Etiket arşivi: ırkçılık

BAHÇEMDEKİ GÜLLER

NE ÇOK sarsıldık değil mi? Peş peşe. Biz ilk musibetten çıkacak olan rahmete gözlerimizi dikmişken, daha büyük bir musibet kapıdan girdi. Evet ilk görüntü aynen böyleydi. Haliyle toz dumandı ortalık. Ancak bu kadarını görebileceğimiz kadar netti yaşadıklarımız. Büyük bir kırılma yaşadık, sonra bir tane daha. Yarığın daha büyümüş olması gerekirken, sanırım kaynaştık. Yanlış yerden kaynayan kemiğin yeniden kırılması gibi. Şimdi doğru şekilde kaynıyoruz öyle değil mi? 

Ben böyle düşünmek istiyorum. Şu ana kadarki en kanlı eylemlerden biriydi, gencecik mehmedciklerin uykularında yakanlandıkları. Naaşları kan gülleri gibi toprağa dizilmişti. Büyük, çok büyük sarsıntıydı. Ruhlarımız nereye uçacağını şaşırmış bir kuş gibi kanatlarını vuruyor, bir çıkış arıyor, dua dua duman tütüyordu. Birilerinin halkı galeyana getirip, birbirlerini kırmaları amaçlı politikasına uygun ortamı hazırlamak için birbirleriyle yarışıyordu birileri. Bizlerse akl-ı selim’e çağrı yapıyorduk, neredeysen gel artık diye. 

Gözümüz yolda, onu bekliyorduk. Devasa dua halkaları oluşturulmuş, şehidlerimizin ardından sayısı binlerle ifade edilen hatimler uçurulmuştu. Duaların hepsinde “memleketin selameti” başköşeye oturmuştu. Herkes bir vird, bir tesbih, bir dua dağıtıyordu. Bir yandan dua ediyor, bir yandan bekliyorduk. Sonu hayır olacaktı. 

Sonra bir kez daha sarsıldık. Bizim oluşturduğumuz sanal kırıkların aksine bu kez gerçek bir kırık harekete geçmişti işte. Bizim çizdiğimiz derme çatma sınırlardan farklıydı depremin çizdiği sınırlar. 17 Ağustos’u, 12 Kasım’ı hatırladık. Bizi nelerin beklediğini bilerek. Acı bir bekleyişti, deprem haberinin sarstığı benliğimizdeki. Ölü sayısının her dakika artacağını, enkaz altında şu an hala atan yüzlerce kalp olduğunu, gece havanın buz gibi soğuyacağını… Bunların hepsini biliyorduk. 

Şuna inanıyordum, son zamanlarda artan bunca dua karşılamıştı depremi. Başımızda belki çok daha büyük bir musibet, yazgımızda belki çok daha fazla kan vardı. Belki bununla geçirmiş olduk, çok daha büyük bir kazayı.. Aslında inanmak istiyordum. İlk veriler de sanki destekliyordu bunu. Sürpriz bir fay hattıydı bu. Asıl korkulan hat değildi. 7.4 şiddetiyle sarsılan Marmara’da on binlerce ölü vardı. Pazar günü olduğu için okullar, evler boştu, havalar güzeldi öğlen saatiydi herkes dışarıdaydı dediler. Ve her dakika artsa da, benim ilk anda korktuğum sayı değildi vefat edenlerin sayısı. 

Hafızamızdaki deprem görüntülerinden farklıydı gördüklerimiz. Son derece sistemli bir müdahale vardı. Kızılay eski Kızılay değildi. Devlet tüm kurumlarıyla çok kısa sürede olay yerindeydi. Sivil toplum kuruluşları yeni harikalara imza atmak üzereydi. Ve attılar da nitekim. Türkiye’nin her yerinden yardımlar kelimenin tam anlamıyla yağmaya durmuştu. Kargo firmaları, otobüs şirketleri daha ilk saatlerde seferlere başlamıştı. Herkes kendine bir vazife çıkarmıştı. Benim gördüğüm inanılması güç bir kaynaşmaydı. 

Son zamanlarda itina ile aramızın bozulması için emek harcanan iki kardeş ülke, komşu ülke gözlerimizi yaşarttı sonra. Dış yardıma ihtiyaç olmadığı cevabı aldıkları halde yollara düşen Azerbaycan ve İran. Kapıyı vurmadan girebilecek yakınlıkta bildiler kendilerini. Azeri kardeşlerimiz ilk “dış” yardım gönderen ülke oldu. 2 kargo uçağı ile 2 özel sahra mobil mutfağı, 150 çadır, 2500 battaniye, 750 yatak tulumu ve 140 kişilik ekip gönderdiler. Daha depremin hemen akabinde. Sonra bu sayı daha da arttı. İran ise 5 ambulans ve 18 kişilik acil yardım ekibinin de Van’a geldiğini, ihtiyaç duyulması halinde sahra hastanesi de kurmayı planladıklarını ifade etti. İlk saatlerde 208 çadır, bin 500 battaniye ve muhtelif gıda malzemeleri getirildi. Sonra ekiplerin sayısı yüzü aştı. Ve İran’da Van için kan kampanyası başlatıldı. İyi dost kötü günde belli olur dedirttiler bize. 

Ben hep böyle haberlerle meşgul olduğumdan ve çevremde hiç çatlak ses olmadığından olsa gerek internette birçok kanaldan paylaşılan bir hadis-i şerifin her yerde karşıma çıkmaya başlamasına şaşırdım önce. Hadis-i Şerif şuydu; ‘Müslüman kardeşinin uğradığı felâkete sevinme. Allahü teâlâ, rahmet eder, onu, o felâketten kurtarır da, seni derde uğratabilir.’ (Tirmizi) Neden özellikle bu hadisin paylaşıldığını düşünürken, başbakanın, hatta Bahçeli’nin açıklamalarına rast geldim. Ve şöylece bir göz gezdirdim sanal yorumlara. Evet, birileri gerçekten depremden ırkçılık üretmeyi başarmıştı. Bizler sürekli Van için sivil toplum örgütlerinin kısa mesaj yardım numaralarını paylaşırken, bir densiz şöyle yazmıştı, “Allahın sopası yok yaz Van’a gönder”. Allahın sopasının olmadığı, senin bu mesajı yazabilmenden belli dedim sadece içimden. Depremin olduğu coğrafya üzerinden Allah adına ırkçılık üreterek hadlerini aşmada tavan yapıyordu birileri. Etki tepki sürüp gidiyordu. “Sizler bizim yorumlarımıza kızıyorsunuz ama Kürtlerin sayfalarında da onların yardımlarını istemiyoruz yazıyor.” “Sizin gönderdiğiniz, devletin gönderdiği yardımları yağmalıyorlar, enkazları elleriyle kaldırmaya çalışan mehmedciklere saldırıyorlar..” diyorlardı. Evet, bu ırkçıların ekmeğine yağ süren başka ırkçılar da vardı. Annemin tabiriyle devler güreşiyor, çiçekler eziliyordu. 

Oysa ismini aldığı peygamber misali enkazın karanlıkları içinde saatler geçiren Yunus’un bunların hiçbirinden haberi yoktu. Geceyi sıfır derece sıcaklıkta dışarıda geçiren diğerlerinin de. Ne zaman onlar ve biz olmuştuk ki. Neden kardeş olduğumuzu üzerine basa basa belirtmemiz gerekiyor ki. Siz kendi kardeşinize, biliyorsun seninle biz kardeşiz deme ihtiyacı duyuyor musunuz. Bunu ona hatırlatıyor musunuz. Van’daki insanlar için “kardeşim” demeyi bir başarı olarak mı görüyorsunuz. Ben başka bir ihtimal biliyorum. Ben başka bir tabir bilmiyorum. Ve bunu belirtme ve hatırlatma gereği bile duymuyorum. 

Ve benim gibi düşünenlerin çoğunlukta olduğunu biliyorum. Çatlak seslere prim verilmesine de ayrıca karşıyım. Bunların dillendirilmesinden rahatsızlık duyuyorum. Kendileriyle değil, bunlarla ilgileniyorum; 

“Ömrü hayatımda duyduğum en anlamlı söz oldu bu. Ağlaya ağlaya yazıyorum bunları. Deprem olur olmaz Van’a kazak, bot, mont gibi eşyalar gönderirken montun cebine “Geçmiş olsun kardeşim, ben de Gölcük’te senin şu an yaşadıklarını yaşadım. Maddi manevi ne sıkıntın olursa bana 05xxxxxxxxx numaralı telefondan ulaşabilirsin, hiç çekinme.” yazılı bir kağıt koyulduğundan 3 gün sonra gelen mesaj: “Allah razı olsun kardeşim. Şu an gönderdiğin montla ısınıyorum. Sana söz bir gün sen düşersen ben de seni kaldıracağım.” Belki yüzlerce ırkçı mesaja tek başına yetti sözlük sitelerinden birine “bukonudasöylemekistediklerimbukadar” isimli üyenin yazdığı şu satırlar. Bir ırkçının asla anlayamayacağı bir his, tadamayacağı bir duydu ve yaşayamayacağı bir andır bu. Velev ki, günler sonra sahte olduğu ortaya çıksa bu mesajın hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü bu yardımı gönderecek, gönderirken içine bu notu ekleyecek binlerce el ve bu yürek paylaşımına yüreğiyle cevap verecek binlerce yürek var. Tüm kalbimle inanıyorum ki var. 

Sonra aynı gün bir dedenin fotoğrafı yayıldı elden ele, açık alanda yıkıntıların yanında oluşturulmuş bir el tezgahı ve bir ilan var fotoğrafta; “Tüm zelzeleden zarar görenlerin dikkatine. Sizlere başsağlığı diliyorum. Büyük geçmiş olsun diyorum. Ben Çanakkale Lapseki’den geliyorum. Size ayakkabılarınızı para almadan tamir etmeye geldim. Bu şekilde bir nebze katkım olursa sevinirim.” Herkesi diriltti 70 yaşındaki Çanakkale’li dedenin kabeye su taşıyan karınca misali duruşu. Daha ilginç olanı şuydu, bu Hızır misal amca aslında bu ilanı 17 Ağustos Gölcük depreminde yapmış ve bu fotoğraf o zaman çekilmişti. Demek siz kuyuya bir taş attığınızda o yerini mutlaka buluyordu. Sizin en ufak bir diriliş yürekliliğiniz aradan yıllar geçip de siz bile olanları unuttuktan sonra en ihtiyaç olduğu zamanda başka ölüleri diriltiyordu. 

Sonra aynı gün Mart ayında tarihinin en büyük doğal afetlerinden birini yaşayan Japonya yaşartıyordu gözlerimizi. Tokyo’daki büyükelçiliğimizin cadde üzerinde bulunan posta kutusuna özellikle geceleri isimsiz mektuplar bırakılıyordu. İçlerinde paralar vardı ve iyi niyet dilekleri. Görünmemek için geceyi seçiyorlar, mektuplara isim yazmıyorlardı. Bu şekilde gelen mektuplardan çıkan paraların miktarı yüz bin doları aşmıştı. İşin enteresan olan kısmı en çok yardımın daha yaralarını saramamış olan Fukişima bölgesinden gelmiş olmasıydı. “Ülkenizin Mart ayında bize yaptığı yardımları unutmadık” yazıyordu notlarda.

Özelde kardeşliğin, dünya çapında insanlığın ölmediğini gösterdi bu acı bize. Birçok kişi kendine geldi, insanlığını, Müslümanlığını hatırladı bu sarsıntıda. Yanlış kaynayan kırıklar yeniden ve güzelce kaynadı ve kaynayacak inşallah. Çatlak seslerin çirkinliğine, ırkçı kalpsizlerin körlüğüne yenilmeyecek kadar iyi yürek var bu dünyada. Bu güne dek herkesin hesaplarını boşa çıkaran bir yürek var ülkede. Duaya devam edeceğiz. Bu musibetlerden büyük rahmetler doğmasını beklemeye devam edeceğiz. Yardıma devam edeceğiz. Güzelliklere ve insaniyete prim vereceğiz. Birilerinin ekmeğine yağ sürüldüğü artık yeter, artık o ekmekleri evsiz kardeşlerimize vereceğiz.

 Son birkaç gündür şiddetli rüzgar uyarısı yapıldı İstanbul’da. Poyraz esiyor. Ve Marmara denizinin rüzgarına direk muhatap olan evimin pencereleri uğulduyor bu günlerde. Geçen hafta havanın sıfır dereceye düştüğü de düşünülünce ve esen rüzgarın gayet serin olduğunu, bahçedeki güllerin orada işi ne? Bugün fark ettim evin önündeki güllerin hala hayatta olduklarını. Ve önlerinde donup kaldım öylece. Çünkü bugün böyle bir habere ihtiyacım vardı benim. Evden çıkarken deprem bölgesinde kar yağışının başladığını öğrenmiştim. Rüzgarın eğip büktüğü o incecik gül dallarının nasıl olup da kırılmadığına, hala o güzelim rengini koruyan güllerin nasıl olup da bunca soğuğa rağmen sararıp solmadığına, ölüp de toprağa düşmediğine hayretler ettim. Ve dua ettim içimden, bu soğuğa, bu rüzgara, haşin damlalara rağmen nasıl bir yaşama gücü verdiysen bu güllere, nasıl sakındıysan onları rahmetinle, depremzede kardeşlerimi de öyle kuşat Allahım dedim. Van’da insanlar evsiz kaldı, cansız kaldı, yarsız kaldı, sokakta kaldı, aç kaldı. Ve kötü haber, Van’da kar yağmaya başladı… Şimdi onları dua dua sinemizde ısıtma zamanı. Yardımlarla kuşatma zamanı. Bir kişi bile üşürse ısınamam diyen mübareğe selam etme zamanı… 

 

28/10/2011

 © 2010 karakalem.net, Nuriye Çakmak

 

 

Camide Bütün Irklar Omuz Omuza…

İstanbul’un bazı semtleri vardır. Bu semtler belki on-on beş sene evvel kurulmuştur amma Hakkâri’den daha kalabalıktır. Buralarda oturan halk, Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelmiştir. Hemşehrilik ve ırkçılık gibi haller bütün hızıyla yürürlüktedir. Mesela Lazların, Kürtlerin, Çerkezlerin, Arnavutların kahveleri ayrı ayrı olabilir.

Şimdi düşünelim…

Herkes kendi kahvesinde otururken ezan okunmaya başladı. Namaz kılmak isteyenler kalkar caminin yolunu tutar. Camide herkes bir imama uyar. Bütün ırklar omuz omuzadır. Birlikte secde ederler. Aynı duaya amin derler. Camiden çıkınca yine herkes ayrı kahveye gider. Böylece yollar ayrılıverir.

Türkiye’de pek çok ırk bir arada yaşamaktadır. Bu ırkların örf ve âdetleri farklı olduğu gibi, dil meselesi de halledilmemiştir. Şark vilayetlerinden birinde “Ne mutlu Türk’üm diyene” levhasını birisine gösteriyorlar, o da diyor ki, “Türkçe nizani“, yani “Türkçe bilmem.

Fakat Türkçe bilenle bilmeyen namazda aynı sûreleri okuyabiliyor, birbirlerinin cenazesine koşuyorlar. İslamiyet adına söyleneni aynı şekilde kabulleniyorlar…

İster Arnavutların, ister Lazların, ister Kürtlerin, Çerkezlerin pazarına gidin. Oralarda bir doğruluk havasının estiğini göreceksiniz. Vebalden, hak geçmesinden korkan adamlarla karşılaşırsınız. Araştırsanız, bu halin İslamiyet’ten ve İslam’a bağlılıktan ileri geldiğini görürsünüz. Böylece İslamiyet bir atmosfer gibi her şeyi içine almış, her ırka faydalı olmakta, hayata gerçek manayı vermektedir. Elbette büyük şehirlerde terazide hile yapan vardır. Elmanın çürüğünü arkaya, iyisini öne dizeni görürsünüz. Bu adamın bozulmasının sebebi, menfaattir. Şahsi menfaatini dininden üstün tutan insan hangi ırktan olursa olsun zararlıdır.

İslamiyet kimseye “ırkını inkâr et” demiyor. Bir kimse hangi ırktan olursa olsun İslamiyet’i öğrenip yaşayabilir. Böylece üstün insan olmanın sırrı bulunmuş demektir.

Bir kısım milliyetçilerin ve bir kısım dindarların yanlış hareketleri umuma mal edilmemelidir. Hatalı kimselere kızmaktansa hatasız hale gelmeye çalışmak en faydalı yoldur.

Bazı gençler dindar olmaktan ziyade ırkçılığa meylederler. “Yaşasın Türk milleti!” deyince her şeyin tamam olduğu sanılabilir. Halbuki “Yaşasın Türk milleti!” demekle millet yaşamaz. Milleti yaşatacak, üstün insanlardır. Üstün insan olma hevesi ise herkesten evvel gençlere yakışmaktadır.

Görülüyor ki en fazla fırtınalı saha gençliktedir. Gençlerin esen yele göre istikamet almaları en azından karışıklıklara yol açacaktır. Şayet gençler de yönlerini İslamiyet’te bulabilirlerse o zaman milletimizin güçlendiğini görebilmemiz mümkün.

Bugünkü felaketlerin ve huzursuzlukların temelinde kendi anlayışını esas kabul edip kendi görüşlerini İslamiyet’ten üstün tutanların tutumu yatmaktadır.

Bu milletini layık olduğu seviyeye getirmek isteyen milliyetçiler, her şeyden evvel milletimizin Müslüman, İslamiyet’in de bir hayat nizamı olduğunu unutmamalıdır.

Hekimoğlu İsmail

Müsbet Milliyet ve Menfi Milliyetçilik

Milliyeti şöyle değerlendirirsek, her insanın fıtri olarak kendi milletini sevmesi müspet milliyettir ve güzeldir, Ama bu, başka ırk ve milletlerden olanlara düşmanlığa dönerse menfi milliyetçilik olur, dolayısıyla zararlıdır.

Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı inkârla yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Hucurat Sûresi, 49:13)

Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat Sûresi, 49:13.)

Bediüzzaman hazretleri insanlar arasında tanışmak ve yardımlaşmak ile ilgili açıklaması şöyledir:

“Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği teârüf (tanışmak) ve teâvün (yardımlaşma) düsturunun beyanı için deriz ki: Nasıl ki bir ordu fırkalara (tümen), fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki, her neferin muhtelif ve müteaddit münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin tâ, o ordunun efradları, düstur-u teâvün (yardımlaşma kanunu) altında hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri a’dânın (düşman) hücumundan masun (korunan) kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamat (karşılıklı düşmanlık besleme) etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (Müslümanların sosyal hayat yapısı) büyük bir ordudur; kabâil ve tavâife (kabile ve taife) inkısam (bölünme) edilmiş. Fakat bin bir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönü) var: Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir, bir, bir, binler kadar bir, bir… İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabâil ve tavâife inkısam, şu ayetin ilân ettiği gibi, teârüf (tanışma) içindir, teâvün (yardımlaşma) içindir; tenâkür (karşılıklı inkâr etme) için değil, tehâsum (düşmanlık) için değildir.

Ayette bildirilen erkek ve dişiden murat, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dır. Bütün insanlar onların torunları durumundadır. Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk Ayette farklı milletlere ayrılmanın hikmeti, insanların birbirlerini tanımaları olarak nazara veriliyor. Gerçekten de her milletin kendine has bazı özellikleri vardır ve bu özelliklerden hareketle bir insanın hangi millete mensup olduğunu belirlemek mümkündür. Farklı milletlere mensup olma da çatışma vesilesi değildir. İnsana kıymet kazandıran mensup olduğu ırk değil, sahip olduğu faziletlerdir. Yoksa hemen her millette hem iyiler, hem de kötüler bulunmaktadır.

Menfi Milliyetçilik: Menfi milliyetçilik fikri her devirde başrolü üstlenmiş ve devletlerin tahribine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devlet-i Aliye adeta kavimler haritasına dönmüştü. Başta İngiliz, Fransız ve Portekizliler olmak üzere Avrupalı tüm sömürgeciler Asya’da, Afrika’da, Hindistan ve Uzak Doğuda sömürgeleştirme faaliyetlerini bu sözde “medenileştirme” görevlerine dayandırıyorlardı. ABD’de ise ırkçılık önceleri katliam ölçüsünde yerlilere, daha sonra da siyahlara yöneldi. ABD olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde varlığını sürdürmekte; özellikle ırk ayırımının yasal olarak sürdüğü Güney Afrika ile İsrail’de en katı ve acımasız biçimiyle egemenliğini yürütmektedir.

Irkçılık eğilimleri İslâm dünyasında ondokuzuncu yüzyılın sonlarında canlanmaya başladı. Batılı devletlerin Osmanlı Devletinin parçalama planlarının bir parçası olarak canlandırmaya çalıştıkları bu düşünce, İttihad ve Terakki yönetiminin benimsediği ırkçı politikaların da etkisiyle ayrılıkçı hareketleri besledi. Osmanlı Devletinin parçalanmasından sonra oluşan birçok yeni devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de ırkçılıktan önemli ölçüde etkilendi. Özellikle Fransız ihtilalından sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecini de meydana getirmiş.

Görüldüğü üzere hilekâr ve aldatıcı Avrupa zalimleri Müslümanlar arasına bu menfi milliyetçiliği sızdırıp ta ki parçalayıp onları yutsunlar. Menfi milliyetçilik emeli taşıyanlar hele güçlü sayılan ırkların diğer ırkların üzerinde egemenlik kurma ve sömürme girişimlerinde meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanıldı, ezilen kesim ise karşıdakine müteyakkız yani dikkatli ve uyanık olmaya meylettirdi, o da fırsatını kollar ne zaman imkân elline geçerse o zaman kin ve nefret duygusunu muzaaf bir şekilde gösterir. İşte Menfi milliyetçilik, ırkçılık tarzında bir yaklaşımdır. Bu tarz milliyetçilikte kendi ırkından olanları üstün görmek vardır. Bu fikirde olanlar, kendi ırklarından olanları, haksız bile olsalar başkalarına tercih ederler. Başkasını yutmakla beslenmek, menfi milliyetçiliğin en belirgin özelliğidir.

İnsan, yaratılışı gereği kendi akrabalarına daha bir yakınlık duyabilir. Mensup olduğu milleti diğer milletlerden daha fazla sevmesi de bu yakınlığın bir gereği olabilir. Bunda bir problem söz konusu olamaz. Ama bazıları kendi kabile ve milletini sevme duygusunu, başka kabile ve milletlere düşman olmak şekline getirirse, problemler işte o zaman başlar. Birinci hâl gayet normaldir, ama ikinci hâl zararlıdır. Örneğin bir insanın benimsemiş olduğu partiyi desteklemesi gayet normaldir. Ama bu, benim partimden olanlar iyi diğerleri kötü şekline gelirse çok ciddi problemleri de beraberinde getirir. İnsan, insaflı olmalıdır. Kendi milletinden olanların bazen haksız olabileceğini kabul etmeli, bizden olanlar daima haklıdır gibi genellemelerden kaçınmalıdır.

Bediüzzaman, “menfi fikr-i milliyet’ dediği şey, ırkçılıktır. Irkçı olmayan milliyet ise, ‘müsbet milliyet sınıfına girmektedir!” “milliyet” tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık “Milliyetimiz de yalnız “müspet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti”dir” diyerek bunu vurgulamaktadır.

Hadis-i şerifte ferman etmiş:

İslam, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle ile Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur“.  Bu ibare, İslâmiyet öncesi câhiliye âdetlerine dönmekten meneden hadislerden iktibas edilmiştir. Bu mevzuda birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi şöyledir: “İslâm dini, kendinden önceki bâtıl olan fiil, hareket, âdet ve inanışları keser, kaldırır.” Buharî,

Kâfirler, kalplerine cahiliyet taassubundan (körü körüne bağlılık) ibaret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvada ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise her şeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.

İşte şu hadîs-i şerif, şu âyet-i kerime, kat’î bir surette menfi bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ona ihtiyaç bırakmıyor.

Netice itibariyle, menfi milliyetçiliğin tarihin ispatiyle çok zararları görülmüştür. Örneğin Emeviler, fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için hem İslam âlemini küstürdüler, hem de kendileri çok zarar gördüler. İşte menfi milliyetçiliğin neticesi görüldüğü üzere tahriptir, yıkımdır ve felakettir. “Dil, din bir ise millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

Müsbet milliyet: Buda toplumsal hayatın ihtiyacı dâhilinde meydana gelmektedir. Bireyler, kavimler, cemaatler hatta devletler kendi aralarında yardımlaşma ve dayanışmayı gerektiren faydalı bir kuvvet ve önemli bir ihtiyaçtır. İslam kardeşliğine bir vasıtadır. Ancak İslam milliyeti, İslamiyet’e hizmetkâr olmalı, kal’a ve zırh olmalıdır. Müsbet milliyet, her insanın kendi milletinden olanlara sahip çıkması, onların problemlerini çözmek için gayret göstermesidir. Bu tarz milliyet, diğer milletlerin inkârı ve kötülenmesi değildir, kişinin kendi akrabalarıyla daha yoğun münasebet içinde olması gibi, kendi milletinden olanlarla daha yoğun bir teşrik-i mesai yapması vardır.

Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere “milliyetçi”lik için müspet bir kullanım söz konusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur’un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Aslında “müspet milliyetçilik” değil, söz konusu “müspet milliyet”tir. Bununla da hususan “müspet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” kast edilmektedir. Görüldüğü üzere Risale-i Nur, “İslâm milliyetçiliği” dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, “Emaneti ehline tevdi edin” İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı desteklemektedir.

Bediüzzaman diyor ki: “İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekàda ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz. Tâ ”Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.” Mâide Sûresi, 5:54.

âyetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız.

CÂ-YI DİKKAT BİR HAL: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsurlar, milletler) içinde en kesretli (çokluk) olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam (bölünme) etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Hâlbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş; ondan kàbil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefâhirin (övünülecek şeyler) İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme.”(26 mektup/3.mebhas)

Elhasıl, Bediüzzaman’ın dediği gibi:”Milletimiz bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Kur’an ve İmandır.

Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir.”

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.org

Menfi Milliyetçilik – Irkçılık (Video)

Menfi milliyetçiliğin (ırkçılığın) damarlara işlediğinde ne kadar kötü sonuçlar doğurabileceğini gösteren bir video.

Sorulan sorular ve cevapları:

  • Irkçılık ve Milliyetçilik Islam’da yasak mı? Ruhun ırkı var mıdır?
  • MİLLİYETÇİLİK, ırkçılık nedir?
  • Milliyetçilik, ırkçılık hakkında bilgi verir misiniz? Kendi milletimi diğer milletlerden daha fazla sevmem caiz midir?
  • Bediüzzaman’ın ırkçılığa bakışı nasıldır?
  • Irkçılık Ve Milliyetçilik İle İlgili Hadisler

    Irkçılığa (asabiyyeye) çağıran Bizden değildir; ırkçılık için savaşan Bizden değildir; ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen Bizden değildir.” (Müslim, İmâre 53, 57, hadis no: 1850; Ebû Dâvud, Edeb 121; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3948; Nesâî, Tahrim 27, 28)

    “Asabiyet (kavmiyetçilik) dâvâsına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ yolunda mücâdeleye girişen Bizden değildir.” (Ebû Dâvud, Edeb 112)

    Vasîle bin el-Eskâ (r.a.) anlatıyor: “Ben, ‘Yâ Rasûlallah! Adamın kendi kavmine bir zulüm üzerine yardım etmesi asabiyetten (ırkçılıktan) mıdır?’ diye sordum. Hz. Peygamber (s.a.s.): “Evet” buyurdu.” (İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949; Ebû Dâvud, Edeb 121, hadis no: 5119; Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160)

    Rasûlullah (s.a.s.)’a soruldu: “Kişinin soyunu, sülâlesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmiyetçilik, ırkçılık) sayılır mı?” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir.”(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949)
    “Zulüm ve haksızlıkta kavmine yardıma kalkışan kişi, kuyuya düşmüş deveyi kuyruğundan tutup çıkarmaya çalışan gibidir.” (Ebû Dâvud, Edeb 113, 121, hadis no: 5117)

    “Kim kâfir olan dokuz atasını onlarla izzet ve şeref kazanmak düşüncesiyle sayarsa, cehennemde onların onuncusu olur.” (Ahmed bin Hanbel, 5/128)

    “Bir kısım insanlar vardır ki, cehennem kömüründen başka bir şey olmayan adamlarla iftihar ederler, övünürler. İşte bunlar ya bu övünmeden vazgeçerler, ya da Allah nezdinde, pisliği burunlarıyla yuvarlayan pislik böceklerinden daha değersiz olurlar.” (Ahmed bin Hanbel, 2/524; Ebû Dâvud, Edeb 111)

    “Aziz ve Celil olan Allah sizden câhiliyye devrinin kabalığını ve babalarla övünmeyi gidermiştir. Mü’ min olan, takvâ sahibidir. Kâfir olan ise şakîdir. Siz, Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bazı adamlar, (kâfir olarak ölen) kavimleriyle övünmeyi terketsinler. Çünkü onlar cehennemin kömüründen bir kömürdürler, yahut onlar, Allah indinde burnu ile pislik yuvarlayan pislik böceğinden daha aşağıdırlar.” (Ebû Dâvud, Edeb 120, hadis no: 5116)

    “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terketmiş olarak ölen kimsenin ölümü, câhiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü câhiliyye ölümüdür.” (Müslim, İmâre 57; Nesâî, Tahrim 27; İbn Mâce, Fiten 7; Ahmed bin Hanbel, 2/306, 488.

    “Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenkeder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.” (İbn Mâce, Fiten 7)

    “Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, nesebi, soyu onu kurtaramaz, yükseltemez, ilerletemez.” (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225)

    “Allah indinde en şerefliniz takvâca en ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayan (acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz derili üzerine bir üstünlüğü yoktur, beyazın da siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takvâ iledir.” (Cem’u’l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632)

    Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:

    “Yedi sınıf insan vardır ki, Allah, Kıyamet gününde, kendi gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı zamanda, onları kendi gölgesinde gölgelendirecektir:

    1- Adaletli davranan yönetici.

    2- Allaha ibadet ederek büyüyüp yetişen genç.

    3- Çıkıp dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kişi.

    4- Buluştuklarında da, ayrıldıklarında da Allah sevgisinde birleşip, birbirini seven iki kişi.

    5- Alımlı bir kadın kendisini sevişmeye davet edince, “Ben âlemlerin Rabbi olan Allahtan korkarım,” diyen namuslu kişi.

    6- Sağ elinin verdiğini sol eli bilemiyecek derecede yardımını gizli yapan insan.

    7- Issız yerde Allahı anıp da gözleri dolu dolu olan kişi.”

    Ebû Hureyre radıyallahu anh. Buhârî.