihtiyaç anında ortaya koymuşlardır.

Mesela: İmam-ı Azam (H. 80-150) bir hadise ile ilgili olarak fetva verdikleri zaman, “Bu Numan bin Sabit’in (İmam-ı Azam) reyidir. Çıkarabildiğimiz reylerin en güzeli budur. Kim bundan daha güzelini ileri sürerse, doğruya daha yakın olan odur.” derdi.

İmam Malik (Maliki mezhebi kurucusu. H.93-179), “Ben bir beşerim. Bazen hata, bazen de isabet ederim. Bu sebeple benim rey ve içtihadımı inceleyiniz. Kitap veya sünnete uygun bulursanız, kabul ediniz, bulmazsanız reddediniz.” demiştir. (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usulü, 33)

Hanbeli mezhebi kurucusu İmam-ı Hanbeli (H. 164-241) ve İmam-ı Şafii hazretleri (H. 150 – 204) de hiç bir zaman iddialı konuşmamışlar ve meslektaşlarını rencide edici sözler söylememişlerdir. Daha sonra bu büyük insanların rey ve içtihatları talebeleri ve alimler tarafından bir araya getirilerek Müslümanların gönül huzuru içerisinde ibadet yapmaları temin edilmiştir.

Hak birden fazla olur mu?

Bir zamanlar gazete sütunlarından Müslümanlara meydan okurcasına sorulan ve halen köşe bucak tekrarlanan bir soru vardır: “Hak bir olur; nasıl böyle dört mezhebin ayrı ayrı, bazan birbirine zıt hükümleri hak olabilir?”

Bu soruya Bediüzzaman Said Nursi özetle şu cevabı verir: “Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre beş hüküm alır. Önemli miktarda su kaybeden bir hastaya su içmesi vaciptir, şarttır. Yeni ameliyattan çıkmış bir hastaya zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer bir hastaya kısmen zararlıdır; su içmek ona tıbben mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir, tıbben ona sünnettir. Diğer birisine de ne zarardır ne de menfaattır. Tıbben ona mübahtır afiyetle içsin… İşte burada hak taaddüt etti, birden fazla oldu. Beşi de haktır. “Su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” denilebilir mi?

İşte bunun gibi İlahi hükümler mezheplere uyanlara göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her biri de hak olur, maslahat olur.

Birbirinden farklı gibi görünen mezheplerdeki teferruat meselelerinin hangisini ele alsak, imamların dayandıkları noktaların hak ve hakikat olduğunu görebiliriz. Bu hususta İmam Şarani Mizan” isimli bir eser yazmış, mezhep imamları arasında bir mukayese yaparak hangi hükmü nasıl anladıklarını ortaya koymuştur.

Bir misal:

Mezhep imamları İslami meselelerde değil, uygulanış tarzında kendilerine göre haklı sebeplerle ihtilaf etmişlerdir. Mesela abdest alırken başa meshetmekte bütün imamlar ittifak etmişlerdir. Ancak meshin tarzında ve miktarında ihtilaf etmişlerdir.

Abdesti bizlere farz kılan Rabbimizin, “Başınıza meshediniz.” emri “bi ruusikum” ibaresiyle gelmiştir. Dillerin en zengini olan Arapça’da çeşitli kelimelerin başına gelen ‘b’ harfi, bazen “güzelleştirmek”, bazan “bazı” manasını vermek, bazan da “bitiştirmek” manasını vermek için gelir. Abdest ayetinin “ruusiküm” kelimesinin başına gelen ‘b’ harfini mezhep imamlarının her biri ayrı manada anlamışlar ve bundan farklı bir uygulama ortaya çıkmıştır.

Bunun içindir ki İmam-ı Malik : “Başa meshederken, başın tamamı meshedilmelidir. Zira buradaki ‘b’ harfi kelimeyi güzelleştirmek için gelmiştir. Kendi başına bir manası yoktur” der.

İmam-ı Ebu Hanife ise: “Bu ‘b’ bazı manasına gelen ‘b’dir. Başın bir kısmı meshedilse kafi gelir” der.

İmam-ı Şafii ise: “Bu ‘b’ bitişmek manasına gelen ‘b’ dir. Sadece elin başa bitişmesi, birkaç kıla değmesi kifayet eder, mesh tamam olur” der.

Hal böyle olunca mezhep imamlarının her birinin hak yolda oldukları, teferruattaki ayrılık gibi görünen hükümlerin bir ihtilaf konusu olmadığı kendiliğinden ortaya çıkar ve kötü maksatlı olanların iddialarını havada bırakır…

Prof.Dr.Alaaddin Başar

Sorularla İslamiyet

Biraz tebessüm, biraz da tefekküre ne dersiniz?

Bazı tasavvufi olayları okuyup, vakaları hatırlamak bize birazcık sabır ve tahammül duygusu kazandırır gibi geliyor bana.

Bu düşünce ile bugün sizlere takdirle okuyacağınızı sandığım mesaj yüklü tasavvufi olaylar sunmak istiyorum. Geniş düşünmeye, sabırlı ve tahammüllü olmaya çok muhtaç olduğumuz şu devrelerde bu gibi güzel örneklerden etkilenecek, tasavvufi olgunluk kazanmaktan huzur duyacaksınız diye düşünmekteyim. Takdir yine de sizindir.

Fevkalade değerli bir geniş düşünme örneği:

Diline pek hakim olamayan konuşkan bir adam, Hazreti Ebu Bekir (ra) Efendimiz’i tenkit etmeye başlar. O da hakkı olan cevabı hemen vermeyip sabırla dinlemeyi tercih eder. Efendimiz (sas) ise bu durumu tebessümle seyreder. Ne var ki, adam konuşmasını uzatınca suskunluğunu bozan Ebu Bekir (ra) Efendimiz de cevap vermeye başlar. Bu defa da Efendimiz’in yüzündeki tebessüm kaybolur. Bu tebessüm kaybını merak edip soran Hz. Ebu Bekir’e Efendimiz şöyle açıklama yapar:

-Seni tenkit eden adamı sabırla dinliyor cevap vermiyordun. Bu sırada bir melek senin adına o adama cevap veriyor, seni melek savunuyor, ben de bu durumu tebessümle seyrediyordum. Ne zaman sen sabrı bırakıp cevap vermeye başladın, melek seni savunmaktan vazgeçip sustu. Meleğin susmasından dolayı üzüldüm, tebessümüm ondan kayboldu!..

Demek bazen sabır gösterip susan, savunmasız kalmaz. Gerektiğinde melekler dahi onu savunabilir. Yeter ki meleklerin savunmasını bekleyecek kadar sabır gösterelim bizler..

İsterseniz bir sabır ve tahammül örneği de İmam-ı Azam Efendimiz’den verelim. Kufe Mescidi’nden çıkıp evine doğru yürüyen imamın peşine takılan bir adam söylenerek gelir arkasından:

-Sen İmam-ı Azam filan değilsin ama halka büyük bir alim gibi görünüyor, kendine İmam-ı Azam dedirtiyorsun?

Yolun sonuna kadar söylenerek gelen adamın ithamlarını sessizce dinleyen imam, nihayet geriye dönüp tebessümle baktığı adama der ki:

-Burası benim evimdir, söyleyeceklerin bittiyse izin ver de evime gireyim!

İmam evine girer, kapısını da yavaşça kapar.

Bunca itham ve isnatlara kırıcı bir karşılık vermeden dinleyen imamın bu hali, adamı düşündürür. Ve nihayet kararını veren adam söylenir:

-Bu zat gerçekten de İmam-ı Azam’mış! Şimdi şüphem kalmadı buna halkın İmam-ı Azam deyişinden.. Bir başka misal:

Maneviyat büyüklerinden Malik bin Dinar’ı yolda giderken gören biri, söylenerek der ki:

-Şu adamı görüyorsunuz ya, riyakârın tekidir. Hep gösteriş için yapar yaptıklarını!

Gören halk da onu tasavvuf büyüğü zanneder!.

Malik bin Dinar, sesin geldiği tarafa dönüp adama tebessümle bakar, olanca yumuşaklığıyla şu cevabı verir:

-Allah razı olsun senden. Şimdiye kadar hiç kimse beni bu kadar doğru tarif etmedi.

Nasıl, var mısınız böylesine bir eleştiriye gönül rızasıyla bakmaya, dua ile karşılık vermeye?

Bir misal de Hz.Mevlânâ’dan verelim: Konya çarşısında kendine çok güvenen bir adam, çevresine meydan okuyarak der ki:

-Bana bakın bana! Ben öyle bir adamım ki bana (bir) kelime söyleyen (bin) kelime ile cevap alır!

Hazret-i Mevlânâ, adamın çenesi altına kadar sokulur, gözlerinin içine bakarak cevap verir: -Ben de öyle bir adamım ki bana (bin) kelime söyleyen (bir) kelime ile dahi cevap alamaz!

Çünkü der, meleklerin cevabı yeterli olur bana!.

-Siz de var mısınız meleklerin cevabıyla yetinmeye?

Ahmed Şahin / Zaman