Etiket arşivi: İman Nuru

Nereye Bakıyorsan Oraya Doğru Yürürsün

“Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!” Hans Christian Andersen’in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası öyküsünden.

Allah, bizi herdaim marifetine aç kılsın. Talebe ‘talep edene’ denir. Hikmet, ancak açlığı olanlara ikram edilir.

Daha 23. Söz’de, Bediüzzaman’ın, imanı ve küfrü, ‘nur-u iman’ ve ‘zulmet-i küfür’ terkipleri içinde kullanması, yani; “İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; (…) Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer…” demesi, hem imanın hem de küfrün, insanın kalbinde/aklında bir potansiyel olarak kalmadığının, sahaya da kaçınılmaz yansımalarının olduğunun ihtarıdır bana göre. (Öyle ya; bu cümlede Bediüzzaman, “İnsan, iman ile âlâ-yı illiyine çıkar…” da diyebilirdi.)

Bu hikmet, hem 23. Söz’ün başında geçen ayetlerin hem de Kur’an’ın genelinde yapılan bir vurgunun, ‘amenu ve amilu’s-salihat/iman eden ve güzel işler yapanlar’ vurgusunun sırrını da fısıldar: “Kalbinde iman varsa, ister istemez salih ameller (belki salih düşünceler de dahil) olarak hayatına yansır. Biri, birisiz olmaz.”
Başka birkaç yazıda daha üzerine konuştuk: Kuşandığımız imanın içeriği (teolojisi), varlığa bakışımızı çok etkiliyor. İslam’ın tevhidî nazarı mesela, şirk teolojisinin aksine, dünyaya bir bütünün parçaları olarak bakmamızı gerektiriyor; birbirinden bağımsız/çatışan adacıklar olarak değil. Kur’an diyor ve dedirtiyor: “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti.”

Böyle bir nazarın aradığı da dolayısıyla uyum/ahenk oluyor. Eğer bir resmin her parçasının aynı ressamın elinden çıktığını görmüşseniz (tevhid), parçalarının birbiriyle çelişkili olduğunu düşünmezsiniz artık. “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin!” düzleminde buluşursunuz onlarla. Kardeş olursunuz. Kardeşlik uyumdur, ahenktir. “Müminler ancak kardeştirler” ayeti de bir yönüyle bu uyumu ihtar eder bizlere. Çatışık ve çelişik olmamayı, aynı tablonun parçaları (İhlas Risalesi’ndeki ifadesiyle aynı fabrikanın çarkları) olmayı öğütler. Tüm farklılıklarınıza rağmen böylesinizdir zaten. Böyle bakmakla da fikriniz fıtratınıza uyar, rahatlar.

Eğer böyle bakmazsanız, o nazarla üreteceğiniz bilgi de zulmet/karanlık olur. Ve sizin zulmetiniz, ardınızdan gelenlerin de bakışını karartır. İman, nasıl bir göz aydınlığı ise; küfür de misliyle gözükapalılıktır, karanlıktır, zulmettir. Potansiyel olarak kalamaz. Siz küfrettikçe (örttükçe), ardınızdakiler örttüklerinizi açmakta zorlanır. “Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder.”

Diyebiliriz ki; şirkin felsefesi de bir nev enaniyeti ve asabiyeti ürünüdür. Zira Kur’an der ve dedirir: “Onlara (müşriklere): Allah’ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar: Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, dediler.”
Dedim ya: Varlığa bir bütünün parçaları olarak bakmamak, yani bir elden çıktığını düşünmemek, kaçınılmaz bir şekilde onun her bir parçasının bir bağımsız/çatışık adacık olduğunu düşünmenize neden olur. Jean-Pierre Durand, Marx’ın Sosyolojisi isimli kitabında, bu bakışı şöyle tarif eder:

“Marx’a göre; (…) emeği üzerinden insan doğayı evcilleştirmeye ve ona egemen olmaya çalışır. Bu noktada, insanla doğa arasında bir uyum arayan Uzakdoğu felsefelerinden çok uzaktayız. Marx’a ve çağdaşlarının önemli bir kısmına göre; doğaya egemen olma, zor kullanma yoluyla gerçekleşebilir…”

Kitabın ilerleyen bölümlerinde ise Marx’ın sınıf çatışmaları veya kutuplaşma tezlerinin dayandığı temeli şöyle izah eder Durand: “Hegel’e borçlu olduğu ilk kavram çelişkilerdir. (…) Marx, kapitalizmin içindeki çelişkileri ve çatışmaları inceleyen bir düşünür olarak kalacaktır.” Hayatın bir mücadele/cidal olduğu üzerine söyledikleri de yine Marx’ın dünyaya bakışının ‘birbirinden bağımsız ve birbirine galip gelmeye çalışan adacıklar/sınıflar’ şeklinde olduğunu gösterir: “Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde kendilerine bir sınıf oluştururlar.”

Bediüzzaman, tevhidî bir bakışa sahip olmayanların halini ve algısını hırsız misaliyle ne güzel anlatır: “Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, ‘Kendime mâlikim’ diyen adam, ‘Herşey kendine mâliktir’ demeye ve îtikad etmeye mecburdur.”

Metin Karabaşoğlu abinin güzel tesbitiyle; Bediüzzaman’a göre ateizm mümkün değildir. Ateizm sanılan, maskelenmiş bir politeizmdir. Herşeyi yöneten tek ilahı kabul edemeyen, herşeyin kendisini ve başkasını yönettiği çok ilahlı/politeist bir düzeni kabul etmeye mecbur olur. Çok tanrılı âlem tasavvurunda ise çatışma ve çelişki kaçınılmazdır:

“Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır ki: ‘En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir’ diyorsun. Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip ‘Hayat bir cidaldir!’ diye ahmakane hükmetmişsin. Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.”

Aslında hamd da, içerdiği tekelleştirici mana itibariyle, tevhidî uyumun/teavünün en özet ifadesi gibi geliyor bana. Fakat burada kendimi tutarak, bir Batılının, Hans Christian Andersen’in, Tüy Kalem ve Mürekkep Hokkası isimli çocuk masalında, yaptığı hamd tarifini alıntılayacağım: “Keman ile yayın, başarılarını övmeleri ne büyük bir ahmaklık olurdu! Şair, sanatçı, bilim adamı, general, kim olursak olalım, biz insanlar hepimiz sık sık bu ahmaklığı ediyoruz. Bizler, Ulu Tanrı’nın kullandığı araçlardan başka neyiz ki? Tek ayrıcalıklı varlık Odur! Bizim ise övünecek hiçbir şeyimiz yok!” İlginçtir, Allah’ı çocuklara ‘Ölümsüz Usta’ ismiyle tanıttığı bu masalı Andersen şu cümleyle bitirir: “Bütün övgüler yalnızca Ona olsun!”

Şimdi, bütün bunların ardından, anladın mı neden Bakara sûresinde Allah Teala; “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız—ki hiçbir zaman yapamayacaksınız—o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır!” diyerek dehşetli tehdit ediyor?

Çünkü Alîm-i Mutlak biliyor ki; ehl-i şirkin teolojisi varlığı adacıklara ayırır. Çatışık ve çelişik algılar. Onları bir bütünün parçaları olarak görmez ki, Kur’an gibi, kâinatı tamamen uyum penceresinden izleyen bir kitabın sûrelerine benzer şeyler yapabilsin/yazabilsin. Cenab-ı Hakk onların böyle bir bilgi üretmeye müsait olmadıklarını elbette biliyor. Bu yüzden ‘Allah’tan başka’ kaydını da düşüyor. Allah’a inanmayan, yani Allah lafzının bütün esmayı kuşatan içeriğiyle iman etmeyen, tevhidî bir nazarın hâkim olduğu bir eserin benzerini nasıl yazabilir? Sen sanıyor musun, bu ayetin sonunda hatırlatılan azap sadece ahirette. Hayır arkadaşım hayır, dünyaya tevhid nazarıyla bakmamak, yani onu çatışık, çelişik, kendine malik adacıklar olarak görmek azabın ta kendisidir:

“Hatta bir adam, ‘Göklerde ve yerde ne varsa, Allah’ı tesbih eder’ âyetini okudu, dedi: Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum. Ona denildi: Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle. O da, kendini Kur’ân’dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki; mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar.

Birden, Kur’ân’ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur’ân’ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.”

İşte arkadaşım, kâfirler asıl bu belagatı asla taklit edemezler. Çünkü onların kâfir kalmaları, zaten âleme böyle bakmamalarından kaynaklanıyor. Yazdıkları nasıl böyle bakabilsin?

Ahmet Ay

cocukaile.net

Doymayan Midelere Tükenmeyen Sofralar..

Nur Külliyatı’ndan Yirmi Dördüncü Söz’de, kulluk görevimizi, geçmiş nimetlere şükür için yaptığımız beyan edildikten sonra, mazide nail olduğumuz şu nimetlere özellikle dikkat çekiliyor: 
 
Yoklukta kalmayıp var olmak, cansız olmayıp hayata kavuşmak, hayvan olmayıp insan olmak, dalâlette kalmayıp hidayete ermek, imanın bir nuru olan muhabbet nimetine mazhar olmak.
 
Dersin tamamında, kıldığımız namazların, tuttuğumuz oruçların bu nimetlerden birisinin dahi şükrüne kâfi gelmeyeceği akla kabul ve kalbe tasdik ettirilerek, cennetin sırf lütuf olduğu çok açık olarak ortaya konulur.
 
Bu çok önemli dersten bazı bölümler: 
“…Hâlık-ı Zülcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden, Rezzak ismiyle, bütün mat’umatı bir sofra-i ni’met içinde senin önüne koymuştur.”
“İştihalı bir mide”, sadece hayvanlarda ve insanlarda bulunur. Ne cansız varlıklarda ne de meleklerde mide bulunmadığından, onlarda Rezzak ismi tecelli etmez. Bitkiler, bir  yönüyle rızıklananlar grubuna girseler bile onlar, esas olarak,  insanlara ve hayvanlara rızık olmak üzere yaratılan ve yeryüzü sofrasında dizilen nimetlerdir. 
“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur.”
Bu ifadelerle, çok geniş bir nimet sofrası ile karşılaşıyoruz ve şükür vazifemiz de bir o kadar artıyor. 
 
Buna göre, bir insan, tok da olsa, akşama kadar sürekli beslenmekte, gıda almaktadır. Neye baksa, sanki o şeye elini uzatmış ve gözüne sokmuş gibi oluyor. Böylece insan, görme nimetinden sürekli istifade ediyor ve sürekli rızıklanıyor. 
 
Aynı şekilde, insan gün boyunca yaptığı konuşmalarla da ayrı bir rızık sofrasından faydalanıyor. Muhatabımızın sesi kulak zarımıza çarptığında, bir nimeti ağzımıza götürmüş gibi oluyoruz. Bundan sonraki safhalarda işitme olayı gerçekleşiyor ve insan çok büyük bir nimete daha kavuşuyor. Görme ve işitme engelli kardeşlerimize bu nazarla bakmalı ve sadece bu iki nimet için bile Rabbimize ne kadar şükür borçlu olduğumuzu düşünmeliyiz.
 “… İnsaniyeti sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i ni’met, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek nisbette sana açmıştır.”
İnsanın hayvanlar âleminden ayrıldığı en önemli çizgi akıl sahibi olması; böylece gerek kendi nefsinde, gerek haricî âlemde sergilenen sanat harikalarını düşünmesi, değerlendirmesi, eşyanın hakikatine nüfuz etmeye çalışması, olaylar arasında sebep-sonuç ilişkileri kurarak bazı hükümlere varmasıdır.   
 
İnsanlık mahiyeti de çok rızık ve nimetler istemektedir. Başta akıl olmak üzere, hayal, hafıza, vicdan, cüz’i irade gibi manevî cihazlar, bir yönüyle de insan için birer nimettirler. İnsan, bu nimetler yardımıyla hem mülk, hem de melekût âlemlerinde incelemelerde bulunur.
 
Her ne kadar, mülekût denilince, öncelikle, görünmeyen âlemler hatıra gelse bile, “Her şeyin, içine melekût, dışına da mülk denir.” (Mesnevî-i Nuriye)hükmünce, insanın iç organları ve arzın yer altı kaynakları da melekût olarak değerlendirilebilir. Zaten, burada bu mâna ön plana çıkmıştır. 
 
İnsan; aklını kullanarak, organlarının varlığını, bedendeki yerlerini, şekillerini, büyüklüklerini, görevlerini, ihtiyaçlarını, hastalıklarını ve tedavi çarelerini arar ve bulur. Bir hayvan bunların tamamından mahrumdur. Ne midesini bilir, ne de yediği gıdaların mideye gittiğini… Keza, ne akciğerini tanır, ne de aldığı nefesle kanının temizlendiğini.. 
Yine insan, atmosferden, Güneşe’, Ay’a; madenlerden, ışınlar âlemine kadar çok şeyi “aklın eli yetişecek nisbette” bilir ve bu haricî âlemden de bütün gücüyle istifade etmeye çalışır. 
“… İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyet’i ve îmânı sana verdiğinden, daire-i  mümkinat ile beraber, Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şâmil bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.” 
İslâmiyet ve îman nimetinden mahrum olan inançsız insanlar da akıllarını kullanarak mülk ve melekut âlemlerini bilmekte ve onlardan istifade etmektedirler. Şu var ki, onlar kendilerini ve bu âlemi sahipsiz ve Hâlık’sız vehmettikleri için, eşya hakkındaki bilgileri onların kalb ve ruhlarını terakki ettirmez. Sadece elde ettikleri başarılarla dünya nimetlerinden biraz daha fazla faydalanırlar. Ve yine bu başarılarla nefisleri gurur ve kibirle kabarır, enaniyetleri kuvvetlenir. 
 
İslâmiyet ile müşerref olan bir insan ise, bu mülk ve melekut âlemlerini Allah’ın yarattığına ve kendisinin istifadesine sunduğuna inanır. Bu eserlerdeki güzelliklerin ve kemallerin “Esmâ-i Hüsnâ ve sıfât-ı mukaddesenin”tecellileriyle hasıl olduğunu bilir; aklıyla beraber kalbi ve bütün latifeleri ulvî zevklere erer. 
 
Kalbde îman nuru ziyadeleştikçe, ona bağlı olarak marifet ve muhabbet nurları da inkişaf eder. Allah’ın bir ismi Nur’dur; bütün isimleri ve sıfatları nuranîdir. Ve bu nuranî sıfatlar muhittirler, yani bütün eşyayı ihata etmişlerdir. İşte insan, îman nuruyla her neye baksa onda İlâhî isimlerin nurlarını müşahede eder ve bütün varlık âleminde o muhit nurun cilvelerini müşahede eder.   
“Sonra, îmânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.”
 Muhabbetin “gayr-i mütenahi bir sofra-i ni’met ve saadet ve lezzet”olması iki şekilde anlaşılabilir:
 
Birincisi; insandaki muhabbet sonsuzdur. İnsanın yemesi ve içmesi gibi, akla dayanan işleri de sınırlıdır. Çok yiyen insanın midesi rahatsız olduğu gibi, sürekli okuyan bir kimsenin de zihni yorulur, başı ağrımaya başlar. Ama muhabbet böyle değildir. Kalbin, muhabbetten yorulması düşünülemez. Muhabbet arttıkça kalbin huzuru ve süruru da artar. 
 
Sonsuzluğun ikinci mânası ise, bu muhabbetin ahirette ebediyen devam edeceğidir. Dünyada çiçeklerin geçici güzelliklerine hayran olan insan, cennette hiç solmayan çiçeklerle, hiç bitmeyen rızıklarla, hiç kaybolmayan manzaralarla karşılaşacak, Rabbine karşı muhabbeti artarak devam edecektir.
Prof. Dr. Alaaddin Başar