Etiket arşivi: insan

Zekanın Hayırsızı

Nur Külliyatında cerbezenin, ‘kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi’ olduğu ifade edilerek şu tarif getirilir: ‘hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik’ olmak. (İşarat-ül İ’caz, 23).

Bir misâl: Avrupa hayranı birisi, orada gördüğü bütün güzellikleri övgülerle sıralar, sonra başlar bizdeki noksanlıkları tek tek anlatmaya. Ve ortaya öyle bir tablo çıkar ki, sanki bütün güzellikler orada, bütün çirkinlikler de bizde toplanmış. İşte bu, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘Avrupa’nın mehasinini mesavimizle muvazene etmek’tir ve bir cerbezedir. Kaldı ki, Avrupa’nın güzelliği diye takdim edilen şeyler, ne oradaki insanların faziletlerinden, ne de Hıristiyan dininden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamı, menfaat esasına bina edilen ve hassasiyetle uygulanan disiplinli bir sistemin meyveleridir.

Bu konuda bir hatıramı nakletmek isterim. Avrupa’da bir dostumdan şunları dinlemiştim: “Bizde belediyeler zemin katta oturanların kira ücretlerini düşük tutarlar. Buna karşılık, kar yağdığında evin önünün temizlenme görevini de zemin katında oturan kiracıya yüklerler. Bu görevin yapılıp yapılmadığını sıkça kontrol etmelerine gerek yoktur. Öyle bir ceza sistemi getirilmiştir ki, kiracı kar yağar yağmaz hemen dışarı fırlar ve evinin önünü temizler. Çünkü, oradan geçen bir adamın kayma sonucu ayağı kırılsa, onun bütün tedavi masraflarını o kiracı ödeyecektir. Bu ise çok büyük bir yük tutar.” Şimdi, kanun korkusuyla kapısının önünü derhal temizleyen sefih bir Batılıyı, bu konuda ihmalkâr davranan faziletli bir Müslümandan daha üstün göstermeye çalışmak tam bir cerbezedir.

Nur Külliyatında konunun bir başka yönü şöyle nazara verilir: “Cerbezenin tavr-ı acibi; zaman ve mekânda müteferrik şeyleri toplar, bir yapar. O siyah perde ile her şeyi temaşa eder.” (Münazarat, 35) Üstadın bu ifadeleri, bazılarının hacılara sıkça çatmasını hatırlattı bana. Burada da bir cezbeze sözkonusudur. İnsan kuldur, hata yapabilir. Ama bu hatayı yapan hacı ise, hata her nedense, doğrudan, hacılar hanesine yazılır. Bütün hacıların işledikleri hatalar aynı hanede toplanır ve sonunda büyük bir hata kümesi çıkar ortaya. İşte, denilir, bütün bu hataları işleyenler hep hacılardır. Bu ulvî müesseseye böylece hücum edilir. Bu gibi sözleri dinleyen şahıs düşünemez ki, bu hatalar farklı şahıslarda görülmüştür ve bunları alt alta koyup toplamanın mantıkî bir yönü yoktur. Bu mantığa göre, bütün insanların işledikleri cinayetlerin, yaptıkları hataların, ettikleri zulümlerin tamamını toplayıp ‘insanlığı’ itham etmek gerekmez mi? Nur Külliyatından son bir cümle: “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sünbüllendirerek hasenata galib etmektir.” Cerbezeci insan, bir mü’minden bir tek kötülük görmüşse, bunu sünbüllendirir, çoğaltır, büyütür ve onun bütün iyiliklerini bu tek kötülükle örtmek ister. Bu da bir cerbezedir ve büyük bir zulümdür.

Alaaddin Başar

Horozu Öttüren Kırmızı Kravat!

Sene 1994 ilkbaharın başlangıcı havalar ısınmış, toprak altından bir nevi berzah âlemine uyanan ve neşv-u nema eden bitki tohumları; ağaç dalları yeşil yapraklarla sarmış, etraf rengârenk gelincik çiçekleriyle süslenmiş, hafif rüzgârın esintisiyle etraftaki bitkiler;  ağaçlar dal, yaprak ve çiçekleriyle Mevleviler gibi cezbeye gelmiş bir bahar döneminde, sermaye-i ömrünü bitirmiş; âlem-i berzah yolculuğuna giden bir dostumuzun vefat haberini Elazığ’dan duyduk, kaderin cilvesi; bir taraftan berzah âleminden dar-i dünyaya gelen nebat kafilesi, diğer taraftan da dünyadan; berzah âlemine göç eden insanlar! Bir devir teslim meydanı, bir deveran, bir imtihan yeridir. İşte bu dünya…  Taziye münasebetiyle birkaç arkadaşla Diyarbakır’dan Elazığ’a gittik.

 Elazığ’a kadar gelmişken 1925 yılından bu yana faaliyette bulunan  “Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi” bugünkü belirgin ismi ile tanınan akıl hastanesi’ne de uğralayalım, dedik.

 … Derken ziyaretçi olarak akıl hastanesine gittik. Psikolojisi bozuk fakat zeki, akılları ise dağınık hastalar var, işte tarife uygun bir hasta ile hastane bahçesinde karşılaştık. Bize önce güzel bir iltifat gösterdi, daha sonra, muhtemelen bizi ağırlayacak imkânı olmadığını ima ederek şöyle konuşmaya başladı:

“vakti zamanda babamın Malatya girişinde çiftliği vardı, yedi çadırı kuruluydu, bir sürü koyunları vardı; kazan-kazan, et- pilav pişirilirdi, sofra yerden kalkmazdı, gelen gidenleri ağırlardık. Ah! nerede o zamanlar?” diye, ifade-i meram etikten sonra, bir sigara istedi,  yaktı sigarayı, nefes üstüne nefes sigaranın dumanı çekmeye başladı,  pür bir dikkatle boynumda ki kırmızı kravata derin… den baktı, baktı… Galiba düzgün bir kıyafet üzerinde ki “kırmızı kravat” onu çok düşündürmüştü… İşte o derin bakış içinden anlamlı bir hitap!

 “arkadaş! benim de bir horozum var, boynuna kırmızı kravatı takarsam öter mi.?” dedi,

“Evet… Evet, öter kardeşim.” dedim.

Yanımızdakiler bize güldüler, bende güldüm, ama gülüşüm başka bir gülüş… Hani güçlü biri; zayıf birisine hakaret edince, zayıf; kaviye karşı hafiften gülümseyerek vakıayı örtmeye çalışır. İşte benim de ağlama yerine tebessümle bir nevi halet-ı ruhiyemi gizlemeye çalıştım…

 Aldım mesajımı, o deli kardeşimden… “Nice elbise vardır, içinde insan yoktur; Nice insanlar vardır, üzerinde elbise yoktur” Hz. Mevlana’nın sözü ne kadar manidardır. Herkese bir hisse düşebilecek kadar gerçek payı var…  Sanırım.

İnsanoğlu kendini biraz güçlü, biraz itibarlı, biraz cebinde parayı gören, biraz makam ve mevki sahibi olan, biraz da şan ve şöhreti elde edince hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp üstün bir konumda kendini hisseder. Zira Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır. Bu tür insanlıktan nasibini almayan insanlar ne kanunu ne de insanlığı tanımazlar. Ne yazık ki: Makam da, mevki de, şöhrette, zenginlikte çabuk elden çıkan nesnelerdir…

Cenabı Allah (cc) Kur’an-ı azim-ü’şân da şöyle buyurmaktadır “İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini de alçalt” Lokman,31/18

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimat eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır… Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır.” (Bediüzzaman, Hizmet Rehberi)

Ya Rabbi,işinde sebat eden,nimetine şükreden, ibadetini güzel yapan,doğru konuşanlardan bizi eyle, amin!…

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

Kiminle Yarışıyorsunuz ki?

Parçalanırcasına savaştığım en çirkin hislerimden birinin kıskançlık(1) olduğunu bilirim.

Özkardeşimle ikimizi çocukluğumuzda ölümüne savaştıran kıskançlığa açtığım savaşı hâlâ bitiremedim. Bu ruhsal virüsün saldırısına uğradığım yıllarımı analiz ediyorum: Kendime rakip gördüğüm insanların ilerleyip geçmelerinden rahatsızlık duyuyordum. Birilerinin benden daha iyisini yapmasından acı çekiyordum. Kıskançlığım dostlarıma yakınlaştıkça şiddetleniyor; uzaktaki insanlara kaydıkça zayıflıyordu.

İğrençliğini keşfettiğim bu şeytan ahlâkına savaş açtığımda, aynı virüsün neredeyse tüm çevremi kuşattığını fark ettim. Çoğumuz çoğumuzu kıskanıyormuşuz! Başkalarıyla boğuşmayı terk ederek, bu ruhsal marazdan kurtulmak, afiyete kavuşmak istedim.

Kıskançlığın sırrını aradım ve buldum:

  • Başkasıyla rekabet edenler kıskanırlar.
  • Başkalarından takdir bekleyenler kıskanırlar.
  • Gururlananlar, dünyevî değerlere itibar edenler, kendilerini insanların yorumlarına göre ayarlayanlar kıskanırlar.
  • İlâhî sevgi ve rızadan, şefkat enginliğinden mahrum kalanlar kıskanırlar.

Bunu anladığımda, sözümü verdim ve ruhumun en büyük savaşını hâlen daha, vicdanımla kıskançlık arasında canlı tutuyorum. Kıskançlık öylesine inatçı bir virüs ki, küçülüyor, zayıflıyor; zayıf bir ânımda yeniden diriliyor. Onu bir türlü tamamen ve ebediyyen cehenneme yuvarlayamıyorum.

Kıskançlıkla savaşımda büyük dersler aldım: Yaratıcımdan başka kimsenin takdiri için çalışmayacağım. Yaratıcımın bana sunduğu değerlerle gurur değil, şükran duyacağım. Kimseyle rekabet etmeyeceğim. Ben sadece benimle yarışacağım ve kendimle yarışımı son soluğuma kadar sürdüreceğim. Hayata böyle baktığımda, ne denli huzur duyduğumu anlatamam.

Kiminle rekabet edeceğim? Her yer, benden daha güzel, daha zeki, daha zengin ve daha akıllı insanlarla dolu. Kıskanarak onlarla yarıştığımda, ayakları altında kalıyorum. Rekabet edersem, kendimi başarısız gördüğümde, kalbim ya onların aleyhine yönelir, ya da “Sen öyle olamazsın, bırak bu boş hayalleri” der.

Üstelik, kıskanarak rekabet edenler, ikiyüzlülüğe zorlanıyorlar: Güzel görünmeye, zekilik ve üstünlük numarası yapmaya teşvik ediliyorlar. İnsanın gerçek kimliğinin üzerine sahte bir kimlik yerleştirmeye çalışması, yorucudur; bunaltıcıdır. Oysa kader kimseyi kimseyle yarıştırmıyor. Birbiriyle rekabet eşit şartlar altında mantıklıdır. Bizi başkalarıyla yarıştıracak olsaydı, Allah kimimizi uzun boylu, kimimizi kısa boylu yaratmazdı. Kimimizi sert bileklerle, kimimizi narin parmaklarla donatmazdı. Kimimiz göremeyiz; kimimiz tutamayız. Çünkü bizim rakibimiz biziz. Kalbinize şöyle ilham edilir: “Biz SENİ muhatap aldık, SANA görev verdik ve SENİ sorumlu tuttuk. Oradaki SENSİN. Biz SENİ seviyoruz; SENİN adına başkalarını değil. SENİN en iyi olman, her gün SENDEN daha iyi olmayı başarmandır. İki günün birbirine denk olmasın.

Büyük insanları veya başarıları elbette örnek alacağız; ama, onlarla rekabet etmeyeceğiz. Onları aşmanın yolu, kendimizden daha iyi olmaya adanmaktır. Başkalarının büyüklüğünün bizi küçültmesine izin vermemeliyiz. Yeryüzünün en zor sanatı başkalarının başarılarını kıskanmamaktır. Başkalarıyla rekabet eden, zayıf düştüğünde, kıskanmaya mahkumdur.

İnsanların gözünde yükselmek isteyen, zirvedeki tek kişi değilse, kıskanır. Yaratıcının indinde yükselmek isteyenin şefkati Peygambere (a.s.m.) benzer: Diğerleri açken doyamaz, diğerleri dışarıdayken Cennetin kapısından giremez. Çünkü onun kalbi Yaratıcının rahmet penceresinden bakar: Tüm çocukları kendi çocuğu gibi görür; tüm anneleri kendi annesi gibi sever. Doğrudur, bazı büyükler cennet gibi bir dünya oluşturmamıza katkı sağlıyorlar; ama onlar bizi kalbimize girerek yönlendirenlerdir. Onlar kıskanarak kafamıza basmıyorlar; onlar toplumlarını sırtlayıp selim sahillere sevk ediyorlar. Onlar kafamızı ayaklarına eğmiyorlar; ruhlarıyla kalbimize eğiliyorlar.

Eğer yüksek liderliğin özelliği ‘zor kullanmak’ olsaydı, bunu önce Yaratıcımız yapardı ve peygamberlerine yaptırırdı. Oysa peygamberler, kurtarmaya adandıkları insanlara âdeta yalvardılar. Kıskandığımız kişiler, genellikle bizden başarılı olan kişilerdir. Kaderleri onları da bizim gibi başarı yolculuğunda sürüklüyor. Eğer doğru yolda devam ederlerse, aynı yarışın içinde onlardan büyük olduğumuzu hiçbir zaman göremeyeceğiz. Çünkü onlar çok yüksekteler; onlar bizden önce yarışa çıktılar; biz yükselirken onlar yerlerinde saymıyorlar.

Büyükleri geçmeyi dilemek, onların yerlerinde saymasını arzulamaktır. Kıskanmak bu yüzden bencilliktir; merhametsizliktir. Kıskanan, başarıyı hak edemez. Diyelim ki biz ayrımcılık yapma cür’etine sahibiz. Ama Yaratıcımızdan da ayrımcılık beklemek evreni öfkelendirir. Vicdanlı anne, evlatları arasında ayrım yapamaz; aziz bir baba bir çocuğunu diğerine tercih edemez.

Ben hangi Âdem’in evladı isem, Einstein da, Edison da, İbn Sina da, Farabi de onun evladıdır. Kardeşimin başarısına dua etmem gerektiği gibi, Afrikalının başarısından da sevinmeliyim. Rahmet sadece benim kalbimde değil; tüm evrenin semasındadır. Bunu anladığımız sürece, sınavlarımız bizi endişelendiremez. Başarısızlık bizi korkutamaz. Hatalarımızın bilinmesinden huzursuzluk duyamayız.

Biz insanların verdiği onurun değil; Yaratıcımızın sunduğu onurun ardında olduğumuz sürece, İlâhî Rahmet ruhumuzun incitilmesine izin vermeyecektir.

1-Ailenin ahlâk ve onurunu koruyan, eşler arası kıskançlık farklı bir konudur. Kıskançlığın burada odaklandığımız boyutuyla karıştırılmamalıdır.

Muhammed Bozdağ / Zafer Dergisi

mbozdag@yetenek.com

Kur’an ve Olaylar

Kur’an bir olaylar mecmuasıdır, insanı insanlık serüveninin çeşitli basamaklarında dolaştıran bir vakalar zinciri.

Kur’an çok özel olaylar seçmiştir, temsili olaylar ortaya koymuştur. İnsanı değiştiren olayları Allah özellikle seçmiştir.

Nuh tufanı bir olaydır, Hz Yusuf’un Züleyha ile macerası bir olaydır, Hz Âdem’in cennetteki macerası bir olaydır.

Allah kitabını gönderirken levh-i kalemde olayları, kâinat kurulduğundan beri devam ede gelen olayları ve insanları seçmiştir, gereksiz olaylar almamış, gereksiz kişiler seçmemiştir.

Bu anlatı sanatının önemli öğelerinden biridir. Olayın ve şahsın temsili niteliğinin ve eğitici yanının iyi tespit edilmesi.

Romanın bir cihette atası Kur’an’dır. Çünkü romancılar da özellikle bazı olayları seçerler. Bediüzzaman bu olaylara çekirdek vaka der. Hz Âdem’in cennetten dışarı çıkarılması bütün hayatını ve bütün insanlığın hayatını yapan bir olaydır.

Cennete girmek bundan sonra insanın gayelerinden biri olmuştur.

Tövbe İle Cennete Ulaşmak

İnsan her gün günahları ile gündelik cennetinden kovulur, tövbe ile kovulduğu cennete tekrar girer. Bütün peygamberler, gönderildikleri insanlara rehber durumundadırlar. Çünkü insan müptela olduğu günahlardan ancak bir ikaz edici vasıtası ile kurtulabilir. Günah bir olaydır, ruhumuzun temiz çamaşırlarını kirletir, sonra onu tevbe ile yıkarız. Günahtan kaçmak hayatın bir esasıdır. Bu yüzden Allah ne kadar mantıklı bir şekilde der ki “siz günah işlemeseniz bir günah işleyen kavim getiririm.” Günah işleyip tövbe etmemek çok tehlikeli bir durum?

Dayak yer annemizin kucağına koşarız, sevilip okşanınca yine kabahatler işleriz. Yine dayak yer yine annemizin kucağına koşarız. Artık benim annem yok kimin kucağına koşayım.

Kur’an ve olaylar diye bir kitap yazmak gerekir.

O olayları bir anlatı metnini yorumlar gibi yorumlamak, Kur’an edebiyatı ortaya çıkarmak…

Bunu yüzlerce yıldır yapamamışız. Onu sadece Fatiha ve Yasin ile sınırlamışız. Her ayete faziletler yüklemek güzel. Çünkü insanlar da çocuklar gibidir, şeker vermeyince anneye koşmazlar. Bana göre ayetlere makasıd yüklemek bir yerde hakikatten ziyade şekere koşmaktır. Bu yüzden Bediüzzaman eserlerinde böyle makasıd-ı teşvikiyeyi kullanmamış. Ayetin metnini nazara vermiş.

İnsanın nutfeden yaratılması büyük bir olay, bütün olaylar onun üzerine kurulmuş.

Kâinatın çekirdeği bir vak’a! Bütün olaylar onun santralından doğmuştur. Nutfeden halk edilmek bütün olayların zincir ile bağlandığı bir merkezî nokta.

Kabir bir mekân hem bir olay.

Mekân ile olay o kadar iç içe ki, kabri düşündüren ve ona göre hareket ettiren bir öğreti, kabirdeki olayları nazara veren bir eğitim. Nutfe ve kabir, bir büyük olaylar zincirinin iki başı. Olaylar ne kadar harika bir seçimle yapılmış, bir olayda bir yanlış her şeyi yıkar götürür.

Dünyanın altı günde yaratılması.

İnsan aklının muhayyilesinin anlamakta zorlandığı bir yapım süresi, bir mimari. Nasıl bir gün altı gün yüzyıllar mı bin yıllar mı, mimarı altı günün tasarımını ve programını nasıl tertib etmiş?.

Nesnelerin İdaresi Kolaydır

Evine kimleri getirip götüreceğini, ne tür olaylarla kahramanlarını karşılaştırıp, olayların doğurduğu olayları nasıl idare edeceğini bilmek! Nesnelerin idaresi kolaydır. Koltuğu şuraya, masayı şuraya, lamba tavanda olsun.

Ya olaylar hangi olayı nereye, hangi olayları nereye, sonsuz olayları nereye, olayları birbirine harmanlama, harmanın idaresi.

Akla zarar bir ayrıntı. Allah bu işte.. Hani o secde edilen Allah. İlmi sonsuz olan Allah!

Bağlarda Dolaşan Bir Kelebek

Beni kimsecikler anlamaz zaten, sen öp seccadem, demiş Necip Fazıl.

O kafa nasıl anlaşılsın?

Bediüzzaman, Necip Fazıl geliyor diye bir sandalye istemiş ve onu sandalyeye oturtmuş. Dalaletin insanları boğduğu dönemde iki büyük insan, ben büyüklüklerini kıyaslamıyorum, ben ki küçük bir kelebeğim, onları tartmak benim neyime. Bağlarında dolaşsam bana yeter.

Rüzgârların esmesi, nasıl bir olay? Tasrifü’r-riyaha diyor. Çünkü o kadar sayısız, sayılmaz olaylar doğar ki rüzgârların esmesinden, şairler sadece onu düşünmüşler.

Ama Nabi o rüzgâra Nebiyy-i Zişanın mektubunu yüklemiş:

Ey bad-ı saba uğrarsa yolun semt-i harameyne

Ta’zimimi arzet o resul ü sakaleyne.

Fuzuli o rüzgâra garipliğini yüklemiş:

Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge

Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayrı.

İnsanın kalbi ile Allah arasındaki telefon diplomasisi, şairlerin kalbine gelen ilhamlar, âlimlerin kalbine gelen manalar, mimarların kalbine gelen tasarımlar…

Neden Düşünmeye Zaman Ayırmıyoruz?

Rodin düşünen adam heykelini neden düşündü, nerden aklına geldi?

Herhalde en az yaptığımız işe bir heykel ile tepkisini gösterdi.

Orhan Veli düşünmeden kaçar:

Düşünme! Arzu et, bak böcekler de öyle yapıyor

Der.

Namık Kemal,

Yüksel ki yerin bu yer değildir, dünyaya gelmek hüner değildir

Der. İnsan ancak düşünerek yükselir.

Bediüzzaman: Ey insan düşün, sen alâ külli hal öleceksin.

Bu ölümden korkmak için değil düşünerek yaşamak için ölüm gelmeden düşünmen gereken şeyleri düşün demektir. Yoksa ölüme hapsedilmiş bir düşünmek değil.

Bu olaylarından içinden çıkılmaz. Bütün bu olaylar üstünde ilahi nazar ve ahizenin öte yüzü. Evet, ahizenin öte yüzü, maveray-ı hilkat, daha neler.

Hz Aişe Resûlullahı yanında göremeyince, telaşla bir ara hangi yerde diye ararken, onu secdede görür, heyecan ve helecanını hisseden Resulullah “Ben ne maksaddayım sen nerdesin Aişe“ der.

Kalbinin peygamberimizi tesahup etmeyeceğini bilen bir yürek.

Dünyayı bir seccade gibi kullanan bir Nebi!

Bütün kalplere onların isteği olan şeyleri gönderen bir telefon, ulûhiyetin merkezî santralı, bu nasıl iş Allah’ım.

İnsanlık Hayatının İbret Verici Olayları

Herşeyin en harikasını Bediüzzaman yapmış.

Kur’an’ın olaylarını anlatıyor. Kıyametin kopmasından sonraki olaylar.

Dühanla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezada dağılmasına kadar ve dünyanın imtihan için açılmasından, ta kapanmasına kadar ve ahiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, ta Cennet’e, ta saadet-i ebediyeye kadar, mazi zamanının vukuatından, Hazret-i Adem’in hilkati cesedinden, iki oğlunun kavgasından ta Tufan’a, ta Kavm-i Fir’avn’ın garkına, ta ekser enbiyanın mühim hadisatına kadar ve Elestü birabbiküm ‘in işaret ettiği hadise-i ezeliye ..”(Sözler 368)

Hadisat ve vukuat ve hadiselerin büyük yorumcusu Bediüzzaman.

İlahi Program ve Kıyamet Olayları

Kıyamet kopmadan kıyameti tasarlamış Allah ve ifade etmiş.

Yıldızların düşüp fezada dağılması bir olay.

İnsanlar bunları görecek mi, görünce nasıl duracaklar veya davranacaklar.

Dünyayı bir imtihan salonu gibi inşa etmek nasıl bir şey?

Güneş nasıl bir imtihan nesnesi?

Evet, imtihan nesnesi yanlış yorumlanmış bir harf, onu yanlış okuyanların yaptığı yanlışlar.

Yağmurun yağışı bir olay, yanlış okumalar düz okumalar, anlamlı okumalar,

Bediüzzaman’ın Münacaat ve Ayet ül Kübra’da yaptığı gibi.

Âhiretin birinci menzili olan Kabir, ondan sonra ara ülke berzah nasıl bir yer,

Bediüzzaman mecma-ı ahbab diyor. Ahbapların toplandığı yer.

Dirilmek bir olay nasıl olur, topraktan başını kaldıran insanlar, baharda topraktan çıkan tohumlar gibi, kezalike’l-huruc.

Ya köprüye ne dersin. Nasıl bir köprü?

Sırat kıldan ince kılıçtan keskin derler

Varıp anın üstünde evler yapasım gelir

Cennet’e giriş nasıl bir olay, hayal et.

Fir’avunun kavmiyle suya gark olması nasıl azametli bir olay.

Bizim dünyada hadisatın dalgalarına çarpıp boğulmamız da bir olay.

Ekser peygamberlerin mühim hadisatı.

Allah Hz Nuh’un dokuz yüz yıllık tebliğinin tufan hadisesini almış.

Bütün kahramanlarının kilit olaylarını almış. Eğitici yanlarını göstermiş.

Suda babasının davetine uymayan oğluna şefkati uyanarak dua eden babaya, Allah’ın leyse min ehlik o senin ehlinden değil demesi ne olay.

Nasıl dalgaları yenerek insan yüzme öğrenirse Kur’an’ın yüksek frekanslı olayları insana insan olmayı öğretir, vakalar prototiptir.

Sen de benzeri olaylarda benzeri tutumları sergile demektir.

Olay olay sanma kolay.

Hz Peygamber ve olaylar,

Hz Ali ve Olaylar, büyük adamların olayları da büyük,

Allah onlara büyük olayları gönderiyor, onlar o olayların arasından büyümüş olarak çıkıyor.

Bediüzzaman ve olaylar, sanki ruhu büyük olayları kendine çeken bir mıknatıs, koca dünyayı küçük görmüş, nerde kaldı onun daha küçük olayları, o insanı küçülten ama çözümlenince onu büyüten olayları seçmiş, haşirsizlik, meleksizlik, kulluksuzluk.

Haşri bir büyük matematik problemi gibi çözümlemiş, Cennet’e adaylar yetiştirmiş yetiştirmekte. Sevimli dikdörtgen seccadeyi semavata giden uçan halıya çevirmiş.

Olay olay ne anlaması kolay

Ne anlatması kolay.

Prof. Dr. Himmet Uç

İnsanı İnsana Köle Eden Tehlike : “Şöhret ve Riya”

Hayatın gayesini ve neticesini en veciz şekilde ders veren bir ayet-i kerime:

Şüphesiz biz Allah içiniz ve muhakkak O’na rücu edeceğiz.” Bakara Sûresi, 156

Hepimiz Rabbimizin rızasını kazanmak ve ebedî saadet için gerekli cihazlarla donanmak için bu dünyaya gönderilmişiz. Ve sonunda yine O’na rücu edecek, O’na döneceğiz.

Bu ayet-i kerime Mesnevî-i Nuriye’de riya ve şöhret hastalığının ilacı olarak gösterilir.

İnsanların kendisinden söz etmelerini, onu beğenmelerini ve alkışlamalarını hayatına gaye edinmiş bir insan, bu dünyaya Allah için gönderildiğini unutmuş, insanlara beğenilmek için gönderildiği zannına veya vehmine kapılmıştır. Akıl, bunun böyle olmadığını çok iyi bilir. Çünkü, o alkışlarına can attığımız insanlar dün yoktular, yarın bu dünyadan göçüp kaybolacaklar. Onların takdirleri, beğenmeleri sadece bu kısa dünya hayatında insanın bazı hislerini tatmin edebilir, ama ölüm ötesinde hiçbir işe yaramaz.

Kabristanlar bize bu dersi en mükemmel şekilde verirler. Bir kabristanda yatan bütün kişileri tanıdığımızı düşünelim. Onlardan birini göstererek “Şu adam var ya, diyelim, hayatta iken şunların alkışlarına can atardı. Onlar da bunu çok severlerdi, ama şimdi her biri kendi hesabını vermekle meşgul, birbirlerine bakacak halleri yok.” Yarın, biz de onlara karıştığımızda bir başkasının da bizi göstererek aynı şeyleri söylemesini istemiyorsak tedbirimizi şimdiden alalım.

İnsan, hissine mağlup olmadan şöyle bir düşünse şöhret hastalığından rahatça kurtulacaktır:

Benim cebimde on lira olsun. Ama çevremdeki bütün insanlar benim bin liram olduğunu sansınlar. Onların bu yanlış bilgileriyle benim param artar mı? Hayır.

Aksini düşünelim:

Cebimde bin lira var, ama herkes benim on liram olduğunu sanıyor. Onların bu zannıyla benim paramda bir azalma olur mu? Yine hayır.

İşte insanların zanlarıyla bizim maddî servetimizde bir artma ve azalma olmadığı gibi, manevî hayatımızda da bir değişme olmuyor. Biz neysek oyuz. İmanımız ne ölçüde kemâle ermişse, salih amel ve takvadan yana hissemiz ne ise bizim Hak katındaki değerimiz de o kadardır. Başkaların bizi şöyle veya böyle bilmeleri sonucu değiştirmez.

Ve biz, Rabbimize gerçek değerimizle rücu edeceğiz, başkalarının bildiğiyle değil.

Ayetin açıkça ders verdiği gibi, insan bu dünyaya Allah için gönderilmiştir, diğer insanlar için değil. Ve ölüm hadisesiyle yine Allah’a rücu edecektir, diğer insanlar gibi.

Şöhret ve riya hastalığı için, yine Mesnevî-i Nuriye’de çok önemli iki noktaya dikkat çekilir:

Şöhret ayn-ı riyâdır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar.”

Riya, yani başkaları görsün ve beğensin diye iş görme hakkında Nur Külliyatında şu tüyler ürperten tespite yer verilir: Şirk-i hafi, yani gizli şirk.

Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât Sûresi, 56) ayet-i kerimesi, insanın yaratılış gayesini açıkça ortaya koyduğu halde, bu dünyaya başkalarına kendini beğendirmek ve onları memnun etmek için geldiğini vehmeden insan, gizli bir şirk içine düşmüş demektir.

Yine Allah kelâmında “kalplerin ancak Allah’ı anmakla tatmin olacağı” beyan edilmişken, başkalarının anmasıyla tatmin olan kalpler manen hastalanmış demektir. Bu hastalığı Üstat Hazretleri “zehirli bal yeme” olarak tarif eder. Riya ve şöhret, insanın nefsine ve hissine kısa bir süre bal tadı verseler bile, o zehir, sonunda kalbi öldürür.

Bu zehirli bal insanın manevî hayatını mahvettiği gibi, dünyada da, “İnsanı, insanlara abd ve köle yapar.”

İnsanların teveccühüyle tatmin olan bir şöhret hastası, onlara bir bakıma mahkûm olmuş demektir. Bir köle, “Nasıl yapsam da efendimi razı etsem?” diye düşündüğü gibi, bu adam da insanların beğenmeleri konusunda aynı pozisyona düşmüş, onlara bir bakıma köle olmuştur.

Dünyanın bir misafirhane olduğunu hepimiz biliriz. O halde, bütün insanlar bir yönleriyle bizim misafirhane arkadaşlarımızdır. Önemli olan onların bizi alkışlamaları değil, gideceğimiz yerde nasıl ve ne ile karşılaşacağımızdır.

Öyleyse çare, insanların geçici ve mânâsız teveccühlerinden yüz çevirerek Rabbimize dönmektir. Bu dönüş, dünyada O’nun rıza çizgisinde yürümemizle gerçekleşir, âhirette ise rahmetine ererek.

 Alaaddin Başar / Zafer Dergisi (www.zaferbilimarastirma.com)