Etiket arşivi: ırkçılık

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş

“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” cümlesini detaylıca izah eder misiniz?

Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp onları yutsunlar. Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.” (1) ifadelerinde Üstad Bediüzzaman Hazretleri, menfî milliyetin yani ırkçılığın tarifini yapmaktadır. Bu yerin geçtiği yerin başındaki Hucurat Sûresi 13. âyet-i kerîmeye, Müellif Bediüzzaman Hazretleri şu şekilde mânâ vermiştir; “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir!” (2) şeklinde meâl vermiştir. Bu âyet-i kerîme, ırkçılığın ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir.

Irkçılık konusu ile ilgili Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri ile başlayalım.
“Bir kimsenin cahiliye âdetince, kavim ve kabilesine intisap ederek (onlardan yardım talep ettiğini) ve onlarla şereflendiğini duyacak olursanız ona: ‘Babanın bilmem nesini ısır!’ deyiniz. Ve bunu açık açık söyleyiniz. Îmâ ve kinayede de bulunmayın.” (3)
Bu hadîs-i şerîfe dikkat edince Rahmet Peygamberi olan Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in başka konularda bu şekil şiddetli ifadeler kullanmadığı halde, ırkçılık konusunda bu şekil ifadeler kullanması konunun ehemmiyetiniz işaret eder.

Bir başka hadîs-i şerîflerinde ise Fahr-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“Sizler Hz. Adem’in (as) oğullarısınız. Adem ise topraktandır. Bir kısım insanlar var ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler ya Allah nezdinde pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz olurlar.” (4)
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz burada ırkçılık yapanların bundan vazgeçmemesi sonucu “pisliği burunlarıyla yuvarlayan gübre böceklerinden daha değersiz ol”acağını ifade buyurmuşlardır.

Hoca-i Kâinat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, ırkçılığı şöyle tarif etmektedir:
Sahabeler sordular ki; “Asabiyet (yani ırkçılık) nedir?” Efendimiz (asm) da şöyle buyurdu; “Asabiyet, zulümde kavmine yardım etmendir.” (5)
Bu hadîsler ve benzeri hadîsler çoktur.

Bu hadîslerden sonra Bediüzzaman Hazretleri’nin “Frenk illeti” olarak nitelendirdiği “ırkçılık hastalığı” ile ilgili Nur Külliyatı’ndan bir ibretlik hadiseyi nakledelim;
«Ben Van’da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyet’e çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” dedim. Dedi: “Ben Müslüman bir Türk’ü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti –Allah rahmet etsin– o talebem, ben esarette iken İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksü’l-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürt’ü, salih bir Türk’e tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki: Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.» (6)
Bu ifadelerde bir kavim övülmüyor. Hak ve hakîkat bir anı ile göze görünür hale geliyor. Orada geçen “Türk” kelimesi yerine “Arab”, “Kürd”, “Fars”, “İngiliz”, “Alman”, “Rus” ve saire diğer milletleri de yerine koyabiliriz.

Konumuz ile ilgili önce müsbet milliyetçi olan bazı yazarlardan daha sonra da menfî milliyetçi olan bazı ırkçıların kitaplarından alıntılar ile örnekler vermeye çalışacağız;

Öncelikle muhafazakar milliyetçi bir çizgide olan Osman Yüksel Serdengeçti ile başlayalım.
“Biz Tanrı Dağı kadar Türk,
Hira Dağı kadar Müslümanız!..” (7) der Serdengeçti. Ve bu söze bir de dipnot düşer; “Bu cümleyi ilk defa ben kullandım.” (8)
Serdengeçti’nin milliyetçiliği kendi tarifiyle şöyledir; “Hakka tapan, halkı tutan, yalınkılıç bir milliyetçiliktir.” (9) Ve milliyetçilikten anladığı mânânın; “hususi vagon, bol harcırah, yüksek makam milliyetçiliği” olmadığını da belirtir. (10)

Serdengeçti bir “kültür milliyetçisidir” diyebiliriz. Ona göre “Anadolu’da doğan herkes”, “her etnik unsur”, üst kimlik olan “Türk”e bağlıdır. Ve bu nedenle, ırkçı ve saf ırk nazariyesine karşıdır.

Serdengeçti aynı zamanda Necip Fazıl Kısakürek ve Hüseyin Nihal Atsız ile de dava arkadaşı olup, Atsız’ın saf ırk nazariyesi ile dinsizlik yönüne karşıdır. Necip Fazıl ile Ulucanlar Cezaevi’nde hapis yatmıştır. Kimlerin yolunda olduğunu şu şekilde ifade eder; «Biz “Beşikten mezara kadar ilim”, “Bana bir kelime öğretenin ben bin yıl kölesi olurum” diyenlerin yolundayız.» (11) Buradaki 1. cümle ile Hz. Peygamber’e (asm), 2. cümle ile de Hz. Ali’ye (kv) işaret etmektedir. Yani bu sözleri ile biz Allah Resulü (asm) ve Hz. Ali’nin (kv) yolundayız demek istiyor.

Kendi milliyetçiliğinde ırkçılık olmadığını defaatle kendisi de söylemiştir.
Ve Serdengeçti gençliğe büyük bir sorumluluk yükler ve şöyle der; “Yarının Türkiyesi, Türk kadınlarının yetiştirdiği namuslu, fedakâr vatan çocuklarının omuzlarında yükselecektir.” (12)
İslâm ile Türk’ü “mezcolmuş” Yani birleşmiş bir bütün olarak görür, Serdengeçti. “…Mehmetçiğin ruhu, Anadolu’da bin yıllık mazisi olan Müslüman Türk’ün ruhudur…” (13) der.

Kendisini şöyle tanımlar; “Bana gelince: Heyecanlı, samimî Müslüman bir Türk, bir Anadolu çocuğuyum.” (14)

Serdengeçti ve benzeri milliyetçi fikir adamları, Türklüğe aşırı bağlılıkları nedeniyle bazen ifrata yani aşırıya kaçmaktadırlar. Buna örnek olarak Serdengeçti’nin şiirinde geçen şu ifadeleri örnek verebiliriz;
“Şol Asya’nın ırmakları,
Akar Türklük deyu deyu…” (15)
Bu satırlar konumuza güzel bir örnektir. Derviş Yunus’a ait bir şiire nazire yani benzer bir şiir yazmak istemiştir Merhum Serdengeçti.

Serdengeçti; aynı zamanda ismi ile müsemma birisiydi. İsminin hakkını veriyordu.
Osman Yüksel, eskiden beri Hristiyanların ve Haçlıların gözünde “mücahit ve kahraman” olan “Türk” milletinden hep sitayişle, yani medih ve övgüyle bahseder. Kâfir olan düşmanlarımız hakkında bazen ğaliz, yani ağır ve küfürlü ifadeleri kullanmaktan çekinmez. Meselâ;
“Dedelerimden kalan intikam var kanımda,
Geçmişini s……. Bulgarın, Moskofun da…” (16) diye devam eden bir şiiri vardır. Bunları burada söylememizin amacı, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet”teki yani milliyetçilik fikrindeki “gafletkârane bir lezzet var” demesinin maksadını anlamak ve kavramak içindir.

Şimdi 1940 yılında Serdengeçti’nin Akseki’de yazmış olduğu şiirinden bir kısmını nazara verelim. Şöyle ki;
“Dehalar şimşeklenir
Cebrailler beklenir
Peygamberler saklanır
Issız dağ başlarında
Issız dağ başlarında” (17)
Burada da İslâmî motifleri görmekteyiz. Buradan anlaşılacağı üzere Serdengeçti’nin milliyetçilik görüşü, bazı noktalarda uç taraflara kaysa da genel olarak “müsbet bir milliyetçilik”tir.

Şimdi diğer bir yazar, şair, mütefekkirimiz olan ve bazı noktalarda milliyetçi tabirleri kullanmış olan Necip Fazıl Kısakürek’e gelelim. Bunlardan birisi şudur;
“İyice bilmek lâzımdır ki; eğer gaye Türklükse, Türk Müslüman oldukça Türk’tür.” (18)
Daha sonra bu tabirlerini biraz daha değiştirerek der ki;
«Tekrar ediyorum ve yavaş yavaş söylüyorum:
“-Eğer gaye Türklükse, mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”» (19)

Peki Necip Fazıl’a göre milliyetçilik nedir? İşte cevabı;
«Şimdi milliyetçilik…
İslâm’da milliyetçilik, kovulan, terkedilen bir müessise değildir. “Kişi kavmini sevmekle levmolunamaz” yani ayıplanamaz. Kişi kavmini sevmekle ayıplanamaz; sevebilir, demin de dokunmuştum. Fakat burada kavim, metbu değil tâbidir. Yani bağlıdır. Ruha bağlıdır, ana davaya bağlıdır. Onun içinde kavim sevgisi mübarek bir sevgidir. Ve onun ekolü, mübarek bir ekoldür.” (20)

Necip Fazıl kendi “milliyetçilik” anlayışını şöyle dile getirir;
“…bizim milliyetçiliğimizde gaye İslâmiyet’in her çizgisini en iyi aksettiren, böyle kuyumcu aletiyle kesen biçen, o pırıltıyı en nefis veren saf bir kavim olmak ve o duyguların mizacında toplanmış bir milliyetçilik fikrine bağlanmaktan ibarettir.” (21)

Yine Necip Fazıl şöyle diyor;
“Milliyet kelimesi de haber veriyorum, Arapçadır ve ‘küfür tek bir millettir…’ Nasıl iman aslıysa, bir millet-i vahideyse, küfür de bir millet-i vahidedir. İşte ölçü…
Bunu Ziya Gökalp de kabul eder. Türkçülük isimli kitabının ellinci ve elli birinci sayfalarında der ki: ‘-Bizim milliyet kelimesini kullanmaya hakkımız yoktur. Kelime İslâmîdir. Ama biz bunu (nasyon) mukabili kullanıyoruz.’ ” (22)

Bir de Necip Fazıl “menfî milliyetçilik” olan “ırkçılık” konusunda da şöyle der;
“Ve milliyetçilik… Biri eski Roma nizam ve karakterinde (Faşizm), öbürü üstün ve hâkim ırk gayesi etrafında (Nasyonal Sosyalizm)…” (23)

Bu cümle tam da Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “zevk-i nefsanî”, “gafletkârane bir lezzet” ve “şeametli bir kuvvet” olduğunu belirttiği menfî milliyetçilik tanımı ile bire bir örtüşüyor.
Ve Necip Fazıl, “Din ve İslâm düşmanlığına Ziya Gökalp’in, bizzat eserleri şahitti…” (24)

Bir diğer mufafazakâr-milliyetçi olan Seyyid Ahmed Arvasî ile devam edelim.
İzahlarımıza “Sohbetler” isimli eserindeki “Irkçılık Meselesi” adlı yazı ile başlayabiliriz.
“Bulanık suda balık avlamak isteyen bazı kimseler, kavram kargaşalığından istifade ederek zihinleri allak bullak etmek isterler…” (25) diye söze başlar, Arvasî.
“Bunlardan biri de ‘ırkçılık ve milliyetçilik’ kavramlarının kasten birbiri ile karıştırılması hikayesidir…” (26) diye de devam eder. Ve o hikayeyi şöyle anlatır;
“Geçenlerde, biri böyle bir yazı mı okumuş, beyanat mı dinlemiş bilmem? Türk milletinin ümidi olan mukaddes bir davaya ve onu temsil eden milliyetçi ve ülkücü gençliğine, kendi dar ve cahil idraki içinde ‘ırkçılık’ yakıştırmaya kalkışıyordu. Yolda konuşa konuşa evlerimize geliyorduk. Kendisini aydınlatmak için şöyle konuştum:
‘Renk ırkçılığının ve kafatasçılığının ve üstün ırk anlayışının Türk milliyetçiliği ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu akımlar, Avrupa’da sosyolojik olaylara biyologların ve biyolojistlerin gözü ile bakmaktan doğmuştur. Bu hatalı bakış tarzı, 19. yüzyılda Darwin’in biyolojiye getirdiği kavramların sosyolojiye uygulanmasından güç almıştır. Yukarıda sözünü etmiş olduğumuz akımlar, Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da ilim ve politika alanında taraftarlar ve savunucular bulmuştur.
Bu akımların Türk milletine ve dolayısıyla Türk milliyetçilerine yabancılığı açıktır…’ ” (27)

Ahmed Arvasî “Türk-İslâm Sentezcisi” değil, “Türk-İslâm Ülkücüsü” olarak kendini tanımlamaktadır.
Konuyla ilgili Merhum Muhsin Yazıcıoğlu şöyle demiştir;
“Türklük ve İslâmiyet birbirinin tezleri değil ki, buradan bir sentez çıkaralım. Bu itibarla, ‘Türk-İslâm Sentezi’ değil, ‘Türk-İslâm Ülküsü’…” (28)

Türk-İslâm ülküsü endeksli yayın yapan bir dergide şu ifadeler geçmektedir; “Türk-İslâm Ülküsünü basit bir motta olmaktan çıkarıp, fikri çerçevesini en net haliyle çizen ve yaşayan isim; Seyyid Ahmed Arvasî Hoca’mızdır. Şehid Liderimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun deyimiyle; O, davamızın kitabını yazan adamdır.” (29) Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Seyyid Ahmed Arvasî için “davamızın kitabını yazan adamdır” demesi ile Arvasî’nin yazdığı 3 ciltlik “Türk-İslâm Ülküsü” serisine telmih vardır.

Yine aynı derginin aynı sayısında şu ifadeler geçmektedir;
“Türk milliyetçiliğini Şamanizmle eşdeğer gören, İslâm’da milliyetçiliğin olmadığını iddia eden ham softa ve kaba yobazlar olmuştur.” (30)

Seyyid Ahmed Arvasî’yi konu alan mezkur derginin sayısında Ahmed Arvasî için şu tabirler geçmektedir;
“Arvasî Hoca, İslâmiyet’in ırk gerçeğini inkar etmediğini ancak bu gerçeğin istismarına da şiddetle karşı çıktığını belirtir. Allah yanında en şerefli olan insanlar, kavimler ve ırklar; takvada yani en samimi manada Allah ve Resul’üne hizmet etmede ileri olanlardır.” (31)

Seyyid Ahmed Arvasî’nin bir yönüne daha aynı dergide bir yazıda şöyle değinilir;
“Merhum Seyyid Ahmed Arvasî Hoca, tasavvufi yönüyle Horasan Mektebi’nden etkilenmiştir. Eserlerinde bariz bir şekilde görmek mümkündür.” (32)

Kendisi aslen Seyyid yani Arap olduğu halde, Türkleri İslâmiyet’e hizmetlerinden dolayı sever ve şöyle der Ahmed Arvasî; “Eshab-ı Kiram’dan sonra cihad bakımından İslâmiyet’e en çok hizmet edenler Türklerdir.” (33)

Bu ifadeleri ışığında bakılırsa Seyyid Ahmed Arvasî, “müsbet milliyetçi” birisidir.
Kendisini de şu şekilde tarif eder Arvasî;
“Ben, İslâm iman ve ahlakına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, büyük Türk milletini iki cihanda aziz ve mesud görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. İnanıyorum ki, hem Türk hem Müslüman olmak hem de muasır dünyaya öncülük etmek mümkündür.” (34)
Sözlerini şu şekilde tamamlar Ahmed Arvasî;
“Türk milliyetçiliği, politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimai ırk gerçeğini inkar ve ihmal etmemelidir.” (35)

Arvasî Hoca’nın milliyetçilik görüşüne bir de kendi sözleri çerçevesinde bakalım;
“Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuuruna yer yoktur.” (36)
“Türk milliyetçiliği İslâm, iman ve şuuru içinde yücelmeyi gaye edinen ve Türk’ün mutluluğunu burada arayan bir harekettir.” (37)
Bu gibi cümleleri ele alındığı zaman Seyyid Ahmed Arvasî’nin, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin söylediği “Müsbet Milliyetçilik” tanımına en yakın çizgide olduğu söylenilebilir. Nitekim bu sözlerinde “ırkçılık, kavmiyetçilik, kafatasçılık”tan ziyade “İslâmilik, imanilik, ahlakilik” vardır.

Şiirlerinde de “İslâmi Dava” vurgusu bulunur. Mesela;
“Bu dava özüdür İslâmiyet’in,
Bu dava güneşi mazlum milletin,
Bu dava her şeyden her şeyden çetin,
Bu yolda dert zulüm, gurbet bizimdir…” (38)

Şimdi de şiirlerinde İslâmi motif, vatan sevgisi ve Türklük ile ilgili yerlere geçelim;
“Maddeye tapmayız, ezelden geldik.
Her şeyi kuşatan ebed bizimdir.
Çirkini sevmeyiz, güzelden geldik,
Arkadaş, son zafer elbet bizimdir.” (39)
“O günler, ne günlerdi; o devir, ne devirdi,
Bu dünya küçücüktü, kır atla gezilirdi.
Türklüğün şahlandı imanı denilince,
Kan dalgalarında ürperme sezilirdi.” (40)
“Ben, serhad boylarında Türk’ün uysal evladı.
Lakin yurduma düşman alçakların celladı…
Ben serhad çocuğuyum, vazifem nöbet benim.
Tarihi tarih eden Türk’teki heybet benim.
Ey benim güzel şehrim, ey benim öztürk Van’ım,
Ecdadımın uğrunda olduğu Anadolu!” (41)
1982’de yazdığı bir şiirinde de şöyle demektedir;
“Dünya durdukça bu ruh Türk ve İslâm kalacak.
Diğerleri ya olsun veya olmasın derken.” (42)
Şiirinde geçen bu mısralarda da yine “Türk” ve “İslâm”ı bir ele almıştır.
Bu misaller konumuza yeterlidir.

Şimdi de Arvasî Hoca’nın pek de bilinmeyen ama çarpıcı bir yanına gelelim. O konu da “Türk’ten ayrı” bir “Kürt milletinin” olmadığı konusudur. Dediklerini bir araya toplar isek “Dağda medeniyetten uzak yerlerde yaşayan” ve aslında “Türkmen” olan kişilere “Kürt” denilmiştir. Bunları okurken bir anda şaşırmış olabiliriz. Şimdi de kaynakları ile beraber bu konuyu inceleyip, irdeleyelim.

Şöyle ki;
“Kesin olarak bilinmelidir ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu insanı, ekseriyetle ‘Kürt’ tabirinden hoşlanmamaktadır. Doğu’da yaşayan halkımız, çok büyük bir ekseriyet ile bu kelime ve ithama muhatap olmaktan mustariptir. Öte yandan, ‘Kürtçe’ konuşsun veya konuşmasın, bazıları ‘Ben Kürt’üm’ diyorsa, bunu, Türk’ten ayrı bir kavim şuuru ile değil, ‘Ben doğuluyum’ manasında ve masumca kullanmaktadır. Bunları tanımak kolaydır. Bunlar vatan ve milletin bütünlüğüne bağlı, gönlünde Ay-Yıldızlı Al Bayrağı taşımaktan gurur duyan, Türk tarihine, Türk-İslâm kültür ve medeniyetine bağlı kimselerdir.” (43)
Burada şunu sormak gerekir; Hangi Kürt kardeşimiz Kürt tabirinden hoşlanmamaktadır? Türk nasıl bir millet adı ise Kürt de aynı şekilde bir milletin adıdır. Ve insanların kendi milletinden hoşlanmam durumu da yoktur. Allah öyle yaratmıştır ve bu ızdırari kaderdir. Aynı cinsiyet, aile ve doğduğumuz bölgeyi seçemiyor isek, ırkımızı ve milliyetimizi de biz seçemiyoruz. Kürt kelimesini Doğulu anlamında değil, bir ırk ve millet olarak kullanıldığı herkesin malumu olan bir meseledir.

“Şark’ta, Türk’ten ayrı bir ‘Kürt Milleti’ ihdas etmek isteyen çevreler, daha çok Malazgirt Zaferi’nden önceki müphem tarih sahasında eşinmek istemektedirler. (…) …bu bölgemizde ne ‘Kürdistan’ diye bir coğrafya parçası ne de ‘Kürdistan Devleti’ diye bir devlet vardır.” (44)
Buraya göre ‘Kürt Milleti’ diye bir millet yokmuş da ‘ihdas etmeye’ yani sonradan oluşturmaya çalışan ‘çevreler’ varmış. Ve aslında Kürt denilen halk da ‘Türk’ten ayrı’ bir millet değilmiş. İşte bu tabirler “müsbet milliyetçilik” manası içine dahil edilemez ve te’vil götürmez sehiv görüşlerdir. ‘Kürdistan’ diye bir devletin varlığını yani bu isim ile tarihen gösterilemeyeceği hakikati vardır. Lakin bölgeye Osmanlı zamanında da ‘Kürdistan’ denilmiştir. Ve hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında dahi bu isimle yad olunmuşlardır. Aynen Karadeniz için ‘Lazistan’ denildiği gibi, Doğu Anadolu bölgesinde de Kürt halkının çoğunlukta yaşaması nedeniyle bölgesel isim olarak ‘Kürdistan’ diye isimlendirilmiştir.

“ ‘Kürtleri Menşei’ etrafında çeşitli tezler savunulmuştur. Bunların bir kısmı, Kürtleri ‘Ari ırk’ının bir kolu bazıları da ‘Turani’ olduğunu söylemişlerdir. Fakat, ele geçen müşahhas deliller, esas Kürtlerin Turani olduklarını apaçık ortaya koyacak niteliktedirler. Artık herkes teslim etmektedir ki, ‘Kürt’ sözü ilk defa gerçek manasında Orta Asya’da bulunan Elegeş’te dikili Orhun Yazıtları’nda geçmektedir. ‘Kürt İlhanı Alp Urungu’nun Mezar Taşı’ Göktürk yazısı ile kaleme alınmıştır. Kürtleri, Gutti ve Karduk gibi eski kavimlere bağlamak iddiaları, mesnetsiz birer yakıştırmadan ibaret kalmaktadır.” (45)
Burada da bir görüşü almıştır. Kendi kanaati ve düşüncesi deriz. Ama Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin konuyla ilgili görüşü bizim için esastır. Ve O da şöyledir;
“Ermeniler’in maksadı Kürdleri aldatmaktan başka bir şey olamaz. Çünkü ileride Kürdlerin kemiyyeten hal-i ekseriyette bulunduklarını inkâr edemeseler bile, keyfiyyeten, yani ilmen, irfanen kendilerinden dûn oldukları bahanesiyle, Kürdleri bir millet-i tabi’a haline getirecekleri muhakkaktır. Buna ise, aklı başında olan hiçbir Kürd taraftar değillerdir. Zaten Kürdler bu beyannameye yalnız sözle değil, bilfiil muhalif olduklarını isbat ediyorlar. Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.
Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” (46)
Buranın baş kısmında Ermenilerin maksadlarının Kürdleri kandırmak olduğundan bahsediliyor. O dönemlerde de bir iddia ortaya atarlar ve “Kürdler ile Ermenilerin aynı ırktan olduğu” söylenir. Buna cevaben de Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle der; “Kürdlük davası pek mânâsız bir iddiadır.. Çünkü herşeyden evvel Müslümandırlar.. Hem de salabet-i diniyeyi taassub derecesine isal eden hakiki müslümanlardan.. Binaenaleyh, Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi, onları bir dakika bile işgal etmez.” İşte hakiki İslâmiyet milliyetine mensup olmak budur. Ve o dönemde gösterilebilecek en münasip tavır da budur.
Daha sonra da “İslâm, cahiliyet asabiyetini ortadan kaldırmıştır.” (47) mealindeki
اَ ْلاِسْلَامُ جَبَّ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ
Hadîs-i Şerîfi hatırlatır Üstad Bediüzzaman. Ve ardından şöyle der; “İslâm, uhuvvet-i İslâmiyeye münafi olan kavmiyyet davasını men’ eder.”
Bunun ardından da “Esasen bu, tarihe ait bir şeydir.. Kürdlerin asıl ve nesepleri ne olursa olsun, İslâmdan iftiraka vicdan-ı millîleri asla müsaid değildir. Bununla beraber, Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” demektedir. Yani Kürdler başka bir ırk ile alakadar ise onların İslam’dan ayrılmasına sebeb olacak değildir. Son cümlede ise “Kürdlerin Arap kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakâik-i tarihiyedendir.” diye de ekler Bediüzzaman Hazretleri.
Bu ifadelere bir dipnot olarak Abdülkadir Badıllı Ağabey şunu düşmüştür;

{(*) Kürdlerin, Yemenli Arap kabilelerinden “Kahtan” kabilesinin bir kolundan olduğu, Arap nesebcilerinin icmâ’ı olduğunu; büyük âlim Hama’lı merhum Said Havva “el-Esasü fis-Sünnet” kitabı cilt: 3, sh: 1239’da kaydetmiştir. -Naşir-} (48)
Bu ifadeler ile birlikte düşününce gayet makul ve müdellel olmuş oluyor.

Diğer yerler ile devam edelim.
“…çeşitli açılardan ‘Kürtlerin Türklüğü’ ortaya konmaktadır.” (49)
“Kürtleri Türk olduğu iddiası” üzerinde diğer mülahazaları için kitaplarında çeşitli yerler mevcuttur. (50)

En başta verdiğimiz örneklerde “müsbet milliyetçilik” yapan Seyyid Ahmed Arvasî; bu tavrı ile “Kürt” milliyetini inkar etmiş bulunmaktadır. En son alıntılarımızdan da anlaşılacağı üzere “yekdiğerinize karşı inkar edesiniz diye değil” mealindeki ayetin kapsamına girmektedir. Doğru yönleri olduğu gibi yanlışları da vardır. Bütün yönleriyle ele alıp, delilleri ile sunmaktan başka bir amacımız yoktur.

Türk-İslâm Ülküsü serisinde geçen şu ifadeler ise dikkat çekicidir;
“Türk çocuklarını, birbirleriyle evlenmeye ‘özendirici’ tedbirler alınmalı. Türk içtimai ırkı, ‘kan ve soy birliği’ şuuru ile güçlendirilmelidir.” (51)
Bu yer ise ayetin mealinde geçen “yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir” şeklindeki yerdeki “yabani bak”maya sebep olmaya açık bir ifade kullanılmıştır. Türklerin kendi içlerinde evlendirilmesini özendirmek manasını bunu göz önüne alarak kullanmamış olsa da, maalesef okuyan insanlarda bu intibaları uyandırmaktadır.

Bir diğer ifadesine geçelim;
“Türk-İslâm Ülkücüleri için İslâmiyet, Allah’ın dini; kurtarıcımız ve Kainatın Efendisi Allah’ın Resulü; şanlı Türk Milleti Allah’ın ‘İslâm’a hizmetle şereflendirdiği millet’, Türk Ordusu ‘Allah’ın Ordusu’, Türk bayrağı mukaddes ay ve yıldızı ile yüce İslâm’ın ve al rengi ile Allah için can veren şühedanın kanlarının ifadesidir.” (52)
Burada Türk milletini İslâm’a hizmeti ile şereflendiğinden bahsettiği gibi, İslâmi endeksli bir milliyetçi tutum göstermektedir.

Bir başka sözünde ise şöyle der;
“Tarih diyor ki: Türk milleti yücelmişse, İslâm’da yücelmiş; Türk milleti çökmüşse, İslâm dünyası da perişan olmuştur. Bu sebepten, bütün küfür Türk’e düşmandır.” (53)
Bu sözler Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor” (54) tabiri ile münasebettardır.

Bir diğer görüşüne yer vermek gerekir ki, o da “Kur’ân’da ismi geçen Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğuna” dair kanaatleridir.
“Biz elbette son sözü tarih alimlerimize bırakarak, tıpkı Vanî Mehmed Efendi gibi düşünüyor, onun bundan üç yüz yıl önce ‘Araisü’l-Kur’ân’ adlı kitabının ikinci cilt, 250. yaprağında yazdığı gibi: ‘Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur’ diyoruz.” (55)
Bu ifadeler elbette ki kesinlik değil ihtimal ve kanaat belirtmektedir.

Bir diğer sözü ise şudur;
“Türkiye Türk’ündür…” (56)
Bu söz bilindiği üzere milliyetçi kesimin dilinde sloganlaşmış bir ifadedir. Her ne kadar Arvasî Hoca burada “içtimai ırk”ı da kastetse, bu cümle etrafında Türk’ü Kürt, Arap, Laz, Çerkez ve diğer milletler ile bir arada tutamaz.
Bediüzzaman Hazretleri’nin dediği gibi; “Milliyetimiz de yalnız İslâmiyet’tir. Zîrâ Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet’ten başka bir şey değildir.” (57)

Ahmed Arvasî, Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi ile ilgili şunları demektedir;
“Müslüman Türk milleti, bu yüce vasıflara sahiptir ve bu ayet-i kerime – Allah doğrusunu bilir – Türk milletini haber vermektedir.” (58)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Maide Suresi’nin 54. Ayet-i kerimesi için şunları demiştir;
“İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’an’a ve İslâmiyet’e kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def’ettiniz, tâ
يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنٖينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرٖينَ يُجَاهِدُونَ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ
âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!” (59)
Bu konuda da Ahmed Arvasî, Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile aynı kanaati paylaşmaktadır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin mezkur ifadeleri üzerine yaptığımız çalışmaya bakabilirsiniz. (60)

Ahmed Arvasî de aynen Necip Fazıl gibi “kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadisini kendi milliyetlerini sevmelerine delil getirmektedirler.
Arvasî Hoca şöyle der; “Milliyetçilik, psikolojik olarak ‘mensubiyet duygusu’ temeli üzerine oturur. Bu sebepten olacak, Yüce Peygamberimiz (O’na salat ve selam olsun): ‘kişi kavmini sevmekle suçlanamaz’ diye buyurmuşlardır.” (61)
Bu ifadeler ışığında Seyyid Ahmed Arvasî’nin milliyetçilik anlayışı az da olsa ortaya çıkmış oldu.

Şimdi de Hüseyin Nihal Atsız ile devam edebiliriz. Atsız; Osman Yüksel Serdengeçti, Seyyid Ahmed Arvasî gibi, muhafazakâr-milliyetçi çizgide değildir. Veya Necip Fazıl Kısakürek gibi İslâmî bir çizgide milliyetçiliğe de sahip değildir. Irkçı-Turancı bir çizgiye sahiptir. Şimdi de kitaplarında geçen “menfî milliyetçilik” yani “ırkçılık” ile ilgili sözlerine gelelim.

Şöyle ki;
“Kıralların taçları
Beni bağlar büğü mü?
Orduları açamaz
Gönlümdeki düğümü.
Saraylarda süremem
Dağlarda sürdüğümü.
Bin cihana değişmem
Şu öksüz Türklüğümü…” (62)
Burada geçen son iki satır önemlidir. Irkçı kesimin ağzında slogan olmuştur.

Kendi “ırkçılık” görüşüne ve ülküsüne son derece bağlı olan Atsız, şöyle der;
“Ülkü uğrunda gönüller delidir.
Kişiler ülkü için ölmelidir…” (63)
“Türk ulusunu” yücelten yani “ululayan” sözleri de mevcuttur. Mesela;
“Çıkarıp Ergenekon’dan ulusu
Türk’ü kılsın yine dünya ulusu…” (64)
Bu beyit konumuza ışık tutmaktadır. Bu beyitte; birinci “ulus” tabiri, “millet” anlamında; ikinci mısradaki “ulusu” tabiri ise “ulu/yüce olan” anlamında kullanılmıştır.

“Saf ırk” teorisini kabul eden Atsız, şöyle demektedir;
“Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir!..” (65)
Atsız burada muhâli yani imkânsızı talep etmektedir. Çünkü “yüzde yüz Türklük” aklen, mantıken, tarihen imkân dahilinde değildir.

“Kahramanlık” duygusunu da şiirlerinde işleyen Atsız, şöyle demektedir;
“Kahramanlık: Saldırıp bir daha dönmemektir.” (66)

Türklüğü daima öven Atsız, “Türklerin Türküsü” adlı şiirde şunları söyler;
“Dilek yolunda ölmek Türklere olmaz tasa…”
“Türk gücü bir yıldırım, Türk bilgisi bir deniz…”
“Ölümlerle eğlenen tunç yürekli Türkleriz…” (67)

Şiirlerinde “kan dökmek”, “savaş”, “hükmetmek” gibi konuları da kesretle yani çoklukla işleyen Atsız, şöyle der;
“Savaş… Bunun tadını ey Türk sen bulamazsın
Ne sevgili yanında, ne baba ocağında…”
“Kan dökmeyi bilenler hükmeder topraklara…” (68)

Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber-i Zîşan’ı ve Dîn-i Mübîn-i İslâm’ı kabul etmeyen Atsız’a göre bakın “doğru söz” nerede imiş?
“Doğru sözü Kül Tegin kitabesinde ara…” (69)

“Ülkü” ve “bayrak” kelimelerine de şiirlerinde yer veren Atsız, şöyle der;
“Darbeyle gönüllerde yatan ülkü silinmez!
Atsız yere düşmekle bu bayrak yere inmez!” (70)

Buraya kadar şiirlerinden çeşitli alıntılar yaptık. Kahramanlık ve vatan sevgisi gibi müsbet ve İslâm’ın yasaklamadığı, hatta teşvik de ettiği ortak değerleri işlemiştir. Ama aşırı uç bir ırkçı olması ve din muarızı/aleyhtarı olması unutulmamalıdır.

Bir de Atsız’ın İslamiyet ile ilgili görüşlerine bakalım;
“Tanrı insan idrakinin dışındadır. Kur’ân, Muhammed’in talimatıdır.” (71)
Kur’ân-ı Kerîm için “Muhammed’in talimatıdır” demek, İlâhî Vahiy ve Kelamullah/Allah kelâmı olduğunu inkârdır.

“Ey Türk Gençliği, sana soruyorum: Sen Arap Muhammed’in mezarını artık bıraktıktan sonra senin Kâbe’n Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar değil midir?” (72)
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm Efendimiz’i küçük düşürmek adına “Arap Muhammed” diyerek tahkir etmeye çalışıyor. Halbuki Arap, Türk, Kürd veya başka bir milletten olmak kibirlenmek için veya başkalarını yermeye vesile değildir ve olamaz da. Bu sözleri okuyunca insan Risale-i Nur Külliyatı’nda defaatle Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtu Vesselâm” (73) demesinin hikmetini bir kez daha anlıyoruz. Fahr-i Âlem (asm) Arap’tır ve Üstad Bediüzzaman’ın Araplar için kullandığı şu tabirler de dikkat çekicidir; “…ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! (…) …bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadları, imamları ve mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.” (74)
Arapları tahkir etmek ile ırkçı kesimin gayesi; başta Resûl-i Kibriya (asm) ve Sahabe-i Güzîn (r.anhüm) olmak üzere ilk İslâm mücahidi olan ulemalarımızı (ra) tahkir etmektir. Arap düşmanlığını da doğrudan İslâm düşmanlığı yapamayanlar gizli bir şekilde bu yola başvurmaktadırlar.

“Bir Sümer masalından çıkan tufan ve Nuh’un gemisi… Hangi Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğu belli olmayan, Nuh…” (75)
Burada görüldüğü üzere Hûd Sûresi 25 ve 26. Âyet-i Kerîmelerini ve Kur’ân’da geçen Nuh Tufanı ile Nuh (as) kıssasını inkâr ettiği gibi, istihza/alay şeklinde konuşması da dikkat çekicidir.

“İslâm ırk ve renk tanımazmış. Komünizm de tanımıyor…” (76)
Burada zaten yanlış bilgi veriliyor. İslâmiyet, ırk ve renkleri tanır, kabul eder. Ama ırkçılık ve renkler yüzünden ayrımcılık yapılmasını kabul etmez. Yani İslâmiyet; ırkı değil, ırkçılığı reddeder.

“İslâmiyet, Türkler sayesinde yaşadı ve yükseldi. İslâmiyet Türkleri değil, Türkler İslâmiyeti yüceltti. Biz İslâm olmadan önce de büyüktük.” (77)
Burada da görüldüğü üzere ırkçılık damarı her şeyin önüne geçmiştir. Bu sözün yanlışlığını izah etmeye gerek yoktur. Söylenmesi gereken şudur; “Türkler, bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.” (78) Türkler, İslâmiyet’in bin yıldır bayraktarıdır. Böyle olduğu halde ırkçılık nazar ile bakanlar, işi farklı bir renge büründürmüşlerdir.

“…insanların 6000 yıl önce yaratılan muhayyel bir Adem’le, hayalî bir Havva’dan türemedikleri ispat olunmakta…” (79)
Hz. Adem’i (as) inkâr görülüyor. Bir peygameberi inkâr etmek tüm peygamberleri inkâr gibidir, tıpkı bir âyeti inkâr tüm âyetleri inkâr olduğu gibi.

“İslâm düşüncesinde sömürgecilik vardır.” (80)
İftira atmaktan da geri durmamıştır. İslâm düşmanlığı, onu bu hale büründürmüştür.

“Yahudi krallarını peygamber diye Türk milletine telkin ederek millî mefâhiri unutturmak sûretiyle İsrailiyâtı hayat ve ahlâk sistem, diye öne sürmek millî bir cinayettir.” (81)
Burada da Hz. Dâvûd (as) ve Hz. Süleyman (as) başta olmak üzere İsrailoğulları’na gelen peygamberleri “Yahudi kralları” diye söyleyerek, nübüvvetlerini/peygamberliklerini inkâr etmektedir. Başka bir millete ve topluluğa gelen peygamberler konusunda bile nasıl bir ırkçı tutumda olduğu görülüyor.

“Muhammed’in de peygamber olmadan önce Kureyş putlarına kurban kestiği…” (82)
Burada da azîm/çok büyük bir iftira atılmıştır. Siyer ve tarih ispat eder ki, böyle bir şey vukû bulmamıştır.
İslâmiyet’e saldırmak için İslâm’ı yine Arap milleti ile özdeşleştirip hücûm etme yolunu seçmiştir.

“Müslümanlık, sosyoloji bakımından Arapların millet haline gelme savaşıdır.” (83)
Ve şu sözleri kin ve garazını ortaya dökmektedir:

“İslâm Birliği ve kardeşliği kuruntudur.” (84)
Halbuki Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: “İnneme’l-mu’minûne ihvetun” (85) yani “Mü’minler ancak kardeştirler” (86) buyurulmaktadır. Ve bir diğer âyette ise Cenâb-ı Hak; “Va’tesimû bihablillâhi cemî’an” (87) yani meâlen; “O hâlde hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’ân’a) sımsıkı sarılın” (88) buyuruyor. Bu âyetlere benzer birçok âyet-i kerîmeler mevcuttur ve mezkûr yani zikredilen söz ile hepsi inkâr edilmektedir.

“Küçük bir kızı sevmek günahsa, son peygamber, Aişe’yi neden sevdi de aldı?” (89) diyecek kadar müfterî olmakta ve kinini dışa yansıtmaktadır. Hz. Aişe (r.anha) validemizin yaşı rüşt ve bulûğa erdikten sonra tezzevvüc ettiği/evlendiği tarihen sabittir.

“…koskoca Türk tarihinde bula bula sapık düşünceli, hasta ruhlu Yunus Emre’yi mi buldular?” (90)
İslâmî bir şahsiyet olan Yunus Emre için bu tabirleri kullanmasının hiçbir mantığı ve te’vîli yoktur.
Son olarak da Hüseyin Nihal Atsız’ı oğlu Yağmur Atsız’dan dinleyelim;

“Atsız, Müslüman olarak tanımlanamazdı. (…) …lâ-dinî olarak tavsîf etmek yerinde olur… ateist de değildi.” (91)
Konuyu toparlayacak olursak; Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin “Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş…” (92) demesinin hakikatini H.Nihal Atsız’ın yazılarında daha aşikâr görmek mümkün. Hatta başka bir cenâhtan/yönden bakarsak şu mânâda çıkabilir; “fikr-i milliyet çok ileri gitmiş” ve “ırkçılığa dönüşmüş”.

4 yazardan alıntılar ile milliyetçilik bahsini müşahhas delillerle ele almaya çalıştık. Alanında ilk olmaya namzed bu çalışmanın istifadeye medar olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.
Vesselâm.

Abdulkadir Çelebioğlu

Dipnotlar
1-Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362
2- Hucurat Suresi, 13. Ayet-i Kerimeye verilen mana; Mektubat, s. 361
3- Ahmed bin Hanbel, 5, 136; Şeybani, Şerh-ü Siyeri’l-Kebîr, 1, 90
4- Müsned, 2, 524; Ebû Dâvûd, Edeb, 120, 5116
5- Ravi: Vasile İbnu’l-Eska, Hadîs No: 4800
6- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası 2, s. 224-225
7- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, Bizim Milliyetçiliğimiz, s. 29
8- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
9- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
10- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 29
11- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 61
12- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 71
13- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 81
14- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 87
15- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir
16- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, s. 89
17- Osman Yüksel Serdengeçti, Mabedsiz Şehir, 2. Bölüm, s. 294
18- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, 2. Bölüm, İslâm ve Öbürleri, s. 145
19- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 145
20- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144
21- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 144-145
22- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 129
23- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 128
24- Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, s. 80
25- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
26- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 31
27- Seyyid Ahmed Arvasî, Sohbetler, s. 30-31
28- Muhsin Yazıcıoğlu, Yeni Bir Dünya İçin Yeni Bir Türkiye, s. 35
29- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Murat Aslan’ın Yazısından
30- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
31- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, Semih Uşaklıoğlu’nun Yazısından
32- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 18
33- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 22
34- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
35- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 24
36- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 30
37- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 31
38- Alperen Dergisi, Aralık 2017 Sayısı, s. 51; Aynı zamanda bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
39- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 28
40- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 43
41- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 67
42- Seyyid Ahmed Arvasî, Şiirlerim, s. 83
43- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 51
44- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 23
45- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 24
46- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 548-549
47- Müsned: 4/199, 204-205; Müslim, İmare: 53-54; Ebu Davud, Edeb: 111-112; İbn Mâce, Fiten:7
48- Said Havva, el-Esasü fis-Sünnet, c. 3, s. 1239; Âsâr-ı Bediiye, s. 549’dan naklen
49- Seyyid Ahmed Arvasî, Türkiye’de Şark Meselesi ve Alınacak Tedbirler, s. 25
50- Bkz. Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 233
51- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 119
52- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
53- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 195
54- Bediüzzaman Said Nursî, Sünuhat Tüluhat İşârat, s. 38
55- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 281
56- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 285
57- Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 520
58- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-1, s. 319
59- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 364
60- Bkz. http://www.nurnet.org/dunyanin-her-tarafinda-olan-turkler-ise-muslumandir/
61- Seyyid Ahmed Arvasî, Türk-İslâm Ülküsü-2, s. 239
62- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 33
63- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 34
64- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 35
65- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 41
66- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 42
67- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 44
68- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 56
69- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 57
70- Hüseyin Nihal Atsız, Yolların Sonu, s. 58
71- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
72- Hüseyin Nihal Atsız, Çanakkale Savaşı, Atsız Mecmua, 1932, Sayı: 17
73- Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 51, 70, 158, 209, 210; Mektubat, s. 123, 133, 187, 188 ve daha nice yerler
74- Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 97; Hutbe-i Şamiye s. 58
75- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
76- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
77- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
78- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, 2, s.225
79- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
80- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
81- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
82- Hüseyin Nihal Atsız, Yobazlık Bir Fikir Müstehasesidir, Ötüken, 1970, Sayı: 11
83- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
84- İslâm Birliği Kuruntusu, Ötüken, 17 Nisan 1964, Sayı: 4
85- Kur’ân-ı Kerîm, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
86- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Hucûrat Sûresi, 10. Âyet-i Kerîme
87- Kur’ân-ı Kerîm, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
88- Kur’ân-ı Kerîm, Hayrat Neşriyat Meâli, Âl-i İmran Sûresi, 103. Âyet-i Kerîme Meâli
89- Hüseyin Nihal Atsız, Ruh Adam Romanı’ndan
90- Milleti Ruhlandırmak, Ötüken, 1971, Sayı: 10
91- Yağmur Atsız, Atsız’a Dâir
92- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 362

Bediüzzaman’a göre, Batı uygarlığının esasları

 Biz “Batı uygarlığı”nın demokrasi ve insan hakları üzerine müesses olduğunu sanıyoruz. Oysa böyle bir şey yoktur. Batı uygarlığının özü “sömürgecilik”tir. Tarih boyunca, “demokrasi”, “hümanizm” ve “insan hakları” gibi süslü argümanları, hedef milletleri daha rahat sömürebilmek için kullanmıştır.

Bediüzzaman, “Batı uygarlığı”nı beş esas üzerine oturtuyor ve bir bir sayıyor:

Birincisi: Kuvvet,

İkincisi: Menfaat,

Üçüncüsü: Savaş,

Dördüncüsü: Irkçılık,

Beşincisi: Heva ve heves (eğlence).

Bu yüzden Batı zorbadır, gaddardır, zalimdir, ahlâksızdır, ilkesizdir. Açıkçası, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” havasındadır. Meselâ Suriye’de Esed’in attığı sarin gazı ile boğularak ölen çocuklar, göç esnasında batan teknelerden sahile vuran çocuk cesetleri, bir diktatörün bekası için yüzbinlerce insanın ölmesi, milyonlarcasının yerinden-yurdundan ayrılmak zorunda kalması yüreklerinde zerre kadar iz bırakmaz.

Biz de hayret eder durur, “Bunlar nasıl insan?” diye diye ömrümüzü bitiririz. Çünkü Haçlı seferleri sırasında yaptıkları iğrençlikler bize unutturuldu. 

“Büyük” dedikleri İskender’in cinayetleri unutturuldu…

Bırakınız eski dönemi, yeni dönemde sivillerin üstüne attıkları atom bombasının etkileri unutturuldu…

Dresden katliamı (İkinci Dünya Savaşı), Ruanda katliamı, Cezayir katliamı unutturuldu…

Afrikalılara yaptıkları zulüm unutturuldu…

“Batılı değerler” diye (politikacılarımız bu sözü pek severler) köksüz ve mazisiz bir safsata icat edip hepimize yutturdular. Sandık ki, Batı’da vicdan var, acıma hissi var, demokrasi var, merhamet var, insanlık var, yardımseverlik var, insan hakları var…

Oysa Batı’da bunların hiçbiri yoktur. Bunların yerine kuvvet, menfaat, savaş, ırkçılık, heva ve heves var. Bir kuruş çıkarları uğruna dünyayı ateşe vermekten çekinmezler. Nitekim aynı hırsla iki büyük savaşı başlattılar, petrol yataklarına el koydular.

Bediüzzaman’ın bu konuda tespitleri gerçekten muhteşemdir. Şöyle diyor: 

“Sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi şu medeniyet-i habise” (lütfen bu kelimeleri öğrenmeye çalışın, böylece kelime dağarcığınıza yeni bir şeyler eklenirken, bir yandan da dedelerinizin lisanına âşina olunsunuz), insanlığın mutluluğunu temin hülyasına, insanlığı kurban etmiş; çevreyi bozmuş, kâinatın dengesiyle oynayıp ozon tabakasını dahi delmiştir, ama “beşeriyetin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış”tır… Üstelik maddî refahın yanısıra mânevî tatmin, huzur ve saâdeti sağlayamamıştır. 

Bugün içki, uyuşturucu, savaş, terör, intihar, boşanma gibi mutsuzluk göstergesi sayılan hadiselerin en yoğun biçimde yaşandığı ülkeler, maddî refahın zirvesinde bulunan ülkelerdir. Bunu göre göre, geri bırakılmış Müslüman ülkelerin gelişmiş Avrupa ülkelerine özenmeleri ve “medeniyet-i hazıranın” (Batı uygarlığı) seyyiatlarına (günahlarına) da talip olmaları ne büyük gaflettir.

Alternatif mi yok? Bir yandan teknolojik gelişmeyi temin ederken, öte yandan, zemin yüzünü ahlâksızlık gibi pisliklerden temizleyip barışı sağlayacak ve insanlara insanlıktaki lezzeti tattıracak “Vahiy Medeniyeti” ne güne duruyor?

Ona da yarınki yazımızda bakalım inşallah.

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Radikal dini akımlara karşı Bediüzzaman’ın çözüm önerileri -4

İttihad-ı İslam ve vahdetin ortak zemini

“Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi; ittihad-ı İslâmdır.”(1)

İttihadın hedefindeki vahdet zemini sağlam temellere oturtulmalıdır ki, arzulanan müspet neticeler alınabilsin.. Konu İttihad-ı İslam olduğuna göre, her şeyden önce İslam’ın temel esasları, bu vahdetin ortak zemini olmalıdır. Çünkü Müslümanların en kolay birleşecekleri zemin, bu ortak paydadır.

Bu noktaya işaret eden Bediüzzaman’ın”Âlem-i İslâmdaki ihtilafı, tadil edecek çare nedir?” sorusuna verdiği cevap çok önemlidir:

“Evvelâ; müttefekun aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünki Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir, zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik, zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakki veya tarîk-i tefehhümdeki tefavüt bu ittihad u vahdeti sarsamaz, racih de gelemez.”(2)

Yani: Müslümanların birlik ve beraberlik için ahiret hayatı gibi dünya hayatlarını da –insanlık camiasında, devletler muvazenesinde-insana yakışan bir standardı yakalamaları için,  İslam dininin temel esaslarında ittifak etmeleri gerekir. Müslümanların ittifakla kabul ettikleri bu temel esaslar ön plana çıkarıldığı takdirde, geriye kalan teferruat kısmındaki farklı anlayışlar hoş görüyle karşılanır ve ittihadı zedeleyen bir unsur olmaktan çıkar.

“Cemiyette vahid-i sahih olmazsa cem ve zam, kesir darbı gibi küçültür” der ve açıklar: “hesapta malumdur ki, darb ve cem (çarpma ve toplama) ziyadeleştirir: Dört kere dört onaltı eder. Fakat kesirlerde darb ve cem bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile (üçte biri üçte birle) darbetmek tüsü’ (dokuzda bir) olur. Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur!”(3)

Yani: Müslümanların ortak zeminini oluşturan unsurların sağlam olması gerekir. Bu da Kur’an ve Sünnet çerçevesinde oluşan bir birlik anlamına gelir. Önemli olan bu birlik ve beraberlik binasının temel taşlarının sağlam olmasıdır. Aksi takdirde sayısal çoğunluk, çoğaldıkça hakikatte küçülür. Nitekim, matematikte bir kuraldır ki; çarpma ve toplamada yer alan sayıların çokluğu, neticenin çokluğunu gerektirir. Örneğin: 2×2=4, 4×4 ise 16 eder. Oysa bünyesi sağlam olmayan “Bayağı kesir ” hesaplarında tam(sağlam) olmayan kesirlerin sayısı ne kadar fazla  ise, toplama ve çarpmanın sonucu o kadar küçülür. Örneğin üçte biri üçte birle çarpmak dokuzda bir olur(1/3×1/3=1/9).

“Aynen onun gibi insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.

“Hem de düşmanlarımız onlar (gayr-ı Müslimler) değil; asıl bizi bu kadar (kıymetten) düşürüp İ’la’yı Kelimetullaha mani olan cehal et ve neticesi olan harekattır. Ve ihtilaf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımızın gayesi bu üç insafsız düşmana hücumdur.“(4)

Bu ittihat her şeyden önce, din, sosyal, siyasal konularda uzman âlimlerin istişareye dayalı ittihatlarına da vesile olur. Böylece fertlerin ulu-orta şahsi görüşlerine itibar edilmeyecek, ilgili konuda uzman olanlardan müteşekkil ilim heyetinin fetvası esas alınacaktır. Bunun tahakkuk etmesi durumunda artık herkes rastgele bir fikri ortaya atıp da insanları ona tabi olmaya davet etmeyecek, edemeyecektir.

İttihad-ı İslam bütün Müslümanların birliğini esas alır.

Çünkü bu ittihadın harcı imandır. İmanı olan herkes, dindar olmasa bile İslam kardeşliği içinde yer alır. Nitekim Kur’an’da “dindar olanlar/veya evliya olanlar/veya günahkâr olmayanlar kardeştir” denilmemiş, bilakis, “Müminler, imanı olanlar ancak kardeştir” mealindeki çok kapsamlı, toleranslı ve efradına cami bir ifadeye yer verilmiştir. Eğer “Müslümanlar kardeştir” denilseydi, birileri kalkıp İslam’ın emirlerini yerine getirmeyen müminler de bu kardeşliğe dâhil değildir, diyebilirlerdi. İşte bu gün Müslümanları ırk bazında olduğu gibi, mezhep bazında da bölüp parçalayarak hazır lokmalar haline getirmek isteyen çevreler vardır.

Bu iki konuda da Bediüzzaman’ın güzel tespit, teşhis ve tedavi yöntemleri vardır. Eserlerinin değişik yerlerinde bu konuları genişçe işlemiştir. Ancak biz burada çok veciz sayılan iki ifadesine yer vermekle yetineceğiz:

-Irkçılık konusunda şunları söyler:

“Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahid gösteriyorum ki: Ben َاْلاِسْلاَمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيّferman-ı kat’îsiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyet-perverliğe, Avrupa’nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış; tâ tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.”(5)

-Şii-Sünni mezhep mensuplarına şöyle hitap eder:

“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.(6)

8) Bediüzzaman’ın Önerdiği Çözüm Önerileri:

Bediüzzaman, 1909’da bir gazetede “Dağ meyvesi acı da olsa devadır” adlı makalesinde fikriyatını “dokuz” madde halinde özetler. Bu makalenin alt başlığı, onun şuurlu şekilde belli maksatları mücadele programına aldığını göstermesi bakımından zikre değer: “Bediüzzaman’ın Fihriste-i Makasıdı ve Efkârının Programıdır.” Bu dokuz maddeyi şöyle özetleyebiliriz:

Birinci madde: İslâm âlemini terakkiye sevkedecek uyanışı sağlamak.

İkinci madde: İslâm maarifini sağlayan üç merkez arasındaki ihtilafı gidermek: Bu üçmerkez medrese, mektep ve tekkedir.

Üçüncü madde: İlmî çevrelerde ilmî hürriyeti tesis etmek.

(Evet, taklîdin pederi ve istibdad-ı siyasînin veledi olan istibdad-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfiza, Mu’tezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fır­ka­ları tevlid etmiştir-Asar-ı Bediiye, 300)

Dördüncü madde: Medreselerde ihtisas şubeleri te’sis etmek.

Beşinci madde: Mürşid-i umumi olan vaiz ve hatiplerin yetişmesini sağlayacak projeleri ele almak.

Altıncı madde: Osmanlılarda terakki meylini uyandırmak.

(Burada asıl mevzumuzu teşkil eden üçdüşman-cehalet, yoksulluk ve ihtilaf mevzubahis edilir: “..Ve bu zamanda i’lâ’nın en büyük sebebi maddeten terakki olduğundan; ve terakkinin en müthiş düşmanı olan ce­hâlet ve zarû­ret ve ihtilâfa; seyf-ül mârifet ve sa’y-i insanî ve ittihad ile din na­mına ittihad edeceğiz. Amma a’da-yı haricî, medenî olduklarından fikren galebe çal­mak lâzımdır. O cihadı da berâhin-i Şeriata havale ede­ceğiz“)

Yedinci madde: (Osmanlı dönemine ait)Hilafet makamının ıslahı meselesi.

Sekizinci madde: Osmanlı Devletinin beylikler devrine dönüşmemesi için, Müslüman halklar arasında ittihad-ı Muhammedî fikrinin geliştirilmesi.

Dokuzuncu madde: Millî birliği sağlayarak, Kürtlerin ihtilafı sebebiyle zayi olan kuvve-i cesimelerinden istifade etmek.

Doç. Dr. Niyazi Beki – nurdanhaber.com

Dipnotlar

1-Mektubat, 468.

2-Sünuhat, Tuluat, İşarat, 92.

3-Mektubat, 475.

4-Hutbe-i Şamiye, 96.

5-Mektubat, 64.

6-Lemalar, 26.

Birlik ve Beraberliğin Önemi

İSLAM DİNİ, yardımlaşma, dayanışma, birlik, beraberlik ve kardeşliğe büyük bir önem vermiş ve bunun için önemli prensipler ortaya koymuştur. İslam kardeşliğinden meydana gelen dayanışma ve birlikten, büyük bir kuvvet kazanılır. Bu kuvvetle de her türlü terör ve tehlikenin üstesinden gelinir ve böylece huzur ve barış ortamı sağlanır.

“İttifakta kuvvet, ittihadda hayat, uhuvvette saadet vardır” diyen Bediüzzaman Hazretlerinin, İslam âleminin birlik ve beraberliği hakkındaki bu tespiti de bizi birlik ve kardeşliğe davet eder.
 
Avrupa Birliği’nin, geçmişte birbirine düşman olan devletlerinin bugün ortak menfaatleri uğruna, aralarında vizeyi kaldırmaktan, paralarını birleştirmeye kadar birçok sahada birlikte hareket etmeleri, öte yandan bu birliği bir Hıristiyan kulübü haline sokup, Türkiye’yi içlerine almamak için sudan bahanelerle direnmeleri, Üstad Bediüzzaman’ın bir asır önce üzerinde önemle durduğu İttihad-ı İslam (İslam Birliği) fikrini milletimizin ruh dünyasında yeniden canlandırdığı gibi, yöneticilerimizin de sadece Batı’ya bağlı kalmayıp, kendileriyle çok yönlü bağlarımız bulunan İslam alemine de yönelmelerine yol açmıştır.
 
BEDİÜZZAMAN Hazretleri, bu birliğin gerçekleşmesine en büyük engelin, Avrupa’nın Müslümanları birbirine düşman etme, onları bölme ve yutma politikası olduğunu tespit etmiş ve bu tehlikeyi şöyle dile getirmiştir:
“Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.” 
Öyle ise bütün Müslümanlar, hep birlikte Kur’an-ı Mübin’e, İslam dinine sarılmalı, onun hükümleri ve emirleri doğrultusunda hareket etmeli ve asla ayrılığa düşmemelidirler. Müminler birbirine sırt çevirmemeli, birbirine karşı düşmanca davranmaktan, hak ve hakikate aykırı hareketlerde bulunmaktan sakınmalıdırlar.
 
GEREK fertlerin, gerekse devletlerin birbirine karşı kin beslemesi düşmanlığı doğurur, o toplumu yaşanmaz hale getirir, huzur ve saadeti ortadan kaldırır. Muhabbet ve kardeşliğin olduğu bir toplumda ise, huzur ve saadet vardır. Böyle bir toplumda hariçten gelebilecek her türlü fitnenin de fazla etkisi olmaz. Memleketimizde de bu fitnelerin etkisiz kalmasının tek ve yegâne çaresi, insanımızın din ve mukaddesatına olan bağlılığıdır. Ölçümüz iman ve vicdan olmalıdır.
Şunu hemen ifade edelim ki, insanlarda istismara en müsait ve en zayıf damar “ırkçılık” damarıdır. Bugün birtakım iç ve dış güçler, insanımızın bu damarını kendi kötü emellerine alet etmek istemektedir. Bu maksatla sistemli ve plânlı bir şekilde ırkçılık duygularını körüklemektedirler. Bu bakımdan, insanları birbirine düşman eden bu fitneye karşı çok uyanık olunmalı ve bu oyunlara gelinmemelidir. Tarihin acı ve hazin tablolarından ibret almalıyız. Aksi halde, telâfisi mümkün olmayan pişmanlıklar yaşarız.
 
BU VATANDA yaşayan vatandaşlarımız, özellikle de Türkler ile Kürtler, İslam kardeşliği sayesinde böyle bir hataya düşmeyeceklerdir inşaallah. Çünkü onlar çok iyi biliyorlar ki, bütün bunlar, Türkiye’nin gelişmesini istemeyen ve bizi bölmeye çalışan güçlerin ve gizli zındıkların planlı ve sinsi oyunlarıdır. Bugün Irak, Suriye ve Mısır’da ve birçok İslam ülkesinde yaşanan elim hadiseler hep bu oyunların bir sonucudur.
 
EVET, ırkçılık, İslam âlemine bulaşmış kanserden daha tehlikeli bir hastalık ve büyük bir musibettir. Buna karşı dayanak noktamız, muhabbet ve birliği emreden İslamiyet’e sarılmaktır.
İslam dini ırkçılığı şiddetle yasaklamıştır. Irkçılık, bir ırkı veya bir grubu üstün sayarak diğerlerini hakir gören, kendinden olmayanları kötüleyen, saldırgan, istilâcı ve zulümkâr bir hastalıktır. Irkçılık, dinî bağları gevşeten, terör ve vahşeti doğuran ve toplum bünyesinde bozulmaya yol açan bir mikroptur. Çünkü ırkçılık, hayata düzen veren dinî ve ahlâkî esaslar yerine, ırkçı düşünce ve bağları esas aldığı için tahripkârdır.
Bu bakımdan her türlü fitnelerden ve özellikle ırkçılıktan, vatanın bekası, milletin saadet ve selameti adına şiddetle sakınmamız ve bu konuda çok hassas davranmamız gerekmektedir. Zaten ırkçılık dinimizde “cahiliye âdeti” olarak görülmüş ve reddedilmiştir. Irkçılık, İslam’ın bekasına, Müslümanların huzur ve saadetlerine en büyük bir darbedir.
 
BEDİÜZZAMAN Hazretleri ırkçılık hastalığına yakalanmamak ve Avrupa’nın oyunlarına gelmemek ve Müslümanların birliğini tesis etmek için, bir taraftan eserlerinde imana ait şüphe ve vesveseleri giderici deliller sunarken, diğer taraftan da millet ve memleketin birlik ve beraberliğini, kardeşlik ve muhabbetini perçinleyici kuvvetli ve ikna edici dersler vermiş; görüşlerini her vesileyle dile getirmiş, yetkilileri, bir din ‚limi olarak uyarmış, ancak problemlerin çözümünde milletin daha önemli olduğunu çok iyi bildiği için onları irşad etmeyi esas almıştır.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri, Avrupa’nın fen ve sanat silahıyla Müslümanları esaret altına almasının acısını ruhunun en derinliklerinde hissetmiş ve Müslümanların da bu sahada terakki etmeleri için din ilimleriyle fen ilimlerinin birlikte okutulacağı, Doğu’nun maddi ve manevi kalkınmasında zaruri olduğuna inandığı ve ismine Medreset-üz Zehra adını verdiği bir üniversitenin kurulması için büyük çaba göstermiştir.
Dünyanın neresinde bir Müslüman varsa kardeşimizdir. Dili ve ırkı ne olursa olsun onu sevmemiz dinimizin emridir.
 
ÇÜNKÜ onlarla dinî bağlarımız vardır. Aralarında din, tarih ve vatan bağları bulunan ve aynı vatanda yaşayan Müslümanların bu bağlarından dolayı birbirlerini daha da çok sevmeleri lazımdır. Öyle ise aynı vatanda yaşayan, asırlarca cihad arkadaşlığı yapan, bu vatanı beraber kurtaran ve muhafaza eden; birbirlerinden kız alıp kız vermek suretiyle aralarında akrabalık bağları kurulan, âdeta et ile kemik mesabesine gelen Türkler ile Kürtlerin birbirlerini daha çok sevmeleri aklın ve vicdanın gereğidir.
Bediüzzaman Hazretleri, “Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve imandır” buyurarak birlik ve beraberliğin reçetesini ortaya koymuş, hayatın devam ve bekasının, huzur ve saadetinin ancak İslam kardeşliği ile, birlik ve dayanışma ile mümkün olacağını ifade etmiştir.
 
BU bakımdan her mümin, Müslümanlar arasındaki kardeşlik, muhabbet, birlik ve beraberlik bağlarını kuvvetlendirmeli; düşmanlıkları netice verecek her türlü fitne ve fesadın, bozgunculuk ve terörün kapısını kapamak için gayret etmelidir.
Şimdi bize düşen en önemli görev, her güzelliğin esası olan iman-ı tahkikiyi kalplere yerleştirmek için azamî gayret göstermektir. Bu sayede hem müminler arasındaki kalbî bağlar güçlenecek, kardeşlik şuuru kuvvet bulacak, hem de her konuda ortak hareket etme ve yardımlaşma ruhunun gelişmesiyle Müslümanların maddi terakkileri de sağlanmış olacaktır. Bu ruh ve bu şuur yaygınlaştıkça Müslüman milletler arasındaki kardeşlik bağları, ülkeler arasında da tesis edilecek ve ittihad-ı İslam böylece gerçekleşmiş olacaktır.

Mehmed Kırkıncı

zaferdergisi.com

İyilik Ölçüsü

Irk üstünlüğünü kabul ettiğimiz takdirde, bir Arap attan daima Arap at doğması gibi, bir ırk mensuplarının da ya hep iyi veya hep kötü oldukları­nı kabul etmemiz lâzım gelir. Halbuki hakikat bu fikri nakzetmektedir. İyi insan, hangi ırka mensup olursa olsun iyi; kötü insan ise yine hangi ırka mensup olursa olsun kötüdür.

Bir kimse hakkında, “Nasıl insandır?” şeklinde sorulan bir sorunun ceva­bı, eğer o kimse müspet bir şahıs ise, “imanlıdır, ahlâklıdır, namusludur…” şeklinde; şayet menfî bir kimse ise “ahlâksızdır, sahtekârdır, imansızdır”, tarzında olacaktır. Yoksa bu sorunun cevabı, “Türktür, Araptır, Kürttür…” şeklinde değildir. Bunlar o kimsenin ırkı hakkında bir soru varid olduğunda verilecek cevaplardır. O hâlde, iyilik ve kötülüğün ırkla alâkası olmadığı en basit bir dilbilgisi kaidesiyle de kolayca anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan, faile ünvan kazandıran, işlediği fiillerdir. Yalancılık fiilini işleyen kimse, yalancı ismini aldığı gibi, doğru söyleme fiilinin faili de sadık ismini alır. Yalancının kötü bir kimse, sadıkın ise iyi bir şahıs oluşu işlenen fiillerle ilgilidir. Lâkin bizim bir ırk mensubu olarak Türk, Kürt, Arap… gibi isimleri, işlediğimiz müspet veya menfî bir fiilin sonunda almadığımız açık­tır.

Bir kısmımız neseben A ırkından, diğer kısmımız ise B ırkından gelmiş bulunuyoruz. Bu gelişte bizim ihtiyârımızın herhangi bir tesiri olmadığın­dan, ne ırkımızla övünmeye ve ne de başka ırk mensuplarını kötülemeye hakkımız yoktur.

Bu zahir hakikati görmediğimiz takdirde, milletimizi parçalayıp yutmak isteyen haricî düşmanlara yardım etmiş oluruz.

Atalarımızın işledikleri güzel fiillerle sadece iftihar etmemiz, aynen okuma yazma bilmeyen bir çocuğun, dedesinin âlim olmasıyla övünmesine benzer. Eğer biz de dedelerimizi örnek alarak onları yücelten manâya gönül bağlar ve muktezasıyla amel edersek, onların safına iltihak etmiş ve onlara lâyık bir halef olmuş oluruz. Aksi hâlde bu kuru dâva bizi sultan etmez.

Mehmed Kırkıncı