Etiket arşivi: insan

ADAVET | Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

Ehemmiyetli bir kaide-i Kur’aniye

“Bazan Kur’an, Cenab-ı Hakk’ın fiillerini tafsil ediyor. Sonra bir fezleke ile icmal eder. Tafsiliyle kanaat verir, icmal ile hıfzettirirbağlar.” S:418

ADAVET

Bazı seyyiatı sebebiyle muhlis bir mü’mine adavet etmek, fesadcılıktır:

Evet, “insanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır. Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.” L:88

“Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.” H:52

“Hem Kur’an-ı Kerim diyor ki: مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلاَ يُجْزَى اِلاَّ مِثْلَهَا Madem ki hasene on misline çıkar. Seyyie, nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikatına teşmil et. Uyûbundan iğmaz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adaveti, müsi’den müsi’in ekaribine veya sair güzel sıfatlarına tecavüz ettirme. Bu edeb-i illiye-i âdile-i Kur’aniye ile edeblen! Kur’an’ın edebiyle edeblenmeyen, zamanın sillesiyle te’dib olunacağı muhakkaktır.” Ni:46

İstila eden fitnenin tesiriyle faziletin yetersizliğinden enaniyet hükmeder ve İslam dairesinde muarazalar çıkar. Bu sebeble Hazret-i Üstad i’tidal-ı demmi tavsiye edip diyor ki:

“İstanbul’da malûm itiraz hâdisesi îma ediyor ki; ileride, meşrebini çok beğenen bazı zâtlar ve hodgâm bazı sofi-meşrebler ve nefs-i emmaresini tam öldürmeyen ve hubb-u câh vartasından kurtulmayan bazı ehl-i irşad ve ehl-i hak, Risale-i Nur’a ve şakirdlerine karşı kendi meşreblerini ve mesleklerinin revacını ve etba’larının hüsn-ü teveccühlerini muhafaza niyetiyle itiraz edecekler, belki dehşetli mukabele etmek ihtimali var. Böyle hâdiselerin vukuunda, bizlere itidal-i dem ve sarsılmamak ve adavete girmemek ve o muarız taifenin de rüesalarını çürütmemek gerektir.1 ” K:196

Yukarıda geçen ehl-i irşad ve ehl-i hak tabirleri ile, hizmet ve diyanet dairesinde görünen bazı kişiler kasdedilir.

“Enaniyetine mağlub kişi ehl-i hak olabilir mi?” diye akla gelebilen sual sebebiyle, zamanımızda mevcud müslüman ekseriyetinin İslâmî durumlarına bakan birkaç cümleyi, kaydetmek gerek. Mesela:

“…dost ve ahbab ise: Eğer onlar iman ve amel-i sâlih sebebiyle Cenab-ı Hakk’ın dostları iseler, “El-hubbu Fillah” sırrınca o muhabbet dahi, Hakk’a aittir.” S:639

Keza, “Dünyada “El-hubbu fillah” hükmünce sâlih ahbablara muhabbetin neticesi…” S:648

İhlas Risalesinde de enaniyeti yenmek için şu tavsiye var:

“Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı: “El-hubbu fillah” sırrıyla, tarîk-ı hakta gidenlere refakatla iftihar etmek ve arkalarından gitmek ve imamlık şerefini onlara bırakmak ve o Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip ihlası kazanmak3 ….” L:153

“Daima kendini beğendirmeye ve sevdirmeye çalışır ve kusuru nefsine almaz; belki avukat gibi kendini müdafaa ve tebrie eyler. Mübalağalar ile, belki yalanlarla nefsini medh ü tenzih ederek âdeta takdis eder ve derecesine göre مَنِ اتَّخَذَ اِلهَهُ هَوَيهُ   âyetinin bir tokadını yer.” L:275

Evet, asrın müslüman ekseriyetini tavsif eden şu ifadeler de dikkat çekicidir. Şöyle ki: “…bilhassa terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olanlar…” K:252

Hem “…zâhirde ve isimde müslüman!…” BMs:626 görünenler.5

Ahirzamandaki müslümanların durumunu tavsif eden bir rivayette de mealen şöyle buyrulur:

“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, Kur’anın merasimi ve müslümanlığın da ismi kalacak. Onlar müslüman ismi alırlar. Halbuki kendileri müslümanlıktan, insanların en uzağıdırlar. Camileri süslü olur, hidayet bakımından ise viran olur. O zaman âlimleri, gök kubbesi altındaki âlimlerin en şerlisi olup, fitne onlardan başlar ve yine onlara döner.”

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, camilerde onlardan binden fazla adam namaz kılacak da, içlerinde hâza mü’min bulunmayacak.” (Ramuz-ül-Ehadis, sh.301)

Evet, ahirzaman fitnesinin “medeni hayat” diyerek aşıladığı anlayış ve yaşayışlardaki haram bid’atların haramiyetine, “medeni yaşayış” anlayışiyle bakmak, imana dokunur.

Hazret-i Üstad diyor ki: “günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tövbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir.” E:203

Ahirzaman fitnesinin sebeb olduğu tereddilere karşı ikaz eden bu tarz beyanlar hayli çoktur.

Hazret-i Üstadın bu gelen şiddetli ifadeleri de, henüz fitnenin yerleşmediği Osmanlının son devrelerine aittir. Şimdi ise fitne-i ahirzamanın en ifsadkâr devresindeki durumla kıyas etmek gerek.

Hazret-i Üstad diyor: “Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani onüçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde olanları câmiye davet ediyorum.

İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Mesîl-i neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..6 ” Mü: 49

Eski Said devresinde İstanbul’a gelen Bediüzzaman Hazretleri, mezkûr manadaki müslümanların halini görünce, üzülerek memleketine dönüşünü şöyle anlatılıyor:

Karışmış İstanbul’un hava-i gıll ü gışından ve tezviratından ve bedraka-i efkâr olmak lâzım gelen gazetecilerin bazılarının bütün fenalıklara bâdî ve bütün felâketlerin müvellidi olduklarını görerek bu derece açık cinayetlere tahammül edemeyerek me’yus ve müteessir; vahşetzâr fakat munis, vefakâr ve nâmusperver olan dağlarına döndü.” D:8

Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’dan memleketine dönüş sebebini şöyle anlatır:

“Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve diyanette lâübalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise; herkes şahid olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel, vilayat-ı şarkıyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. D:46

Evet, enaniyetlileri daireye sokmamak gerektiğini tavsiye eden Hazret-i Üstad diyor ki:

“…..bu noktaya dikkat ediniz ki, Risale-i Nur’un zararına ve şakirdlerinin salabet ve metanetlerine ilişecek bir tarzda daireniz içine sokmayınız. Öyleler niyet-i hâlise ile girmezse, belki fütur verirler. Eğer enaniyetli ve hodfüruş ise, Risale-i Nur şakirdlerinin metanetlerini kırarlar; nazarlarını, Risale-i Nur’un haricine çekip dağıtırlar.” K:202

Hizmet dairesine niyet-i hâlise ile girmeyenleri nifak cereyanının alet edeceğine dair Risale-i Nurda ikazlar vardır. Ezcümle Hz. Üstad diyor:

“Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dâhilî adavetleri unutmak ve bırakmak” olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevi kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemaat-ı İslâmiyeye hizmet dava edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’î adavetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.” M:269  diyerek hizmet dairesinde görünen mezkûr vasıftaki kısım şiddetle karşılar.

Evet, enaniyet ve garazkârlık hissiyatını muannidane takib edenler, Hazret-i Üstadın tavsifiyle, “insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olurlar.” L:88

“Eğer dersen:”İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.”

Elcevab: Sû’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin manevî bir nedamet, gizli bir tövbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman; onun şerrinden seni kurtarır. Zâten bu mektubun bu mebhasını yazdık, tâ bu manevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.” M:267

Risale-i Nur’un mesleği, “Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.” L:151

Elhasıl, “… geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim ….. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım.” D:45

Kur’anda bizlere nümune-i imtisal gösterilen sahabelerin sahib oldukları şiddet ve nefret; tevazu ve merhamet hisleri hakkında (5:54 ve 48:29) ayetleri örnek gösterilebilir.

وَالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

Bütün levm ve itab ve nefretheva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda’ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn…” H:62

(Bakınız: Muhabbet Derlemesi; İslam Prensipleri Ansiklopedisi Adavet maddesi)

Yani, Allah’a havale ve tevekkül edip, hakikatları neşir ve tebliğ etmek gerektir.

Yani, zahir hayatında imanlı ve amel-i salih sahibi olmak şartiyle, onlarla dostluk yapılabilir.

Burada da tarik-i hakta gidenlerle, yani kitabtaki esaslara samimiyetle bağlı olanlarla beraber olmak nazara veriliyor.

Yani, fiil ve hareketlerinde kendilerini beğendirip önde görünmek isteyenler, yani enaniyetlerine ileri derecede mağlub olanlar, tefrikalara sebebiyet verirler.

Kendi garaz ve temayüllerine göre hareket edip ahkâm-ı şer’iyeyi ve kitabdaki düsturları ölçü yapmayanların halini anlatan mezkûr beyanlar, aynı zamanda âyet ve hadislerin  haberleridir.

Yukarıda geçen “mezar-ı müteharrik” tabiri, ceseden diri fakat, ruhen, kalben ve fikren ölü olan müslümanların halini tarif eder.

İşte bu evsafta bozuk olan ismen müslümanların, muaşerete ve bilhassa hizmet beraberliğine liyakatları olmaz.

 

Selam ve dua ile..

Rüştü TAFRALI

Yangın Nasıl Söner?

Yangın Nasıl Söner?

Âlem-i insaniyet cayır cayır yanmaktadır. Bu yangın Avrupa’yı yakıp kavurup artık harim-i İslamiyet’e de sıçramış ve yangın burada da devam etmektedir. Bu duruma karşı kimsenin tepkisiz kalmaması lazım. Çünkü tepkisizlik musibeti davet eder, sükûtsa evden içeriye buyur eder.

Bediüzzaman Hazretleri bu hususta şunu ifade etmektedir ki;

“Sen şuna buna niçin sataştın?” diyorlar. Farkında değilim; karşımda müdhiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler…”[1]

Feraset sahibi olanlar, bu yangını görüp basiret sahiplerine haber vermiştir. Onlar da kendilerine yüklenen bu vazifenin farkına vararak topluma sıçrama meylinde olan yangınları söndürmek için var güçleriyle say u gayret etmiştir.

“Fesad-ı ümmet[2] zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor.”[3]

Demek ki farz ve sünnetlerin toplumda yayılması tebliğ edilmesiyle fesadın önü alınabilir. Herkes üstüne düşen vazifeleri kameti miktarınca yapmakla mükelleftir.

Dini yaşama konusunda ümmetin bozulduğu, insanların yoldan çıktığı ve kötüyü tercih edip kötülüğe zorlandığı, yönlendirildiği ortam ve şartlarda dini yaşamak, özellikle dinin farzlarına ve vaciplerine riayet çok ehemmiyetlidir. Toplumda iman, İslam ve takvanın yayılmasıyla/intişarıyla fesadların önü alınır yoksa tefessüh/çürüme alır başını gider.

Ahirzamanın ahirlerini yaşadığımız bu zor zamanlarda her zamankinden daha ziyade manevî hakikatlere ihtiyacı var. Tebliğ ve temsille mükellef olanlara çok iş düşüyor. Her türlü şey tebliğde kullanılmalı ve insanlara ulaşılmalıdır. Yoksa diğergamlık toplumdan silinip arsız, hırsız, uğursuzluk yerini alacaktır. Faziletin yerine rezalet yani…

Bunun için pek çok faaliyette ve hizmet sahasında kendini ehl-i himmet ve gayret sayan kimseleri de yardım etmeye çağırıyoruz. Cenab-ı Hakk muvaffakiyetler versin, hayırlara vesile kılsın.

Dünyanın çok yerinde sanki sözleşmiş gibi eş zamanlı Müslümanlara zulüm ediliyor ve katlediliyor. Filistin, Şarki Türkistan, Myanmar, Arakan, Irak, Suriye… Nice canlar yitip gitti. Bunca zamanda da insan olanlar tepkisini gösterdi elinden gelenleri yaparak gerek boykotla gerek protestolarla gösterdi. İnsanlıktan istifa edenlerse sustu, görmedi, işitmedi, kan kokusu burnuna gelmedi, basireti kapandı.

Deprem, siyaset, ekonomi, Filistin vb. konularda bunalan dimağlara İslamiyet’in Hakikat Nurları’nı serperek buhranları silmek ve dimağları nurlandırmaya çalışmalıyız. İçtimai buhranlardan ancak böyle kurtulabiliriz. Materyalizmin sunduğu şeylerle insanlık idare edilmez. İnsanlık ancak ve ancak Nur Çeşmesi’nden akan suyla temizlenecektir.

Bu vesile ile Cenab-ı Hakk tesirini halk etsin. Hak dava olan İslamiyet’in yücelerde durması için, insanlığın felaketlerden kurtulması için çalışanlara muvaffakiyetler temenni ederim.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Asa-yı Musa (262)
[2] “bozulmak, çürümek; sağduyudan sapmak” vb. anlamlara gelir. İsim olarak da “zulüm; çalkantı, düzensizlik; kuraklık, kıtlık” mânalarında kullanılmıştır. Bazı dilciler fesadı “itidal çizgisinden uzaklaşıp bozulmak” şeklinde tanımlamışlardır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “fesâd” md.; Kāmus Tercümesi, “fsd” md.). Başkasının malına haksız yere el koymaya da fesad denilmiştir.” Tâcü’l-ʿarûs, II, (452)
[3] Lem’alar (50)

Kaynak:RisaleHaber

www.NurNet.org

Kur’ân’ın ilk emri de oku’dur

Kur’ân’ın ilk emri de oku’dur

Risale-i Nur, Kur’an’ın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir[1]

“Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anîdir. O halde Kur’an okundukça, o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvî pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.”[2]

“Risale-i Nur, Kur’an’ın[dır] ve Kur’an’dan çıkan bürhanî bir tefsir[idir.]”[3]

Risale-i Nur Külliyatı, bu asrın insanlarına adeta bir ihsan-ı ilahidir. Gerek şimdiki üslub farkı gerekse meseleleri ele alma tarzıyla insanların ruhuna cazip geliyor.

Önceki zamanlarda telif edilen eserler o dönemlerdeki kuşkulara ve tereddütlere cevap vermiştir. Zaman ilerlemesiyle var olan eserler kâfi gelmemeye başlamıştır. Bu yeni dönemde Risale-i Nur Külliyatı da insan, amel, Allah ve kâinat meseleleri üzerine gitmiş ve perspektifi genişletmiştir. Çünkü yeni şartlar yeni usulleri beraberinde getirir.

İslam dünyasında önceleri ya dışarıdan gelen veya dışarıya yakın kimselerden gelen bazı tereddütler artık kurdun gövde içine girmesiyle Müslümanlarda tereddütler başladı. Ehl-i bida ve ilhadın fikirlerinin karışmasıyla da kargaşa meydana gelmiştir.

Tablo bu şekli almışken mülhid ve mürtedlerin ortalığı imansızlık ateşine verdiği ve ehl-i bidanın[4] tereddütleri, vesveseleriyle insanları aldattığı yadsınamaz bir gerçektir.

Hak ve hakikatla meşgul olmak insanın kendini inşa teşebbüsüdür. Manevi birer terapi de diyebiliriz buna. Hak ve hakikat insanın halet-i ruhiyesine müdahale ederek adeta bir tamirci rolü üstlenir. Çünkü Risale-i Nur meşguliyeti “yaratan Rabbinin adıyla oku” hitabına “Lebbeyk!” demektir. Çünkü Risaleler alelade bir okuma işi değildir. Yaradanın esmasını, sanatını, fiilini okumak, anlamak ve tefekkür etmektir. Risalelerin önemi buradan gelmektedir.

Risale-i Nur Külliyatı tefekkür ve iman hakikatlerini ihtiva eden muhteşem bir külliyattır. Okurken insan dikkat ve tefekkürle okursa duygusal, zihnî ve ruhî sağlığını da beslediği hissetmektedir.

Risale-i Nur Külliyatı burada tefekkürün, dikkatin gücünü kullanarak insan aurasını arttırmaktadır. Maneviyatı yükselterek insan manevi korumasını/aurasını attıracağını tesbit ettiği için ne abesle ne de haramla meşgul olmasını istemez.

Bediüzzaman Said Nursî, sıcaklarla birlikte çöken rehavet ve tembelliğe karşı insanı ikaz eder “bu yaz mevsimi, gaflet zamanı”[5] diyerek, insanı azami dikkate davet eder. Bu gaflet mevsiminde okuma ve tefekküre teşvik eder.

RİSALE-İ NUR VE MADDELER HALİNDE GELİŞİM BASAMAKLARI

1. Manevî gelişim: Said Nursî, okumayı ve tefekkürü, manevî gelişim için bir süreç olarak görür. Bu sebeple dikkat, tefekkür ile okumaya daima sevkeder. Risale-i Nur Külliyatında, yaratılış hikmetleri, peygamberimizin tüm insanlığa bir rehber olması adeta yaşayan bir Kur’ân olarak bize yaptığı rehberliği ve kâinat kitabını doğru tahlil için metodlar üzerinde durur ve “muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah”[6] makamının gereğini hakkıyla ifa etmiştir.

Doğru okumalar, imanın kuvvetlendirilmesiyle sınırlı kalmaz insanın hayat dinamiklerinin dinç kalmasıyla adeta insanı motive eder. Yanlış okumalar insana çok fazla katkı sağlamayıp ülfete sevkeder.

2. Zihnî iyileşme: Risale-i Nur’un doğru okumayla aklın ve kalbin beraber inkişaf etmesi mümkündür. Ne sadece aklın ne de sadece kalbin inkişafı Risale-i Nur’un hedefi değildir. İstikamet ancak ve ancak beraber inkişaf etmesiyle mümkündür.

Risale-i Nur, kalb ve akılın beraber inkişafıyla ruh sağlığını da desteklemektedir. Zihni iyileşme de tefekkürle mümkündür. Şunu da ifade etmek istiyorum ki, fikir ve tefekkür birbiriyle aynı gibi görünürken farklıdır. Fikir insanı geveze yapar; tefekkürse Allah’a yaklaştırır.

Düzenli yapılan okumalar, anlama kabiliyetini geliştirerek zihinsel gelişim sürecini destekler. Anksiyete bozukluğu gibi kaygı bozukluklarının azalması ve önüne geçilmesine katkı sağlar. Böylece ruh sağlığı dinç insanların toplumda bulunmasıyla toplumun daha da yaşanır bir seviyede olmasına katkı sağlar. Şuurlu, akl-ı selim sahibi, mutlu aile hayatına sahip, işinde gücünde, doğru okumalar yapabilen insanların sayısal olarak çoğunlukta olması önemlidir sosyal ilişkilerde iyileşme ve toplumsal barışın sağlanması adına.

3. Şahsî okuma programları: İnsanların kendilerini değerlendirmeleri açısından ve manevî olarak ne âlemde olduğunu yoklaması önemlidir. Bunun içindir ki hergün hatta her fırsatta okumalar yapmalıyız. Bunu Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında da görüyoruz. Risale-i Nur’un okunması, insanın adeta hem kendini hem de kâinatı keşfetme yolculuğuna verilen isimdir.

4. Grup okuma programları: Risale-i Nur Külliyatı’nın gruplar halinde okumak grup psikolojisi sebebiyle daha fazla okumaya teşvik etmektedir. Grup okumalarında aynı eser üzerinde karşılıklı ve beraber okuyarak müzakere edilebilir.

Bu müzakereler, katılımcıların birbirlerinin okunan metne yaklaşımlarından faydalanmalarını sağlar ve farklı bakış açılarıyla hem grubun hem de şahsın eserlere yönelmesini arttırarak motiveyi arttırır.

Belirli mevzular üzerinde (ihlas, ibadet, kader, uhuvvet vb.) Risale-i Nur’dan alakalı yerler seçilerek yapılan okuma programları daha fazla istifade etmeye vesile olduğu görülmektedir. Özellikle tüm katılımcıların hazırlanarak gelmesi daha da istifadeli olmaktadır.

RİSALE-İ NUR VE BEDİÜZZAMAN’I KİMLER ELEŞTİRMEYE ÇALIŞIR, SATAŞIR

Kısacası Risale-i Nur Külliyatı ve müellifi Bediüzzaman Said Nursi’ye üstünkörü bakmak, önemsiz görmek ve sıradan görmeye/göstermeye çalışmanın altında gurur, kibir, enaniyet, kıskançlık gibi hislerin ve kökü dışarıda gövde, dal budakları bu topraklarda olan komitelerin borazanlığını yapmaktan başka bir şey değildir.

Bu vatan bize piyangodan çıkmadı veya ortada ehemmiyetsiz olduğu için duruyordu da biz gelip imaret edip vatan yapmadık. Nice bedeller ödendi, canlar şehit oldu yanarak, donarak, parçalanarak. İşte Bediüzzaman hem talebeleriyle Kafkas cephesinde Albay rütbesiyle beraber savaşa katıldı Rus ve Ermenilere karşı savaştı, esir düştü.

Rusya’dan gelip Osmanlı İmparatorluğuna mücadelesinde silah yerine kalem eline alarak devam etti. Fikirleri, tefekkürleri, eserleri bugün vatan sathını da açıp altmıştan fazla dile tercüme edilerek İslamiyet’in fikrî cephesinde mücadeleye devam etmektedir.

Bediüzzaman ve eserlerine laf atmaya çalışanlar, eserleri tenkid etmeye yeltenenler önce nerede durduklarına kimin dolduruşuna geldiklerine bakmalı. Tabi bu söylediğimi anlayacak bir kapasitede olmadıkları için anlayamayacak ve görse de “hıh” deyip geçecektir. İster yazar, ister vaiz, ister bilmem ne etiketi olursa olsun.

ŞAHSİ OKUMA YAPARKEN ŞURASI DİKKATİMİ ÇEKTİ PAYLAŞMAK İSTEDİR.

“Efendiler! Otuz-kırk seneden beri ecnebi hesabına ve küfür ve ilhad namına bu milleti ifsad ve bu vatanı parçalamak fikriyle, Kur’an hakikatına ve iman hakikatlarına her vesile ile hücum eden ve çok şekillere giren bir gizli ifsad komitesine karşı, bu mes’elemizde kendilerine perde yaptıkları insafsız ve dikkatsiz memurlara ve bu mahkemeyi şaşırtan onların Müslüman kisvesindeki propagandacılarına hitaben, fakat sizin huzurunuzda zahiren sizin ile birkaç söz konuşacağıma müsaade ediniz.

(Fakat ikinci gün beraet kararı, o dehşetli konuşmayı geriye bıraktı.)

Tecrid-i mutlakta ve haps-i münferidde Mevkuf
Said Nursî[7]

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Şualar (515)
[2] İşarat-ül İ’caz (228)
[3] Şualar (81)
[4] ehl-i bid‘at, “aklı esas alıp nasları te’vil etmek suretiyle Hz. Peygamber’den sonra sünnete aykırı bazı inanç ve davranışları benimseyenler” şeklinde tarif edilebilir. https://islamansiklopedisi.org.tr/ehl-i-bidat#:~:text=Buna%20g%C3%B6re%20ehl%2Di%20bid,B%C4%B0D’AT).
[5] Tarihçe-i Hayat (314)
[6] Sözler (237)
[7] Şualar (288 – 289)

Kaynak:RisaleHaber

www.NurNet.org

Anksiyate ve Risale-i Nur

Anksiyate ve Risale-i Nur

İnsan, zaman ve hadiseler karşısında hissi ve psikolojik değişimler yaşar. Bunlar bazen çok dengesiz değişimler olabilir. Bu insan fıtratının gereğidir. Gerekli şartlar olmadan bu değişimler olmaz. Ama bu değişime sebep olan şeyler insan sistemi içinde her an patlamaya hazır halde beklemektedir. İnsan bunun bazen farkına varır bazen de varmaz.

İnsan, fıtratındaki tüm hisler, istidatlar, kabiliyetler, meyillerin hem ifratı hem tefriti hem vasatı var. Bu sebeple insan her an tehlikelerle karşı karşıyadır. Ve bu tehlikeler çeşit çeşit libaslar, kılıflarla insana arz-ı endam ederek görünür. Kendini ayan beyan göstermez. Bu sebeple hak batıl karması olan ahirzamanda insan her şeye dikkat etmeye mecburdur. Bir anlık dalgınlık insanı çok pişman edebilir.

Aile hayatımız, sosyal hayatımız kısaca her şeyimiz bir dikkate bağlıdır. Dikkat ve algı bozukluğu ahirzaman insanın problemlerinin birisidir. Buna şimdilerde anksiyete bozukluğu [1] deniliyor.

Aslında bu his ve düşünce bozukluğudur. İnsanın zikzakları bunu tetiklemektedir. Buna karşı insan doğru düşünmeli ve doğru şeyler yapmalıdır. Risale-i Nur külliyatı insana bu kabiliyeti vererek itikad ve amelini muhafaza ederken eş zamanlı olarak da dimağ/bilinç kontrolü de yapmaktadır. Ama insan bunun farkında değildir. Risale-i Nur ile yani insan ruhu ve dimağının ihtiyacı olan doğru malzemelerle kendini meşgul edenlerde ya yok ya çok azdır bu sıkıntılar.

Haram helal dengesinin ve hassasiyetinin bozulması ve sosyal hayattaki dengesizlikler ve insanın duygusallığı ve görsel-yazılı medyayla yapılan tahribatları saymıyorum bile.

 

RİSALE-İ NUR’DAN İLAÇ GİBİ CÜMLELER

Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikata inkılab eder.

Vehham ve asabî insanlarda fena bir hastalıktır. Habbeyi kubbe yapar; kuvve-i maneviyesi kırılır.

Hususan merhametsiz yarım hekimlere veyahud insafsız doktorlara rastgelse, evhamını daha ziyade tahrik eder.

Zengin ise, malı gider; yoksa ya aklı gider veya sıhhati gider.” [2]

“Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri -ki hiç ve madum ve yok olmuşlar- şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp, Allah’tan şekva etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa-sola yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir. Sıkıntı ondan bire iner. [3]

“Sana kâr ve sürur vermek lâzım gelirken, onları düşünüp müteellim olmak ve sabırsızlık etmek divaneliktir. Gelecek günler daha gelmemişler. Onları şimdiden düşünüp, yok bir günde, yok olan bir hastalıktan, yok olan bir elemden tevehhüm ile düşünüp müteellim olmak, sabırsızlık göstermekle, üç mertebe yok yoğa vücud rengi vermek, divanelik değil de nedir? Madem bu saatten evvelki hastalık zamanları ise sürur veriyor. Ve madem yine bu saatten sonraki zaman madum, hastalık madum, elem madumdur. Sen, Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği bütün sabır kuvvetini böyle sağa sola dağıtma; bu saatteki eleme karşı tahşid et; “Yâ Sabûr!” de, dayan.

“İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdane “Ya Sabur” de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk’ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan. [5]

Bu durumlar karşısında ehemmiyet vermemek, olağan hayatımızı devam ettirmek, faydasız boş işlerle uğraşmamak, sabırsızlık göstermemek, sıkıntıdan sosyal medyayla meşgul olmamak, halet-i ruhiyemizi internetten aratıp evhamımızı arttırmamak, abur cubur ve fastfood tüketimini bırakmak gereklidir.

Selam ve dua ile..

Muhammed Numan ÖZEL


[1] Anksiyete bozukluğu, kişinin aşırı kaygı, endişe ve korku hissetmesine neden olan bir ruhsal sağlık durumudur. Bu bozukluk, günlük yaşam aktivitelerini etkileyebilir ve bireyin normal işlevlerini yerine getirmesini zorlaştırabilir. Anksiyete bozukluğunun yaygın belirtileri şunlardır: Sürekli endişe hali, Huzursuzluk, Konsantrasyon güçlüğü, Kas gerginliği, Uyku sorunları. Çarpıntı, Terleme, Nefes darlığı, Sürekli olarak kendini gergin veya huzursuz hissetmek, Sindirim sorunları.

Ayrıca, düzenli egzersiz yapmak, yeterli uyumak, sağlıklı beslenmek ve stres yönetimi teknikleri de anksiyeteyi azaltmada yardımcı olabilir.

Eğer anksiyete belirtileri yaşıyorsanız, bu durumun hadiseler, zaman ve yaşınızla alakalı bir durum olduğu bilip bu süreci normal karşılamanız gerekmektedir. Şayet üzerine çok düşerseniz evham ve vesveselere kapılır ve hayatınızı zehir edebilirsiniz.

Anksiyete bozukluğu çeşitlerini şöyle sıralayabiliriz.

Genelleşmiş Anksiyete Bozukluğu (GAD): Sürekli ve aşırı endişe hali, çeşitli olaylar ve aktiviteler hakkında kontrol edilemeyen kaygı.

Panik Bozukluğu: Ani ve yoğun korku nöbetleri (panik ataklar), çarpıntı, terleme, titreme ve nefes darlığı gibi belirtilerle.

Sosyal Anksiyete Bozukluğu (Sosyal Fobi): Sosyal ortamlarda veya performans gerektiren durumlarda aşırı utangaçlık ve korku.

Özgül Fobi: Belirli bir nesne veya durum karşısında yoğun ve irrasyonel korku (örneğin, yükseklik korkusu, uçma korkusu).

Agorafobi: Kalabalık veya açık alanlarda bulunma korkusu, kaçışın zor olduğu yerlerde olma kaygısı.

Ayrılma Anksiyetesi Bozukluğu: Sevilen bir kişiden ayrılma korkusu, özellikle çocuklarda yaygındır ama yetişkinlerde de görülebilir.

Seçici Konuşmazlık (Selektif Mutizm): Belirli sosyal durumlarda konuşamama durumu, özellikle çocuklarda görülür.

[2] Lem’alar (218)
[3] Sözler (151)
[4] Lem’alar (211)
[5] Sözler (271

Kaynak: RisaleHaber

www.NurNet.org

Osmanlı, Her İki Üç Köy Arasına Bir Müderris ve Bir Mürşit Yerleştirmişti

Osmanlı, Her İki Üç Köy Arasına Bir Müderris ve Bir Mürşit Yerleştirmişti

Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticaret gibi maddi sahada terakki ederken, diğer taraftan da ilim, marifet, fazilet ve maarifte ilerlediler ve bunların zirvesine çıktılar. Azami bir gayretle başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde olan haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa edip, asırlar boyunca dünyâda eşine rastlanmayan ve her yönüyle mükemmel olan muhteşem bir medeniyet tesis ettiler. Onlar huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin sadece maddi kalkınmayla olamayacağını çok iyi bildiklerinden, her iki üç köy arasına bir müderris ve  bir mürşit yerleştirdiler. O büyük ve müstesna müderrisler medreselerde ders okutarak  insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlayan ve  anlatan binlerce âlim, ilim ve irfan erbabı yetiştirdikleri gibi,  mürşitler de  ilim ve irfanın inkişaf mahalli olan tekke ve zaviyelerde nice insanlara  İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak onların  nefisleri tezkiye, kalplerini tasfiye ettiler. Onların ruhlarını tenvir ve inkişaf ettirip, akıllarına istikamet vererek   sayısız insanların irşadına vesile oldular ve birçok feyyaz mürşit yetiştirdiler.   

Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde  milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve irfan yuvaları vasıtasıyla  insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı erbaa olan Abdülkadir Geylâni, Ahmed er Rüfai, Ahmed Bedevi, İbram-i Dusuki olmak üzere Şah-ı Nakşibendi  gibi kutupların, gavsların, âriflerin, evliyaların  ve sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali şahsiyetlerin olduğu  görülecektir. Bu müstesna zatlar,  kalp ve gönül aleminde hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hal yaklaşık bin yıl devam etmiştir. Bundan sonra ise Mehdi-i Azam devri başlayacaktır.

“Hakaik-i imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”

diyen Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan büyük mutasavvıf  İmam-ı Rabbanî Hazretleri “Mektûbât-ı Rabbânî” adlı eserinin 260. Mektubunun bir bölümünde bu  hakikati şöyle ifade eder:

“Şunun da bilinmesi yerinde olur: Nübüvvet mansıbı, Hatemü’r rüsül Resulüllah (s.a.v) Efendimizle mühürlenmiştir. Ona ve âline salât ve selâm. Lâkin tebaiyet yolundan, ona tabii olanlara bu mansıbın kamalâtından kâmil manada bir nasip vardır. Bu kamâlat nasibi diğerlerine nazaran, ashab tabakasında daha ziyadedir.”

“Bu devlet,  kıllet yolu ile çoğalarak tabiine, sonra da teba-i tabiine sirayet etmiştir. Bundan sonra gizlenmiş, saklılığa geçmiştir.”

“Bundan sonra, velayet  kamâlatının zılliyeti yayılıp üstün gelmeye ve şüyu bulmaya başlamıştır.”

“Ancak beklenen odur ki; aradan bin sene geçtikten sonra, bu saklı devlet tecdid edile. Ona bir üstünlük verilip şüyu bulması  artırıla. Böylece kamâlatın aslı zuhur edip onun zıllıyetini  örte. Ve nisbet –i aliyyenin mürevvici Mehdi gelsin. [1]

selam ve dua ile..

Mehmed Kırkıncı


[1] Mektûbât-ı Rabbânî, Çile Yay. İstanbul, 1983. Çeviri A. Kadir Akçiçek 1 cilt, sayfa 569

Kaynak: Mehmedkirkinci

www.NurNet.org