Etiket arşivi: imtihan

Senin imtihanın hangisi?

Herkes bir imtihan süreci yaşar bu dünyada.

Her zaman stabil bir hayat mümkün değil. Engeller, engellemeler, tağyirler, tebeddülatlar/değişimler/tahviller/değişiklikler/tecelliler v.s…

Kimi eş, kimi aş, kimi maaşla denenir. Kimi evlat, kimi salât, kimisi tâat, kimi mahâret, kimi tahâret, kimisi de ikametle tecrübe edilir.

Kimisi mal, kimi servet, şöhret, güzellik, şân ve şerefle imtihan edilir.

Kimi ilim, kimi filimle, kimi zevk, kimi elemle, kimi belâ, hayat-ı a’lâ ile sınava tâbi tutulur.

Mü’minlerin imtihanı daha  bir başka…

Allah Teâlâ, rubûbiyyet (her şeyi yavaş yavaş kemâline kavuşturmak) sıfatıyla bizleri iki şekilde imtihana tâbi tutar:

Biri: lütuf ile,

Diğeri: kahr ile.

Bir başka deyişle; biri cemâl, diğeri celâl iledir. Sadece lütuf ve  cemâl ile terbiye olmayı düşünmek, imtihan sırrına aykırıdır. Cenâb-ı Hak, imân ehline önce kahrın tecellileriyle muâmele eder, daha sonra lütfun tecellileriyle onların yaralarını sarar ve yardımına koşar. İmân ehli üzerinde âdetullah (kevnî kanunlar, sünnetullah) çoğunlukla bu şekilde tecelli eder. Resûl-i Ekrem (a.s.m) ve Hz. İbrâhîm (a.s)’ın hayatı buna en güzel örnektir.

O Mâlikü’l-Mülk, Habîbini on üç  sene Mekke’de kahhâr bir elle çalkalandırdı,  müşrikleri başına musallat etti, Medine döneminde ise, O Zât-ı mübâreki on yıl münâfık, müşrik ve ehl-i kitapla mücâdele ve mücâhede ile imtihâna tâbi tuttu. Bunca sıkıntı ve zorlukların neticesinde başta kendisine ve ümmetine pek çok fetihlerin yolunu açtı. Özellikle Hz. Ömer döneminde İslâm’ı yücelterek aziz kıldı.

Kur’ân’a talebe olma şerefine erenler de bu tarz bir imtihan sürecinden geçmektedirler.

Cenâb-ı Hak, bazen lütuf ile okşar, hâdiseleri lehimize yönlendirir, ikramlarda bulunur, rahmetiyle sevdirerek dergâhına celb eder. Bazen de kahhâr bir eli işleterek belâ ve musîbetlerle te’dîb ve terbiye eder. Böylece izzet ve celâlini hatırlatır.

Mü’minler çoğunlukla, kusur ve hatalarının karşılığını bu dünyada görürler. Küfür ehlinin bir çoğu da, bir kısım cezalarını dünyada görmekle birlikte asıl cezalarını cehennemde ebedî kalmak sûretiyle ahirette göreceklerdir. (Nuh kavmi, Âd, Semûd, Lût kavmi gibi…)

Her kim bir kötülük yaparsa, onunla ya dünyâda veyâ ahrette cezalandırılır ve kendisi için Allah Teâlâ’dan başka ne bir yâr ve ne de bir yardımcı bulamaz.(1)

Mü’minlere dünyâda verilen belâ ve musîbetler günahlarına keffâret olur.

Kâfirin küfrü ise, o kadar büyük ve dehşetlidir ki, cezâsı bu düyâya sığışmadığından âhirete te’hîr edilir.(2)

Cemiyetlerin, toplumların, milletlerin değişik biçimlerde işledikleri isyân ve günahlar, gayr-i meşrû’ iş ve işlemlerin bu dünyada iken geri bildirim tarzında dünyevî cezalarıdır.

Mâdem ehl-i imân olarak Allah’ın rubûbiyyetine razıyız. Öyle ise, rubûbiyyetinin gereği olarak başımıza gelenleri de sabır ve rıza ile karşılamak durumundayız.

Kişi en sevdiği evlâdını kaybeder, çok sevdiği bedeni hastalığa müptela olur, meftun olduğu malı iflas eder, ani bir depremle evi yıkılır, eşyası telef olur, işleri yolunda gitmez. Acaba ben ne yaptım diye derin derin düşünür. Rabbine karşı nasıl bir tutum sergilediğini, hata ve kusurlarını gözden geçirir, otokritik yapar, değerlendirmelerde bulunur. Ve sonuçta nefsinin kusurlarını, hayatındaki eksileri not eder. İmânının gereğini yerine getirir, sevdikleriyle sınava tâbi tutulduğunu, mal ve canıyla denendiğini anlar.

Ve sizi bir imtihân olmak üzere şer ile ve hayr ile tecrübe ederiz. (sonunda) bize döndürüleceksiniz(3)

Acaba verilen vücûd, sağlık ve hayat nimetini ibâdet, taat ve hizmet yolunda mı, nefis ve hevâ yolunda mı harcıyoruz?

Cenâb-ı Hak, Celîl isminin tecellîsinden gelen belâ, musîbet ve hastalıklarla bizleri terbiye ediyor.

Hadîs-i şerifte de ifâde edildiği gibi; “Cenâb-ı Hak, bir kulu için yüksek bir makam ta’yîn etmiştir. Kul, şahsî ameliyle o makama çıkamaz. Allah o kulu belâ, musîbet ve hastalıklara girftâr etmekle –şükür ve sabretmek şartıyla- onu o yüksek makama çıkarır.”

Bu imtihan ve tecrübe meydanında hiçbir kimse bu imtihandan muaf tutulmamıştır.

Allah’ın en sevgili kulu olmasına rağmen Hz. Muhammed (s.a.v)’ın uhud savaşında dişi şehid edilmiş, mübârek yüzü kana bulanmıştı. Hayatı boyunca sayısız eza ve cefâya katlanmış, günlerce aç ve sususz kalmıştı. (4)

Nûrânî kafilelerin önünde belâ ve musîbetler eksik olmamıştır.

Kur’ânı, İslâm’ı, Peygamberi sevmenin bedeli hep ağır olmuştur bu sırdan ötürü. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)’e, “Seni seviyorum” diyen bir sahâbeye, O halde belâ ve musîbete hazır olşeklinde O sahâbiyi geleceğin sıkıntılarına hazır olması konusunda  irşâd buyurmuştur.

Demek belâ ve musîbetler, günahların neticesi, mükâfâtın da mukaddimesidir. Bir başka ifade ile, günahların keffâreti,, gelecek saâdetin de müjdecisidir.

Bunda iki cihet görünüyor:

  • Belâ ve musîbet, geçmişteki günahlarımızın neticesi ve keffâretidir.
  • Bir mükâfâtın mukaddimesi (başlangıcı) ve gelecek saâdetin müjdecisidir.

O halde, mülk bizim değildir. O, istediği gibi tasarruf eder. Biz O’nun tasarrufâtı altında gizli olan hikmetlerini seyr etmek, takdirini fikretmek, kusurumuzu derk etmekle mükellefiz.

“Şüphesiz zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten zorlukla beraber bir kolaylık vardır.”(5)

Demek, zorluk tek, kolaylık ise ikidir.

İnsanlık, küfrün entrikalarından, kokuşmuş sistem ve dayatmalarından bîzârdır.

Gelecek günler bizimdir. İslâm’a gönül verenlerin, takvâya bürünenlerindir.

Kur’ânın hâkim olacağı günler, inşâallah yakındır. Âkibet Hak’da sebat edenlerin, sıkıntılara göğüs gerip sabredenlerindir.

Rahîm, Hakîm ve Vedûd ismini şefaatçi yaparak Rahmet-i Rahman’a sığınıyor ve O’na tevekkül ediyoruz.

 İsmail Aksoy

Dipnotlar:

1- Nisâ, 123

2- bkz. Bedîüzzaman Said Nursî, Lem’alar, 10. Lem’a

3- Teğabun Sûresi, 15, Enfâl Sûresi, 28

4- bkz. a.g.y, Lem’alar, 25. Lem’a, 15. Devâ

5- İnşirâh Sûresi, 5-6

Zelzele Hadisesi (Şiir)

Zelzele denen olay ilahi musibettir
İdrak edenler için aslında bir ibrettir

“Bir doğa kanunudur” demek doğru olamaz
Veya tesadüflere katiyen bağlanamaz

Yalnız fay hatlarıyla okumak yetersizdir
Doğa kanunu deyip geçiştirmek yersizdir

Hayat bir imtihandır bunu unutmamalı
Herkes kendine düşen görevini yapmalı

Bilen mü’minler için içinde dersler vardır
En kârlı kişilerse tedbirini alandır

Tabii afetlerde önceden tedbir şarttır
Tedbir alınmayınca kaybedilen hayattır

İşini sağlam yapıp sonra tevekkül gerek
Çürük işler yapanlar kaybeder üzülerek

Bu tür hadiselerde Rabbin kudreti vardır
Buna inanmayanın inancına zarardır

Aslında bu imtihan, değil ölenler için
Asıl şu yeryüzünde tüm yaşayanlar için

Rabbim sınavımızı kolaylıkla geçirsin
Olaylar karşısında bize sabırlar versin

Büyük musibetlere duçar olan mü’minler
Allah’a dua edip sabır etmelidirler

Çünkü edilen dua mü’minin servetidir
Allah’ın bahşettiği büyük hazinesidir

Dünyanın neresinde olursa bir musibet
Kardeşlik duygusunda olmalı bir hareket

Nerede bir gözyaşı orada yardımlaşma
Birlik ve beraberlik olmalı dayanışma

Gönül fay hatlarımız hiçbir an kırılmasın
Kardeşlik duyguları asla hiç sarsılmasın

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org

Kaderin Herşeyi Güzeldir

Her musibet kahır değildir; her musibeti, her hastalığı yahut her felaketi mutlaka bir kahır tecellisi olarak görmemek lâzım.

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

“Belâların en büyüğü peygamberlere, sonra evliyaya, sonra diğer has kullara gelir.”

Belâ, denilince “musibetlerle imtihan olmayı” anlıyoruz. Ağır imtihanların neticeleri de büyüktür. Memur imtihanıyla, meselâ kaymakamlık imtihanında sorulan sorular elbette bir değil. Birincisi ikinciden ne kadar kolaysa, ikincinin sonucu da birinciden o kadar önemli.

Konuyla ilgili harika bir tespit:

“Kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır. Çirkinlik de güzeldir.”  (Sözler)

İnsan öncelikle kendi bedenini şöyle bir gözden geçirmeli. Her organını ayrı ayrı düşünmeli. Ve sormalı kendi kendine: Hangisinin yeri, şekli, büyüklüğü, vazifesi en güzel şekilde takdir edilmemiş? Sonra kendi ruh dünyasına intikâl etmeli ve aynı düşünceyi o âlem için de sürdürmeli: Hafıza mı gereksiz, hayal mi? Sevgi mi fazlalık, korku mu?

Beden bütün organlarıyla bir bütün teşkil ettiği ve ancak o zaman fayda sağladığı gibi, ruh da bütün duyguları, hissiyatı ve lâtifeleriyle bir bütün. O da ancak böylece netice verebiliyor. İnsan ruhundan, akıl ve hafızayı çekip alsanız hiçbir fonksiyon icra edemez olur. Endişe duygusunu alsanız tembelleşir; ne dünyasına çalışır ne âhiretine. Korkuyu çıkarsanız, hayatını koruyamaz hale gelir. Sevgi hissi taşımasa, hiç bir şeyden zevk alamaz.

İşte insanın, hem bedeni hem de ruhu en güzel ve en hikmetli bir şekilde tanzim edilmiş. Buna “bedihi kader” deniliyor. Aynı şekilde, insanın bir ömür boyu başından geçen hâdiseler de nizamlı ve intizamlı. Buna da “mânevî kader” denilmekte. Bedihi kader, mânevî kaderden haber veriyor. Her ikisinin de her şeyi güzel… Elbette ki, cüz’i iradeyle işlenen günahlar, isyanlar hariç.

Mânevî kaderin irademiz dışındaki tecellileri karşısında, aciz bir kul olarak, ne yapacağımızı şaşırdığımız, bocaladığımız zaman, hemen bedihî kadere ve ondaki sonsuz hikmetlere nazar etmeliyiz. Meselâ, anne rahmindeki rahimane terbiyemizi hatırlamalıyız: O dönemde İlâhî hikmet ve rahmet bizi en güzel şekilde terbiye ediyordu ve biz olanların hiçbirinin farkında değildik.

Şimdi de aynı rahmetin başka cilveleriyle yaşıyoruz.

“Allah’a karşı hüsn-ü zan ibadettir.” hadisinden dersimizi tam alarak, bizi o gün öylece besleyen, büyüten ve her şeyimizi en güzel şekilde tanzim eden Rabbimizin rahmetine itimat etmeliyiz. Karşılaştığımız her hâdiseyi bir imtihan sorusu olarak değerlendirmeli ve nefsimizin hoşuna gitmeyen olaylarda da bir rahmet tecellisi aramalıyız. İnsan sadece nefsini ölçü aldı mı yanılır. Bir gencin nefsi, okula gitmemek ve oyun oynamaktan yanadır. Ama akıl bunun karşısına çıkar. İstikbâldeki güzel makamları, yahut çekeceği sıkıntıları gösterir, onu oyundan vaz geçirir. Demek ki, nefis için güzel olan, akıl için güzel olmuyor.

Kalp ise apayrı bir âlem. O, iman ile nurlanırsa, her şeyi ve her hâdiseyi İlâhî isimlerin birer tecellisi olarak görür. “Allah’ın bütün isimleri güzel olduğu gibi, onların bütün cilveleri, bütün tecellileri de güzeldir.” gerçeğine ulaşır. Artık bu bahtiyar kul için, çirkinlik diye bir şey kalmaz ortada.

“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” diyenler, bu makama varmış bahtiyar insanlardır. Bu zatlar, “Allah onları sever, onlarda Allah’ı” sırrına ermişlerdir.

•••

Nur Küllayatında, güzellik iki kısımda incelenir: “Bizzat güzel” ve “neticeleri itibariyle güzel” diye. Bu sınıflandırmaya bazı örnekler verebiliriz: Gündüz bizzat güzeldir, gecenin de kendine göre ayrı bir güzelliği vardır. Biri uyanıklığı, diğeri uyumayı andırır. İkisine de ihtiyacımız olduğu açık değil mi?

Öte yandan, meyve bizzat güzeldir, ilâç ise neticesi itibariyle güzel.

İnsanın muhatap olduğu hâdiseler de ya gece gibidir, yahut gündüz gibi. Sıhhat gündüzü andırır, hastalık ise geceyi. Hastalığın günahlara kefaret olduğu, insana âczini ders verdiği, kulluğunu ikaz ettiği, kalbini dünyadan kesip Rabbine çevirdiği düşünülürse, onun da, en az sıhhat kadar büyük bir nimet olduğu görülür. Sıhhat bedenin bayramıdır, hastalık ise kalbe gıdadır.

“Gece ve gündüz” bu kâinatta aralıksız faaliyet gösteren “celal ve cemal” tecellilerinin sadece bir halkası. Elektriğin eksi ve artı kutupları, gözün karası ve akı, kanın al ve akyuvarları gibi daha nice halkalar var. İç dünyamızda ve dış âlemde bu ikililerle kuşatılmışız ve her birinden ayrı faydalar ediniyoruz.

Konuyla yakından ilgili bir âyet-i kerimenin meâli şöyledir: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız, halbuki o, hakkınızda bir hayırdır. Ve olur ki, bir şeyi seversiniz, halbuki hakkınızda o bir şerdir.” ( Bakara Sûresi, 216)

Âyet-i kerime cihatla ilgili, ama hükmü umumî. Ve bu âyetle bir başka “ikili” nazarımıza veriliyor: Harp ve sulh. Sulh yani barış gündüz gibidir, herkesin hoşuna gider; harp ise geceyi andırır. Ama gerektiğinde harp etmeyenlerin istikbâlleri kararır, nesilleri daimi bir zulmete boğulur. Cihatta şehit olanlar ise bir anda velayet makamına çıkarlar ve kaybettikleri dünya hayatı onların bu yeni hayatları yanında gece gibi kalır.

Ölümden daha ileri bir musibet düşünülebilir mi? Âyet-i kerime, nefsin hoşlanmadığı bu olayın altında büyük hayırlar bulunduğunu haber vermekle, dünyanın diğer belaları, hastalıkları, felaketleri için bizlere büyük bir teselli vermiş olmuyor mu?

Bir hadis-i kutsî: “Rahmetim gazabımı geçti.”

Bu hadis-i kutsîye şöyle bir mânâ verilmiştir: “Her musibetin altında Allah’ın nice rahmet cilveleri vardır ki, o musibetin verdiği elemleri, acıları geçmiştir.”

Ebediyet yanında ömür bir an gibi de kalmıyor. Bu kısa hayatta başımıza gelen hastalıklar, belâlar, sıkıntılar ebedî hayatımız hakkında hayırlı oluyorsa, ne gam! Sonsuza göre yetmiş-seksen yılın ne hükmü var?!.. Bu dünyanın bütün fânî belâları ve sıkıntıları ebedî saadet yanında hiç hükmünde kalmıyor mu?

Ama, insanın nefsi, peşin zevkin tâlibidir; istikbâle nazar etmez. O saha, akıl ve kalbe aittir. Az önce de değindiğimiz gibi, her musibet mutlaka “kahır” değildir. Nefsimizin hoşuna gitmeyen ve fâni dünyamızı karartan olaylar: Ya İlâhî bir ikazdır, bizi yanlış yoldan geri çevirir. Veya, günahlarımıza kefarettir; acımızı bu dünyada çektirir, ebedî âleme bırakmaz. Yahut, insan kalbini geçici dünya hayatından, Allah’a ve âhirete çevirmeye bir vasıtadır.

Öte yandan, musibetler insan için sabır imtihanıdır; bu imtihanı kazanmanın mükâfatı ise çok büyüktür.

Son olarak, bunlar İlâhî bir tokat, bir kahırdır. Umumî musibetlerde bunların hepsinin de hissesi olabilir. Bir grup için kahır, bir başkası için ikaz, bir diğeri için günahlara kefaret…

Münferit belâlarda ise, bize göre en selâmetli yol, şu olsa gerek: Musibet kendi başımıza gelmişse, nefsimizi suçlayalım; onu tövbeye sevk edelim. Başkalarına gelen belâ ve âfetleri ise onların terakkilerine vesile bilelim. Böylece hem nefis terbiyesinde yol kat etmiş, hem de başkaları hakkında kötü düşünmekten kurtulmuş oluruz.

Aylin Atmaca

İmtihan Ramazanı

HAYATIMIN BOĞAZIMDAN en zor geçen akşam yemeğini yediğim tarih, Ramazan ayına üç kalayı gösteriyor. Birkaç gündür etrafımda vızıldayan kurşunlar gibi dolaşıyor Afrika haberleri. Etrafından dolaşıyorum çünkü durursam vurulurum, vurulursam kalkamam.. İHH’nın yardım ekibiyle Somali’deki kamplara giden bir gönüllünün mesajı dolaşıyor elden ele, “Şu anda son nefesini vermek üzere olan bir çocuğa serum takmaya çalışıyoruz. Çocuğun gözleri kayıyor, hayatımda kendimi hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim. Açlıktan ölüyor, hiç anlamıyoruz.”

İşte vuruldum. Tam kalbimden isabet aldım. Ve hayata döndürdü beni bu vurgun. Demek yaşıyormuşum. Bu kurşun yarasını ta yüreğimde hissettiğime göre, yaşıyormuşum. Bir makine gibi yaşamaktan alıkoydu beni bu yara. Feda olsun.

Kara bahtlı kara kıta.. Neden öyle olsun? Beyaz adamlar kirli ellerini çekseler, o gece gözlü çocuklar biraz da aydınlık görseler. Bir ışık tutsak. Biraz beyaz pencere açsak, ne olur? Biraz anlamaya çalışsak. Biraz dikkat etsek. Biraz normal olsak. Evet normal.. Şu israfımızda boğulurken biz, açlıktan ölmek diye bir durum var bu dünyada. Kayıtlara böyle düşüyor, ama ne vicdanımıza, ne yüreğimize düşmüyor bu kayıt. İmanımızın sokağına uğramıyor.

Kendimi helale harama en çok dikkat eden bir ailede yaşıyor görüyorum. Paranın helalliğinin yanı sıra helal parayla yapılan israfın haramlığının sürekli gündemde olduğu bir aile. Durum böyle olduğu halde kendimce düşünüyorum, bir ay boyunca bu evde hiçbir alışveriş yapılmasa. Dışarıdan tek bir madde bile girmese evimize, mutfağımızdaki yiyecekler bize haftalarca yeter. Çok çok aldığımız, stok yaptığımız için de değil. Herkes bir düşünse, ortalama bir ailenin mutfağında hali hazırda bulunan yiyecekler, onlarca aileye yeter. “Evde bir şey kalmadı, acil alışveriş yapmamız lazım” cümlesini kurduğumuzda biz, o evde günlerce karın doyuracak kuru gıda mutlaka vardır mesela. Yani biz açlığın kendisini hiç yaşamadığımız gibi, herhangi bir vakitte aç kalacak olmanın korkusunu da yaşamayız, yaşayamayız. O insanları nasıl anlarız?

Senede sadece 30 gün, belli vakitlerde aç kalacağımız için marketleri eve boşaltan biz. Ramazana özel yemek zevkleri icat eden biz. Ramazan pidesi, pastırma, güllaç, iftariyelikler, ana yemekler, tatlılar, sayfa sayfa Ramazan menüleri.. Nasıl daha az aç kalırım diye kafa patlatan biz. Ve bize yardım eden ‘uzmanlar’. Hangi yiyecekleri tüketirseniz daha tok tutar diye yayınlar yapıyorlar. Sahurda davet verme modası bu sene de çok tutar. Onlarca çeşitle süslenen sofralar artık sahurda da hizmet veriyor. İftarları zaten sayamıyorum. Daha günün ilk ışıklarında akşama ne pişeceği, iftara ne kadar kaldığı, kimin çağırılıp, kime gidileceği ile geçen bu hengamede, açlık ve dolayısıyla açların hali listede kendine yer bile bulamıyor elbette.

Ve biz bu oruçtan bizi cennetin en tepesine ulaştırmasını umuyoruz bir yandan. Çünkü Ramazan ayı rahmet ayı. Bir Kuran harfinden kaç sevap alırım, bir sadaka versem yüz misli, şu duayı bir okusam sevapları katlarım.. Rahmet ayı ya bu ay, Rahmetten bile anladığımız tek şey neden nefsimiz acaba? Bu rahmetin bizim yayabildiğimiz kadar bizi saracağını hiç düşünmeden, sadece ama sadece bizi kuşatsın istediğimiz şeyin manasını da hiç düşünmeden geçen giden Ramazanlar..

 Oysa Allah Rasulünün mesajı ne kadar açık; “Ubâde bin Samit anlatıyor: Ramazan ayının başladığı bir günde Resulullah Aleyhissalâtü Vesselam şöyle buyurdu: “İşte bereket ayı olan Ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. O ay, yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı iftihar eder. Öyle ise kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayandır.

 Sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da.. Şahsi cennetini genişletme derdinde olanlara bir uyarı değil mi, iyiliğin ibadetten önce ve onunla bir zikredilmesi. Allahın rahmetinden nasibini nasıl alır insan, merhamet etmeyene merhamet edilmez hadis-i şerifine danışmak gerekmez mi? Bir kitap dolusu hikmet barındıran hadis-i şerifteki bir diğer nokta, kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Onun en sevdiği kulluk insanın aciziyetini anlamasıdır. Zaten orucun manası da, nefsin farazi rububiyetinin kırılıp acizliğini ilan etmesidir. Ene ene, ente ente isyanını dillendiren nefsin, ben senin aciz bir kulunum noktasına gelmesidir. Acizliğini fark eden bir mü’min ise diğer mü’minlere şefkat eden, yardım edendir. Bizim gibi midesinin derdinden ileri bir adım atamayan gafillerdir işte, Ramazan’ı ziyafet ve eğlence ayı haline getirenler.

 “Kaçan bir gol kadar üzülmedik değil mi? Ölürken çocuklar o güzel Afrika’da” diyor İbrahim Tenekeci. Kim yalanlayabilir onu. Midesine açlıktan taş bağlayan bir peygamberin sünnetini uyguluyor ümmetimizin bu fertleri. Bir küçük kare, yeni çekilmiş ve yeni düşmüş ajanslara, son 60 yılın en kurak günlerini yaşayan Somali’de açlıktan karnına kalınca bir ip bağlayan bir adamı gösteriyor. Eğer konuya biraz ilgi gösterirseniz, kanınızı donduracak onlarca kare daha bulabilirsiniz. Efendimizin boykot zamanı yaşadığı açlığa hala gözyaşı döken biz, bu Müslümanlar, bu insanlar için nasıl bu kadar kör olabiliriz?

Açlığı yaşadığımız, yaşayabileceğimiz tek fırsat, Allahın merhametiyle bize farz kıldığı oruçtur. Eğer o bize bunu zorunlu kılmasa, bizim asla buna meyletmeyeceğimiz kesin. Şu halimizle bile ‘açların halinden anlamayan toklar’ durumundayken, oruç elimizden tutmasa firavun gibi semirirdi nefislerimiz. Ama keşke oruçtan payımıza düşen tek şey açlık olmasa. Ki bence açlık bile düşmüyor payımıza. Beynimiz açlıkla değil, iftarla meşgul çünkü. Geçeceğini bildiğimiz için zamanla meşgul. Dakikaları sayıyor, açlığı duyumsamıyoruz bile. Onun ne acı bir çaresizlik olduğunu anlamıyoruz. Oysa şimdi, şu anda sayıları milyonlarla ifade edilen bir halk, açlıktan kıvranıyor ve zaman onlar için hiçbir şey ifade etmiyor. Çocuklar kemiklerinden ayrılmayan derilerini sineklerden arındıracak takatleri olmadan ölüm uykularına yatıyor. Ramazan ayına bir adımlık zaman var. Bir şey yapmalı değil miyiz? Uykularımız kaçmamalı mı, yediklerimiz boğazımıza durmamalı mı, ne yüzle bakarım hesap günü yetimler yetimi efendime, nasıl medet umarım, komşum açken tok yattım ben, sen bizden değilsin derse, diye yüreğimiz burkulmamalı mı? Ümmet bir vücudun azaları gibidir ve o ümmetine çok şefkatlidir. Ve ancak merhamet edene merhamet edilir..

Afrika açlıkla imtihan oluyor. Peki ya biz? İmtihanımızın farkında bile değiliz. Ramazan ayı, rahmet ayı, ümmetin ayı kapıda, onu nasıl karşılamak istersiniz? Gece gözlü çocukların gözlerinden yıldızlar kayarken lütfen en azından israf etmemeyi başarabilelim. Lütfen basiret sahibi olalım biraz, davetlerimizi israf panayırlarına çevirip, zaten tokları ağırladığımız soframızda ümmetin vebalini yüklenmeyelim. Her Ramazan yapmamız gerektiği halde başaramadıklarımız için biraz daha gayret edelim. Çünkü bu dünyada açlıktan ölmek diye bir şey var. Çünkü ümmetimizin fertleri can çekişiyor yokluktan. En azından varlıktan kısarak bir adım atalım olmaz mı? İsraftan kısarak. Yani normal olarak. Yani olması gereken gibi olan bir mü’min olarak. Vasat bir Müslüman olarak. Bir adım atamaz mıyız, bir niyet edemez miyiz, bir damla gözyaşı dökemez miyiz, biraz zaman ayıramaz mıyız, bir tabak yemek ayırsak onlara, bir damla su, sadece israftan kaçındıklarımızla sadaka biriktiremez miyiz, çevremizdekileri uyaramaz mıyız, biraz olsun duyarlı olamaz mıyız?

Bizi Rahmet ayına eriştir diye ettiğimiz duaların kabul olmasını istiyorsak olmalıyız. Çünkü Ramazan’a erişmek, takvimlerde 1 Ramazan yazdığını görmek değildir, Ramazan’ın manasına, hakikatine erişmek demektir. Eğer böyle bir insanlık dramına karşı, hem de böyle bir ayda, Müslümanların çoğunun para derdini unuttuğu bir zamanda, hala orada açlıktan ölecekse çocuklar, bu Ramazan ayının bizden soracağını çok hesap olacak. Bir kefenden mahrum eriyerek ölenlerin veballeri israflı sofraların üzerine olacak. İdrak etmeyen, ilgilenmeyen, yorum üreten ama merhamet etmeyenin hissesi ektiği kadar olacak.

Şimdi geçmişte ıskaladığımız Ramazan hikmetlerine tövbe etme zamanı. Şimdi bu Ramazan ayını hakkıyla yaşayabilmek için sağlam bir niyet etme zamanı. Şimdi niyeti eylemle destekleme zamanı. İsraf değil, infak zamanı. Şimdi Afrika’ya acil yardım zamanı. Bir yıldız daha kaymadan, harekete geçme zamanı.

 Nuriye Çakmak

 Karakalem.net

 *et-Tergib ve’t-Terhib, 2:99