Etiket arşivi: ingiliz

Her Bir Zamanın İnsî Bir Şeytanı Vardır

İngilizler 13 Kasım 1918’de İstanbul’u işgal ettiklerinde giriştiği en önemli işlerden biri, ‘zihin işgali’dir. İngiliz propaganda makinesi, işgali hem ‘meşru,’ hem de ‘sürdürülebilir’ kılmak üzere bir dizi harekâta girişir ve bu uğurda ürettiği tezleri etkisine açık unsurlar üzerinden zihinlere yayıp yerleştirmeye çalışır.

Birinci Dünya Savaşının Doğu cephesinde oluşturduğu milis alayı ile Rus işgaline karşı cihad ederken Bitlis deresinde yaralanıp esir düşen Bediüzzaman Said Nursî, o tarihlerde İstanbul’dadır.Kostroma’daki esir kampından firar edip yaklaşık üç ay süren bir yolculukla Varşova-Viyana-Belgrad-Sofya hattı üzerinden İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Dünya Savaşının son deminde İstanbul’un İngilizlerce işgaline kadar uzanan sürece bizzat şahit olmuş durumdadır. İşgale giden yolda ve işgal sonrasında İngilizlerin yaptıkları, kimleri nasıl etki altına aldıkları, bu ‘etki’ için zihinlere neleri saldıkları… bütün bunları bizzat görmüştür Bediüzzaman.

Bu şartlarda, İngilizlerin Osmanlıyı ve başşehrini de bir ‘sömürgeye’ dönüştürmek üzere en başta zihinlerde ‘koloni’ler üretme teşebbüslerine karşı, Hutuvat-ı Sitte isimli bir risale yazar, neşreder ve bizzat dağıtır. Baksanız, “Altı Adım” anlamına gelen bir ismi vardır bu küçücük risalenin. Ama daha ilk kelimede, mü’minlerin zihnini Kur’ânî bir çağrışımla uyandırma hedefi vardır.

Her mü’min, tanımı gereği, Kur’ân’la hemhaldir; ve Kur’ân’ı ya okurken veya dinlerken, ‘hutuvât’ kelimesi muhakkak hâfızasına ve hatırasına yerleşmiştir. Kur’ân’da geçen bir kelimedir ‘hutuvât.’ Hem de, hemen ardından ise, ‘şeytan’ kelimesi gelmek üzere: “Ve lâ tettebiû hutuvâti’ş-şeytân/ Ve, şeytanın adımlarına uymayın.”

Nitekim, ‘Hutuvât-ı Sitte’ başlığının hemen ardından Bediüzzaman eûzu billah diyerek bu Kur’ân âyetini zikreder, sonra da şu giriş cümleleri ile söze başlar:

“Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimi hırs-ı intikamını, kimi hırs-ı câhını, kimi tamahını, kimi humkunu, kimi dinsizliğini, hatta en garibi, kimi de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.”

Yine Kur’ânî derslerden mülhem bir ‘yaşadığımız günler’ okumasıdır ortadaki. Nasıl ‘altı adım’ anlamında ‘Hutuvat-ı Sitte’ başlığını taşıyan bu risale ismiyle Bakara ve En’am sûrelerindeki ilgili âyete atıfla ‘şeytanın adımları’na atıfta bulunuyor ve bu ‘altı adım’ı ‘takip edilmemesi, tâbi olunmaması, uyulmaması gereken adımlar’ olarak daha en baştan ima ediyorsa, bu giriş cümleleri de Kur’ân’ın son sûresi olarak Nâs sûresini getirmektedir akıllara. İnsanı fısıltılarla sokulup insanlara vesvese vererek haktan saptırmaya çalışan ‘Vesvâsü’l-Hannâs’ olarak şeytanın şerrinden âlemlerin Rabbine, Melikine, İlahına ilticayaçağıran Nâs sûresini. Ki bu sûre son âyetiyle, o Vesvâsü’l-Hannâs’ı tek bir kişiden öte bir ‘topluluk’ olarak tarif eder. İblis, elbetteki bu ‘şirket’in başıdır; ama Vesvâsü’l-Hannâs, ondan ibaret değildir, ‘cinlerden ve insanlardan’ avenelerinin de dahil olduğu bir ‘topluluk’tur. Mü’minlerin diline yerleşmiş ‘insî şeytanlar’ tabirinin dayanağı, işte bu âyettir ve diğer taraftan Kur’ân, başkaca sûrelerde ‘hizbü’ş-şeytan’ diyerek bu ‘cinnî ve insî şeytanlar’ topluluğuna atıfta bulunur.

İşte, İblis ve avenesine dair Kur’ân’ın haberlerine atıfla ümmetin o işgal şartlarında yaşadığı o ağır ibtilayı okuyan Bediüzzaman, “Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır” diye başlamaktadır söze. İçinde bulunduğu o zamanın ‘insî şeytanı’ ise, belli ki, âlem-i İslâm’ın yarı kısmını doğrudan sömürgeleştirmiş, merkez-i hilâfeti işgal etmiş, aralarında ürettiği fitneler ile ümmet idrakini bölerek mü’minleri birbirine düşürmüş ve bütün Müslüman zihinlerine hem dinlerine, hem birbirlerine dair fitne tohumları ekmeye devam eden İngiliz siyasetinde tecessüm etmektedir. Bu siyasetin ardındaki unsur, ‘zamanın şeytanı’ olarak, ‘beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar’ olarak gözükür Bediüzzaman’ın akıl ve kalb gözüne. Keza, ‘fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs’ olarak.

İşte, İblis’in insan sûretli vekili, zamanın şeytanı bir ruh-u gaddar olarak o el-hannâs, âlem-i İslâm’ı târumâr etmek için hilâfetin taşıyıcısı, i’la-yı Kelimetullah’ın mümessili ve küfre karşı cihadın sembolü olarak Osmanlı ve bu memleket üzerinden bir harekât yürütmekte, bu harekâtı yürütürken de altı şeytanî adımı takip etmektedir. Risalenin devamında, bu altı adımı deşifre eder ve her birine karşı cevap getirir Bediüzzaman. Ama bu altı adımı ifade etmeden önce, bu şeytanî siyasetin temel özelliğini daha ilk paragrafta zaten özetler: “…âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.”

Bediüzzaman’ın teşhisi özetle budur. Bütün o propaganda makinesi, bütün o hakikatsiz tezler, iddialara, vehimler ve vesveseler işte bu şekilde insanların kalblerine, akıllarına ve nefislerine doğru bir yol bulup dilleriyle, hatta ayaklarıyla ve elleriyle onları bir şerrin gönüllüsüne ve taşıyıcısına dönüştürmektedir işte. Zamanın şeytanının asıl derdi, ‘âlem-i İslâm’ı ifsad’dır ve bu ifsadı gerçekleştirmek için (i) insanlarda, (ii) insan cemaatlerinde mevcut ‘habis menbalar’ ile ‘tabiatlarındaki muzır madenleri’ keşfedip ‘fiilî propaganda’ ile işlemekte, ‘zayıf damarlar’ üzerinden zihinleri ve kalbleri işgal için bir yol bulmaktadır. Hem tekil olarak her bir insan üzerinde bu şekilde çalışan, hem her türden insan topluluğu üzerinde de aynı şekilde çalışan bir şeytânîlik vardır karşımızda.

Peki, insanlar ve insan topluluklarında habis menbalar, muzır madenler arayışına giren ve bunlara ulaşan zayıf damarlar bulup müslümanları bile ‘altı adım’da İslâm’ın ve ümmetin aleyhine olarak kendi siyasetinin bir âletine dönüştüren bu el-hannâs, bula bula hangi ‘habis’ menbaları, ‘muzır’ madenleri ve ‘zayıf’ damarları bulmaktadır?

İşte, devam eden cümlede, bu menba, maden ve damarlara dair bir teşhis önümüze koymaktadır Bediüzzaman: “Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.”

Evet, İblis’in bu zamandaki insan sûretli vekili olan el-hannâs’ın İslâm ve müslümanlar aleyhine şeytanî siyaseti lehine kullanmak üzere bulduğu bu habis menbalar, muzır madenler ve zayıf damarların en önemlileridir bunlar:

kiminin hırs-ı intikamı
kiminin hırs-ı câhı, yani mevki-makam hırsı
kiminin tamahı
kiminin humku, yani basiretsizliği, ferasetsizliği, ahmaklığı
kiminin dinsizliği
kiminin taassubu
, evvelkinin aksine güya dinine herkesten ziyade ‘bağlılık’ zannı, gayreti ve iddiası
Bediüzzaman’ın, işgal altındaki İstanbul’da basiretiyle gördüğü, budur. Ortada öyle bir manzara vardır ki, beş benzemezi biraraya getirmiş, asla yan yana olmaz denilenleri kendi siyaseti için İslâm’ın ve ümmetin aleyhine pekâlâ istihdam edebilmiştir. Ve bunu, işte bu altı ‘maden’i ve ‘damar’ı işleyerek gerçekleştirmiştir.

Kimi insanlara ve topluluklara, ‘hırs-ı intikam’ları üzerinden yanaşmış; kendisi müslüman bile olsa, meselâ şu veya bu sebeple İttihad ve Terakki’ye veya meselâ sadece Said Halim Paşaya karşı hususî bir ‘intikam duygusu’ taşıyanları tesbit edip onlarda bu damarı işletmiş; içini yiyip bitiren o intikam arzusunu doyurmanın yolunun kendi siyasetiyle ortaklıktan geçtiğine bir şekilde onu ikna etmiştir. Kimi, gemlenmemiş bir mevki, makam hırsı içindedir; kendisi daha lâyık iken, evvelce, kendisi yerine başkalarının o makamlara geçirildiğini düşünmektedir. Bu durumdakine ise, hak ettiğin, lâyık olduğun mevkiye, makama ulaşmanın teminatı benim mesajını vererek veya belki fiilen o makamı rüşvet vererek elde etmiştir. Kiminin maddî manevî hangi türden ise tamahını tatmin ederek, ona arzu ettiği maddî manevî yarar ve menfaat için bir ümit vererek bir damar bulmuştur. Kiminin ise, basiretsizliğini, körlüğünü, ahmaklığını kullanmış; hatta bu uğurda, ‘doğru ölçüler’i ‘yanlış yerlerde’ tatbik ederek, meselâ İstanbul İngiliz işgali altında iken Anadolu’da kâfire karşı cihad edenleri ‘ulu’l-emre isyan eden asiler’ olarak gösterebilmiştir! Kiminin ise, dinsizliğini, İslâm’dan olan nefretini kullanırken; en garibi, kiminin ‘dindarlığı’nı, dine ziyade bağlılık çabasını bu yolda kullanabilmiştir.

Neticede ortaya çıkan tablo; dinli-dinsiz, sefih-mazbut, her türden insanın ve insan topluluğunun ‘âlem-i İslâm aleyhine’ ve ‘İngiliz siyaseti lehine’ kullanışlı hale geldiği garip bir ‘konsorsiyum’dur. Şeytanın o zamandaki vekili olan el-hannas, bütün o zayıf damarları tesbit edip, bulup işleterek, onca benzemezi kendi siyaseti lehine pekâlâ ‘benzetmiş’tir!

Ne zaman bu ülkenin özellikle ‘Gezi’ye hazırlık’ safhasından başlayarak bugüne kadar yaşadıklarına baksam; ne zaman ‘one minute’ dediği, ‘dünya beşten büyüktür’ dediği, ümmetin ve mazlumların ümidi haline dönüştüğü andan itibaren Erdoğan ve Ak Parti aleyhine ‘bindirilmiş kıtalar’ halinde biraraya gelmiş unsurlara nazar etsem, Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte’nin hemen başında söylediği bu sözler ve yaptığı bu tesbitler geliyor aklıma.

Düne kadar birbirine söven, düne kadar birbirine düşmanlıkla varolan ne kadar unsur varsa, hepsi ‘Erdoğan’ı şeytanîleştirmek ve bir şekilde gözlerden düşürmek ve makamından devirmek için ağız ve el birliği yapmış hale nasıl gelebildiler?

Düne kadar ‘Kürtler çoğalıyor, Türk kalmayacak/ Kürt bakkaldan alışveriş yapma’ propagandası yapan azılı faşistler ile Kürtçüler, beynelmilelci sol liberal ile ulusalcı, Perinçek tayfası ile ‘Saadet’ tayfası, TÜSİAD ile ‘antikapitalist Müslümanlar,’ ‘hocaefendisi’ne ‘mesih’ gözüyle bakanlar ile dinin ‘d’sinden bile rahatsız olacak derecede keskin dinsizler ve daha niceleri, hepsi de ‘bu ülkede bütün kötülüklerin anası Ak Parti ve babası Recep Tayyip Erdoğan’ düşkünlüğünde bir söylemde buluşmak üzere nasıl biraraya gelebildi sahi?

Cevabı, yüz sene önceden, Hutuvat-ı Sitte’de Bediüzzaman veriyor:

“Her bir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan sûretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihanın her tarafına kundak sokan el-hannâs, altı hutuvâtıyla âlem-i İslâm’ı ifsad için insanlarda ve insan cemaatlerindeki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır madenleri, fiilî propaganda ile işlettiriyor, zayıf damarları buluyor.
Kimi(nin) hırs-ı intikamını, kimi(nin) hırs-ı câhını, kimi(nin) tamahını, kimi(nin) humkunu, kimi(nin) dinsizliğini, hatta en garibi, kimi(nin) de taassubunu işletip siyasetine vasıta ediyor.”

Metin Karabaşoğlu

Molla Said’i Bilmeyenlere Takdim Olunur

sait.molla“HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?”

Said Molla (d. 1880, İstanbul – ö. 1930, Yunanistan), Osmanlı devlet adamı, Şûra-i Devlet üyesi, Adalet Bakanlığı Müsteşarıdır. Mütâreke Dönemi’nde (1918-1922) Türk Millî Mücadelesi’ne muhâlefeti ve İngiliz taraftarlığıyla öne çıkmış bir isimdir. Yüzellilikler arasında yer alır.

1880 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Anadolu Kazaskeri Mustafa Neşet Molla’nın oğlu, II. Abdülhamit devri şeyhülislâmı Cemalettin Efendi’nin yeğenidir. Ravza-i Terakki, Şems-ül Maarif ve Numûne-i Terakki okullarında eğitim gördü. 1892’den itibaren saray ve ilim adamlarına verilen “tarik maaşını” almaya başladı. Öğrenimine Medreset-ül Kuzat’ta (Kadı mektebi) devam etti. 1900 yılında Mektubî-i Meşihat-ı Ulya Kalemi Hulefalığı’na ve 1902 yılında da bu göreve ilaveten Bâb-ı Fetvâ Sicil Kalemi Müdür Muavinliği’ne tayin edildi. 1903 yılında Medreset-ül Kuzat’tan mezun olduktan sonra eğitimini Fatih Camii müderrisi Tokatlı Şakir Efendi’nin yanında sürdürdü ve icazetname almaya hak kazandı. 1904 yılında Küçük Çekmece Kadı Vekilliği’ne, aynı yıl içinde ayrıca Şura-yı Devlet Bidayet Mahkemesi Aza Mülâzımlığı’na atandı. 1908 yılında Şura-yı Devlet İstinaf Mahkemesi Azalığı’na terfi etti. 1909 yılında bu görevden ayrılarak Galata Kadı Müşavirliği’ne atandı. 1910 yılında Mahşer adlı bir gazete çıkarması ve beyânnâmeler yayımlaması üzerine Divân-ı Harb-i Örfî tarafından 2 ay hapse mahkum edildi ve görevden alındı. 1912 yılında Mahkeme-i Evkâf Kadı Muavinliği’ne, 1913 yılında da Anadolu Kazaskerliği Müşavirliği’ne tayin edildi. 1915 yılında Osmanlı Devleti’nin bütün mahkemelerinde avukatlık yapabilme hakkı kazanarak avukat oldu.

1918 yılı sonunda Yeni İstanbul (Türkçe İstanbul) gazetesini yayınladı. Gazetenin 9 Kasım 1918 tarihli ilk sayısında “İngiltere ve Biz” adlı bir yazı yayınlayan Said Molla, 1919 yılında İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kurarak cemiyetin başkanlığını yaptı. 1920 yılında bir süre Adliye Müsteşarlığı görevinde bulundu.

O yıllarda İngiliz Yüksek Komiserliği’nde üniforma ile dolanan Papaz Frew diye bir ajan vardı. Frew, Sait Molla’yı 300 lira maaşa bağlamış, zamanın Adalet Bakanlığına müsteşar tayin ettirmişti. Bir de Şuray-ı Devlet azası yapmıştı ki hayır kurumu kisvesi altında İngiliz himayesinin bayraktarlığını yürütebilsin.

26 Ağustos 1922’de başlayan Büyük Taarruz sonucu Türkler tarafından kesin zafer elde edilmesi üzerine Kuvay-ı Milliye’ye başından beri muhalefet etmiş olan Said Molla, telaşa düşen diğer bazı muhalifler gibi İngiliz elçiliğine sığındı. Kendisine İngiliz General Harrington tarafından özel bir pasaport verildi. Bu pasaportla Mudanya Mütârekesi öncesinde ülkeyi terk etti. Ülkeden çıktıktan sonra sırasıyla şu ülkelerde bulundu: Romanya, Fransa, İtalya, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan.

Romanya’da bir yıl kadar kaldı. 1923 yılı Ekim ayı başında bu ülkeden sınırdışı edildi. Kendisi gibi kaçarak Romanya’ya gelmiş olan eski İçişleri Bakanı Mehmed Ali Bey ile anlaşmazlık yaşayan Said Molla’nın Mehmed Ali Bey hakkında yaptığı aşağılayıcı yayınlar Bakanlar Kurulu kararı ile Romanya’dan çıkarılmasına neden oldu. Romanya’dan ayrıldıktan sonra kısa bir süre Fransa’da kaldı. 3 Aralık 1923 tarihli “Muhaliflere Hitabım” başlıklı risalesini İtalya’da kaleme aldı. Bu risalenin içeriği zararlı görülerek Türkiye’ye girişi yasaklandı. 1924 yılında TBMM’nin çıkardığı yüzellilikler listesinde yer aldı. TBMM, hazırladığı 150 kişilik liste dışında kalan İngiliz işbirlikçilerini afetti; “Türkçe İstanbul Gazetesi sahibi Said Molla”, listede 98. Sırada yer alan isimdi. Mısır ve ardından Kıbrıs’a gitti. Kıbrıs’ta 5 yıl (1925-1930) bulundu. Burada Kıbrıs Türklerinin Mustafa Kemal devrimlerini takip etme ve uygulamaya koyma girişimlerini baltalamaya çalıştı[3]. Ancak çalışmalarında başarılı olamadı. Kıbrıs’tan sonra gittiği Yunanistan’da 14 Temmuz 1930’da hayatını kaybetti.

Bkz. Yrd. Doç Dr. Mehmed Demiryürek, Kıbrıs’ta Bir 150’lik: Said Molla (1925-1930), Mustafa Kemal Araş-tırma Merkezi Dergisi, Sayı 57, Cilt: XIX, Kasım 2003.

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

 www.NurNet.org

Hz. Üstad Kurtuluş Savaşında (Şiir)

Düşman içki getiriyordu gemiler dolusu

Hasımda olsa yanan insandı bunun sonucu

 

Üstad, kurucuları arasında yer aldı Yeşilay’ın

Maddi, manevi yanmaması gerekirdi insanın

 

Osmanlının payitahtı İstanbul işgal edildi

Hikmetli mücadele etmek gerekti şimdi

 

Tanin’de, diğer gazetelerde yazar makaleler

Okuyunca yazısını deli oldu düşman kuvvetler

 

Düşmana, basın yoluyla ölümüne hücum etti

Değil susmak, kamuoyu oluşturmak gerekti

 

“Tükürün İngiliz lâininin hayâsız yüzüne” diye

Bediüzzaman haykırıyordu her makalesinde

 

“Ey ekpek-ül küpekadan tekepküp etmiş köpek”

Diyerek, kimin haddi idi böyle makale neşretmek

 

Gizlice üstadı arıyordu, dessas sinsi İngilizler

Verildi karar, yakalayıp hemen öldürecekler

 

Üstad, Hutuvât-ı Sitte isimli kitap yazdı

Bir gecede bastırıp tüm İstanbul’a dağıttı

 

İngiliz Anglikan kilisesinin mağrur başpapazı

Darül-Hikmetil İslami’yeden  soru sormaz mı?

 

Altı sual sordu, istedi altı yüz kelimeyle cevap

Üstad tükürdü yüzlerine, kazandı binlerce sevap

 

Din vatan millet için kuruldu müderrisler cemiyeti

Bediüzzaman bu derneğin oldu en saygın üyesi

 

Şeyhülislam kurtuluş savaşı aleyhinde

Üst üste beş fetva verir, işgalcilerin lehinde

 

“Bunlar zulme, adalet; cihada, isyancı; diyor”

“Esarete, hürriyet; ismi takıp, milleti kandırıyor”

 

“İşgal altındaki idarenin, fetvası geçerli değildir”

“Mücadele eden asker hem gazi, hem de şehittir”

 

Verilen fetvayı canı pahasına etti ret

Böyle tutumda olmak büyük bir cesaret

 

Kuva-yı Milliye hareketine açıktan destek verdi

Üstad; bu cennet vatan kurtulacak diye kükredi

 

Bekir Özcan

www.NurNet.org

İngiliz Öğretmen Müslüman Oldu

İngiliz Daily Mail gazetesinin sitesinde dün, günün en çok okunan haberi iki çocuk annesi İngiliz stajyer öğretmenin 4 hafta önce Müslüman olduğunu anlatan haberiydi.

Daily Mail gazetesine konuşan Heahter, İslam’ın eski sığ yaşamında bulamadığı gerçek sevgiyi ve mutluluğu getirdiğini söyleyerek “İnsanlar bana baskı uygulandığını düşünüyor, arkadaşlarım bunun da geçici heveslerimden biri olduğunu düşünüyor.

Fakat ben güçlü, kendine güvenen özgür bir kadınım. Müslüman olması ihtimal dışı olan insanlardan biri olduğumu biliyorum. Bu durum beni de şaşırtıyor. Fakat bunu sevgi ve mutluluk için yaptım, hayatım tamamen değişti” dedi.

Haber 7

Bediüzzaman İşgalcilere Karşı (Şiir)

Bin dokuz yüz on sekizde İstanbul’a geliyor
Muhteşem gelişi ile şehir çalkalanıyor

Gazeteler manşet atıp gelişi bildirilir
Büyük zatlar tarafından O’na kıymet verilir

Herkes O’nu cephedeki halleriyle tanıyor
Gösterdiği kahramanlık herkesçe biliniyor

Hükümetçe O’na “Mahreç” derecesi verilir
Doktor tavsiyesi ile dinlenmeye çekilir

Çamlıcadaki bir köşkte istirahat ediyor
Burada eserlerini aralıksız yazıyor

Kafkas Cephesinde iken Kuran Tefsiri yazdı
“İşaret’ül-İ’caz” idi meşhur tefsirin adı

Arapça yazılmış olan bu tefsirin kâğıdı
Enver Paşa tarafından bizatihi sağlandı

Enver Paşa imzasıyla bir teklif getirilir
Darülhikmet üyeliği kendisine verilir

Darülhikmetten ödenen maaşını alıyor
Kendi ihtiyacı için bir miktar ayırıyor

Geri kalan para ile eserler bastırıyor
Çıkan eserler ücretsiz halka dağıtılıyor

Dinlenme süresindeyken tefekküre dalıyor
İstanbul’daki siyaset içinde bunalıyor

Bazen Yuşa Tepesine çıkıp oturuyordu
Dünya ile bağlarını gözden geçiriyordu

O günlerde Müttefikler İstanbul’a geliyor
Mondros mütarekesini Osmanlı imzalıyor

Daha sonra İngilizler bir çıkarma yapıyor
Payitahtı işgal edip ele de geçiriyor

Desteklenmeleri için toplantı yapıyorlar
Kamuoyu oluşturup taraftar topluyorlar

Bazı bilim adamları ve muhalif yazarlar
İngilizlerin yanında dostça toplanıyorlar

Hatta ileri giderek cemiyet kuruyorlar
Şeyhülislam Mustafa’yı Başkan da yapıyorlar

İngiliz muhibbi bu zat bir fetva çıkarıyor
Cemiyete uymamayı isyan kabul ediyor

Üstad İstanbul’da iken büyük hizmet veriyor
İşgalcilerin yaptığı planları bozuyor

Şeyhülislam fetvasına karşı fetva veriyor
Kurtuluş hareketini meşru ilan ediyor

Bu neden ile Üstad’ı her yerde arıyorlar
“Her nerede olur ise yakalayın” diyorlar

Kendisi yakalanmamak için yer yer geziyor
“Hutuvat-ı Sitte”yi de gizli dağıttırıyor

İngiliz aleyhtarlığı böylece uyanıyor
İngiliz muhabbetinin etkisi kayboluyor

Ahmet Tanyeri – DİYARBAKIR

www.NurNet.org