Etiket arşivi: İnsan Ruhu
İnsandaki Fabrikalar…
İnsanın içinde çalışan mânevi fabrikalar, dışındaki maddî fabrikadan, yani beden fabrikasından çok daha gariptir. İnsan ruhunun mahiyetini ancak Hâlik-ı Zülkemâl bilir. Biz sadece ruhumuzun bazı faaliyetlerine teşbih ve temsil dürbünüyle uzaktan uzağa bakmaya çalışacağız:
Cenâb-ı Hak, mefkûreyi acîb bir fabrika olarak yaratmıştır. Bu fabrikaya zahirî ve batınî duygularla, hammadde mesâbesinde mânâlar ve malûmatlar gelmekte, akıl bunları ilim hâline getirip hafızada biriktirmektedir. Mefkûreyi bir mensucat fabrikasına teşbih edersek, bu fabrikanın kulak dediğimiz kanalından giren yünler akılda kumaşa inkılâb etmekte ve hafızada depolanmaktadır. İstediğimizde bu kumaşlar depodan alınmakta ve fabrikanın ağız denilen kanalından dışarıya ihraç edilmektedir.
Burada işaret etmemiz gereken çok mühim bir husus da depodaki kumaşların ağızdan çıkmasına rağmen, kumaşlarda hiçbir eksilme olmamasıdır. Bu fabrikanın diğer harika bir tarafı da fabrikanın giriş ve çıkış kanallarının muhtelif oluşudur. Şöyle ki:
Yukarıdaki misâlde giriş kanalı kulak, çıkış kanalı ise ağız olarak izah edilmişti. Bunun yanında, fabrikaya göz kanalından da yünler girebilmekte ve akılda kumaşa inkılâb ettikten sonra hafızada saklanmakta ve istenildiğinde elden yazı suretiyle veya yine ağızdan söz suretiyle dışarı dökülebilmektedir.
Böyle bir fabrika yapmak beşer takatının çok fevkinde olduğu gibi bu faaliyetlerin mahiyetini anlamamız da mümkün değildir.
Akla malûmat getiren diğer bir âlet de dildir. Yediğimiz bir elmanın vitamini bedenimizde yerini alırken, tadı dil kanalıyla akla ve oradan da hafı zaya geçip kendine mahsus makamında oturmaktadır.
“Mefkûre fabrikası” göz penceresiyle de seyrettiği şeylerin suretlerini, okuduğu şeylerin mânâlarını alıyor ve hafızaya havale ediyor. Daha önce okuyup hafızamıza yerleştirdiğimiz bir vecizeyi yazmamız söylense, yine tahmin ve tasvir edemeyeceğimiz harika bir faaliyetle o vecize hafızadan alınıyor ve el vasıtasıyla kalemimizin ucundan dökülüyor. Aynı vecizeyi söylemek istediğimizde ise, bu defa ses olarak dilimizden akmaya başlıyor. Bu misâlde fabrikaya yün misâli giren vecize, hafızada oraya mahsus bir hâlde saklandıktan sonra, istendiğinde yine yün olarak yani bizzat kendisi hiçbir değişikliğe uğramadan dışarı çıkmış oluyor.
Hayâl ise, şeker fabrikasına çok uzak mesafelerden şeker pancarı getiren vagonlar gibi, yüklendiği tahayyülâtı aklın eline teslim ediyor. Akıl bunlar içerisindeki mânâları süzüp, lüzumsuz şeyleri dışarı atıyor.
Diğer âlet ve cihâzatımızı bunlara kıyas edebilirsiniz.
Akıl böyle çeşitli kanallarla aldığı malûmatı ve mânâları ilim hâline getirdikten sonra, ancak marifetullah ve muhabbetullah ile mutmain olan kalb fabrikası, bu ilimlerden marifetini ve muhabbetini ziyadeleştirecek olanları almakta ve Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla yine tavr-ı aklın haricinde bir faaliyetle feyze inkılâb ettirmektedir.
Bu kadar harika fabrikalarla dolu olan insan, bu dünyaya elbetteki şu kısacık dünya hayatını kazanmak için gönderilmemiştir. Ebedî saadet fabrikaları olan bu cihâzatımızı, âhirete ait olmayan hangi işte sarfetsek zarar etmiş oluruz. Dünyada kazandığımız cüz’i servet, makam, şöhret gibi şeyler bu fabrikaların gayesi ve neticesi olamaz.
Bir insanın elinde altından yapılmış antika bir çekiç bulunsa, o insan bu çekiçle taş yontup para kazandığı takdirde, kâr ettiğini iddia edemez. Zira, çekici taşa her vuruşunda beş kuruş kazanmaya bedel belki beş yüz lira zarar etmektedir.Bizler de herhangi bir dünyevî menfaat elde ettiğimiz zaman sevinirken, neyi kaybettiğimizi ve hangi âletleri yıprattığımızı bilemiyoruz.
Bu harika ve cihanbaha aletlerle techiz edilen insan, sarfettiği ömür neticesinde Hâlik-ı Ezel ve Ebedin rızası ve dolayısıyla da ebedî saadetten başka neyi kazansa zarar, hattâ iflâs etmiş demektir…
Mehmed Kırkıncı
Günahımız Kime Karşı?
İnsan iki şeyden mürekkeptir; birisi bedeni, diğeri ise ruhudur. İnsan bedeni bu kâinatın maddesiyle münasebettar olduğu gibi; ruh da o maddede tecelli eden esmâ-i İlâhiye ve sıfat-ı kudsiye ile ve bunların müsemmâ ve mevsufu olan Sani-i kâinat ve Hâlik-ı ezel ve ebedin marifeti ve muhabbetiyle alâkadardır. Meselâ; insan bedeni, bir elmadaki vitaminler ile alâkadar olurken ruhu da bu elmada tecelli eden lûtuf ve ihsana, kerem ve in’ama meftûn ve onların Sahib-i Zülkemâl’i olan Rahmân-ı Rahîm’e müteveccihtir.
İşte, irade sıfatından gelen Tekvinî şeriatiyle bu kâinat sarayında had ve hesaba gelmez bir nimet sofrasını insan bedeninin önüne seren Sani-i Kerîm; o insanın kalben ve ruhen terakki etmek için yapması icabeden şeyleri de Kelam sıfatından gelen şeriatiyle, yani emir ve nehiylerinin mecmuası olan Kur’an-ı Hakîm ile insanın önüne sermiştir.
Tekvinî Şeriat âhiretten ziyade dünyaya nâzır olduğundan, bu kâinat sofrasından maddeten istifade etmek de ruhtan ziyade, bedenle alâkadardır.
Dünyadan ziyade âhirete nâzır olan Kur’ân-ı Hakîm ise, insanın hangi mânevî gıdalarla rıza-ı İlâhiye’ye ve saadet-i ebediyeye mazhar olacağını ve nelerden içtinabla gazab-ı İlâhî’den ve şekavet-i dâimeden mahfuz kalacağını bizlere bildirmiştir.
Ruhun bedenle, ebedî saadetin ise bu fani hayatla kıyas kabul etmeyeceğini idrak eden insan, Kur’ân-ı Kerîm’in fermanlarına harfiyen riayete azami derecede hassasiyet göstermelidir.
Bedenini beslemek için kâinattaki ışıktan, havadan, sudan tut, ta sebzelerin ve meyvelerin envaına kadar her şeye ihtimam gösteren ve bu noktada aza kanaat etmeyen insanın, bu ihtimamı çok daha fazlasıyla; ruh ve kalbini besleyen mânevî gıdalara yani Kur’ân-ı Kerîm’in emir ve nehiylerine karşı da göstermesi yaratılışının muktezasıdır. Bir insan, bedenini beslemek için bir cihetle kâinatı yiyor, yine de onu muhafaza edemiyor ve ölüyor. Ruhuna karşı ise hakikatın zıddıyla muamele ederek, sadece bir iman ettim demekle yetiniyor ve ruhun gıdası olan amellerde ihmalkârlık yapıyor.
Yalnız mücerred bir imanın ruh binamızı ayakta tutacağı ve onu ebedî saadete kavuşturacağı çok şüphelidir. Bedenimizin çeşitli gıdalarla beslenmesi gibi, ruhumuzun da sıhhatını muhafazası ve terakki etmesi için birçok gıdalar alması lazımdır. Kur’ân-ı kerîm bütün ayetleriyle ve umum ehâdis-i nebeviye bu gıdaların neler olduğunu bize öğretmiş bulunmaktadır.
İnsan sadece ekmek yemekle iktifa etmediği gibi, sadece namaz kılmakla da iktifa etmemelidir.
Bir kimse, bedenine ihtimam gösterirken, her âzasıyla alâkadar oluyor ve zararlardan muhafazaya çalışıyor. Meselâ, ayağındaki bir parmağına ehemmiyet vermemezlik etmiyor. Bu parmağa bir arıza geldiğinde bütün kuvvetiyle onun yardımına koşuyor. İnsan bu hassasiyeti ruhu için de göstermeli ve işlediği hiçbir günahı küçük görmemelidir. Her günahın ruhta açtığı yara, muhtelif ve mütefavit olmakla beraber, en küçük günah dahi, misâldeki parmak yaralanması gibi, ruhu incitmektedir.
Meselenin diğer bir yönünü de yine bir misâlle izaha çalışalım: Bir padişahın muhtelif emirleri ve bu emirlere uymamanın da muhtelif cezaları vardır. Cürümler ve cezalar muhtelif olmakla beraber, bütün cürümlerin müşterek olduğu nokta, padişahın emrine riayet edilmemesi meselesidir. Bir kimse bu noktada küçük suçları da kendi nefsi itibariyle büyük addetmeli ve sultanın emirlerine itaatsizlikten şiddetle çekinmelidir. Aynen bunun gibi, küçük günahların büyük günahlarla ittifak ettikleri husus, her iki hâlde de bu kâinatın Mâlik-i Ebedî’si ve Sultan-ı Sermedî’sinin emri hilâfına hareket edilmesidir.Yani, günahın küçüklüğüne değil, günahın kime karşı işlendiğine nazar edilmelidir.
Yukarıda izah ettiğimiz mesele, kendi nefsimizi günahlardan muhafaza için dikkate almamız gereken önemli bir nokta olmakla beraber, başkalarının günahlarını bu düşünce tarzıyla değerlendiremeyiz. Müsbet ve menfî bütün fiillerin fazilet ve mahzur; mükâfat ve ceza dereceleri en ince teferruatına kadar dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir.
İşlenen müsbet veya menfî bir fiile terettüb eden bu ceza veya mükâfatı noksanlaştırmak veya çoğaltmak hiç kimsenin haddi değildir. Binaenaleyh, kendi işlediğimiz küçük günahlarımızı büyük görerek sakınmaya çalışabileceğimiz hâlde, başkalarının günahlarını ancak dinimizin tesbit ettiği ölçüler içinde değerlendirebiliriz.
Mehmed Kırkıncı
Bedenin Efendisi Kim?
İnsan bazı vesilelerle bedenindeki bir uzvunu diğeriyle temas ettirmektedir. Meselâ; konuşurken dudaklarını birbirine dokundurmakta, pişmanlık halinde başını yumruklamakta veya üzüntüsünden dizini dövmektedir. Bütün bu uzuvların maddî oldukları ve yaptıkları işlerden bizatihî haberdar olmadıkları nazara alındığında, bunları birbiriyle temas ettiren birisinin olması lâzım geldiği bedaheten anlaşılır.
İşte, bu teması temin eden zat, insan ruhudur.
Diğer taraftan aynanın karşısına geçen bir kimse meselâ, “saçlarım biraz daha siyah olsaydı veya boyum biraz daha uzun olsaydı” gibi temennilerde bulunurken, kendi bedeni hakkında yerli veya yersiz bir takım mütalâalar serdetmektedir. Aynada görülen sûret o adamın bedenine ait olduğuna göre o beden hakkında fikir yürüten kimdir?
İşte, o fikir yürüten zat yine insan ruhudur.
Aynı şekilde, rüyasında bir başka şehire giden ve oradaki akrabalarıyla sohbet eden bir kimsenin, bedeni yatakta ve gözleri kapalı olduğuna göre, “Bu seyyah kimdir?” diye bir sual de hatıra gelecektir.
İşte o seyyah zat da yine insan ruhudur.
Bu noktada bir hususun ayrıca izahı lâzım gelmektedir. Şöyle ki:
Rüyadaki insanın ruhu bir başka şehire gitmekle beraber, o ruh bedenden de ayrılmamaktadır. Zira ruhun bedenden ayrılması hâlinde o kimsenin de ölmesi lâzım gelecektir.
Rüyâdaki bu gitme fiilinin mahiyeti bilinmemekle beraber, onun cüz’î bir misâlini güneşte görmemiz mümkün olmaktadır. Maddî nuranî olan güneş, küre-i arzdaki herhangi bir âyinede tecelli ettiğinde, o âyine ile bir nev’i musahabede bulunduğu hâlde kendi yerinden ayrılmadığı gibi, ruh da bedenden ayrılmamakla beraber âlem-i misâlin bazı tabakatında gezebilmekte ve sohbet edebilmektedir.
Mehmed Kırkıncı
İnsan Ruhuna Konulan Üç Kuvveyi Tanımak
Kuvve, selahiyet, iktidar, güç, fikir, niyet, hasse, duygu ve meleke gibi manalara gelir.
“Tegayyür, inkılab ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi: Menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behimiye. İkincisi: Zararlı şeyleri def’ için kuvve-i sebuiye-i gazabiye.Üçüncüsü: Nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.”1
İnsana verilen bu kuvvelerin ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç mertebesi vardır.
Kuvve-i Şeheviye
Kuvve-i şeheviye, menfaatları celb ve cezbeden kuvvedir. Yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi şeyler kuvve-i şeheviyedendir.
İffet, kanaat, nezahat ve seha kuvve-i şeheviyenin önemli kısımlarındandır. İffet, nefsini haram olan şeylerden muhafaza etmek, kanaat, elindeki nimetlere rıza gösterip haris olmamak, nezahat, çirkin ve rezil olan şeylerden kendini muhafaza etmek, seha ise, insanın kendi istek ve arzusuyla muhtaç olanlara yardımda bulunmasıdır. Seha, ahlâk-ı hasenenin en mühimlerindendir.
Diğer kuvveler gibi, kuvve-i şeheviyenin de üç mertebesi vardır
“Kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki; ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki; namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki; helâline şehveti var, harama yoktur.”2
“Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir.”3
İnsanın hayatı, her zaman ifrat ve tefritten uzak ve daima istikamet üzere olmalıdır. Her meselede olduğu gibi. yemesi, uyuması ve konuşması hep ölçülü, israftan uzak ve sünnete uygun olmalıdır. Nitekim “Yiyin, için; fakat israf etmeyin.”4 ayeti bunu emretmektedir.
Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıp noktasında bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.
Kuvve-i Gadabiyye
Kuvve-i gadabiyye, gerek nefisden ve gerekse hariçten gelen tehlikelere karşı insanın kendini muhafaza etmesi için Allah’ın bahşettiği bir müdafaa ve dafia kuvvesidir.
Bu hasse ve meziyet akıl ve hikmete uygun olarak ihtiyatlı bir şekilde istimal edilmeli, ifrat ve tefritten kaçınılmalıdır. Kuvve-i gadabiyenin de ifrat, tefrit ve vasat mertebeleri vardır.
Evet, “kuvve-i gazabiyenin tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecâattır ki; hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru’ olmayan şeylere karışmaz.”5
“Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder.”6
Eğer bir insan, öfkesinde ifrata giderse, o öfke, onun ruhunu yakar ve aklını perişan eder. Çünkü öfke akl-ı selimin ve mantığın düşmanıdır.
Hükemadan bazıları, “Öfkenin evveli cinnet, ahiri ise pişmanlık ve zarardır.” demişlerdir. Öfke bazen insanın iman ve ameline büyük zarar verebilir. “Öfke ile kalkan, zarar ile oturur.” sözü darb-ı mesel olmuştur. Bundan dolayıdır ki, insanın öfke vaktinde adeta ateşe su serpmek gibi, “innallahe meassabirin” diyerek, ona hilim ile mukabele etmesi hakimane bir tedbirdir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de:
“Kızdıklarında öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler.”7
buyurmaktadır. Zira gadap ile hareket eden tehlikeye yaklaşmış olur.
Hazret-i Ali (ra):
“Üç şey üç yerde belli olur. Şecâat ehli, muharebe vaktinde; insanın dostu ihtiyaç vaktinde ve hilm gadap zamanında belli olur.”
buyurmuştur. Bunun için hikmet ehli, “Nefis hiddetle değil, sükûnetle teskin olunur.” demişlerdir. İmam-ı Şa’ranî de
“Hilm, rıza halinde değil, gadap halinde olan sükûnettir.”
demiştir. Yani öfkeli değilken veya acz halinde iken gösterilen hilm, hilm değildir. Asıl hilm sahibi, öfkeli ve güçlü olduğu halde affeden, ceza vermekten vazgeçen kimsedir. Cezalandırmaktan aciz olarak affeden kimse, hilm sahibi olamaz.
Hükemadan birisi “Gadabına uyan adam, edebini zayi eder.” demiştir. Evet, insan hiddet ve şiddet anında ne yaparsa yapsın, yaptığı iş akıl ve hikmete zıt olacağından, neticesi onu, telafisi mümkün olmayan bir acıya düşürür ve nedamete götürür.
Gadap öyle bir haldir ki, sahibini menfur ve bedbaht yapar ve yalnız yaşamaya mecbur eder. Zira hiddet ve şiddete tahammül edecek az kişi bulunur.
Sahabe-i Kiram efendilerimiz Peygamber Efendimiz’e (asm.)
“Ya Resulallah! Âfâtın şiddetlisi nedir?” diye sorduklarında
“Allah’ın gadabıdır.” diye buyurmuş,
“Bundan kendini muhafaza edip, kurtulmanın yolu nedir?” diye tekrar sorduklarında Efendimiz:
“Gadap etmemek ve ondan uzak durmaktır.” buyurmuşlardır.
İmam-ı Suyûtî : “Gadap ve şiddet vücut ikliminin en dehşetli bir afatıdır. Eğer onu defetme çaresi aranmazsa insanı harab eder.”demiştir. Hiddet insanın kalbini ateş gibi yakar, onu galeyana getirir, yerinden sarsar ve iç âlemini alt-üst eder.Maazallah insanın vücudunu tahrip eder veya az bir vakitte onu ya hapishaneye ya da mezaristana götürür. Elhasıl gadap ve hiddet, insan için büyük bir kusurdur. Kendisini bundan muhafaza etmeyen insan, her zaman büyük zararlara uğrar
Kuvve-i Akliye
Akıl, düşünme ve tefekkür hassası olan bir kuvve-i kudsiyyedir ve mahiyetinin anlaşılması mümkün olmayan ilahî bir sırdır. Akıl, hayrı ve şerri birbirinden ayıran, insanı doğru yola sevk eden ilahî bir nurdur. Eserden müessire intikale vesile olan bir idrak aletidir. Zira akıl, insanı göz ile görünen eserden, görünmeyen ve müessir-i hakiki olan Cenab-ı Hakka götürür.
Allah’ın insanlara ihsan ettiği nimetlerin en büyüğü ve en hayırlısı akıldır. Akıl öyle bir nimettir ki, din de, dünya da onunla anlaşılır ve onunla kazanılır. Bütün eşyanın mahiyet ve hakikati onunla idrak olunur ve inkişaf eder.
Akıl, Cenab-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini idrak ettiğinden dolayı, onun değerine paha biçilmez. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav)
“Cenab-ı Hak akıldan daha büyük bir nimet yaratmamıştır.”
buyurmakla bu nimetin üstün kıymetini ortaya koymuştur. Akıl, kâinatta Cenab-ı Hakk’ın sonsuz azamet ve kudretini, rahmet ve inayetini, lütuf ve keremini müşahede eder ve insan için bir saadet anahtarı olur.
İlim ile akıl, ruh ve ceset gibidir. Bazı tefsirlerde vardır ki, kâmil iman, akl-ı kâmile bina edilmiştir. Akıl, ancak ilim ve irfan ile tekâmül ederse kemale erer.
İlimsiz akıl her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz. Çoğu zaman hayırdan ziyade şerre alet olur. Çünkü akıl mahlûktur ve sınırlıdır. İlim ise Allah’ın sıfatıdır ve sonsuzdur. Bundan dolayıdır ki, insanları irşat için, kitaplar; peygamberler ve mürşitler gönderilmiştir. Kuvve-i akliyenin de üç mertebesi vardır.
“… kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.”8
“Evet fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar.”9
İlim ve medeniyet sahasındaki terakkiler, akılla gerçekleşririldiği gibi, manevîyat sahasındaki terakki de yine akıl sayesinde meydana gelmiştir.
Mehmed Kırkıncı
Dipnotlar:
1 İşarat-ül İ’caz, s. 23.
2 age.
3 age., s.166.
4 A’raf Suresi, 7/31.
5 İşarat-ül İ’caz, s. 23.
6 age., s. 166.
8 İşarat-ül İ’caz, s. 23.
9 age., s. 166.