Etiket arşivi: iman

Evlerinizi Nur Medreselerine çeviriniz!

Eğitimde,  edinilen bir bilginin  pratik hayatta yaşanması önemli bir düsturdur. Günlük hayatımızda, evimizde pratiğe dökülmemiş bir ilim, bir değer, zamanla hayatımızdaki etkinliğini de kaybedecektir. Özellikle dini vazifelerde bu daha önemlidir.

İslamda ilim-amel ikilisi ayrılmaz bir bütündür. Ailede  ise ilim ve amel beraber olduğu sürece eğitim adını alır. Evde amel edilmeyen ilim eksiktir. Ve insanın birincil amel yeri kendi hanesidir.  Bunun içindir ki ; Peygamber efendimiz (sav) ” Evlerinizi mezarlığa çevirmeyin, orda da namaz kılın” buyurur. Özellikle Peygamber Efendimizin  “çoban” diye nitelendirdiği  aile reisi olan babaların bu hususa  çok daha fazla dikkat etmeleri gerekir.

Çocuklarının dünyevi istikbalinden ziyade uhrevi istikbalini düşünmekle sorumlu olan ebeveynlerin, ev içindeki hareketlerine ve dini vecibelerine çok daha ehemmiyet vermeleri gerekir. Tadil-i erkana riayet etmeden  namazını kılan bir anne-baba, istediği kadar çocuğa namaz ile ilgili ilmihal okusun yahut bu husus için mekteplere göndersin tesiri olmayacaktır.

İnsanların imanını kurtarmayı kendine vazife edinmiş biri, öncelikle hanımından, çocuğundan başlamalıdır. Kendi ailesinden hizmeti bilmeyen birisi, daha sonra hizmet hayatında bir engel olarak karşısına çıkabilir. Bunun içindir ki Bediüzzaman Said Nursi Emirdağ Lahikasında talebelerine;

Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, ıhlâs Risâlesinde yazılan beş nevî ibadete de mazhar olurlar. (Beş nevî ibadet aşağıya alınmıştır.) Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevî ibadet hükmüne geçebilir” diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum. ” demiştir.

Kendi hanesini Nur Dershanesine çevirmiş biri, ev halkıyla aynı dili konuşmanın verdiği haz ile  o ailedeki muhabbet seviyeside daha ileri olacaktır. 5-10 dakika dahi olsa bunun tesiri çok büyüktür. Hanım ve çocukların, evde ailece yapılan dersten aldıkları feyiz, dışarıda yapılan bir dersten daha tesirli ve bereketli olacaktır. Dışarıda, tek başına güzel bir yemeği bile istemeyip “akşam ailemle, hanımımla beraber yerim” diyen fedakar bir eşin, aynı şekilde tek başına derslere katılıp, evde ailesini bu manevi ziyafetten mahrum bırakması elbette muhaldir.

Evet, küçük medrese-i nuriyelerdeki dersler, büyük medrese-i nuriyelerin, medresetüz-zehraların , büyük imani hizmetlerin çekirdeğidir.

İnsanlar niçin farklı farklıdır?

Akıl, kalp, vicdan, korku, sevgi, iman gibi binlerce manevî hazine ile donatılmış insanoğlu, dünyayı paylaştığı diğer canlılar içerisinde maddî olarak dahi en mükemmel şekilde yaratılmıştır. İnsanın apayrı bir çeşit olması, bazı temel özelliklerin, her ferdinde aynı olmasıyla mümkündür. Normalde, her insanda iki el, iki ayak, iki kulak, iki göz, tek burun, bir ağız vardır. Yapı itibariyle de bütün insanların organları aynıdır. Herkesin akciğeri, böbreği, kalbi, insan vücudunun hiç değişmeyen bir bölgesindedir. Bu birlik ve beraberlik ve birbirine benzemeklik, insanın yaratıcısının tek bir Allah olduğunun nihayetsiz delillerinden biridir. Tıp ilmi insanın bu özelliğinden dolayı ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Eğer insan vücudunun yapısında bu birlik mührü olmasaydı, her insan için ayrı bir tıp ilmi gerekecekti. Meselâ cerrahların insan organlarını elleriyle koymuş gibi bulmaları, mümkün olmayacaktı.

İnsanların müşterek özellikleri çok. Peki her bir insanın sadece kendisine mahsus olan, alâmet-i farika diyebileceğimiz ayırtedici özellikleri yok mu? Cenâb-ı Hak bütün insanları müşterek özelliklerle yarattığı gibi, her bir insanı da sadece kendisine mahsus olan ayrı ayrı özelliklerle de donatmıştır. Meselâ her bir insanın yüzünün şekli sadece kendisine mahsustur ve kimseye benzemez. Ayrıca her bir insanın parmak izleri ve sesleri de ayrı ayrıdır, kimseye tam tamına benzemez. Bütün bunlar Yaratanın istediği gibi tasarruf ettiğine, ilminin ve kudretinin nihayetsiz olduğuna delildir.

İnsanların simalarının ayrı ayrı olduğunu belirtmiştik. Bütün dünyayı dolaşsak yüzleri tamamen tıpatıp birbirine benzeyen iki kişiyi bulamayız. Aynı yumurta ikizlerinde bile birtakım farklı özellikler mevcuttur. Rum Suresi’nin 22. âyeti bu hakikata işaret etmektedir. Meâlen Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor; ”O’nun âyetlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin başka başka olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır.”

Bir an insanların, ikiz veya üçüzlerde olduğu gibi birbirine benzediğini düşünelim. Ne olurdu?

İnsanlarda hukukun muhafazası neredeyse imkânsız olurdu. Suçlular, insanlann arasına karışır kimin suçlu olduğu asla bulunamazdı. Dairelerde memur, amir kavramı kalmazdı. Aile mahremiyeti tehlikeye girerdi. Sınıfında ikiz talebeleri olan öğretmenler, ne büyük problemlerin oluşacağını daha iyi tahmin edebilirler. Rabbimizin, her insana farklı bir yüz şekli vermesi tâ Âdem (a.s.) zamanından kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insan fertlerinin yüz şekillerinin ilm-i ezelîsinde mahfuz olduğunu gösterir. Zira, yaratılan bütün simaları bir anda bir arada ve tek tek bilemeyen, hepsinin dışında bambaşka bir yüz yaratamaz.

Bir anatomi uzmanının ifadesine göre, parmak izleri tıpatıp birbirine benzeyen iki insanın olması için, ihtimal hesaplarına göre 4 trilyon yıl geçmesi gerekmektedir. Bu ise insanoğlunun ilk yaratıldığı andan bugüne geçen süre ile kıyas bile edilemeyecek kadar büyük bir zaman sürecidir. Kur’ân mucizevî âyetlerinden biriyle bu sırrı bin dört yüz seneden beri gözler önüne seriyor: ”İnsan kemiklerini biraraya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Aksine biz onun parmak uçlarını bile iade etmeye kadiriz.” (Kıyamet Suresi, 3-4)

Her bir insanın şahsına mahsus özellikleri bu kadarla da kalmamaktadır. Meselâ adlî vak’alarda, suçludan geriye kalmış bir tek saç telini, değişik fizikî ve kimyevî analizlerden geçirip özel mikroskoplarda inceleyerek kime ait olduğunu bulmak mümkündür.

Her bir insanın dokularının moleküler yapısının tamamen insanın kendisine mahsus oluşu, hayretimizi daha da artırıyor. Herkes, bazı özelliklerini annesinden ve bazı özelliklerini de babasından alarak yaratılmıştır. Bu bakımdan insanların moleküler yapısı, yani proteinlerinin yapısı, annesinden ve babasından gelen maddelerin yepyeni bir kompozisyonu neticesi olarak, tamamen kendisine mahsus bir şekil alır. Kimya ile biraz alâkası olan bilir ki, canlıların temel maddelerinden birisi olan proteinler, tamamı 20 adet olan ve amino-asit adı verilen maddelerin değişik şekillerde birbirleri ile bağlanmalarından meydana gelir. Aminoasitlerin çok farklı imkânlarda tertiplenişinden dolayı, insanlarda protein yapısı sadece insan nev’ine mahsus değil, her bir şahsa, şahsın herbir organına, hatta insanın her bir hücresine mahsus olarak yaratılmıştır. Yani her bir insan proteinlerinin tertibi bakımından kesinlikle eşsizdir.

Her bir insan, ayrı siması, kendine mahsus ses tonu, parmak izi, bir tek saç teline, hatta hücrelerine, moleküllerine varıncaya kadar şahsına münhasırdır, yani emsalsizdir, hiç kimseye benzemeyecek özelliklerle yaratılmıştır. Bunların yanında huy, karakter, zekâ vs. gibi manevî yönden de benzersiz olarak yaratılmıştır. Kısaca, her bir insan apayrı bir kitap gibidir, eşi olmayan yepyeni bir eserdir. Böylesine benzersiz yaratılacak kadar önem verilen insanlar, ahirette de tek tek diriltilecekler, ayrı ayrı hesaba çekilecekler, dünyadaki davranışlarına göre de ya mükâfat görecekler veya cezaya lâyık olacaklardır. Çünkü, bütün bu sanatlar, harikulâde işler, durmaksızın yenilenip tazelenmeler, en mükemmel şekilde var edilip, hayatların devam ettirilmesi, bunca eşsizlik ve benzersizlik, bunca kıymetli hazine bir daha dirilmemek üzere öldürülüp, zayi edilecek değildir. Bütün bu işleyişin, dünyaya gelip gitmelerin ciddi bir gayesi ve kaçınılmaz bir neticesi vardır ve insanı beklemektedir.

Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı / Zafer Dergisi

Nursuz Akıl, Görmeyen Göz… neye yarar?

Kalbi, vicdanı ve his dünyası iman ve Kuran ile nurlanmamış bir insan karanlıklar içindedir. Vicdan, iman ile aydınlığa kavuşacaktır ki, aklın mahsulü olan fenler de nurlansınlar ve her bir fen, insana ayrı bir marifet penceresi açsın.

İnsan, hikmetlerle dolup taşan şu kâinat kitabını yazan bir Alîm ve Hakîmi tanımadığı takdirde kazandığı ilimler onun cehlini artırmaktan öte bir işe yaramaz.

Üstad Bediüzzaman hazretleri, Lemaat adlı eserinde, kalbin ziyası olmaksızın akıl ve fikrin nurlanamayacağını tatlı bir üslûpla izah eder ve sözünü: “Basiretsiz basar da para etmez” diye noktalar. O harika parçadan birkaç satırı aynen nakledeyim:

“Ziya-yı kalpsiz olmaz nur-u fikr-i münevver.
O nur ile bu ziya mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır.
Gözünde bir nehar var; lâkin ebyaz ve muzlim.
İçinde bir sevad var ki bir leyl-i münevver…”
(Sözler – Lemaat)

Vicdan için “ziya”, akıl için “nur” kelimelerinin kullanılmasında ayrı bir incelik var. Cenâb-ı hak, Yûnus sûresinde şöyle buyurur:

“Güneşi ziyalı (ışıklı), ayı da nurlu (parlak) kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) menziller tayin eden Odur.” (Yunus Sûresi; 5)

Güneşten ziya almasa, ayda nur ne gezer. O, güneş sayesinde karanlık gecelere nur olur ve insanlar da ondan istifade ederler.

Ay, feyzini güneşten aldığı gibi, şu kâinata ait fenler de, Kuran ile nurlanır ve insanlığa faydalı hâle gelirler. Aksi hâlde, fen ve teknik, insanlığın huzurunu kaçırmaktan, zulme ve sefahate hizmet etmekten öte bir işe yaramaz.

Bunlar ise beşerin dünyasını karartır ve insanlığı o dehşetli azap diyarı olan cehenneme sevk ederler.

Cehennemin de nursuz hararet olduğu düşünülürse bu mânâ daha da önem kazanır.

Ali Özkan / Zafer Dergisi

Bediüzzaman Günümüz İlâhiyatçılarına Ne Söyler?

Yaşadığı dönemlerin ilmî, siyasî, içtimaî hadiseleri, İslâm dünyasının yüz yüze geldiği sorunlar, bu sorunları okuma biçimi ve önerdiği çözüm yolları açısından baktığımızda; Said Nursi, yirminci yüzyılın gerçekten ‘bediüzzamanı‘dır. İslâm âlemine son dönemlerde Rabbimizin lutfettiği en büyük nimetlerden olan Bediüzzaman Hazretleri, hayatı, görüşleri ve eserleri çerçevesinde farklı yönleriyle değerlendirilmekte; özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hem ülkemizde hem de uluslararası boyutta ilmi çevreleri de kuşatarak büyüyen ve genişleyen bir ilgi halesine mazhar olmaktadır.

Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur Külliyatı’nı en çok ele alması gerektiğini düşündüğümüz ilahiyat camiası ise, birkaç istisnası olmakla birlikte, maalesef bahsedilen ilgi halesinin dışında kalmıştır. Günümüz ilahiyatçılarında Mısır’ın, Fas’ın eski tüfek solcularına gösterilen ilgi Bediüzzaman’dan esirgenmiştir. Bunun sebeplerini ayrı bir çalışmaya havale ederek burada Bediüzzaman’ın ilahiyatçılara ‘zımnen’ ve ‘sarahaten’ neler söylediğini değerlendirmek istiyoruz. Bu değerlendirmeye geçmeden önce de ilahiyat camiasında Bediüzzaman’a ve Risale-i Nurlara bakışta ‘sorunlu alanlar’ diyebileceğimiz bazı hususlara atıfta bulunmak gerekmektedir.

İlahiyatçılar, risaleleri ‘yazdırılma’ kavramına hapsetmekte; ‘ebced ve cifir’ meselesi çok önemli bir perde olabilmekte; risaleler en nihayetinde ‘çiçek böcek edebiyatı’ yapan basit bir bakış açısına sahip olmakla itham edilebilmektedir. En öncelikli mesele olarak ortaya koyduğu iman meselesi de ‘zaten herkes yaratıcıyı kabul ediyor’ gibi mülahazalarla basite indirgenmektedir. Şimdiye kadar ciddi anlamda okunup anlaşılmadığı halde kolaycı değerlendirmelerle ‘önemli olsa bile artık aşılması gerekir’ söylemine kurban edilmektedir.

Öte yandan Bediüzzaman’ın görüşlerinin ilmi çalışmalarda araştırmaya konu edilmesi de siyasi mülahazalarla yapılamamaktadır. İlahiyatçıların ilgilendiği hemen her meselede hem de çok özgün bakış açıları ortaya koymuş olmasına rağmen, birkaç istisna dışında Bediüzzaman akademik çalışmalarda referans olarak kullanılmamaktadır. Mesela onun tasavvuf alanında ‘vahdet-i vücut’ ve ‘vahdet-i şuhud’ felsefelerinin ötesine geçmesi; kelam ilminde geçmişteki pek çok müşkil meseleyi halledip, yeni ve özgün bakış açıları sunması; fıkıh ve usul alanında örneğin içtihat risalesi maalesef değerlendirilememektedir. Görüşlerinin toplamında günümüz İslâm düşüncesinin en önemli siması olmasına rağmen İslâm felsefecilerinin ilgisi ondan ziyade belki de düşünür bile diyemeyeceğimiz isimlere kaymaktadır.

Oysa Bediüzzaman, kullandığı üslup, kavramlar, yöntemler, meseleleri ele alış tarzı, ehemm mühim sıralaması gibi hususlarda engelleri aşabilen ve ona kaynak değeri atfeden ilahiyatçılara çok şeyler söyleyen bir âlimdir. Ve günümüz şartlarında bize en yakın ve en kolay modellenebilecek bir ‘örneklik’ sunmaktadır. Ele aldığı meseleler ve önerdiği çözüm yolları açısından da hâlâ güncel ve hayatın içindedir. Kanaatimizce bu konuda atılması gereken en önemli adım, ‘zihinsel ve siyasî engellere’ takılmadan hiç olmazsa İslâm âlimlerinden bir âlim olarak Bediüzzaman’dan ve eserlerinden istifade cihetine gidilmesidir.

En azından son dönemlerin en çok tartışılan başlıklarına dair ‘Acaba Bediüzzaman bu konuda bir şeyler söylemiş mi veya ne söylemiş?’ sorusu sorulmalı, Risale-i Nur Külliyatı, kendisine müracaat edilmediğinde yapılan çalışmanın eksik kalacağı bir başvuru kaynağı olarak görülmelidir. Bunu böyle görmeyenler, eğer müracaat ederlerse, bunun böyle olduğunu göreceklerdir. Doğrudan Risale-i Nur Külliyatına başvuramayanlar için ilk etapta anlama ve değerlendirme çalışmaları diyebileceğimiz ‘sempozyum tebliğleriyle’ işe başlanabileceğini, Bediüzzaman ve risaleleri ele alan çalışmalara müracaat edilebileceğini hatırlatarak risalelerin ve Bediüzzaman’ın bigâne kalınamayacak yönlerine işaret etmeye çalışalım. Bir ilahiyatçı olarak kanaatimce aşağıdaki başlıklarda Bediüzzaman ve Risale-i Nur Külliyatı bizlere çok şeyler söylemektedir:

Bediüzzaman Şahıs Olarak:

1. Günümüz şartlarında bir âlimin nasıl olması gerektiğini bilfiil yaşayarak ortaya koyması.

2. Hasbilik, ücret talep etmeme, ihlas, istiğna, kanaat, iktisat vb. kavramlar etrafında örgülenmiş örnek bir şahsiyet olması.

3. Hamiyet-i diniyesinin büyüklüğü.

4. Zorluklar karşısında sergilediği azim ve sabır. Mücadelesinde yılgınlık göstermemesi.

5. Ümidini kaybetmemesi ve çevresine ümitvar olmayı aşılaması.

6. Zamana ve zemine uygun metotlar geliştirebilmesi.

7. Kendisini iman hizmetine vakfetmesi ve tüm insanlığı kuşatabilecek bir rahmet ve şefkat anlayışıyla insanların ebedi saadetini arzulaması.

Risale-i Nur Külliyatı Eser Olarak:

1. Tartışmaların ve kavram kargaşasının bol olduğu bir zaman diliminde dinin nasıl anlaşılması gerektiği.

2. Asıl kaynakların belirlenmesi ve bunların esas alınması.

3. Kur’an ve sünnetin nasıl ele alınması gerektiği.

4. Hz. Peygamber, sünnet tartışmaları ve hadis usulü.

5. Miraç mucizesi, şakk-ı kamer mucizesi, mehdi ve deccal gibi tartışmalı hadiseler.

6. İçtihat meselesi.

7. Ehemm mühim sıralaması ve önceliklerin belirlenmesi.

8. İlimlerin usulleri ve meselelere metodolojik yaklaşımlar.

9. Hayata yön veren külli kaideler ve prensipler.

10. İnsanları ve toplumları değerlendirmede istifade edebileceğimiz orijinal tespitler.

11. İslam dünyasının asıl sorunlarının tespiti ve önerilen kurtuluş yolları.

12. Akla, felsefeye, bilime, inkarcılığa, şer problemine, şeytana, materyalizme, pozitivizme, tabiatçılığa nasıl bakılması gerektiği.

13. Avrupa’ya, teknolojiye, terakkiye, medeniyete nasıl yaklaşılması gerektiği ve Müslümanlar olarak bunlarla nasıl bir ilişki geliştirilmesi gerektiği.

14. Ölüm, ahiret, gayb, ruh, kader, ubudiyet, haşir ve benzeri konuların nasıl anlaşılması gerektiği.

15. Bazı temel ibadetlerin illet ve hikmet yönlerinin değerlendirilmesi.

16. İslam tarihini, İslam dünyasını, farklılıkları, insanı, kainatı, dünyayı, ahireti nasıl okumamız gerektiği.

17. İmanın sırlarının keşfedilmesi, dinin yaşanılır kılınması, kainata ve olaylara nasıl ve hangi nazarlarla bakılması gerektiği.

18. Felsefe, kelam ve tasavvuf gibi disiplinleri ve bunların temel kavramlarını ve meselelerini nasıl ele almamız gerektiği.

19. İmam-ı Mübin-Kitab-ı Mübin, Kurbiyet-Akrebiyet, Adalet-i Mahza-Adalet-i İzafi, Mana-i Harfi-Mana-i İsmi gibi orijinal kavramsallaştırmalar üzerinden dini anlamaya getirdiği özgün bakış açıları.

20. Müslümanlara önerdiği hareket fıkhı. (Müspet hareket, ikna prensibi, iman nuruyla hareket etmek, siyaset topuzunu kullanmamak vb.)

Veli Karataş / Zafer Dergisi

Risale-i Nurları neden tekrar tekrar okuyoruz? (2)

6- Tekrar tekrar okunmasının bir sebebi de, Bediüzzaman’dan ve onun meydana getirdiği eserlerinden, 7’den 70’e herkesin istifade edebilmesidir. Hatta dünyanın bir çok yerlerinde yapılan sempozyumlarda ilan edilmesidir, muhtelif dallarda ihtisas görmüş kariyer sahibi muhtelif milletlerden bine yakın profesörün tasdikini görmüş eserler olmasıdır. Onlardan biri olan Süriyeli Muhammed Ramazan Elbuti, sempozyumda o kalabalık halkın huzurunda: “Ben kırk seneden fazla bir zaman diliminde profesörüm. Bediüzzamanın talebesi olmasa idim hayatım boşa gitmişti” diyebilmesidir. Zaten İstiklal Marşı Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’da, bir ifadesinde: “Şekspirler ve arkadaşları ancak Bediüzzamana talebe olabilirler“, demiş.

7- Peygamberimiz (a.s.m.), 1400 sene önce, “Allah (c.c.) her asırda bir müceddid-i din gönderecektir” buyurmuş. Bediüzzaman Hazretleri bu haberdeki tebşirata mazhar olmuş bir şahsiyettir. Bunun delilini şöyle izah edebiliriz; Hicri on üçüncü asırda, dinin müceddidi Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri olduğuna bütün âlimler ittifak etmişlerdir, O Zatın doğum tarihi Hicri 1193 tarihine isabet eder. Bediüzzaman Hazretlerinin doğum tarihi ise tam 100 sene sonra Hicri 1293 tür. Mevlana Hazretleri Müceddidliğine 1224 te başlamış. Bediüzzaman Hazretleri ise, tam 100 sene sonra 1324 te başlamıştır. Mevlana Halid Hazretleri 20 yaşında iken bütün ulemanın fevkinde bir mevki kazanmış. Bediüzzaman Hazretleri ise, daha 14 yaşında iken o zamanın uleması tarafından ona zamanın harikası manasında Bediüzzaman unvanı vermişlerdir. Böylece üç noktada Bediüzzaman Hazretleri tam önceki asrın müceddidi ile birleşip, ondördüncü asrın müceddidi olduğu ortaya çıkmaktadır. Hatta Mevlana Halidi Bagdadi Hazretlerinin torunu, Ankaralı Asiye hanımla cübbesini Bediüzzaman hazretlerine verilmesini vasiyet etmiş ve verilmiştir.

8- Nasıl ki bir doktor hastasının tedavisine başlamadan önce teşhisini koyar, ondan sonra tedaviye başlar. Aynen onun gibi, her müslüman, asrının problemini bilecek ki az yarayla kurtulsun. Buna binaen, bu zamanda ister ahlaksızlığın, ister sahtekârlığın ve ister ibadetsizliğin ana sebebi, iman zayıflığından başka birşey değildir. Bu eserlerin tamamı da iman esaslarını ispatladığı için, onları çok okumak ihtiyacı hissediyor ve çok okuyoruz.

9- Bediüzzaman Hazretleri risalelerde diyor: “Ya halledilmesine ihtiyaç yokmuş veya halledemediklerinden ötürü, daha önce çözülmemiş 100 meseleyi Risale-i Nurlar çözmüştür”, halbuki Risale-i Nurları okuyan insaflı âlimler “100 değil, belki beş yüz adet halledilmemiş dini meseleyi Risale-i Nur eserleri halletmiştir” diyorlar.

10- İhtisas sahipleri diyorlar ki: Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şerifler dışında, eski zamanın ihtiyacına cevap vermek için yazılan eserlerin 15 sene tahsili ile insana kazandırdıkları iman kuvveti ve dine bağlılık. Risale-i Nur, bazısına 15 günde bazısına 15 haftada o kuvvet ve bağlılığı kazandırıyor.

11- Bunlar başka kitaplardan nakil olmamalarıdır. Çünkü Bediüzzaman hazretleri hapishanelerde ve sürgünlerde Risale-i Nurları yazarken, Kur’an-ı Kerimden başka eser yanında bulundurmamıştır. Bu eserler yegane Kur’an semasından ve Âyet-i Kerime’lerin yıldızlarından nazil olmuş eserlerdir. Bunun için yakînim var ki islama saldıran bu yangınların ve bu fırtınaların karşısında insan ancak bu eserleri okumakla ve bu topluma dahil olmakla kendini kurtarabilir. Çünkü Risale-i Nur insana öyle sağlam bir iman, bir itikat temin ediyor ki, insan onunla her şeyde Allah’ın Rububiyetini ve rahmet eserini görebilir ve o kuvvetle rahatsız eden sıkıntılara göğüs gererek onları hoş karşılar. Böylece, kendi şefkatini Allah’ın şefkatinin önüne sürmez. Hatta bu dünyada da huzur ve rahat içinde yaşamak isteyen bu eserleri okusun. Çünkü bu kitaplar bu zamanın ihtiyacına cevap veren yegane Kur’an tefsirleridir.

12-Bediüzzaman Hazretlerinin keramet-i ilmiyesindendir ki bu eserleri çok okuyoruz. Her ne kadar maddi kuvvetle erişilemeyeceği hadiseler onda çok vuku bulmuşsada, onlar bizi fazla kendine bağlamamaktadır. Mesela ellerini kelepçeleyip jandarma başka bir yere naklederken, namaz vaktinde jandarmadan namaz kılması için kelepçeyi çözmesini istemiş. Jandarma, “hoca mahkum olduğunu bilmiyor” diye, dalga geçmeye başlarken, Bediüzzaman Hazretleri kelepçeyi çözerek jandarmaya verince, jandarma şaşırarak yaptığına pişman olmuş ve demiş, “şimdiye kadar ben senin muhafızın idim, bundan sonra sen benim muhafızım ol. Bana hakkını helal et” der. Bunun için bile, Bediüzzaman Hazretleri, namazın kerameti kelepçeyi çözdü der. Buna benzer ileride olacak çok hadiseleri kerameti ile bilmiştir. Mesela: İnsanlar yirmi küsur sene aya gitmeden önce: “Ey katre içinde giren hakim feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünü ile, felsefenin merdiveni ile, tâ kamere (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak Kamer kendi zatında kesafetli, zulumatlıdır. (karanlıktır) Kamerin ne zıyası (ışığı) ne hayatı var.” demiştir.

Yine Risale-i Nurdaki: “Yıkılmış bir mezarım var ki” cümlesinin manasını, Bediüzzaman hazretleri ölmeden önce hiç kimse anlamamıştı. Fakat öldükten birkaç ay sonra, jandarmalar mezarını yıkıp cesedini uçakla başka bir yere naklettikten sonra o manayı herkes anlamış ve hakikaten yıkılmış bir mezara sahip olduğunu görmüşler.

Bunlara benzer daha birçok meseleler var, fakat Risale-i Nurun okuyucuları, onun ilmi kerametinden ötürü Nur eserlerine bağlanıp onları okuyorlar.

13-Risale-i Nur eserlerinin ortaya serdiği inkâr edilmez deliller haricinde hangi eserdeki malumatla ateistin karşısına çıkabilirsin? 20 sene Arapça tahsil eden hoca efendinin biri bana: “Biliyor musunuz biri bana ne dedi“, ne dedi Hocam? “Ben Allaha inanmıyorum” dedi. Peki ona ne cevap verdin? “Nasıl öyle diyebilirsin? Bak Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerimde: “Kul hü Vallahu Ehad Allahus-samed, diyor” dedim. Peki Hocam sen ona İhlas suresini okumakla işi hallettin mi? “Peki ne diyeyim“? Hocam ona Risale-i Nur okuyacaksın. “Hangi kitaptan okuyayım?”. “Hocam sen önce kendine okuyacaksın, ondan sonra bu gibiler karşına çıktığı zaman cevabını vermeyi bileceksin” dedim. Bunun gibi Risale-i Nur eserlerini okuyan bir çok hocalar şöyle diyorlar, “Biz bu eserleri okumadan önce, profesörler şöyle dursun, herhangi soru soracak korkusuyla, ilkokul öğretmenin karşısına bile çıkamazdık. Şimdi çok değiştik”.

Abdülkadir Haktanır

www.albnur.com