Etiket arşivi: İşarat-ül İcaz

SIGNOS DEL MILAGRO – İŞARAT-ÜL İCAZ – İSPANYOLCA TERCÜME ÇIKTI

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI’NDAN – SIGNOS DEL MILAGRO – İŞARAT-ÜL İCAZ – İSPANYOLCA
CİLT     : VİNLEKS
EBAT    : BÜYÜK BOY (17 x 24 cm)
KAĞIT  : ŞAMUA (70 gr)

BASKI  : RENKLİ BASKI

SAYFA  : 203 SAYFA

www.NurNet.org

işarat-ül i’caz Risalesi Hakkında . .

Tenbih

İfadetü’l-Meram

Kur’ân Nedir, Tarifi Nasıldır ?

Fatiha Sûresi

Bakara Sûresi

 1. âyetin tefsiri: “Elif, Lam, mim”  Sûrelerin başlarında bulunan mukattaa harf­lerine ait açıklamalar.


2. 
âyetin tefsiri: “Şu yüce kitap ki, onda asla şüphe yoktur. O, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir.” (Bakara Sûresi, 2:2.)


3.  
âyetin tefsiri: “O takva sahipleri ki, görmedikleri halde Allah’a ve Onun bildirdiklerine îmân ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık ola­rak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.” (Bakara Sûresi, 2:3.)


4. 
âyetin tefsiri: “Onlar sana indirilen Kur’ân’a da, senden önceki peygamber­lere indirilen kitaplara da inanırlar. Onlar, âhirete de kesin olarak iman etmiş kimselerdir.” (Bakara Sûresi, 2:4.)


5. 
âyetin tefsiri: “İşte, Rablerinin gösterdiği doğru yol üzerinde olanlar onlar­dır. Dünya ve âhirette saadet ve kurtuluşa erenler de onlardır.” (Bakara Sûresi, 2:5.)

 

6.  âyetin tefsiri: “İnkâr edenlere gelince, sen onlan inkârlarının akıbetinden sakındırsan da birdir, sakındırmasan da. Onlar inanmazlar.” (Bakara Sûresi, 2:6.)

 

7.  âyetin tefsiri: “İnkârlarında ısrar ettikleri için Allah onların kalblerini de, kulaklarını da mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de, hakkı görmelerine mâni bir perde vardır. Âhirette ise onlann hakkı pek büyük bir azaptır.” (Bakara Sû­resi, 2:7.)


8. 
âyetin tefsiri: “İnsanlardan bir kısmı da, mü’min olmadıkları halde, ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık’ derler.” (Bakara Sûresi, 2:8.)

 

9-10. âyetin tefsiri: “Allah’ı ve mü’minleri güya aldatmaktadırlar. Halbuki onlar yalnız kendilerini aldatırlar da farkında bile olmazlar. Onlann kalblerinde nifak hastalığı vardır. Âyetler peş peşe inip İslâm inkişaf ettikçe, Allah da onlann o hastalıklannı arttırmıştır. Âyetlerimizi yalanlayıp durmaları yüzün­den onlara pek acı bir azap vardır.” (Bakara Sûresi, 2:9-10.)

 

11-12. âyetin tefsiri: “Onlara ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ dendiği zaman, ‘Biz ancak ıslah ediciyiz’ derler. “Dikkat edin, asıl bozguncular onlardır; fakat farkında değildirler.” (Bakara Sûresi, 2:11-12.)

 

13. âyetin tefsiri: “Halkın imana geldikleri gibi siz de imana geliniz, diye ima­na davet edildikleri zaman, ‘Süfeha takımının imana geldiği gibi biz de mi imana geleceğiz?’ diye cevapta bulunurlar. Fakat süfeha takımı ancak ve ancak onlardır; lâkin bilmiyorlar.”

 

14-15. âyetin tefsiri: “îman edenlere rastladıklarında ‘İnandık’ derler. Şeytanlaşmış reisleri ve arkadaşlanyla baş başa kalınca da, ‘Aslında biz sizinle bera­beriz; onlarla sadece alay ediyoruz’ derler. Alaylarına karşılık Allah onları maskaraya çevirir. Ve onlara mühlet verip azgınlıkları içinde bırakır da, şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.” (Bakara Sûresi, 2:14-15.)

 

16. âyetin tefsiri: “Onlar, hidayeti verip dalâleti satın alan birtakım kafasızlar­dır ki, ticaretlerinden bir fayda görmedikleri gibi o zarardan kurtulmak için yol da bulamıyorlar.”

 

17-20. âyetin tefsiri: “O münafıklann hali, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumu gibidir ki, ateş tam onlann çevresini aydınlatmışken, Allah birden nurlarını alıp götürmüş ve onları karanlıklar içinde bırakmış; onlar da artık hiçbir şeyi göremez olmuşlardır. Sağır, dilsiz ve kördürler; gece karanlı­ğında bir ses işitmez, kimseye birşey işittiremez, bağırsalar da yardıma gelen olmaz, yollannı bulamazlar. Çabaladıkça batar, o musibetten kurtulup geri dö­nemezler. Yahut onların hali, şiddetle boşanan karanlıklı, gök gürültülü ve şimşekli bir yağmura tutulmuş yolculann misaline benzer. Yıldırımdan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Halbuki Allah o kâfirleri kudre­tiyle çepe çevre kuşatmıştır. Şimşeğin çakması neredeyse gözlerini alır. Etraflarını aydınlatınca birkaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce ol­dukları yerde kalırlar. Eğer Allah dileseydi onlara verdiği işitme ve görme ni­metlerini de alıverirdi. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir.” (Bakara Sûresi, 2:17-20.)
 

21-22. âyetin tefsiri: “Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları in­dirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mâbud ve halikınız yoktur.”

23-24. 
âyetin tefsiri: “Abdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa, Kur’ân’ın mislinden bir sûre yapınız. Hem de, Allah’tan başka, işleriniz­de kendilerine müracaat ettiğiniz şüheda ve muinlerinizi de çağırınız, yardım etsinler. Eğer sözünüzde sâdık iseniz hepiniz beraber çalışınız, Kur’ân’ın mis­linden bir sûre getiriniz. Eğer bir misil getiremediğiniz takdirde —zaten getire­mezsiniz ya— öyle bir ateşten sakınınız ki, odunu, insanlar ile taşlardır.”


25. 
âyetin tefsiri: “İman eden ve iyi işler işleyen mü’minlere beşaret ver ki, al­tında nehirler akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden bir meyve yedikleri zaman, ‘Bu, bundan evvel yediğimiz meyvedir’ derler. Biribirine benzer bir surette rızıkları getirilip verilir. Ve o Cennetlerde, onlar için temiz kadınlar vardır. Ve onlar, o Cennetlerde de daimî bir şekilde kalacaklardır.”

 

26-27. âyetin tefsiri: “Cenab-ı Hak, kullarını irşad ve ikaz etmek üzere, sivri­sinek gibi hakîr, kıymetsiz bir hayvanla veya bir mahlûkla misal getirmeyi, kâ­firlerin keyfi için terk etmez. İmanı olanlar, onun, Rablerinden hak olduğunu bilirler. Amma kâfirler, ‘Allah bu gibi hakîr misallerden neyi irade etmiştir?’ diyorlar. Allah, onunla çoklarını dalâlete atar ve çoklarını da hidayete götürür. Fakat fâsıklardan maada dalâlete attığı yoktur. Fâsıklar da ol adamlardır ki, Allah’ın tâatinden huruçla, mîsak-ı ezelîden sonra ahidlerini bozarlar ve Allah’ın akrabalar arasında veya mü’minler beyninde emrettiği hatt-ı muvasa­layı keserler; yeryüzünde işleri ifsattır. Dünya ve âhirette zarar ve hüsrana ma­ruz kalan ancak onlardır.”

 

28. âyetin tefsiri: “Ne suretle Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki sizin hayatı­nız yoktu, O size hayatı verdi. Sonra sizi öldürecektir, sonra yine hayat vere­cektir, sonra ona rücu edip gideceksiniz.”

 

29. âyetin tefsiri: “Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı. Bundan başka se­maya da iradesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O herşeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara Sûresi, 2:29.)

 

30. âyetin tefsiri: “Düşün o zamanı ki, Rabbin melâikeye hitaben ‘Ben yerde bir halifeyi yaratacağım’ dedi. Melâike de ‘Yerde fesat yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki biz, hamdinle Seni tesbih ve takdis ediyo­ruz’ dediler. Rabbin de ‘Sizin bilmediğinizi Ben biliyorum’ diye onlara cevap verdi.”

 

 31-33. âyetin tefsiri: “Eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: ‘Eğer iddianızda sadık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz.’ Melâike, dediler ki: ‘Seni her nekaisden tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur; herşeyi bilici ve her kimseye liyakatine göre ilim ve irfan ihsan edici Sensin.’ Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Ya Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle.’ Vakta ki Âdem, isimlerini onlara söyledi, Cenab-ı Hak dedi ki: ‘Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bili­rim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bili­rim.'”

Ecnebî Filozofların Kur’ân’ı Tasdiklerine Dair Şehadetleri

Bir Müdafaa (Takriz)

Kaynak:SorularlaRisale

www.NurNet.org

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI ASIL NÜSHALARIN BELİRLENMESİ

باسْمِهِ سُبْحَانَهُ
وَإنْ مِنْ شَيْءٍ إلاَّ يُسَبّحُ بحَمْدِهِ

RİSALE-İ NUR KÜLLİYATI
ASIL NÜSHALARIN BELİRLENMESİ

Bilindiği üzere 26/11/2014 tarihli ve 29187 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2014/7007 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile Diyanet İşleri Başkanlığına Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinin asıl metinlerinin belirlenmesi vazifesi verilmiştir. Bu vazifenin yerine getirilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışmalar şu kıstaslar üzerinden yürütülmüştür:

• Üstad Bediüzzaman’ın eserlerinin günümüze değin pek çok yayınevi tarafından pek çok baskısı yapılmıştır ve bu baskılarda aynı eserin çeşitli baskıları arasında ileride detayları zikredilecek olan farklar ortaya çıkmıştır. Bu farkların giderilebilmesi ve eser metinlerinin bizzat eser sahibi Üstat Bediüzzaman’ın muvafakatiyle son şeklini verdiği hale getirilebilmesi için kelime seçimi, tashihi, yer değiştirmesi vs. gibi ya da cümle/paragraf yerleşimi, mektup/bölüm yerlerinin eser sahibinin tercihi doğrultusunda belirlenmesi veya eserde herhangi bir paragrafın, mektubun/bölümün yer alıp almayacağı gibi hususlarda -elyazması ya da (müellif hayatta iken kendi nazarından geçerek basılmış olan) Osmanlıca-Latince matbu nüshalarda- bizzat eser sahibinin ortaya koyduğu kendi fiili uygulamaları ve tasarrufları ya da metinlerdeki kendi elyazısı ile yaptığı düzeltmeler/tashihler esas ittihaz edilmiştir.

• Ayrıca eğer varsa, eser sahibinin konu ile ilgili mektuplarındaki yönlendirmeleri esas alınmıştır.
1950’lerden günümüze kadar Risale-i Nur Külliyatının basımını yapmakta olan 20’nin üzerinde yayınevibulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığınca yapılan metin analizi çalışmalarında bu yayınevlerinin basmakta olduğu nüshalar arasında kelime, cümle, paragraf ve mektup/bölüm düzeyinde muhtelif farklar tespit edilmiştir.

Bu farkları şöyle izah edebiliriz.
(a) Kelime düzeyindeki fark ile, Risale-i Nur Külliyatında her bir eserin günümüze değin yapılan bütün baskıları arasında kelimeler arasında bulunan (a) yazım farkları, (b) bir kelimenin farklı kelimeyle değiştirilmesi, (c) eser metnine kelime ilave edilmesi, (d) eser metninden kelime çıkarılması ya da (e) kelimenin yerinin değiştirilmesi gibi çeşitli farkları kastetmekteyiz. Yapmış olduğumuz analizlere göre bu gibi farkların ortaya çıkmasının başlıca nedenleri (1) eserlerin önceki dönemlerde matbaalarda kurşun harflerle dizilmesi, (2) kelimelerin Osmanlıca orijinal metinlerden Latince harflere aktarılırken yanlış okunması, (3) eserleri Osmanlıca elyazısı ile kopya eden müstensihlerin kelimeleri yanlış yazması, (4) kelimelerin sadeleştirilmesi, (5) eserin sahibi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kendi elyazısı ile yaptığı tashihlerin bir diğer yayınevi tarafından görülmemiş olması ve metne işlenmemiş olması vs. gibi hususlar olmuştur.
(b) Cümle, paragraf ve mektup/bölüm düzeyindeki farklarla kastettiğimiz ise
Şualar ve Lahikalar gibi birkaç eserin farklı yayınevleri nüshaları arasında yapılan karşılaştırmalarında ortaya çıkan; bir cümlenin, paragrafın ya da mektubun/bölümün (a) aynı kitabın günümüze değin çeşitli baskılarında kitap içerisinde yerinin değiştirilmiş olması, (b) farklı yayınevi baskılarında çıkarılmış olması ya da (c) ilave edilmiş olması gibi yayınevi nüshaları arasında bulunan farklardır.
Üstat Bediüzzaman Hazretleri hayatta iken eserlerinin neşir hizmetinde bulunmuş talebelerinin, 1960 yılında Bediüzzaman Hazretleri dâr-ı bekâya irtihal ettikten sonra birkaç eserde, eserlerin yeni baskısını yaparken kitabın baş kısmına ekledikleri ve eserle ilgili önemli bilgiler ihtiva eden takdimler haricinde, sonradan ilave edilen metinler yine eser sahibi Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin çeşitli mektuplarıdır. Fakat asıl metnin tertip ve teşekkülünde eser sahibinin tercihleri esas olduğundan dolayı, ilave edilen, çıkarılan ya da kitap içerisinde yeri değiştirilen metinlerle ilgili, Bakanlar Kurulu Kararnamesindeki asliyet şartının bir gereği olarak eser sahibinin nihai tercihini de gösteren, müellifin hayatta iken kabul ettiği ve son şeklini verdiği Latince harfli matbu nüshalar, Osmanlıca/Arapça teksir baskılar, elyazma nüshalar ve varsa daktilo nüshalar metinlerin tertibi, teşekkülü ve tashihi konusunda esas alınmıştır. Ayrıca başta da ifade edildiği üzere eser sahibi Üstat Bediüzzaman elyazması eserlerin üzerinde ya da yazdığı mektuplarda bir cümlenin, paragrafın ya da mektubun eser içerisinde yer alıp almayacağını ifade eden ya da eserin hangi kısmında yer alması gerektiğini ifade eden yönlendirmelerde bulunmuştur. Tespit edildiği hallerde bu yönlendirmeler de esas alınmıştır.
Netice olarak özellikle cümle, paragraf ve mektup düzeyinde birkaç eserde yayınevleri nüshaları arasında ortaya çıkan farklarla ilgili olarak 1955-1960 yıllarında eser sahibi hayatta iken nazarından geçerek Latince baskısı yapılmış olan eser baskıları esas alınmış ve müellifin dâr-ı bekâya irtihalinin ardından günümüze değin çeşitli gerekçelerle muhtelif yayınevlerince eserlerde yapılan ilave, çıkarma ya da yer değiştirme gibi işlemler düzeltilerek, eserlerin ilk baskılarına dönülmüştür.
Kelime düzeyindeki farklarda ise, Diyanet İşleri Başkanımızın başkanlığında icra edilmiş olan Yayınevleri Toplantısı’nda elyazması, teksir ve Osmanlıca/Arapça/Latince orijinal nüshalar üzerinde “edisyon kritik/tahkik” adı verilen nüsha karşılaştırması işlemini hangi yayınevlerinin yaptığı sorulmuş ve yapan yayınevlerinden bu nüshalar talep edilmiştir. Yaptıkları çalışmaları Diyanet İşleri Başkanlığına gönderen yayınevlerinin eser metinleri elyazması, teksir ve matbu olmak üzere eser sahibi hayatta iken nazarından geçmiş nüshalar ile karşılaştırılmıştır. Böylece eserlerin kurşun harflerle dizilmesinden, yanlış okunmasından, müstensihlerin yanlış yazımından vs. kaynaklanan hatalar dolayısıyla ortaya çıkmış farklar dışında orijinal metinler elde edilmiştir. Belirtilen hatalardan dolayı ortaya çıkan farklarla ilgili olarak ise Diyanet İşleri Başkanlığının oluşturduğu heyetler orijinal nüshalarla nüsha karşılaştırması/edisyon kritik çalışmalarınısürdürmektedir. Ayrıca herhangi bir yayınevi, araştırmacı vs. tarafından delilleriyle ortaya konması yani eser sahibine ait bir düzeltme bilgisinin ilgili heyetlerle paylaşılması halinde bu bilgi de değerlendirilmeye alınacaktır.
Diğer bir önemli husus ise eserlerin ilk hallerinin yani elyazması, teksir, matbu ve daktilo halleri Diyanet İşleri Başkanlığının elinde bulunup bulunmadığı konusudur. Yapılan çalışmalarda eserlerin müellifi Üstad Bediüzzaman Hazretlerine ait orijinal elyazması, Osmanlıca/Arapça teksir ya da matbu ve Latince daktilo ve matbu eser nüshalarının ve mektupların yurtiçinde ve yurtdışında müteferrik yerlerde dağınık halde bulunduğu tespit edilmiştir. Bu tespitin ardından hızlı bir şekilde tespit edilen orijinal nüshaların Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde bir arşivinin oluşturulmasına yönelik çalışma başlatılmıştır. Bu çerçevede öncelikle Hizmet Vakfı Arşivi, Sözler Neşriyat’ta bulunan arşiv, Said Özdemir Ağabeyde bulunan arşiv, Hayrat Vakfı Arşivi, Merhum Abdulkadir Badıllı Ağabeyin şahsi arşivi, Isparta’da Üstad Bediüzzaman’ın evinde bulunan arşiv ve tespit edilen diğer arşivler dijital ortamda Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde toplanmaya başlanmıştır.
Bu süreç devam etmektedir. 2015 yılı başları diyebileceğimiz şu günlere kadar, yarıya yakını Bediüzzaman Hazretlerinin kendi tashihinden geçmiş elyazması nüshalardan oluşan 2.000’e yakın nüshanın dijital arşivi oluşturulmuştur.

Ayrıca Risale-i Nur Külliyat’ı ile ilgili asıl metnin elde edilmesi hususunda Diyanet İşleri Başkanlığı eserlerin orijinal nüshalarının karşılaştırılması, tashih okuması, son okumaların yapılması, arşivde bulunan eserlerin analizi ve incelenmesi gibi eserlerin asliyetinin sağlanması ve muhafazası açısından hayati önem arz eden çalışma alanlarında, alanında uzman onlarca kişiden müteşekkil heyetlerle bu çalışmalarını yürütmektedir.

Asıl nüshanın belirlenmesi hususunda ayrıca Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hayattaki talebeleri ile devamlı olarak istişarelerde bulunulmaktadır. Başta eser sahibi Bediüzzaman Said Nursî’nin Emirdağ Lahikası I’de“Vasiyetnamemdir” adlı mektubunda adlarını zikrettiği ve kendilerini vekil olarak tayin ettiği Said Özdemir, Ahmet Aytimur, Hüsnü Bayramoğlu ve Abdullah Yeğin ağabeyler olmak üzere Mehmet Fırıncı ağabey gibi Üstadın hayattaki talebeleriyle bu sürecin her bir safhasında istişare ve toplantılar yapılmaktadır.
Yapılan istişare toplantılarında ortaya konan değerlendirmeler dikkatle not edilmekte ve titizlikle ele alınmaktadır. Ayrıca dâr-ı bekâya irtihaline kadar Risale-i Nur’un neşri ve asliyetinin tesbiti hususlarında Diyanet İşleri Başkanlığı ile her türlü bilgi ve belge alışverişini devam ettirmiş olan Üstad Bediüzzaman’ın talebelerinden merhum Abdülkadir Badıllı ağabeyi de rahmet ve minnetle yad etmemiz gerekiyor.
Son olarak asıl nüshanın belirlenmesi sürecinde, yol haritasının tesbiti noktasında yayınevleriyle ilgili yayınevlerini bir araya getirerek ya da yayınevlerinin yetkilileri ile istişarelerde bulunulmuştur.

Bu çerçevede Bakanlar Kurulu Kararnamesinin Resmi Gazetede yayımlanmasının ardından Risale-i Nur neşreden yayınevleri davet edilmiş Sözler, Envar, İhlas Nur, Hayrat, RNK, Tenvir, Med Zehra, Yeni Asya, Şahdamar, Ufuk, Mutlu Yayınevleri’nin temsilcilerinin bulunduğu bir yapılmıştır.

Bu toplantıda alınan kararlar değerlendirilmiş olup çalışmalar sürmektedir. Ayrıca yayınevlerinin sorumluları ile devamlı surette görüş alışverişi ve bilgi paylaşımı devam etmektedir.

Furkan Torun

Diyanet Mesnevi-i Nuriye’yi de basıyor!

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Diyanet’in Risale-i Nur‘a sahip çıkması yönündeki vasiyeti bir kere daha yerine geliyor.
Daha önce İşaratü’l-İ’caz‘ı basan Diyanet İşler Başkanlığı, şimdi de Mesnevi-i Nuriye‘yi basmaya hazırlanıyor.
Açıklamayı Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez yaptı. “Müjde vermek istiyorum” diyen Görmez’in önceki gün Yeni Asya’da yayınlanan ilgili sözleri şöyle:
“İşaratü’l-İ’caz için bir bandrol engeli söz konusu değil. Çok yakında 30 bin adet baskıyı gerçekleştireceğiz. Eseri Arapça orijinali ile birlikte, Abdülmecid Nursî’nin tercümesini esas alarak tahkikli şekilde hazırladık. Bu vesileyle bir müjde daha vermek istiyorum. Mesnevî-i Nuriye’yi de yayına hazırladık ve yakında basacağız.”
Risalehaber

İnsanın Hayvandan Farkı Nedir?

İnsanlar da hayvanlar gibi doğar, yaşar ve ölürler. Aralarında benzerliklerin yanında çok farklılıkları da vardır. Ona yüklenen görevler hayvanlarınkinden farklıdır. İnsanla hayvan arasındaki en önemli farklardan biri edebtir.

Hayvanlar ne ile görevli ise ilahi bir ilhamla onu yapmak zorundadırlar. Arı bal yapar, inek, keçi, deve ve koyun süt verir. İpek böceği ise ipek yapar. Eşek yük taşır. Ama insan önce düşünme sonra yorum yapma, olup bitenleri analiz ve sentezleme ile bir sonuca varma yeteneğine sahiptir. O, kâinat aynasına bakıp onu okuyabilir. Aslında kendisi de bir aynadır, kendine de iyi bakarsa onu da okuyabilir.

*insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur.

İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlerini celp ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani, “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıu’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra, duadır. Dua ise, esas-ı ubûdiyettir.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.

Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânü’r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin.

Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, “Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum” deyip küfran-ı nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder. (SÖZLER, 23. Söz)

* Şeytanın ilka etmekte olduğu vesveselerden biri:

Yahu, şu koyun veya inek, eğer Kadîr ve Alîm-i Ezelînin nakşı, mülkü olmuş olsaydı, bu kadar miskin, biçare olmazlardı. Eğer bâtınlarında, içlerinde Alîm, Kadîr, Mürîd bir Sâniin kalemi çalışmış olsaydı, bu kadar câhil, yetim, miskin olmazlardı” diyen ve cinnî şeytanlara üstad olan ey şeytân-ı insî!

Cenâb-ı Hak, herşeye lâyıkını veriyor. Ve maslahata göre veriyor.

Eğer atâsı, in’âmı bu kaideden hariç olsaydı, senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha akıllı, daha âlim olması lâzımdı.

Ve senin parmağın içinde senin şuur ve iktidarından daha çok bir şuur, bir iktidar yaratırdı.

Demek herşeyin bir haddi var. O şey, o had ile mukayyeddir.

Kader, herşeye bir miktar ve o miktara göre bir kalıp vermiştir.

Feyyaz-ı Mutlaktan aldığı feyze olan kabiliyeti o kalıba göredir. Mâlûmdur ki, dahilden harice süzülen cüz-ü ihtiyarî mizanıyla, ihtiyaç derecesiyle, kabiliyetin müsaadesiyle, hâkimiyet-i Esmânın nizam ve tekabülüyle feyz alınabilir.

Maahaza, şemsin azametini bir kabarcıkta aramak, akıllı olanın işi değildir. (MESNEVİ-İ NURİYE, Zerre)

İnsanı hayvandan üstün ve farklı kılan değişik karekter, arzu ve istekleri vardır. O, insanlığa uygun şerefli bir yaşam sürmek ister.

* İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve latif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Mesela, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete layık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin iktizası üzerine, yiyecek, giyecek ve sair hacetlerini istediği gibi, güzel bir şekilde tedarikinde çok san’atlara ihtiyacı vardır. O san’atlara vukufu olmadığından, ebna-yı cinsiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur ki, herbirisi, semere-i sa’yiyle arkadaşına mübadele suretiyle yardımda bulunsun ve bu sayede ihtiyaçlarını tesviye edebilsinler. (İ.İCAZ)

İnsan, yetenekleri yönüyle bütün hayvanların üstünde bir varlık iken yeme içme ve barınma gibi en temel dünyevi ihtiyaçlarını gidermede serçe kuşundan bile geri kalır. Onun vazifesi hayvanlar gibi yalnız dünya hayatı için çabalamak değil ebedi bir hayat için gayret etmektir. Nemrutlar, Firavunlar gibi Allah’a başkaldırmaları yönüyle hayvanlardan aşağıda olurlar.

İnsan, üstüne vazife olmayan şeylerle meşgul olmamalı, değersiz bilgileri elde etmek için de zamanını boşa harcamamalıdır. Vaktinin kıymetini bilmelidir. Onun ömrü kısadır, binlerce sene bu dünyada yaşayacak da değildir. Ona göre davranmalıdır. Ebedi hayatı kazanmak için, dünyayı ahretin tarlası olarak görmelidir. Onun değersiz uğraşları, çalışmaları olamaz.

*Sen istidad cihetiyle bütün hayvanâtın fevkınde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levâzımâtını tedârikte, iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil, belki hakiki bir insan gibi, hakiki bir hayat-ı dâime için sa’y etmektir.

Bununla beraber, meşâgil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana âit olmayan ve fuzûlî bir sûrette karıştığın ve karıştırdığın mâlâyânî meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güyâ binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz mâlûmât ile vakit geçiriyorsun. Meselâ, “Zühalin etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır?” ve “Amerika tavukları ne kadardır?” gibi kıymetsiz şeylerle kıymettar vaktini geçiriyorsun. Güyâ, kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemâl alıyorsun (SÖZLER,21.Söz)

Allah’(C.C)ın insana verdiği akıl ve fikir gibi iki önemli özellik ve onları kullanma şekline göre de hayvandan üstün olabilir veya daha aşağılara düşebilir. Hayvanların da her birinin cinsine göre farklı zekâları vardır ama akılları yoktur, ilhamla hareket ederler. Hayvanların ne geçmiş korkuları ne gelecek endişeleri vardır. Yer içer ve günlük yaşarlar. Ama insanlar öyle değildir. Geçmiş zamanın elemlerinden veya istikbal endişesinden ızdırap duyarlar. Eğer iman nuru içlerinde yoksa her şeyden korkarlar, her şeye üzülürler. Hayattan zevk alamazlar. Bu yönüyle hayvandan daha aşağıdırlar. Ama olaylara iman nuruyla bakabilirlerse, akıl onlar için azap aleti olmaktan çıkar, dünyadan hakiki lezzet alırlar. Öyleyse dünyanın gerçek lezzetini isteyenler yaratılış gayelerini iyi bilmeliler ve öylece yaşamalıdırlar.

İnsan, şerri yaşayıp hayra yönelebilir, karanlıklarda kaybolduktan sonra bir gün hidayet nurunun basamaklarına çıkabilir, yokluğu tattıktan sonra varlık içinde olduğunun farkına varabilir. İşte bu zıtlıklar içerisindeki esrar perdelerini kaldırabilecek olan yalnızca insandır. Hayvanların en mükemmelinde bile böyle özellikler yoktur. Akıl ve fikirle bu farkındalığı yakalayabilir.

*insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. (SÖZLER,13.Söz)

*İnsanı hayvandan ayıran şeylerden,

Biri: Mazi ve müstakbelle alakadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake malik değildir.

İkincisi: Gerek enfüsi, gerek afaki, yani dahili ve harici şeylere taallük eden idraki, külli ve umumidir.

Üçüncüsü: İnşaata lazım olan mukaddemeleri keşif ve tertip etmektir: Mesela, bir evin yapılması için lazım olan taş, ağaç, çimento misilli lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertip etmek gibi. (MESNEVİ-İ NURİYE, 10.Risale)

İnsan yaratılış itibariyle zayıf ve güçsüz yaratılmıştır, gözsüz bir akrebe ayaksız bir yılana ve hortumlu bir sineğe mağlup olabilir. Ona arıdan bal yediren, küçük bir kurttan ipeği giydiren, inek, koyun ve keçiden süt içirten onun gücü, kudreti değil, yaratılışındaki zayıflığına karşı Rabbinin ona ikramıdır.

Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerâta mağlûp olan insana bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren, onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshîr-i Rabbâniye ve ikram-ı Rahmânîdir.(SÖZLER,23.Söz)

İnsanın dünyadaki ihtiyaçları çoktur ama onları her zaman karşılamaktan aciz kalabilir. O, akıllı bir varlıktır, her şeye hüzünlenir, elem, gam çeker. Ama ellerini açıp rabbinden ister, O’na yalvarırsa O’nun nazlı bir sultanı, yeryüzünün halifesi olur. Her şey onun emrine verilir.

*Hem, insanı bütün hayvanâtın mâdununa düşüren hadsiz zaaf ve aczi, fakr ve ihtiyacâtı ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vâsıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı o nur ile nurlandığı vakit, insan bütün hayvanât, bütün mahlûkat üstüne çıkar. O nurlanmış acz, fakr, akılla niyaz ile nâzenin bir sultan ve fîzâr ile nazdar bir halîfe-i zemin olur. Demek, o nur olmazsa, kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. (SÖZLER,19.Söz)

İnsan çalışma, eylemde bulunma ve maddi gayreti yönüyle de hayvandan geri kalır, acze düşer. Develer çölde susuzluğa dayanır, kuşlar kilometrelerce uçar, göç eder, balıklar döllenmiş yumurtalarını bırakmak için nehirleri aşıp gelir. Demek ki o, böyle işler için yaratılmamıştır. Onu başka görevler bekliyor. Evcilleşmiş hayvanlarda insanların tembelliğini almışlar, onlara benzemişlerdir.

*İnsan, fiil ve amel cihetinde ve say-i maddî itibâriyle zayıf bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun, o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki, elini uzatsa, ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanât-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tembelliğinden birer hisse almışlardır ki, yabânî emsâllerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (ehlî keçi ve öküz, yabânî keçi ve öküz gibi). (SÖZLER,23.Söz)

*Envâ-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak insanı bütün esmâsına câmi bir ayna ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mucize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir hâlife-i arz suretinde hâlk etmiştir. Onun için, hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve mânevî rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i sâfilîne düşer, bir zulm-ü azîmi irtikâp eder. (MEKTUBAT,26.mektup)

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org