Etiket arşivi: İslam Dini

Sokakta laik, evde Müslüman olmak…

Bir grup Fransız yobazın “Kur’an ayıklansın” demesi, sinir uçlarımızı fena halde oynattı. Ama yüzde doksanının “Müslüman” olduğunu iddia ettiğimiz ülkemizde de yıllardan beri bu kabil talepler var: Tek farkı “açık-seçik” ifade edilmemesi…

Meselâ, “Tesettür ayetleri Kur’an’dan çıkarılsın” demiyorlar, ama “Kur’an’da tesettür âyeti yok” diyorlar.

Meselâ, “Allah kâinatı yarattı, yönetimini insana bıraktı” (Deizm)diyerek, Allah’ın, Kur’an’da tanımlanan Allah’la irtibatını kesip “tanrı”laştırıyorlar.

“Din”in “Allah’la kul arasında” olması, “kalblerde yaşaması” gerektiğini iddia ediyorlar: O zaman “özel” ve “yüce” olur, “kirlenmez” miş!..

Yani, “Kur’an kütüphanede, din kalpte durmalı” imiş!

Şöyle özetliyorlar: “İslâm Dini o kadar saygın, o kadar özel, o kadar değerli ve temiz ve yüce ki, günlük işlere bulaştırmamak lâzım!”

İlk bakışta “masum” gibi görünüyor, ama bu tür tanımlamalar aslında birer tuzaktır! Çünkü dinin ötelenmesi anlamına geliyor. Hayat boşluk kabul etmediğine göre, doğal olarak dini kuralların yerini başka kurallar alıyor. 

Hâlbuki din, bizatihi “Din Sahibi”nin tanımlamasıyla “dünya ve ahreti tanzim”için vazedilmiştir. “Dindar insan”, dünya işlerini de dinin usul ve erkânına uygun biçimde yaşamak durumundadır.

Yani hiçbir gerekçe ile dini bir kenara koyamazsınız! Koyarsanız, “dine saygı göstermiş” olmazsınız, düpedüz “dini hayatın dışına çıkarmış” olursunuz: Dine saygısızlık etmek ve dini “kirletmek” budur!

İsterler ki, sokakta laik evde Müslüman olalım!..

İsterler ki, ticarette laik, namazda Müslüman olalım!..

İsterler ki, siyasette laik, cenazede Müslüman olalım!

Dünya işlerine “dünyacı” (seküler) bir mantıkla yaklaşalım. 

Bu düpedüz Allah’a “vazife ve salâhiyet” sınırı koymaya kalkışmaktır ki, hâd bilmezliğin tâ kendisidir!

Ve bunun dinle değil, doğrudan “dinsizlik”le, en azından “densizlik”le ilgisi vardır! Çünkü din dünya içindir: Dünya hayatını dine göre yaşamak “dindar Müslüman”ın görevidir.

Müslümanın, inancını rahatça, çekincesiz, endişesiz yaşayabileceği ortamı hazırlamak ise devletin anayasal görevidir. Devlet, bu görevini çoğunlukla yerine getirmiyor. Gerekçe olarak da laikliği öne sürüyor. Laik kesim de aynı kaçamağı yaparak, inanç alanlarını daraltmaya çalışıyor.

“Herkesin dinine saygılıyız, ama bu çağda da baş örtülmez ki…” diyor.

Oysa din “saygı” ve “yargı” istemiyor. Dinin istediği, kurallara göre yaşanması… Kuralları kaldırmaya çalışanlar, boş bir “saygı” ile konuyu hallettiklerini sanıyorlar. Hiçbir şey hallolmuyor. Zaten bu kocaman bir “yalan”dan ibarettir. Zira insan benimsemediği şeye saygı duymaz. Benimsemediği şeyi benimseyenlere saygı duyması ise asgârî insanlık şartıdır.

Ben komünizmi yanlış buluyorum ve karşı çıkıyorum, ama komüniste saygı duyabilirim. Hıristiyanlığı, Yahudiliği yanlış buluyorum, ama o inançtaki insanlara saygı gösterebilirim…

Osmanlı’nın ölçüsü de budur ve bu ölçü sayesinde farklı inançlara mensup insanlar şiddet ve baskı görmeksizin yüzyıllar boyu Osmanlı şemsiyesi altında mutlu-mesut yaşamışlardır. Türkiye artık bu “müsamaha kültürü”nü yakalamalıdır.

Son sözüm şu: Kültür ve medeniyetimize Fransızlardan daha “Fransız Türkler” var!

Yavuz Bahadıroğlu – risalehaber.com

Ahmet Hamdi Akseki Kimdir? (1887-1951)

Son dönem İslam alimlerimizdendir. Mehmet Rıfat Börekçi ve Ord. Prof. Dr Mehmet Şerafettin Yaltkaya’dan sonra Diyanet İşleri Başkanlığına getirilen üçüncü kişidir. Saltanat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini görüp yaşadı. Görevde bulunduğu zamanlar dahil Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki görüşlere şiddetle karşı çıktı. Batı emperyalizmine yol açacak tarzdaki Garpçılık ve milliyetçilik akımlarına karşı mücadele verdi. Risâle-i Nur ve Bediüzzaman’a karşı samimi duygular beslediği gibi, isteği üzerine Risâle-i Nur’lar kendisine gönderildi.

Ahmet Hamdi, 1887 yılında Akseki’ye bağlı Güzelsu (Sülles) nahiyesinde doğdu. Cami imamı olan Mahmud Efendi ile Hatice Hanımın oğludur. Beşaltı yaşlarında Kur’ân-ı Kerim öğrenmeğe, 7 yaşında da camide mukabele okumaya başladı. Önce babası Mahmut Efendi’den, sonra da Mecidiye Medresesi’nde Müderris Abdurrahman Efendi’den okudu. 14 yaşında babasıyla Ödemiş’e giderek, Karamanlı Süleyman Efendi Medresesi’nde tahsiline devam etti. Burada Arapça, Farsça, akaid, tefsir, fıkıh ve hadis gibi temel İslami ilimlerin derslerini almaya başladı.

Akseki, 1905 yılında İstanbul’a geldi. 1914 yılında Fatih dersiamlarından olan Bayındırlı Mehmed Şükrü Efendiden icazet aldı. Bu arada tanınmış alimlerden muhtelif dersler aldı. İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’ten de özellikle “Muallaka-i Seb’a” olmak üzere Arap Edebiyatı ile alakalı dersler aldı. Bu arada Darülhilafeti’l-Aliyye Medresesinden mezun oldu. Akabinde Medresetü’l Mütehassisin’de 3 sene okudu ve doktora imtihanını vererek Felsefe, Kelam, Hikmet-i İlahiyye şubesinden birincilikle mezun oldu. Henüz 32 yaşında iken 3 fakülteyi tamamladı. Girdiği imtihanı da kazanarak dersiam unvanını aldı.

Akseki, bir taraftan öğrenim hayatına devam ederken, diğer taraftan da yazılar yazmaya başladı. Bir ara Sebilürreşad’ın Bulgaristan ve Romanya muhabirliğini de yaptı. Bu arada Bulgaristan’ı dolaşarak buradaki insanların dini açıdan aydınlanmalarına katkı sağlamaya çalıştı. İzlenimlerini “Bulgaristan Mektupları” adı altında, dergide neşretti.

Hocası İzmirli İsmail Hakkı Bey’in delâleti ile Heybeliada Mekteb-i Bahriye-i Şahane’ye Akaid-i Dini’ye muallimi olarak tayin edildi. Burada okuttuğu dersler, “Dinî Dersler” adı ile üç cilt olarak Sebilür-Reşad Kütüphanesi tarafından bastırıldı. Heybeliada’daki görevine ek olarak Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camii Şerifi Kürsi Şeyhliği görevini de yürüttü. İstanbul’daki medreselerde müderrislik ve 1921–1923 yılları arasında Ankara Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Umûr-ı Şeriyye ve Evkâf Vekâleti Tedrisat Umum Müdürlüğü görevinde iken medreselerin müfredat programlarını ıslah etti.

Akseki, Milli Mücadele boyunca Anadolu’nun muhtelif yerlerini dolaştı. Vaaz ve konferanslarıyla Kuva-yı Milliye hareketini destekledi. 1924 yılında İlahiyat Fakültesi hadis ve hadis tarihi müderrisliğine atandı. Daha sonra Rıfat Börekçi’nin teklifi ile Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Heyetine aza olarak tayin edildi. Tarikat-ı Salahiyye Cemiyetine üye olduğu iddiasıyla 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti. 1939 yılında Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına atandı. Bu görevini sürdürürken 1947 yılında Şerafettin Yaltkaya’nın vefatı üzerine de başkanlığa getirildi.

Akseki, Arapça, Farsça ve İngilizce dillerini bilen, son derece zeki, ileri görüşlü ve zamanın gelişmelerini takip eden, kendini yenileyebilen bir din alimidir. Yazarlık hayatına Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad ekibi içinde yer alarak başladı. Osmanlı toplumunun geçirmekte olduğu kültürel değişiklikler üzerinde durdu. Yazılarında Batılılaşma ve din konuları üzerinde durdu. Modernleşmeye taraftar olmakla beraber, mutlak Batılılaşmaya karşı çıktı. İslam dininin yeniliklere ve bilime açık olduğunu savundu.

Akseki, üç devri yaşamış olmakla beraber hizmetlerini daha çok Cumhuriyet döneminde gerçekleştirdi. Özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe ibadet adı altında yapılmak istenen tahribatlara karşı çıktı. Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesi ile namaz kılınması yönündeki sinsi talepleri reddetti. Müşavere Heyeti azalığı sırasında cereyan eden bu tartışmalar karşısında taviz vermedi. Diyanet İşleri Başkanı olan Şerafettin Yaltkaya’nın isteğinin aksine, söz konusu olan arzunun dini ve ilmi hiçbir dayanağının olmadığını hazırladığı raporla ortaya koydu.

Akseki ile Bediüzzaman arasında samimi ve dostane bir münasebetin özellikle 1947 yılından itibaren artmaya başladığı, karşılıklı haberleşmelerden anlaşılmaktadır. Gerek Bediüzzaman’a gerekse Risâle-i Nurlara yakın alaka gösteren Akseki, Başkanlığı döneminde beş-altı kez ısrarla Risâle-i Nurların kendisine gönderilmesini istemiştir.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur,1950 yılında Ankara’da bulunduğu sırada Diyanet Riyasetine uğrayarak Akseki ile görüşmüştür. Bu görüşmede hürmet ve övgülerini dile getiren Akseki, Bediüzzaman’a selam söylemiştir.Bu görüşmeden sonra Ankara’dan ayrılıp Emirdağ’a gelen Mustafa Sungur, iki takım Külliyatı, biri Akseki’ye diğeri de Müşavere Kuruluna verilmek üzere Ankara’ya götürmüştür. Bediüzzaman, Külliyat ile birlikte mektup da yollamıştır. Mustafa Sungur, emanetleri yerine ulaştırdıktan sonra şu notu göndermiştir:

… kıymetli mektubunuzu Diyanet Riyaseti Başkanı Ahmed Hamdi Efendiye teslim ettik. Sevinçler içinde mübarek mecmua ve Nurları kendi hususî kütüphanesine koydu. ‘İnşaallah bunları kendi öz ve has kardeşlerime okumak için vereceğim ve bu suretle tedricî tedricî neşrine çalışacağız’ dedi. … mektubunuzdaki emirlerinizi yapacağını söyledi. ‘Fakat şimdi hemen birdenbire bunların neşri olmaz. Ben bu eserleri has kardeşlerime okutturup, meraklılara göre ileride neşrederiz. İnşaallah tam ve parlak şekilde ileride neşrine çalışacağını” söyledi

Akseki’nin Bediüzzaman ile ilgili yaklaşımı ve düşünceleri Tahsin Aydın’ın hatıralarında geçen ilginç bir nakille daha iyi anlaşılmaktadır. Kastamonu’da Bediüzzaman’ın komşusu olduğu halde hiç ziyaretine gitmeyen Şevket isimli tüccar, Yalova’da bir otelde Akseki ile görüşmelerini aktarmaktadır. Bu görüşmede Akseki Kastamonulu olduğunu öğrenince Bediüzzaman’la görüşüp görüşmediğini sorar ve “hayır” cevabını alınca teessüflerini bildirir. Kendisine birkaç kez tekrarla hata ettiğini belirttikten sonra Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder. Akseki’den gereken dersi aldığını belirten Şevket hemen Tahsin Aydın’a giderek kendisini Bediüzzaman’a götürmesini rica eder ve birlikte ziyaretine giderler.

Akseki’nin görüşlerini aktaranlardan birisi de uzun süre Risâle-i Nur hizmetinde bulunan Selahaddin Çelebi’dir. Hem Şerafettin Yaltkaya hem de Ahmet Hamdi Akseki’nin Başkan bulundukları dönemlerde kendileriyle görüştükten sonra yaklaşımlarını aktarmaktadır. Yaltkaya’nın “Diyanet Riyaseti Kur’an ve hadisten başka hiçbir eserle ilgilenmez” şeklindeki ifadelerine karşılık daha sonra başkanlık yapan Akseki şu ifadeleri kullanmıştır:

Üstadın hayatı, eserleri, Kur’an ve hadis çerçevesi içinde bulunmaktadır. Onda menfi milliyetçilik ve ırkçılık yoktur…” Akseki bu ve benzeri ifadeleri kullanırken o sırada yanında bulunan Nazif Paşa Üstadı 31 Mart hadiselerinden beri tanıdığını, o isyanda yaptığı çok tesirli konuşmalarla Avcı Taburlarının itaate getirdiğini söylemiştir.Böylece değişik zaman ve şahısların huzurunda Bediüzzaman ve eserleri hakkındaki müspet düşüncelerini dile getirmiştir.

Eserleri:

Ruh ve Beka-yı Ruh; İslam öncesi ve sonrasında filozoflar tarafından ileri sürülen görüş ve düşüncelerin karşılaştırmalı tenkitleri yer almaktadır. Tenkitler yapılırken ayrıca çağdaş filozof ve materyalistlerin ileri sürdükleri iddialara karşılık, yazarın görüşleri de yer almaktadır.

İslam Dini; El kitabı şeklinde hazırlanmış olup Türkiye’de en çok okunan kitaplar arasında yer almaktadır.

Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cem’i; Talebeliği sırasında Reşid Rıza’dan tercüme ederek yayınladığı eserdir. Sadeleştirilmiş baskısı Hayreddin Karaman tarafından, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhebleri” adıyla neşredilmiştir.

Bunların dışında çok sayıda eser kaleme almıştır; İslam Dini Fıtrîdir, Ahlak Dersleri, Askere Din Kitabı, Yavrularımıza Din Dersleri, Düşmana Karşı, Yeni Hutbelerim yayınlanmış eserlerinden bazılarıdır. Bunların dışında kaleme almış bulunduğu ancak, yayınlanmamış eserleri de vardır.

Akseki, dört yıl sürdürdüğü Diyanet İşleri Başkanlığı görevine devam ederken 9 Ocak 1951 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı Cebeci Asri Mezarlığına kaldırılarak burada defnedildi.

Allah kendisine rahmet eylesin. Amin..

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

Kaynaklar;

  • Risale-i Nur Külliyatı
  • Diyanet İşleri Başkanlığı
  • Mustafa Sungur hayatı
  • Son Şahidler – Necmeddin Şahiner