Etiket arşivi: inkar

Bilgi’nin değil, Bilim’in İslâmileşmesi: İslâmî B/ilim

Bilgi”yi elde edip, öğrenen; yani “bilen özne” olan insan zihni yönelmeden ve araştırma / gözlem yapmadan önce de; “varlık (kâinat)” ve varlığa mündemiç (içkin) “bilgi (veri / data – information – knowledge)” zaten “müslüman”dır. Diğer deyişle: İnsan zihninin konusu olmadan önce de; “kâinat” ve kâinatın taşıdığı ve işaret ettiği “mesaj ve bilgi”, ontolojik olarak ve fıtraten ve reel olarak zaten “müslüman” ve “mü’min”dir.

Varlık” ve “varlığın bilgisi”nin müslüman ve mü’min olması; kâinatın, Rabbimiz’in mahlûku olup, O’nun isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürü olması nedeniyle olup; bu, varlığın, O’nun “Tekvinî Kurallarına” teslim ve “Kevnî Şer’îât”ına uymasından da anlaşılmaktadır.

Bu açıdan “Bilgi’nin (knowledge) İslâmileşmesi” isimlendirmesi problemlidir. Daha başlangıçta, problemin yanlış teşhisinden kaynaklanan, bu yanlış ifade; sanki “kâinat ve kâinattaki bilgi daha önceden müslüman değilmiş de; sonradan biz o bilgi’ye İslâmî bir epistemolojik kılıf ve anlayış ekliyoruz; ikinci bir elbise giydiriyoruz; ikinci bir kimlik ve katman eklemeye çalışıyormuşuz” gibi yanlış bir anlam ve algı uyandırmakta. Yani bu ifadeden, sanki “bilgi’yi kendi inancımızın rengine boyuyormuşuz” gibi bir anlam çıkmakta. Halbuki problemin doğru teşhis ve ifadesi: Bilim’in (science) İslâmîleşmesi olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır.

Aksi hâlde yanlış tespitlerle, yanlış sorular sorarak, doğru cevaplara ulaşamayız; çünkü yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde, “doğru cevap nedir”den önce, “doğru soru nedir” sorusunun cevaplandırılması gerekiyor. Çünkü problemi doğru teşhis etmek, çözümün yarısıdır.

Problemin doğru ifadesi: “Bilgi’nin (knowledge) değil, Bilim’in (science) İslâmîleşmesi” olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır demiştik.

Çünkü “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ve  “bilim (science)” kavramları, farklı anlamlara gelmektedir. Kâinata içkin “bilgi”yi, Bilimsellik Kriterlerine göre, Bilimsel Yöntemlerle keşfetmeye çalışma ve bunun için Bilim/sellik Felsefe ve Metodlarına göre gözlem ve ölçüm, araştırma ve deney yapmaya ve bunun sonucunda elde edilmiş Bilimsel Bilgi’ye “bilim (science)” diyoruz. Bu açıdan; “bilgi”nin evrenselliğinden sözetmek anlamlıdır ama “bilim”in evrenselliğinden de sözedemeyiz.

Tespit ettiğimiz bu “bilgi – bilim” ayrımına göre, örneğin: “Belli şartlarda, suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi”dir, “ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim” (science) değildir. Zaten mevcut Bilim ve Bilimsellik’in 1800’lü yıllarda doğup; sistemleşme ve kendi kavram ve yöntemlerini şekillendirmesinden, asırlarca sene önce de, suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alıyor veya alacaktı.

Mevcut Bilim’in “seküler” olup, “inanç” barındırmadığı; “nötr” ve “tarafsız” olduğu yanlış düşüncesine yolaçan sebeplerden birisi: “Bilim (science)” ve “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ayrımının yapılmamış olmasıdır.

Halbuki varlığın “bilgi”sini (knowledge) keşfetmenin yöntemlerinden biri olan “bilim” (science) ve “bilimsellik” (scientific); yola çıkarken, başlangıçta kabul ettiği felsefe; doğru önvarsaydığı aksiyom ve kullandığı yöntem ve kriterler ve bu paradigmalarına göre evrende keşfettiği bilgilerin tasvir ve ifadesinde; müslüman olmayıp, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralisttir.” Yani “Bilim/sellik”, sanıldığı gibi; evren gözlem – ölçümleri ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif, olgusal ve lâik değildir. Bu konuda “agnostik (bilinemezci)” bile değildir.

Zaten “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; ayrıca insanın “beşerîyet ve sınırlılığı” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değildir.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreç, kanun ve kuvvet, sebep ve mekanizma, tesadüf ve zorunluluklar”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Böylece, evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge), “bilimsellik” (scientism) Filtresinden geçerek, “bilim” (science) hâline dönüşmesi ve “bilimsel bilgi” olarak ifade edilmesiyle; bize böyle, “sahte ve kurgusal, sihirli ve masalsı” bir evren sunulmakta.

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in “yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar, bölünür” gibi; düpedüz “ifade ve gramer, mantık ve bilgi” yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilerek, bize sunulur.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar bunlar.

Bilimsellik Felsefesi, her ne kadar “lâik ve seküler, nötr ve tarafsız” olduğunu iddia etse de; sonuçta Rabbimiz’in evrendeki “fiil ve eserlerini” incelemektedir. Bu sebepten; Bilim’in, madde ve evren hakkındaki gözlem ve tasvir ve açıklamaları; ister istemez, “Rabbimiz’in evrendeki icraat ve münasebetinin ne olduğunun” da tasviri olmaktadır. Yani Bilimsellik Felsefesi; “lâiklik ve sekülerlik” iddiâlarıyla, kendini “din”den ne kadar ayırmaya çalışsa bile; (Rabbimizin icraat ve eserlerini incelediği için) kaçınılamaz bir zorunlulukla, dinimizin alanına girmekte; bazı itikadî ve amelî esaslarımızı tenkid ve ret veya te’yid ve kabul etmektedir.

Diğer yandan: Bilim, ne kadar lâik ve seküler olmaya çalışsa bile; bizim dinimiz lâik ve seküler değil! Çünkü ve zaten, “din (İslâm)” dünyadaki davranış ve dünyevî amellerimizi düzenlemek için gönderilmiştir! Ve Rabbimiz bizi dünyaya gönderirken; “bazı kamusal alan ve zamanlarda ve ilmî çalışmalarınızda serbestsiniz, ne yaparsanız yapın, karışmıyorum” da dememiştir!

Başta “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değil demiş ve buradan Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nin “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olduğunu söylemiştik.

Çünkü inançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir; yani gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâil ve Ustası var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem ve koordinat noktası yoktur. Dahası; hükmün askıya alındığı veya agnostik tavır takınabileceğimiz; yani eşyanın objektiviteye izin verdiği “nötr ve flû” alanlar da yoktur.

İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için; yaptığımız gözlem ve ölçüm, araştırma ve açıklamalarımızın ifadesinde; başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız şıkka göre, kelime ve cümlelerimizi belirleriz. Gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, başlangıçta doğru varsaydığımız bu paradigmalara göre yaparız. Çünkü “var(mış) – yok(muş)”un ortası, yani üçüncü bir ihtimâl olmadığı için; inançtan bağımsız, yani “olgusal ve nötr, tarafsız ve objektif” bir ifade biçimi üretemeyiz.

Bilim’in “Bilimsellik Felsefesi” ise; başlangıç aksiyom ve önkabülü olarak, “evrenin varlık ve işleyişinde; Tanrı yok(muş), varsa bile karışmıyor(muş)”u doğru önvarsaydığı için; mevcut “Bilim”, (kendini konumlayış biçimi ve kendini tanım ve ta’rifi icabı ve seçtiği yöntem olarak) “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; “lâik ve seküler, nötr ve nesnel, tarafsız ve objektif, evrensel ve olgusal” değildir.

Bilim’in Bilimsellik Felsefesi, Lâik ve Nötr değildir / Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonu

“Bilgi” ve “bilim” arasındaki farkı anlatırken; “suyun belli şartlarda, 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”nın “bilgi, ölçüm bilgisi” olduğunu; fakat “bilim (science)” olmadığını söylemiş; fakat “bilim” ve “bilimsel bilgi ve ifade”nin ne olduğunu yarım bırakmıştık. Bu örnekte; suyun “ölçüm bilgisi”nden sonra; “ne, neden, nasıl” gibi sorular eşliğinde; “su’yun nedeni ve kaynağı” gibi soruların araştırılmasında “bilim” devreye girer.

Suyun bu kaynama ölçüm ve keşif aşamasından sonra, sıra, bu suyun neden ve nasıl olduğu ve kaynağına gelince; meselâ Rabbimiz’in yağmur fiil ve eser, sonuç ve ni’met, rahmet ve rızkı; Bilim’in elinde “yağmur nasıl oluşur, suyun çevrimsel döngüsü” gibi kavramsallaştırma ve başlıklarla, önce Rabbimizle olan irtibat ve çağrışımı kopartılır.

Sonra; “yaratma” yerine, oluşum; “rızık / ni’met” yerine, gıda maddesi; “sevk-i İlâhî ve ilham” yerine, içgüdü ve sevk-i tabiî; “İlâhî kanun ve Sünnetullah” yerine, tabiât – fizik – kimya kanunu gibi isimlendirme ve kavramsallaştırmalarla; kelimelerin ve işaret ettiği madde ve olayların, Rabbimiz’i gösteren “şeffafîyet ve aynalığı” giderilir!

Sonra, “yağmur”u Bilimsel olarak tasvir edip – nedensellerken kullanılan; “ısıyla buharlaşıp, yükselir; rüzgârla taşınıp, çarpışır; birleşir ve ağırlaşır; soğuk hava ve alçak basıncın da etkisiyle yoğunlaşır, soğur; sonra yerçekimi etkisiyle yere düşer” gibi Bilimsel ifadelerle; güya “otomatik bir makina ve mekanizma” ve “kendi kendine işleyen bir sistemden” bahsediyormuş da; bu sebepten, yağmurun yaratılma ve inşasında, herhangi bir “fail ve ustaya” ihtiyaç yokmuş altmesajı verilir.

Bilimsel Yöntem’in, cümlelerini, böyle “failsiz” veya “sahte faillerle” kurgulaması ve olayları sadece “neden – sonuç ilişkisiyle” şablonize edip; bu “yatay deterministik kalıplarla” ifade etmesi; kâinatın, Rabbimizle olan münasebet ve illiyetini, zihinde kesip; kâinatın, âyet ve delil ve mesaj olma vasfını kapatıp – köreltme işlevi görür.

Bu açıdan, “yağmur”la ilgili Bilimsel Bilgi ve Açıklama / İfadeleri; “Yağmur; İlâhî bir fiil / faâliyetin, İlâhî bir eser ve sonucu mu; yani O’nun icad ve ihsan ve ni’meti mi; yoksa evrendeki neden – sonuç ilişki ve işleyişinin, gayet tabiî ve olması gereken, doğal bir sonucu mu?” sorusuna; “inkâr” ve “şirk” lehinde verilmiş bir cevap olarak okuyabiliriz. Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde, “bazı sebep ve mekanizmalar” gibi; O’ndan bağımsız ve kendi kendine ayakta duran ve işleyip, çalışabilen ve eser / sonuçlar üretebilen “ortakları” olduğu iddiasını, delillendirme çabası olarak okuyabiliriz.

Yani Bilimsel Bilim’e göre, “yağmur”; hiçte “mu’cizevî” olmayan; yani Allah’ın işi ve fiili ve eseri gibi görünmeyen; (ve zaten Bilim’in yağmur için gösterdiği sebep ve mekanizmalar yeterli olup, ayrıca ek bir neden veya fail de gerekmeyen; yani yağmur için, öyle “Tanrısal çapta bir güç” ve müdahaleye de ihtiyaç olmayan); gayet doğal ve olağan bir sürecin, gayet normâl bir neden – sonuç ilişkisinin, tabiî ve zorunlu bir sonucudur!

Biz ise; gözlem ve araştırmalarında “kim ve niçin / anlam ve amacı ne” sorularını bilimsel bulmadığı için dışlayan; bu soruları “metafizik” görüp, “bilgi ve araştırmanın” değil, “inanç ve din, felsefe ve metafiziğin” konusu gören Bilimsellik Felsefesi’nin bu ateist varlık ve bilgi anlayışını kabul etmek zorunda değiliz.

Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarında, “yağmur”; sanki failsiz ve zaten, fail’e mantıken ihtiyaç ve gerekte olmayan; yani kendi kendine (“yerçekimi – güneş – buharlaşma – soğuma – basınç – rüzgâr” gibi doğal neden ve süreçler ve deterministik zorunluluklarla)”; yani otomatik olabilmesi mümkün(müş) ve olan da, bu mümkün’ün gerçekleşip, vukû bulması(ymış) inancına göre kurgulanıp, tasvir edilir!

Bu yetmezmiş gibi bir de; Bilim/sellik’in, “yağmur”u determine ederek Rabbimiz’den kopartan bu “ateist ve determinist, materyalist ve natüralist” isimlendirme ve tasvirlerinin; güya “yağmur”un, olgusal ifade ve objektif açıklama, tarafsız nedenselleme ve evrensel tasviri olduğu iddia edilir!

Üstelik; Bilim’in “varsa bile işleyişte fonksiyonu olmayan ve evrene karışmayan âtıl Tanrı(!)” inancına göre şekillenmiş bu “Bilimsel Bilgileri”nin; “inançtan ve taraftan bağımsız Bilim” tarafından, “nötr bilimsel yöntem ve gözlemler” sonucuyla elde edildiği iddia edilir!

Halbuki, “yağmur” örneğinde de görüldüğü gibi; “Bilimsel Bilgi” yani “bilim”in (science), madde ve evrenin faâliyet ve işleyişini anlatan ifadelerinin ekserisi; “bu faâliyet, işleyişlerin Tanrıyla ilgisi yoktur; hem Tanrı var olsa bile, bu otomatik sistem ve deterministik zorunlu işleyişe karışmamaktadır; yani bu olay İlâhî değil, tabiîdir; bu hâdise, İlâhî bir fiilin iradî bir eseri ve sonucu değil; doğal bir işleyişin zorunlu bir sonucudur; yani evrendeki işleyişi nedensellemek ve açıklamak için, doğaüstü herhangi bir fail ve nedene atıf yapmaya zaruret ve ihtiyaç yok; evrendeki hareket ve sonuçlarını nedensellemek ve açıklamak için, Tanrı boyutunda süper bir güce ihtiyaç ve zaruret yok” inanç ve felsefesine göre ve sanki bu aksiyom ve önkabül doğruymuş gibi; bu “ateist zeminde kodlanır ve sunulur! Bu ateistik arka plâna göre kurgulanmış ve oluşturulmuş Bilimsel Bilgi ve ifade ve tasvirlerdeki, bu “subliminâl mesajlar”; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza fısıldanır!

Dahası: Bilinçaltımıza sessizce fısıldanan bu “subliminâl mesajlar”; Bilimsel jargon ve teknik terimlerle dizayn edilerek, cazibeli bir şekilde sunulan Bilim’in bu “virüslü tasvir ve cümleleri”; zihnimize çizdiği bu “ateistik senaryo ve hikâyeler”; şuurumuza direkt olarak ve açıkca “Allah yoktur; varsa bile, evrenin işleyişine etki ve müdahalesi yoktur; zaten varlığın, varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zarurette yoktur(!) Yani O’na inanmak için, evrende, hiçbir mantıkî gerekçe ve neden, aklî ve gözlemsel delil yoktur” demekten, çok daha etkili ve yıkıcıdır!

Yani Bilimsellik Felsefesinin, evrendeki olayları “yatay deterministik neden – sonuç şablonlarıyla” tasvir edip – açıklaması; yani faile gerek yokmuş gibi ve failden hiç bahsetmeden, “şu şu, şu sebepten oluyor” demesi; “bu işi Allah yapmıyor” demekten, çok daha te’sirli ve ikna edicidir! “Evrendeki işleyişe Allah karışmıyor” demekten çok daha aldatıcıdır!

Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsellik Kriterlerinin ürün ve sonucu olan “Bilimsel Bilgi / Bilim”in, altmesaj olarak bize empoze ettiği bu “ateistik varlık ve evren ve bilgi anlayışı”; şuurumuza direkt, inkâr ve şirkin reklâm ve progagandasını yapmaktan çok daha etkili ve ikna edicidir! Çünkü mesajlar, şuurumuza farkettirilmeden, direkt şuuraltımıza ilka ve şırınga edildiğinden; biz de herhangi bir tepki ve itiraz, savunma ve cevap verme ihtiyacı uyandırmaz.

İbret vericidir ki: “Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenimizde etken olup – olmadığı, Bilim’in konusu değildir ve Bilimsel olarakta ispatlanamaz; bizim konumuz, sadece deney – gözlem yapabildiğimiz ‘madde” diyen Bilim’in; konu “Tanrı’nın olmadığı veya kâinatla münasebeti ve içindeki maddeye etki ve illiyetininin olmadığına” gelince; hemen “hayır, yok” diyerek, bunu konusu içine almakta bir sakınca görmemektedir! Yani Bilim; inanç ve dinden bağımsız ve ayrı ve konu olarakta farklı olduğunu söylerken; keşif ve gözlemlerini, “ateizm(küfür ve şirk) lehine tanzim etmeyi, gayet “bilimsel” görmektedir!…

Neredeyse dünyaya gözümüzü açtığımız günden beri; evde, okulda, sokakta, medyada ve okuduğumuz kitaplarda; sık sık ve tekrar tekrar maruz kaldığımız bu “Bilimsellik Sihri” ve programlamasının etkisinden kurtulmak çok çok zordur! Üstelik; Bilim’in bu “Gizli Ateist Subliminâl Mesaj”, bu virüslü bilgi ve kodlarının farkında bile değiliz! Bir şekilde farkında olsak bile; bu kirli ve frekansı parazitli mesajlara karşı geliştirdiğimiz, hazır bir “antivirüs programımız” da yok!

Varsa ve olsa bile “Tanrı”ya, sadece evrenin başlangıcında (domino taşlarında ilk hareketi veren gibi)İlk Neden” olarak küçük bir rol veren “Bilim/sellik”in; artık evrenin ihtiyacı kalmadığı, şimdi âtıl ve gereksiz olan bu “İlk Neden Tanrısı”na, verdiği bu küçük rol de, kerhendir! Bu İlk Neden Tanrısını reddetmemesi de, bir süreliğinedir! Çünkü: “İleride Bilim; evrenin başlangıcını da çözüp – nedensellediğinde, bu karanlık noktayı da aydınlattığında; bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de mantıkî bir zorunluluk ve neden veya aklî bir gerekçe kalmayacak” derler!

Alenî deist” veya “gizli ateist” olan; sıkıştırınca da “bunu gözleyip – bilemeyiz, dolayısıyle Tanrının varlık – yokluğu gibi meseleler Bilim’in konusu ve sahası değil” diyerek “agnostizme” kaçan Bilimsellik Felsefesi ve ürettiği “eser, müessirsiz ve fiilsiz; fiil de failsiz olabilir ve olur” gibi mantıksızlıklarını ve “evrende olanların neden ve nasılı; sebep ve mekanizma, madde ve kanunlarla nedensellenip – açıklanabiliyor olup; evrenin varlık ve işleyişinde, Tanrı gibi bir fail ve özne aramaya mantıkî veya gözlemsel bir zaruret ve neden yoktur” gibi inanç ve aksiyomlarını kabul etmek ve ölçüm – gözlemlerimizi de, bu “deist” veya “ateist” cümle ve kurgularla ifade etmek zorunda değiliz!

Bilim ateizme Alet edilmiyor, Ateizmin Kendisi!

Bu yazımızda yaptığımız “bilgi” ve “bilim” ayrımı ve bilim’in evrene, önvarsayım olarak “Tanrı yok(muş), varsa bile işleyişe karışmıyor(muş)” tarafından baktığı ve açıklamalarına, “asıl fail olan Rabbimiz” yerine başka failler ikame ettiği gibi noktalar dikkate alınırsa; sonuç olarak: Bilim, ateizm ve materyalizme alet edilmiyor olup; bilakis ateizmin kendisi olmaktadır!

Çünkü: Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik makina” gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiât + Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inancının şekillendirdiği bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani Bilimsel İfade, denklem ve formüllerinde Allah’ın bulunmadığı bir kâinat tasavvuru kurgulanıp, inşa edilir! Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır.

Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonuyla; madde ve sebepleri, fiil ve eserlerinde bir “alet – edavat” olarak kullanan Rabbimiz; (gözümüze yaklaştırılan küçük bir kibrit çöpünün, arkasındaki koca dağı kapatması gibi); Bilim’in de, “sebepleri” gözümüze yaklaştırıp – büyütmesiyle; görünmez olur.

Bir illüzyonistin dikkatimizi belli bir yöne çekerek; buradan, asıl yapacağı şeyi gözümüzden kaçırıp, elçabukluğuyla yapması gibi veya bir hipnoz uzmanının, dikkatimizi belli bir noktaya veya sese yönlendirip, odaklamaya çalışması gibi; Bilim de, dikkatimizi evrendeki bazı “sebep ve maddî nesnelere” yönlendirip – zumlayarak; buradan, “asıl ve tek faili”; yani “madde ve sebepleri, icraatında alet olarak kullanan Rabbimizi” görüşalanımızdan kaçırıp – gizler!

Bu Bilimsel Cümle ve ifadelerin tekrar ve telkiniyle; dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu zihinsel bombardıman neticesinde, Rabbimiz’i bize unutturur. Bu zihinsel manipülâsyon ve programlama sonucu; artık “bir harf bile failsiz ve yazar/yazansız olamadığı hâlde; her ‘atom’ harfinde bile ayrı ve muhteşem bir kitap yazılmış bu kâinat, nasıl failsiz ve yazarsız olabilir!?” sorusu akla bile gelmez! Gelse de, merak edilmez. Merak edilse de; Bilim/sellik’in ona da “failsiz, yani otomatik, yani kendi kendine, yani çeşitli madde ve sebep ve kuvvetlerin etkisi ve itme – çekmesiyle, yani çeşitli tabiî ve deterministik fizik – kimya kanun ve mekanizmalarıyla işleyen” formatında, Bilimsel bir cevabı vardır!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in, zihin ve bakış açımıza yaptığı “etki ve sihir” ve olmayanı olur(muş) gibi gösteren “illüzyon ve hokkabazlığı” burada bitmez. Sonraki aşamada; Bilimsel Cümle ve tasvirler kanalıyla, bilinçaltımıza enjekte edip – gönderilen “subliminâl mesajlar” ve “kirli – virütik bilgilerle”; bilinçaltımız kodlanır ve programlanır!

Objektif ve evrensel, nesnel ve olgusal, dinden ve inançtan bağımsız ve ayrı olduğuna inandırdığı için; kendisini, ülke ve milliyet, din ve inanç farketmeden, her yere kabul ettiren “Bilim ve Bilimsellik Felsefesi”nin; inanç ve itikadımızda yaptığı tahribat ve yıkımı halâ tüm boyutlarıyla farkedebilmiş değiliz.

Kendi ateizm ve materyalizm, determinizm ve natüralizm inancına göre; evren gözlem ve araştırmalarında “kim, niçin / niye, anlam ve amacı ne” sorularını dışlayan ve bu tür soruları spekülâtif kabul edip; bunları, “bilgi ve araştırma, delil ve gözlemin” değil; “felsefe ve din / inançların” konusu gören “Bilim”in bu inanç esaslarını kabul etmek zorunda değiliz.

Şimdi – şurada”da olmadığı için araştırma ve gözlem – deney yapma ve tekrarlama imkânı olmayan “Big Bang”in olduğunu “kızılötesi kayma ve kozmik fon radyasyonu” gibi ikinci derece delil ve gözlemlerden bilen veya teorik – matematiksel hesaplamalardan bulan; hatta “yerçekimi/kütleçekimi/gravitasyon” gibi “şimdi – şurada” olduğu hâlde, fiziksel varlığını hiçbir şekilde gözlemleyemeyen, fakat etki ve te’sirlerinden “var” kabul eden “Bilim/sellik”in; sıra “Tanrı, Nübüvvet, melek, vahiy” konularına gelince; “bunlar metafizik ve inanç işi; bu konularda gözlem ve deney, ölçüm ve araştırma yapılamaz ve hiçbir şekilde delil – ispatı da yapılamaz” demesi, tam bir çifte standarttır! Evet Rabbimiz’in “Zât”ı gözlenemez ama; “etki ve te’sir, fiil ve eserleri” meydanda!

Hem Bilim’in en temel amaçlarından birisi de: Görüp – gözlemlediklerinden, görmediklerini öngörmek ve tahmin etmek değil mi!? Şimdi/şuradaki gözlem – deneylerinden, geçmiş ve gelecek hakkında bilgi ve bulgular elde etmek değil mi!? Somut gördüklerinden, soyut kanun ve prensiplere ulaşmak değil mi!? Gördüğü varlık ve işleyişten (teorinin öngördüğü); “teoriye göre, evrende şöyle birşey de olması gerekir” deyip, henüz göremediği o varlık ve boyutları, keşfetmeye çalışmak değil mi!?

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (5)

Metabilim: Sihrin Yapısı

Bilimsellik Felsefesi; başlangıçta yola çıkarken, aksiyom olarak doğru önvarsaydığı: Evrende Tanrı’nın olmadığı; varsa bile işleyişe karışmadığı ve hiçbir şeyin nedeni ve faili olmadığı inancıyla tutarlı olarak; Bilimsel İfade ve Yayınlarında, “Tanrısız (ve Tanrıya dair hiçbir işaret ve delil de olmayan)” evren tasvirleri inşa eder. Bilim’in bu seküler ve lâik, hakikâtte ateizm ve inançsızlığı destekleyen bu “bilimselliği”; mâsum ve öylesine bir tercih olmayıp; Bilim’in kendisini de aşan sonuçları vardır.

Çünkü, Bilimsel Bilgi’nin görünen anlamının altında saklı; bu ateist tasvir, failsiz cümle, öznesiz ifadelerdeki gizli ve derin altmesaj ve anlamlar”; bilincin filtrelerine takılmadan, direkt bilinçaltımıza işler. Bilim/sellik’in bir “truva atı” işlevi gören virüslü ifadelerinde saklı bu “subliminâl ve hipnotik mesaj ve telkinler”; (bilincimizin antivirüs programlarına takılmadan; “bilim / bilimsel bilgi” ambalajıyla direkt bilinçaltımıza enjekte edildiğinden;) savunmasız olan zihnimizin tüm algı ve inanç ve davranış kodlarını kırar ve etkisiz hâle getirir.

Varsa bile, evrendeki işleyişe karışmayan; yani evrendeki fiil / faâliyetlerin, “faili” ve eserlerin, “müessiri” Allah olmadığını varsayan; yani Rabbimiz’i kabul etmeyen (üstelik; “bu işleyişte, faile mantıken zaruret ve ihtiyaç yok ve hem zaten ampirik olarak da böyle bir faili gözlemedik” diye ret ve inkâr eden)Bilimsellik Feslefesi”; bu kabul etmeme veya reddininin kendisini götürdüğü zorunlu mantıkî sonuç olarak; evren içerisindeki bir takım “madde ve sebepleri”; (atom, kuvvet, mekanizma, kanun, uzun zaman, mutasyon gibi); evrendeki işleyiş ve sonuçlarının, bizzat “fail ve idare edeniymiş” gibi gösterir. Yani Bilimsel Cümle ve İfadeler içerisinde geçen bazı “nesne, madde, zaman, sebep, öğeler”; işleyişin faili ve öznesi ve bizzat yapanıymış gibi sunulur.

Böylece, Mantık ve Dil’de, cümle içerisinde “fail ve özneye” duyulan zaruret ve ihtiyaç; bir takım nesne ve sebeplerin, Rabbimiz yerine ikame edilmesiyle giderilir! Bu “failsiz” veya “sahte faillerle” yapılan evren tasvirleri neticesinde; evrende Rabbimiz’in, varlık ve ma’rifet ve muhabbetine giden / gidebilecek geniş bir yol; Bilimsellik Paradigması’nın ürün ve sonucu olan Bilim tarafından kapatılıp – köreltilmiş olur!

Böylece; varlığın, Rabbimiz’in varlık ve sıfatlarını gösteren “şeffaflık ve aynalık” vasfı olan “melekûtî boyutu”; Bilimsellik Sihriyle darlaşan zihinlerden gizlenir. Artık, iki boyutlu ve cansız, yani sahte Mona Lisa resmine bakınca, refleks olarak akla gelen “Da Vinci” gibi; evrendeki hakikî ve milyarlarca Mona Lisalar’a bakınca, sani’i olan “Allah” akla gelmez!

Evrendeki işleyişi anlatan “Bilimsel Bilgiler”in hemen hemen tamamı; “Bilim”in başlangıçta doğru önvarsaydığı bu ateistik aksiyomunun delil ve ispatı(ymış) gibi kullanılır. Yani Bilim’in keşif ve verilerinin, ateist zeminde kodlanıp – ifade edilmesi; güya bu önvarsayım doğru ve ispatlanmışta; bu Bilimsel keşif ve teknolojik başarılar da, bunun delil ve sonucuymuş algısıyla sunulur.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin arka fonunda saklı bu tür “manipülâtif altmesajlar”; cümlelerin yüzey anlamının altında (ikincil anlam olarak) ifade edildiğinden; bu tür kirli ve frekansı parazitli bilgiler; şuurumuzun dikkatine takılmadan, direkt bilinçaltımıza kodlanıp – işlenir. Bilimsel Bilgi / Bilim’in içinde saklı bu tür virüslü kod ve komutlarla, zihnimiz formatlanıp, programlanmış ve yönlendirilmiş olur.

Bilimsel Bilgi ve cümlelerde saklı, bu tür hipnotik dil kalıplarının telkin ve tekrarı neticesi, etkisi altına girdiğimiz “Bilimsellik Sihriyle”, zihin ve algı ve çağrışımlarımız bozulup, yeniden programlanmış olur. Bilim/sellik’in bu teshir ve illüzyonunun yazdığı senaryolara göre, evreni görmeye ve algılayıp, anlamlandırmaya başlarız.

Sebepler, binada kullanılan Araç ve Malzemelerdir; binanın İnşa Sebebi değil.

Şuuraltımızı elegeçiren Bilimsellik Virüsü neticesi, gerçeklik duygumuzu yitiririz. Hayâl ile gerçek arasındaki fark bulanıklaşıp – silinmeye başlar. Gerçekliğine inandırıldığımız, sahte ve kurgusal, sihirli bir evrende; evimizdeki “araç, alet – edevat” gibi, kendi kendine hareket etme kabiliyeti olmayan “madde ve sebepler”; yani etken olmayıp, “edilgen” ve fail olmayıp, “münfail” olan “nesne ve eşyalar”; tıpkı bir “çizgi film / animasyondaki” figürler gibi, kendi kendine hareket etmeye; canlı ve şuurlularmış gibi organize olup, birşeyler inşa etmeye başlarlar! Tıpkı, çizgi filmlerdeki, “çekiç – tahta – çivi – testerelerin”, havalanıp – uçuşarak, “masa – sandalye – ev” inşa etmeleri gibi.

Bilimsellik efsun ve illüzyonuyla; gerçek ve doğru olduğuna inandırıldığımız bu sihirli evrende; “atomların”, failsiz, sihirli bir şekilde uçuşarak, “tahta, ağaç, masalar” yapması; “gezegen – yıldızların”, boşlukta asılı durmaları ve dengeyi bozmadan sür’âtle dönmeleri; şapkadan tavşan çıkması gibi, yumurtalardan “kuşların” çıkması; topraktan türlü çeşitte “yemekler” çıkması; ağaçların dokuma tezgâhlarında, terzi ve tasarımcıların yaptıklarından daha mâhir, nakışlı ve desenli, “dokuma ve çiçekler” yapılması; topraktan çıkan boru ve musluklardan “incir, zeytinler” akması, tahta dalların içinden “çilek, elma, narlar” çıkması… Üzüm asmasındaki çubukların, iplik gibi incecik salkımlarından, (şişirilmiş balon gibi) üzümler çıkması… Anne karnında, göbeklerine çekilen bir kordonla bebeklerin beslenmesi; doğunca, dişşiz o bebeklerin, annelerinin sinesinden gönderilen sıvı gıdalarla, beslenmeye devam edilmesi…

Evrende olan bütün bu tuhaflıklar, bir film olarak oynatılsa; “böyle senaryo mu olur, hiç gerçekçi değil!” deyip, kanal değiştirmez miydik!? Halbuki “hayat”, kurgudan daha inanılmaz ve mu’cizevî!

Ne var ki, Bilim/sellik’in telkin ve hipnozlarının etkisiyle; bütün bu tuhaflıklar, garip ve esrarengiz olaylar; bize gayet mümkün ve ma’kûl, doğal ve olağan geliyor! Bu olanlar hakkında, Bilimsel kitaplarda “Büyüklere Masallar” tadında anlatılan; “bilimsel açıklama ve izah, tasvir ve hikâyeleri” gayet inandırıcı buluyoruz!

Bütün bunların “sebebini” bulunca, “sebep – sonuç şablonuyla tasvir edince”; sanki olayların sırrı çözülmüş; bütün bu tuhaflıklar, âdi ve sıradan hâle geliyor! Sonuçta “sebepler” de başka yerden gelmiyor; onları da Rabbimiz yaratıp – yönetiyor!

Hem “sebeplerin’, neden hiç mecburiyet yokken; bu sonuçlara, ‘sebep’ olduğu veya mecbur ve zorunlularsa; kimin zorladığı? Ve hangi sebepten ‘sebep’ oldukları” da merak edilmiyor. Merak edilmediği için de; “sebeplerin sebebi” olan; yani “madde ve sebepleri”, kudret elinde bir “alet” olarak kullanan; yani onları eserlerine “araç ve sebep” yapan Rabbimiz, hiç akla gelmiyor!

Halbuki “atom” gibi, ince ince dizilmiş bu sebeplerin; bir sürü sebep ve mâni varken, neden hiç kırılmaya uğramadığı; görünmez bir ipe dizilmiş bu tesbih tanelerinin, neden hiç kopup – dağılmadıkları sorusu, cevabı merak edilmeyecek bir soru değildir. “Madde ve sebepleri’; alet – edevat olarak kullanıp, bu şeylere ‘sebep’ yapan kim?” sorusu; ezbere “Allah’tır” denilerek, geçiştirilip – unutulacak bir soru da değildir!

Bilim’in; “şu, şu sebepten; bu, bu kuvvet neticesinde; o, o madde nedeniyle; şu da, şu kanun yüzünden; o, bileşikle; bu, çarpışmayla; şu, basınçla; bu, ısı ve yanmayla; öbürküsü de, uzun zaman geçmesi sonucu, adaptasyon ve mutasyonla, olmadı elenmeyle!” gibi verdiği Bilimsel Bilgi ve İfadeler; “ne olduğu” sorusunun cevabı ve “ne olduğunun, eksik bir tasviri” olabilir ancak; “nasıl olabildiği” sorusunun cevabı ve “nasıl olduğunun tasviri” de değildir; hele “nasıl olupta olduğunun, sebep ve açıklaması” hiç değildir! Bilim’in, olayları böyle “Yatay Deterministik Şablona” yerleştirerek, tasvir etmesi; olanların “açıklama ve izahı” değildir. Çünkü “tasvir ve betimleme” başka şey, “anlam ve açıklama” başka şeydir.

Bilim’in, gözlem – ölçüm – deney sonuçlarını, böyle Yatay Neden – Sonuç Bağlamlarıyla resmetmesi ve “sebep – sonuç artardalığıyla” modellemesi ve Rabbimiz’i de, “metafizik ve doğaüstü” diyerek; bilgi ve araştırma, evren ve fizik dışına çıkartması; bunları okuyanın zihninde, Rabbimiz’in fiil ve eserlerindeki icraatını kapatıp – keser! Halbuki biz O’nu göremesek bile; O’nun etki ve fiilleri, icraat ve eserleri “metafizik” değil; ortada, görünüyor!

Evet, “zaman ve mekân” gibi tüm boyutlardan ve “soyut ve somut” gibi tüm vücud mertebelerinden münezzeh ve bağımsız olduğundan, biz O’nu “göremeyiz” ama O “görünmez” değil! O, sınırsız ve sonsuz olduğundan, her ‘yerde’ “zahir, var ve görünür” olması başka; bizim, sınırlılığımızla O’nu “göremememiz” başkadır. Üstelik zıttı ve benzeri, misli de yoktur ki; oluşan kontrasttan, varlığını farkedebilelim. Ayrıca kâinatla münasebeti; (kâinatın) “içinde – dışında, uzağında – yakınında, bitişik – ayrı” gibi, madde ve boyut ve yaratılmışlara ait sıfatlar ve nisbetler ile tavsif edilemez ki, “maddî gözümüz” ile görebilelim. Elhasıl: O’nun mutlak vücud ve varlık, sonsuzluk ve sınırsızlığı; “göremememize” sebep olmuştur, “görünmemesine” değil. O’nun “Zahir” olması, “Bâtın” olmasının nedenidir.

Halbuki O, (eksik bir benzetmeyle); “Ressam – resim” ilişkisi ve “programcı – program / simülâsyon” illiyyeti gibi; evrenin hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde! Algılayıp – görememek, sınırlılığımızla bizden; varlık ve görmek ve görünmek ise O’ndan.

Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonu

Madde ve sebepleri, fiil ve eserlerinde bir “alet – edavat” olarak kullanan Rabbimiz; (gözümüze yaklaştırılan küçük bir kibrit çöpünün, arkasındaki koca dağı kapatması gibi); Bilim’in de, “sebepleri” gözümüze yaklaştırıp – büyütmesiyle; görünmez olur.

Bir illüzyonistin dikkatimizi belli bir yöne çekerek; buradan, asıl yapacağı şeyi gözümüzden kaçırıp, elçabukluğuyla yapması gibi veya bir hipnoz uzmanının, dikkatimizi belli bir noktaya veya sese yönlendirip, odaklamaya çalışması gibi; Bilim de, dikkatimizi evrendeki bazı “sebep ve maddî nesnelere” yönlendirip – zumlayarak; buradan, “asıl ve tek faili”; yani “madde ve sebepleri, icraatında alet olarak kullanan Rabbimizi” görüşalanımızdan kaçırıp – gizler!

Bu Bilimsel Cümle ve ifadelerin tekrar ve telkiniyle; dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu zihinsel bombardıman neticesinde, Rabbimiz’i bize unutturur. Bu zihinsel manipülâsyon ve programlama sonucu; artık “bir harf bile failsiz ve yazar/yazansız olamadığı hâlde; her ‘atom’ harfinde bile ayrı ve muhteşem bir kitap yazılmış bu kâinat, nasıl failsiz ve yazarsız olabilir!?” sorusu akla bile gelmez! Gelse de, merak edilmez. Merak edilse de; Bilim/sellik’in ona da “failsiz, yani otomatik, yani kendi kendine, yani çeşitli madde ve sebep ve kuvvetlerin etkisi ve itme – çekmesiyle, yani çeşitli tabiî ve deterministik fizik – kimya kanun ve mekanizmalarıyla işleyen” formatında, Bilimsel bir cevabı vardır!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in, zihin ve bakış açımıza yaptığı “etki ve sihir” ve olmayanı olur(muş) gibi gösteren “illüzyon ve hokkabazlığı” burada bitmez. Sonraki aşamada; Bilimsel Cümle ve tasvirler kanalıyla, bilinçaltımıza enjekte edip – gönderilen “subliminâl mesajlar” ve “kirli – virütik bilgilerle”; bilinçaltımız kodlanır ve programlanır!

Bunun için önce: Evrendeki faâliyet ve sonuçlarının, bizzat fail ve yönetici ve idare edeni olan Rabbimiz’in; örneğin yağmur fiil ve eser, sonuç ve ni’met, rahmet ve rızkı; Bilim’in elinde “yağmur nasıl oluşur, suyun çevrimsel döngüsü” gibi kavramsallaştırma ve başlıklarla, önce Rabbimizle olan irtibat ve çağrışımı kopartılır.

Bunun gibi; “yaratma” yerine, oluşum; “rızık / ni’met” yerine, gıda maddesi; “sevk-i İlâhî ve ilham” yerine, içgüdü ve sevk-i tabiî; “İlâhî kanun ve Sünnetullah” yerine, tabiât – fizik – kimya kanunu… gibi isimlendirme ve kavramsallaştırmalarla; kelimelerin ve işaret ettiği madde ve olayların, Rabbimiz’i gösteren “şeffafîyet ve aynalığı” giderilir!

Sonra, “yağmur”u Bilimsel olarak tasvir edip – nedensellerken kullandığı; “ısıyla buharlaşıp, yükselir; rüzgârla taşınıp, çarpışır; birleşir ve ağırlaşır; soğuk hava ve alçak basıncın da etkisiyle yoğunlaşır, soğur; sonra yerçekimi etkisiyle yere düşer” gibi Bilimsel ifadelerle; güya “otomatik bir makina ve mekanizma” ve “kendi kendine işleyen bir sistemden” bahsediyormuş da; bu sebepten, yağmurun yaratılma ve inşasında, herhangi bir “fail ve ustaya” ihtiyaç yokmuş altmesajı verilir.

Bilimsel Yöntem’in, cümlelerini, böyle “failsiz” veya “sahte faillerle” kurgulaması ve olayları sadece “neden – sonuç ilişkisiyle” şablonize edip; bu “yatay deterministik kalıplarla” ifade etmesi; kâinatın, Rabbimizle olan münasebet ve illiyetini, zihinde kesip; kâinatın, âyet ve delil ve mesaj olma vasfını kapatıp – köreltme işlevi görür.

Bu açıdan, “yağmur”la ilgili Bilimsel Bilgi ve Açıklama / İfadeleri; “Yağmur; İlâhî bir fiil / faâliyetin, İlâhî bir eser ve sonucu mu; yani O’nun icad ve ihsan ve ni’meti mi; yoksa evrendeki neden – sonuç ilişki ve işleyişinin, gayet tabiî ve olması gereken, doğal bir sonucu mu?” sorusuna; “inkâr” ve “şirk” lehinde verilmiş bir cevap olarak okuyabiliriz. Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde, “bazı sebep ve mekanizmalar” gibi; O’ndan bağımsız ve kendi kendine ayakta duran ve işleyip, çalışabilen ve eser / sonuçlar üretebilen “ortakları” olduğu iddiasını, delillendirme çabası olarak okuyabiliriz.

Yani Bilimsel Bilim’e göre, “yağmur”; hiçte “mu’cizevî” olmayan; yani Allah’ın işi ve fiili ve eseri gibi görünmeyen; (ve zaten Bilim’in yağmur için gösterdiği sebep ve mekanizmalar yeterli olup, ayrıca ek bir neden veya fail de gerekmeyen; yani yağmur için, öyle “Tanrısal çapta bir güç” ve müdahaleye de ihtiyaç olmayan); gayet doğal ve olağan bir sürecin, gayet normâl bir neden – sonuç ilişkisinin, tabiî ve zorunlu bir sonucudur!

Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarında, “yağmur”; sanki failsiz ve zaten, fail’e mantıken ihtiyaç ve gerekte olmayan; yani kendi kendine (“yerçekimi – güneş – buharlaşma – soğuma – basınç – rüzgâr” gibi doğal neden ve süreçler ve deterministik zorunluluklarla)”; yani otomatik olabilmesi mümkün(müş) ve olan da, bu mümkün’ün gerçekleşip, vukû bulması(ymış) inancına göre kurgulanıp, tasvir edilir!

Bu yetmezmiş gibi bir de; Bilim/sellik’in, “yağmur”u determine ederek Rabbimiz’den kopartan bu “ateist ve determinist, materyalist ve natüralist” isimlendirme ve tasvirleri; güya “yağmur”un, olgusal ifade ve objektif açıklama, tarafsız nedenselleme ve evrensel tasviri olduğu iddia edilir!

Üstelik; Bilim’in “varsa bile işleyişte fonksiyonu olmayan ve evrene karışmayan âtıl Tanrı(!)” inancına göre şekillenmiş bu “Bilimsel Bilgileri”nin; “inançtan ve taraftan bağımsız Bilim” tarafından, “nötr bilimsel yöntem ve gözlemler” sonucuyla elde edildiği iddia edilir!

Halbuki, “yağmur” örneğinde de görüldüğü gibi; “Bilimsel Bilgi” yani “bilim”in (science), madde ve evrenin faâliyet ve işleyişini anlatan ifadelerinin ekserisi; “bu faâliyet, işleyişlerin Tanrıyla ilgisi yoktur; hem Tanrı var olsa bile, bu otomatik sistem ve deterministik zorunlu işleyişe karışmamaktadır; yani bu olay İlâhî değil, tabiîdir; bu hâdise, İlâhî bir fiilin iradî bir eseri ve sonucu değil; doğal bir işleyişin zorunlu bir sonucudur; yani evrendeki işleyişi nedensellemek ve açıklamak için, doğaüstü herhangi bir fail ve nedene atıf yapmaya zaruret ve ihtiyaç yok; evrendeki hareket ve sonuçlarını nedensellemek ve açıklamak için, Tanrı boyutunda süper bir güce ihtiyaç ve zaruret yok” inanç ve felsefesine göre ve sanki bu aksiyom ve önkabül doğruymuş gibi; bu “ateist zeminde kodlanır ve sunulur! Bu ateistik arka plâna göre kurgulanmış ve oluşturulmuş Bilimsel Bilgi ve ifade ve tasvirlerdeki, bu “subliminâl mesajlar”; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza fısıldanır!

Dahası: Bilinçaltımıza sessizce fısıldanan bu “subliminâl mesajlar”; Bilimsel jargon ve teknik terimlerle dizayn edilerek, cazibeli bir şekilde sunulan Bilim’in bu “virüslü tasvir ve cümleleri”; zihnimize çizdiği bu “ateistik senaryo ve hikâyeler”; şuurumuza direkt olarak ve açıkca “Allah yoktur; varsa bile, evrenin işleyişine etki ve müdahalesi yoktur; zaten varlığın, varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zarurette yoktur(!) Yani O’na inanmak için, evrende, hiçbir mantıkî gerekçe ve neden, aklî ve gözlemsel delil yoktur” demekten, çok daha etkili ve yıkıcıdır!

Evrendeki olayları, Bilimsellik Felsefesinin “yatay deterministik neden –sonuç şablonlarıyla” tasvir edip – açıklamak; yani faile gerek yokmuş gibi, failden hiç bahsetmeden; “şu şu, şu sebepten oluyor” demek; “bu işi Allah yapmıyor,” demekten, çok daha te’sirli ve ikna edicidir! “Evrendeki işleyişe Allah karışmıyor” demekten çok daha aldatıcıdır!

Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsellik Kriterlerinin ürün ve sonucu olan “Bilimsel Bilgi / Bilim”in, altmesaj olarak bize empoze ettiği bu “ateistik varlık ve evren ve bilgi anlayışı”; şuurumuza direkt, inkâr ve şirkin reklâm ve progagandasını yapmaktan çok daha etkili ve ikna edicidir! Çünkü mesajlar, şuurumuza farkettirilmeden, direkt şuuraltımıza ilka ve şırınga edildiğinden; biz de herhangi bir tepki ve itiraz, savunma ve cevap verme ihtiyacı uyandırmaz.

İbret vericidir ki: “Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenimizde etken olup – olmadığı, Bilim’in konusu değildir ve Bilimsel olarakta ispatlanamaz; bizim konumuz, sadece deney – gözlem yapabildiğimiz ‘madde” diyen Bilim’in; konu “Tanrı’nın olmadığı veya kâinatla münasebeti ve içindeki maddeye etki ve illiyetininin olmadığına” gelince; hemen “hayır, yok” diyerek, bunu konusu içine almakta bir sakınca görmemektedir! Yani Bilim; inanç ve dinden bağımsız ve ayrı ve konu olarakta farklı olduğunu söylerken; keşif ve gözlemlerini, “ateizm(küfür ve şirk) lehine tanzim etmeyi, gayet “bilimsel” görmektedir!…

Sonuç olarak: Neredeyse dünyaya gözümüzü açtığımız günden beri; evde, okulda, sokakta, medyada ve okuduğumuz kitaplarda; sık sık ve tekrar tekrar maruz kaldığımız bu “Bilimsellik Sihri” ve programlamasının etkisinden kurtulmak çok çok zordur! Üstelik; Bilim’in bu “Gizli Ateist Subliminâl Mesaj”, bu virüslü bilgi ve kodlarının farkında bile değiliz! Bir şekilde farkında olsakta; bu kirli ve frekansı parazitli mesajlara karşı geliştirdiğimiz, hazır bir “antivirüs programımız” bile yok!

Bilim’in Bilimsellik Felsefesi, Lâik ve Nötr olamaz

Kabul etmeyi Bilim/selliğine aykırı görse bile, sonuçta Rabbimiz’in “fiil ve eserlerini” inceleyen Bilim’in; madde ve evren hakkındaki tasvir ve açıklamaları; ister istemez, Rabbimizin evrendeki icraat ve münasebetinin ne olduğunun da tasviri olmaktadır. Bu sebepten, Bilimsellik Felsefesi; “lâiklik ve sekülerlik” martavalllarıyla, kendini “din”den ne kadar ayırmaya çalışsa bile; (Rabbimizin icraat ve eserlerini incelediği için) kaçınılamaz bir zorunlulukla, dinimizin alanına girmekte; bazı itikadî ve amelî esaslarımızı tenkid ve ret veya te’yid ve kabul etmektedir.

Hem Bilim, ne kadar lâik ve seküler olmaya çalışsa bile; bizim dinimiz lâik ve seküler değil! Çünkü “din (İslâm)” zaten, dünyadaki davranış ve dünyevî amellerimizi düzenlemek için gönderilmiştir! Ve Rabbimiz bizi dünyaya gönderirken; “bazı kamusal alan ve zamanlarda ve ilmî çalışmalarınızda serbestsiniz, ne yaparsanız yapın, karışmıyorum” da dememiştir!

Varsa ve olsa bile “Tanrı”ya, sadece evrenin başlangıcında (domino taşlarında ilk hareketi veren gibi)İlk Neden” olarak küçük bir rol veren “Bilim/sellik”in; artık evrenin ihtiyacı kalmadığı, şimdi âtıl ve gereksiz olan bu “İlk Neden Tanrısı”na, verdiği bu küçük rol de, kerhendir! Bu İlk Neden Tanrısını reddetmemesi de, bir süreliğinedir! Çünkü: “İleride Bilim; evrenin başlangıcını da çözüp – nedensellediğinde, bu karanlık noktayı da aydınlattığında; bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de mantıkî bir gerekçe ve delil ve neden kalmayacak” derler!

Elhasıl: Bilimsellik Felsefesine göre konu ve yöntemini belirlemiş Bilim’in; tanım ve yöntem, amaç ve konu olarak kendini konumlayış biçimi “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist”ken; kendinin halâ, tarafsız ve objektif; din ve inançlardan bağımsız ve ayrı olduğunu iddia eder! Evren hakkında verdiği Bilimsel Bilgilerin, (halâ) olgusal ve nötr, evrensel ve nesnel olduğu yalanını söyler!

Alenî deist” veya “gizli ateist” olan; sıkıştırınca da “bunu gözleyip – bilemeyiz, dolayısıyle Tanrının varlık – yokluğu gibi meseleler Bilim’in konusu ve sahası değil” diyerek “agnostizme” kaçan Bilimsellik Felsefesi ve ürettiği “eser, müessirsiz ve fiilsiz; fiil de failsiz olabilir ve olur” gibi mantıksızlıklarını ve “evrende olanların neden ve nasılı; sebep ve mekanizma, madde ve kanunlarla nedensellenip – açıklanabiliyor olup; evrenin varlık ve işleyişinde, Tanrı gibi bir fail ve özne aramaya mantıkî veya gözlemsel bir zaruret ve neden yoktur” gibi inanç ve aksiyomlarını kabul etmek ve ölçüm – gözlemlerimizi de, bu “deist” veya “ateist” cümle ve kurgularla ifade etmek zorunda değiliz!

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 20.Kasım.2017 

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bilimsellik Felsefesi’nin Metafiziği & Bilim niye tarafsız değil?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatıkapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? /Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsellik Felsefesi”nin ürünü olan “Bilimsel Bilimateist ve materyalist, natüralist ve determinist olup; Bilimsel İfadeleri’nin derinine sakladığı (yani bilincimizin farkedemediği için filtreleyemediği; bilinçaltı, subliminâl, gizli altmesaj ve fısıltılarıyla;) bu fikir ve inançlarını delillendirip, ispatlamaya çalışır!

Üstelik sanki bu inanç ve felsefesinin doğru olduğunu ispatlamış gibi; sanki bu itikadı doğruymuş gibi İfade Kalıpları kullanır! Yani “Allah yok(muş); varsa bile bu fiil ve sonucunu O yapmıyor(muş); bu iş ve icraatın olabilmesi için O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” şeklinde altmesaj taşıyan Bilimsel İfadelerinde, Rabbimiz’in olmadığı kâinat tasvirleri çizer. Bu virüslü Bilimsel İfadelerin şuuraltımıza tekrar ve telkiniyle, biz de öyleymiş gibi inanmaya başlarız!

Üstelik bütün bunlar yetmezmiş gibi; bu telkin ve ilüzyon, aldatma ve mugalataları yaparken; bir de inançlardan bağımsız ve tarafsız, İslâmiyet’e olgusal ve nötr, kâinat gözlemlerinde objektif ve nesnel olduğu yalanını söyler! Dahası Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri’nin herhangi bir inancı enjekte ve dikte etmediğini iddia eder!

Halbuki zihin ve hayâlimizde çizdiği kâinat kurgu ve tasvirlerinde; eşyanın varlık ve devamında, işleyiş ve hareketinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret duymayan bir “varlık” tanım ve ta’rifi yapar! Bilim’in bu varlık ve bilgi anlayışına göre; “evrende Rabbimiz’in varlık ve rolünü gösteren objektif ve subjektif hiçbir delil ve kanıt olmadığı gibi; bunun ispatına da epistomolojik ve ontolojik olarak imkân ve ihtimâl yoktur! Yani Bilim’e göre, ‘iman’; bir inanç ve önkabül işi olup, bilgi ve araştırmanın konusu değildir! Bu konu, bilimsel bir varsayım ve tez konusu olarak bile kabul edilemez!”

Elhasıl mevcut Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilim ve Bilimsel Yöntem tarafsız ve nötr, nesnel ve objektif olmadığı gibi; zaten mantıken olması da mümkün değildir. Yani inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı gözlem biçimi, nötr ve olgusal ifade şekli; mantık ve dil açısından mümkün değildir.

Çünkü, daha önceki yazılarımızda dediğimiz gibi; birşeyi “ya yaratıcı ve Rabbi var(mış)”gibi inceler ve anlamdırır, ifade ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun tarafsız bakabileceğimiz ve inançtan bağımsız, nötr ve olgusal cümleler kurabileceğimiz ortası veya uzaktan eşit mes’âfede bakabileceğimiz objektif bir gözlem noktası yoktur ve olamaz.

Mevcut Bilim “Rabbimiz var(mış)” inanç ve tarafını kabul etmediği veya hiç değilse önvarsaymadığı için; gideceği diğer mecburî yön olan “yok(muş)” tarafını tutarak, bu inancın savunuculuğunu yapar! Yani yaptığı her gözlem – ölçüm ve bulduğu herşeyi, bu inancıyla çelişmeyecek ve tutarlı olacak şekilde sunar ve Bilimsel Yayınlarındaki ifade ve tasvirlerini, bu ateist – materyalist inanca göre yapılandırıp, kurgular! Yani mevcut Bilim; (Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri açısından;) yani tanım ve ta’rifi ve kullandığı yöntem olarak; bu şekliyle, inkâr ve şirke delil ve ispat; meşruiyet ve onay üretmenin diğer adı olmaktadır!

Yaptığı her gözlem ve keşfettiği herşeyi ve bunların ifade ve tasvirlerini “Allah yok(muş), varsa bile bu işleyişle ilgisi yok(muş). O olmadan da bu işler pekalâ yürüyebilir ve yürüyor(muş)”un delil – ispatıymış gibi kurgulayarak; mevcut Bilim, bu tavrıyla sadece “yok(muş)” tarafını tutmakla kalmıyor; ayrıca pratikte bunun delil – ispatına çalışıyor! Yani esasen “Bilim’in Bilimselliği” veya “Bilimsel İfade ve Yöntem” denilen şey; ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin savunuculuğunu yapma ve bu batıl inancın teorisini inşa etmenin gizli bir yöntem ve sinsi bir kılıfı olmaktadır!

Evet, “Allah var – yok” dışında başka bir ihtimâl veya bu 2 ihtimâle eşit uzaklıkta orta veya dış nokta yok ki oradan gözlem ve ölçüm yapıp; böylece objektif ve olgusal, inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı; yani nötr ifadeler kurabilelim.

Peki Bilim bizi tarafsız ve objektif olduğuna nasıl inandırdı ve inandırıyor? Şöyle: Başlangıçta “Allahu Tealâ varmış – yokmuş karışmam, konum değil; çünkü varsa bile gözlenemez ve ölçülemez” diyor. Yani hem “varmış – yokmuş benim araştırma sahamın dışında” diyor; sonra da evrendeki gözlem – ölçüm ve bunların ifade biçimini “yok(muş)”inancına göre şekillendiriyor! Yani “yok(muş)”un tarafını tutuyor!

“Kâinattaki varlık ve fiil – faâliyet / hareket ve neticelerinin AllahuTeâlâ ile ilgi ve ilişkisi yok(muş)” iddiasına bizi ikna etmek için; gözlediği olayları önce “deterministik zincir / sebep – sonuç” kalıbına dökerek; sonra buradan “otomatik mekanizma, kuvvet, madde – enerji hareket ve dönüşümü”yle şematize ederek; bu karışıma “tesadüf, tabiat, zorunluluk, içgüdü, evrim, kanun” gibi süreçsel isim ve tasvirler ekleyerek; yani bu formüle göre kurgulanmış Bilimsel İfade Yöntemi’yle, altmesaj olarak şuuraltımıza: “Bütün bu gösterdiğim fiil, faâliyet ve sonuçları olan eserlerin neden ve faili olarak; herhangi bir doğaüstü varlığa atıf ve bağlama zorunluluğu yok” komut ve mesajını gönderir! Bu mesajda aslında “herşey O olmadan da olması mümkün ki, oluyor; oluyor ki mümkün”şeklinde bir mantık hatası ve safsatası vardır ama mesaj bilinçaltı kanallarla gönderildiğinden dolayı; bilincimiz bu safsatayı farketmez ki, kendini koruyup, itiraz edip, cevap üretsin!

Yani “evrende yaptığım objektif ve tarafsız gözlem – ölçümlerin sonuçlarına göre ve ayrıca düşünerek mantıken ulaştığım bir netice olarak: O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan da bu kâinattaki eser ve işleyişleri açıklayıp, nedenselleyebiliyorum” iddiasında ve bunun ispatı peşindedir mevcut Bilim!

Bilim(sellik)in yanlış olan bu paradigmasına göre: “İman, ahiret’ gibi mes’eleler; gözlem, bilgi ve araştırmanın konusu olmadığı için; kâinata sabitlenip, temellendirilemez! Bu sebepten kâinata göz ve kulaklar kapatılıp, bunlara sadece inanılır! Yani inanmak ve inancını muhafaza edebilmek için kâinata göz ve kulakların kapatılması şarttır!”

Bilim(sellik) Anlayışı burada kalmayıp, bir sonraki aşamada İslâmiyet’i, ineklere tapan hinduizm gibi diğer batıl din ve absürd inançlarla eşitleyerek, yani dinimizi onlardan herhangi biriymiş gibi gösterip; buradan hepsine toptancı bakış açısıyla tepeden bakarak:“A tabii ben tüm din – inançlara saygılıyım; evren varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç duymasa da ve evrende varlığına hiçbir delil – ispat olmasa da ve zaten mantıken böyle bir inanca ihtiyaç ve zaruret olmasa da; siz kendinizi rahatlatmak ve ölüm korkusu gibi psikolojik veya devlet ve ahlâk gibi kurum / yasaların bağlayıcılığı için, yani tarihsel ve toplumsal sebeplerle inanmaya devam edebilirsiniz! Bilim’in sebebini çözdüklerini sebeplere, mekanizmasını henüz çözemediklerini de inandığınız tanrıya vermeye devam edebilirsiniz! Bilim’in onca gözlem / deliline rağmen, kâinata gözlerinizi kapayarak inancınıza sıkı sıkı tutunmaya devam edebilirsiniz: Dediğim gibi bu ‘inanç’ işi; ‘gözlem, bilgi ve araştırma’nın konusu değil; bunlar sadece felsefe ve metafiziğin spekülâsyon alanı olabilir!” der.

Elhasıl mevcut Bilim Anlayışı; Truva Atı gibi kullandığı Bilimsel İfadelerinde; kâinatın varlık ve devam, hareket ve işleyişini nedenselleyip, açıklamak; tasvir edip, nasıllamak için; “madde, sebep, mekanizma, kanun, adaptasyon, seleksiyon, mutasyon, evrim, içgüdü, kuvvet, çekim, patlama, basınç, ısı, uzun zaman” gibi; yani ‘dışarı’dan bir fail ve özneye ihtiyaç duymadan harekete geçen türlü etkilerin, “tesadüfen veya zorunlu olarak” biraraya gelebileceğini ve geldiğini iddia ederek; (yani Rabbimiz olmasın da, bundan başka evrende ne varsa herşeye atıf yaparak!); böylece, Rabbimiz’in olmadığı, olsa bile işleyişe karışmadığı; yani eşyanın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zorunluluk duymadığı; ateist ve materyalist bir dünya görüşünü şuuraltımıza ilka eder! Böyle yaparak; bizi bu sahte kâinat kurgusunun gerçekliğine inandırmaya çalışır!

Halbuki varlığı icraat ve eser, fiil ve sonuçlarında bir alet – edevat olarak kullanan; yani “sebeplerin, sebep ve birşeylere alet ve aracı olmasının sebebi” olan Rabbimiz olmazsa; yani eşyadaki işleyişin fail ve öznesi olan Rabbimiz olmazsa; sebepler, yerinden kalkıp sebep ve alet bile olamaz! Sebep olmayı bırak; kendilerini bile ayakta tutamaz, kendilerine bile bir faydaları olmaz!

Çünkü eser fiilsiz; fiil de failsiz; (diğer deyişle) eser, müessirsiz; faâliyet, öznesiz ol(a)maz. Çünkü kitabı yazan kim ise; içindeki harf ve cümleleri de yazan odur! Yani harfi yazan, cümleyi yazandan ve cümleyi yazan da kitabı yazandan başkası değildir! Ormanın sahibi kim ise, içindeki ağaçların da sahibi ve yaradanı odur! Dünyayı döndürüp, gezdiren kim ise; üzerindeki bina ve içindeki atomları da gezdirip, döndüren odur!…

Anne karnında, sindirim sistemini henüz inşa etmediği bebeği, direkt midesine bağlı bir kordonla besleyen kim ise; doğduktan sonra da ona lâzım ve gerekli gıdayı “süt” olarak annesinin göğsünden; daha sonra da topraktan gönderen aynı Zât’tır!…

Bilim’in insan nazarını kesret ve parçada boğucu (mana-yı ismî) bakışından bir adım geriye çekilerek, kâinata vahdet ve tevhid (mana-yı harfî) nazarıyla baktığımızda; gördüğümüz tüm insan, hayvan, bitki yavrularından sonra, anlarız ki: Uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünyamıza hergün, her ân tonlarca “sütten, baldan, elmadan, sudan” ırmaklar, nehirler akıyor!…

“Fizik Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Hıfz ve Koruma Fiili / Koruma Kanun ve Emri” sebebiyle; herşeyi koruyan bir “hücre zarı, vücut derisi, ağaç ve meyve kabuğu, gözkapağı, kafatası, ozon kalkanı, atmosfer filtresi, magnetosfer zırhı” ve “akyuvar, antikor, bakteri, mikrop” gibi görevli orduları var!

“Kimya Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Kuddûs ve Temizleme Fiili / Temizleme Kanun ve Emri” sebebiyle; “deniz, yeryüzü, hava, ormanlar, vücudumuz, kan, bağırsaklar, gözlerimiz vs.” herşey (beşer eli karışmadığı müddetçe) devamlı temizleniyor, tertemiz! Bu “emri” dinleyip, bu “kanuna” uyan, bu “fiil” sebebiyle hareket eden “gözkapağı, yağmur, rüzgâr, tuzlu deniz, dalgalar, alyuvar, akyuvar, bakteri, mikrop” ve “küçük çöpleri toplayan karınca, küçük kirleri temizleyen sinek – sivrisinek, hayvan cenazelerini taşıyan akbaba; uzaydaki enkazları süpürüp, toplayan karadelikler” var…

Evet mes’elâ “yemek” eserinin müessiri olan bir aşçı ve “yemek yapma” faâliyetinin faili bir usta olmadan; örneğin “raftaki tencere, ocağın kütleçekimine kapılıp ocağa inemez; bıçak kendi kendine veya bir takım enerjilerle havalanıp, ince ince soğan kesemez; doğranan soğanlar oradan rüzgârla havalanıp, tencereye giremez; çekim kuvvetiyle yağ şisesi havalanıp, olması gereken açıyla, olması gereken miktarda tencereye yağ dökemez; ocaktaki hidrojen ‘helyuma döneyim de şu yemeği pişireyim’ diyemez!…

Elhasıl Bilim; failsiz ve öznesiz olarak kurguladığı veya “tesadüf, uzun zaman, madde – enerji, basınç, süreç, otomatik mekanizma, kuvvet, tabiat, kanun, sebep – sonuç ilişkisi” gibi, Rabbimiz’in yerine ikame ettiği sahte fail ve öznelerle dolu Bilimsel İfadeleriyle; bize bir masal anlatıyor, bir hurafeye inandırmaya çalışıyor!…

Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrimlerden biri, bence; Rabbimiz’in sadece metafizik ve felsefenin konusu olmadığını gösterip; fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih gibi b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir!

Eşyanın varlık ve işleyiş ve kendi arasındaki etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil / icraat ve tecelli ve etkileri olmadan; salt madde–enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleriyle hiçbirşeyin varlık ve devam ve işlemesinin açıklanamayacağı, nedensellenemeyeceği ve tasvir edilip, nasıllanamayacağı gerçeğini göstermesidir!

Böylece “ışık olmadan eşyayı göremem” veya “kulak olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahu Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudretiyle, eşyaya (eşyanın kendi camid / cansızlık ve acziyle yapması mümkün olmayan) şu işleri yaptırmadan; bu eşya, şu atom, kendi başına bunu yapamaz”ın  farkına vardırmasıdır!

Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir ve yekta kuvvet / etki sahibinin sadece O olduğunu “maddî gözlere” de göstermesidir. Yani bu gerçeği görmek ve farketmek için yüksek sezgi, zekâ veya bakışa veya kâlp gözü, vicdan, basiret – firaset gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araçlara ihtiyaç ve zorunluluk olmadan; sadece çıplak baş gözümüzle bile bunu göstermeyi başarmasıdır!

İnkâr ve şirkin modellemesini yapıp, teorisini kurmaya çalışan Bilim ise; baştan doğru varsaydığı, delilsiz ve ispatsız “(Madde-Enerji) + Uzun Zaman + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” amentüsüne göre; herşey, örneğin “şu resmin, şu boya – fırça – tuvaller; yani şu mevcut madde – enerjiyle; kendi kendine, otomatik – mekanik mekanizma ve kanunlarla; şu şu sebep, tabiat, tesadüf, enerji ve zorunluluklarla olması mümkün ve kâinatta olan da bu!” diyerek; kâinatta olanların herhangi bir fail ve usta ve ressama atıf yapmadan nasıl ve nedensellenebileceğini; varlık ve işleyişinin açıklanıp, izah edileceğine inanmaktadır! (Bir resmin, ressamsız nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar ile ne kadar tasvir ve nedensellenebilirse o kadar!)

Diğer deyişle: Da Vinci gibi bir ressam ve usta olmadan Mona Lisa’nın olmasının mümkün olduğuna ve bu mümkünün de gerçekleştiğine ve gerçekleşmeye devam ettiğine inanmaktadır Bilimsel Bilim! Ressama hiçbir ihtiyaç ve mantıkî zaruret duymadan; failsiz ve öznesiz, resmin nasıl olduğunu tasvir ve niçin olduğunu nedenselleme hastalık (ve takıntısıyla) malûldür!

Önündeki masaya bakarak; “Bilimsel Yöntemimde ben bunu, marangoz ve ustasını denklem ve teorilerime dahil etmeden nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?”in derdindedir!

Daha önce başka vesileyle dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde doğru cevaplardan önce, doğru soruları öğrenmeliyiz. Çünkü doğru cevabı, doğru soruyla bulabiliriz. Çünkü sormadığımız soruların cevabını göremeyiz; görsekte farketmeyiz. Yani hayatta algılayıp, farkettiklerimiz; soru ve ihtiyaçlarımızdan bağımsız değildir. Neyi ararsak, onu buluruz.

Bilimsel Bilim’in yanlış sorulara verdiği yanlış cevapların efsunundan bakış ve anlayışımızı çevirip, başımızı kaldırdığımızda sorulması gereken doğru soru şudur: “Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Allah’tan başka hangi neden atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı başka bir deri, meyveyi başka bir zarla korur!? Rabbimiz’den başka hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?… Hangi sebep doğmamış bebeğe karnından bir kordonla; doğunca da dişsiz o bebeğe safi ve en gerekli bir sütü memeden gönderebilir!?” Uzay boşluğunda direksiz sür’âtle dönen Dünya Gezegeni’ne hergün tonlarca meme kanalıyla sütten ırmaklar, arı kanalıyla baldan nehirler, ağaç kanalıyla elmadan denizler yaratılıyor, akıtılıyor, gönderiliyor! Bunları görmüyor, farketmiyor; görsekte nedenini ve failini sormuyoruz!

Sormuyoruz, çünkü Bilim “kâinatın varlıkta durması ve çalışmaya devam etmesi, Allahu Tealâ’nın fiil ve eseri olmayıp; bütün bu işleyişler, (güya) maddenin ve evrenin kendi iç dinamikleriyle olan süreçlerdir. Yani evrende bu işler failsiz olabilir ve zaten oluyor; mümkün ki oluyor ve oluyor ki mümkün” kerameti kendinden menkul (delil’in, ispatla kısır döngüye girdiği) hurafeye bizi inandırmış! “Kim” sorusunun saçma ve abes bir soru ve bu arayışın boş bir çaba olduğuna bizi ikna etmiş!

Bununla birlikte kendisinin (yani Bilimsel Bilim ve Yöntem’in) evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna bizi inandırdığı için; dünyada başka bir Bilim Anlayışı, Felsefe ve Yöntemi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in Bilimsel(lik) Formatından geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı Bilimsel Gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin (ve en önemlisi doğru) başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)memekteyiz!

Elhasıl “Müslüman(ca) Düşünce” ile “Bilimsel Düşünce” arasında gidip geliyoruz! Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını telif edecek köprü ve dolgu malzemeleri toplamakla meşgulüz! Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız! Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide “seküler, lâik”, camide “müslüman” rolü oynuyoruz!…

Bununla birlikte mevcut Bilim’i esas tutup; İslâmî Bilim’i bunun bir sonucu veya bir uzantı ve sonraki aşama ve evrimi olarak anlaşılmasına sebep olacak şekilde davranmak; yani mevcut Bilim’i, İslâmî Bilim’le revize etmek doğru değil. Doğru olmamasının en önemli sebeplerinden biri: İslâmî Bilim’in, şu ânki Bilim’den 180 derecelik bir eğilme ve kırılma ve kopuşu ifade etmesidir. Yani Bilim’in “ateist ve materyalist felsefe, determinist ve natüralist önvarsayım / öninanç” ve buradan kaynaklanan Bilimsel Yöntemiyle birlikte; kavram – anlam haritaları ve isimlendirme – sınıflandırmalarının belki % 95’inin değişmesi gerekiyor, gerekecek.

Fakat buna başlamadan önce, geçen haftaki yazılarımızdan şu tespiti akılda tutmakta yarar var: “Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş filtreli bilgi’ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz. Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup (mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir); fakat “bilim” değildir. Bu açıdan “bilim” denilen şey, evrendeki “bilgi”nin dar ve eksik ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

Elhasıl Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi; onun aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi Bilimsel Yayınlarda(“yaratma” yerine “oluşma”; sevk-i ilâhî ve ilham yerine sevk-i tabiî veya içgüdü; Allah’ın izni ve iradesiyle yerine tesafüden / şans eseri oldu gibi) failsiz ve öznesiz ifadeler kullanılmasıBilimsel Yayın Şartı olarak dikte edilir!

Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Bu açıdan mevcut Bilim’e hâkim olan Bilimsel Yöntem ve Felsefesi’nin, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep”, “tasvir ve açıklama”; zihnimizde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha kesmekte, kâinatın O’na nisbet ve çağrışımını biraz daha kapatıp, kopartmakta veya karartmakta!

Sonuç olarak: Okullardaki fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs. tüm ders kitapları ve müfredat Bilimsel Bilgi Virüsleri’nden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe ve İslâmî Bilim’in kavram ve anlam haritalarına göre yeniden ve kendi medeniyetimize göre yazılmadıkça; haftada 100 saat din dersi de olsa, Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i hergün ezberden tekrar da etsek; (bozuk arabaya en kaliteli benzini koysak fayda etmemesi veya hasta insana bazen gıda fayda etmemesi, hatta zarar vermesi gibi;) bizden beklenen zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez veya yeterli olmaz.

Bilemiyorum; Misyoner Okulları mı daha tehlikeli ve zararlı, yoksa mevcut Seküler Lâik Modern Okullar mı!? Fakat şundan eminim ki: Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla ateist – materyalist inançları ve Yanlış Bilgi Virüslerini zihnimize zerkeden Bilimsel Kitaplar; alenî küfür ve şirki ispata çalışan ve reklâmını yapan kitaplardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Evet Bilimsellik Kriterleri’ne göre ve buna göre şekillenmiş Seküler Lâik Kültür, Modern / Çağdaş Anlayış ve Algıya göre yazılmış kitaplar, dergiler, medya; yalın ateizm – materyalizmi savunan, direkt küfür – şirk reklâmı yapan yayınlardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Çünkü, Bilim(sellik) Felsefesi’nin tehlike ve zararları hakkında önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: Herhangi bir olayı, sebep–sonuç şablon / paradigmasına oturtarak tasvir etmek; bu Bilimsel İfadeyi okuyan kişi için, altmesaj olarak: “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantı ve ilgisi yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil! Kâinattaki bu faaliyet ve sonuçları; çeşitli sebep, madde–enerji, kanunlarla ister istemez tabiî bir zorunluluk olarak oluyor! Yani Allahu Tealâ olmasa da bu işler olur ve oluyor; çünkü mekanizma  bu, süreç böyle işliyor. Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur yerçekimi sebebiyle yere düşecek, bu sebep–sonuç / süreçte Allahu Tealâ gibi doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminâl, saklı mesaj; bilinçaltı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı ve telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

Bu virüsü tanıyan bir antivirüs programı, yani bağışıklığı olmayan insan, hastalık kaptığını bile farketmez; kendisini sağlıklı ve kâinattaki varlık ve hâdiseleri doğru görüyor ve algılıyor, tarafsız ve objektif anlıyorum zanneder! [Halbuki “din – dinsizlik ortası” veya “dışı” anlamında “tarafsızlık” diye tanımladığı şey; aslında batıla taraftar olmak; yani “Allah yok(muş), varsa bile bu işle ilgi ve bağlantısı yok(muş)” gibi bakmak oluyor!]

Bu virüs defaatla alınıp, bu bilinçaltı kodun taşıdığı mesaj tekrar tekrar çalıştırıldıkça; bu tekrar / telkin / hipnoz ve sihrin sonucu; kişi bilinçaltında buna inanmaya başlar. Farkında olunmadan içeride kök salan bu fikir, bir sonraki aşamada bilinç alanında da yeşerip, dal budak vermeye ve davranışlara aksetmeye başlar!

Bilimsel İfadelerin yüzeysel anlamının altına saklanmış ve ambalajlanmış bu Derin Anlam; dil ve zihin yoluyla kâlbe girip, burada işlemeye başlar. Burada kendisiyle çelişik itikadî bilgileri sönükleştirip, bulanıklaştırır ve etkisizleştirir; sonra da siler, atar! Çünkü aynı zeminde birbiriyle çelişik ve zıt 2 bilgiden biri doğru, diğeri yanlıştır! Çünkü insan mantık ve hissiyatı, birbirini yanlışlayan 2 bilgiyi bünyesinde uzun süre tutamaz; bunları ya uzlaştıracak veya birisini atacaktır.

Yanlış Bilgi Virüsü kâlp ve zihinde, kendisiyle çelişik bilgi ve itikadları silip, deforme ettikten sonra, buradan tüm duyulara ve bedene yayılır. Hasta insana nasıl bedenen hareket zor gelir, devamlı yatmak ister; öyle de bu hastalığa yakalanmış kişiye de bedenen ibadet yapmak (hatta sadece diliyle zikir bile!) çok zor ve yorucu gelir; çabuk usanır! Baktığı ağaç, gördüğü çiçek, işittiği gökgürültüsünde; Bilimsel Bilim’in hep sebep – sonuç çağrışım / devreleri aktive olur; algı ve anlamlandırmalarını bu şema üzerinde yapılandırır, anlam dünyasında eşyayı bu kalıp üzerine yerleştirir.

Elhasıl bu yeni programa göre formatlanmış ve büyülenmiş olarak, sadece Bilim’in göstermek istediklerini görür, algılatmak istediklerini algılar ve bunları anlamlandırma biçimi de bu yeni programa göre olur! Bu program kırılıp, bu hipnotik uyku ve şartlanmadan uyanmadığı sürece gördüğü rü’yanın farkında bile olmaz.

Bu virüsle enfekte olmuş şahıs için; ağaç – elmadan Allahu Tealâ’ya çağrışım / bağlantı; yani elmadan ni’met, ni’metten in’âm’a geçiş refleks ve akıl yürütmeleri kopmuştur. Bu kişi için Mona Lisa tablosuna bakarken otomatik olarak gelen Da Vinci çağrışımı, kâinat düzleminde Allahu Tealâ olarak kopmuştur. Bu kişi çevresinde milyar Mona Lisa tablosuna bakar ama aklına sadece Bilimsel Bilim’e hâkim olan (güya “inanç ve değerden tarafsız, objektif, nesnel ve olgusalız” diye inandırdıkları) ateist ve materyalist, determinist ve natüralist inanç / felsefenin zoom yaptığı ve odaklandığı “fırça – boya – tuvâl ve renkler” gelir, çevresine baktığında sadece bunları farkeder ve algılar! Allahu Teâlâ ancak ikinci bir kasıt ve niyetle akla getirilebilir ve bu sun’î çağrışım da geçici ve te’sirsiz olur.

Bu virüsle zihin, inanç ve algıları formatlanan kişi için “Allahu Tealâ ve iman, metafizik (madde ve fizik ötesi) birşeydir; yani görünen varlık ve hâdiselerden Allahu Tealâ ve imanına delil-ispat aranması beyhude bir çaba olup; bu itikad mantıkî ve ilmî temellere oturtulup, rasyonalize edilemez; bu dünyada gösterilemez ve delil-ispatlandırılamaz; sadece ‘gayba imandır’ olan!” Bu düşüncelerle Allahu Tealâ (tabir-i caizse) “metafizik / madde ve doğadışı / doğada yok!” diyerek; “çok çok uzakta(ymış) gibi!” zihin ve algıda kâinat dışına çıkartılır!

Bu kişi için artık Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizme “inanmakla”; İslâmiyet’e “iman etmek” arasında kategorik bir fark olmayıp; sonuçta hepsi “inanç” ortak paydasında eşitlenmektedir! Aynı şekilde; bu virüsün bulaştığı herkes; hangi dil, din, inanç ve milliyette oldukları farketmeksizin; varlığı zihinlerinde hep aynı şekilde algılar ve anlamlandırırlar. Hatta günlük hayatlarında kullandıkları kelime ve kavramlar bile aynıdır. Çünkü herkes eşyaya aynı taraftan, aynı kavramlarla baktığından; farklı birşey gören yoktur!

Elhasıl “Allahu Teâlâ’nın olmadığı bir evren nasıl olurdu? O olmadan nasıl ayakta durup, faâliyette bulunur ve çalışırdı?” diye kurgusal bir masal okumak isterseniz; bilimsel bir kitap alın, oradan okuyun!

Bu Bilimsel Masallarda; (taş, toprak, demir vs. alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi;) evrendeki madde ve zerrelerin, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf – zorunluluk, enerjilerle kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve üstelik “hayat, bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde canlılar, uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinden çiçek çıkan tohumlar inşa ettiklerini göreceksiniz; şapkadan tavşan çıkması gibi içinden çeşitli cinste ağaçlar çıkan topraklar, çeşitli tat ve renkte şekerlemeler, meyveler göreceksiniz!

Erzağı, yağmurlama, arıtma, temizleme, atık sistemleri düşünülmüş ve düşmemek için boşlukta dönerek uçan uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “fizik – tabiât kuvvet ve enerjileri” deyin daha Bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan uçan tahtalar, imâl edilen masa – sandalyeler vs.; elhasıl animasyon gibi bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise göreceksiniz!

Bu açıdan belki dünyada sınav da olmuyoruz, “imtihan” da yok; çünkü kopyeler de verilmiş, kitaplar da önümüzde açık, doğru şıklar da gösterilmiş! Gene de yanlış yapıyorsak; demek kusur, körlük bizde!

Haftaya devam edelim inşâallah.

Böyle dost düşman başına!

Ukbe bin Ebi Muayt, Mekke müşriklerinden kötü niyetli olmayan bir adamdı. Resulullah’la her karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret ederdi. Hatta uzun yolculuktan döndüğünde Mekke’de yemek yedirmeyi adet edinmişti. İşte yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe Resulullah’ı da davet edecek kadar yakınlık göstermişti.

Efendimiz, Ukbe’nin artık gönlünün imana hazır hale geldiğini düşünerek yemek davetine şöyle karşılık verdi:

“Ukbe, davetine gelirim ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni yaratan Allah’ı inkâr etmemeni, O’nun Resulü’ne de şehadet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık.”

Ukbe bu teklife çok da direnmedi. Efendimizin isteğine olumlu cevap vererek iman eden herkesin söylediği şehadet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz sevinmişti. Ukbe’nin iman etmesine sebep olmuştu çünkü.

Ne var ki, Ukbe’nin Mekke’de putperest dostları da vardı. Bunlardan biri de katı bir müşrik olan Übey bin Halef’ti. Haber bir anda onlara da ulaştı.

Duyduğu haber hiç de hoşuna gitmemişti. Hemen gelip arkadaşını suçlayıcı sorular sormaya başladı:

“Duyduğuma göre Muhammed’i yemeğe davet etmişsin. Bununla da kalmayıp onun teklif ettiği şehadet kelimesini de söylemişsin.”

“Evet,” dedi “öyle oldu. Onun istediği şehadet kelimesini de söyledim.”

Müşrik dostu, “Olamaz,” dedi. “İşte bu olamaz. Hem şehadet kelimesini söyleyeceksin hem de bizimle dost olacaksın. Bu olacak şey değil” dedi ve ilave etti:

“Bu sana pahalıya mal olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın.”

Ukbe, müşrik dostunun sözlerinden endişe ederek, getirdiği şehadet kelimesinden pişmanlık duymaya başlamıştı.

“Olayı büyütme,” dedi. “Ben sadece Ukbe’nin yemeğini yemeden gitti diye bir söylenti çıkmaması için utandığımdan şehadet kelimesini getirdim, yoksa ona inandığımdan değil.”

Übey bin Halef, kopardığı bu tavizden memnun olmuş, ama yeterli de bulmamıştı. Daha da ileri giderek yol gösterdi:

“Biz bu sözlerinin doğruluğunu ancak gidip O’na tükürdükten sonra kabul ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük fırlatacaksın, o zaman anlarız senin O’na inanmadığını. Yoksa bizi böyle boş sözlerle savamazsın.”

İmana yeni ısınan Ukbe’nin kalbi maalesef artık geriye dönmüş, dost bildiklerinin baskısına dayanamayıp vazgeçmişti getirdiği şehadetten. Doğruca Efendimizin Darunnedve’de ibadet ettiği yere gitti. Efendimizin yanına yaklaştı. Dilinin ucunda topladığı tükürüğü fırlatırken ansızın çıkan bir rüzgâr, tükürüğünü geriye döndürüp kendi suratına yapıştırdı. Üstelik ateş gibi de yaktı.

Ertesi günü Ukbe’yi yanağındaki yanık iziyle görenler sordular:

“Sende böyle bir yanık izi yoktu, ne zaman oldu bu yara?”

Ukbe saklamadan anlattı:

“O’na doğru tükürdüğüm tükürük kendime geri dönüp suratıma yapışarak ateş gibi yaktı, izi kaldı!”

Ne yazık ki henüz iman etmişken dostlarının baskısıyla geriye dönen Ukbe, Bedir’de küfür üzere öldü.

İşte bu hadise üzerine Furkan suresi 27-28. ayetleri geldi. Burada dostlarının yanlış telkinlerine uyanların ahirette ellerini ısırarak nasıl pişmanlık duyacaklarını şöyle anlattı:

“Ah ne olurdu keşke falanı dost edinmeseydim, onun isteğine boyun eğmese, sözlerine itimat etmeseydim. Getirdiğim şehadet kelimesinden vazgeçirip Peygamberle birlikte olmama mani oldu, şeytana uydurdu. Ne kötü dostmuş meğer onlar.”

Ahmet Şahin / Zafer Dergisi