Etiket arşivi: islam dünyası

Umuda geçiş zamanı

“Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi (İslâm dünyasını) maddî cihette kurun-u vustada (ortaçağda) durduran ve tevkif eden(sabitleyen) altı tane hastalık var” diyor, Bediüzzaman Said Nursi, “Hutbe-i Şamiye isimli eserinde… Altı hastalığı da tek tek sayıyor: 

Birincisi: Ye’sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi…

İkincisi: Sıdkın (Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri sıdkdır) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (sosyal ve siyasi hayatta) ölmesi… 

“Sıdk”, yani doğruluk, dürüstlük, samimiyet, ihlâs, ahde vefa: Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten biri. Bu kelimeyi şöyle açıyor, Üstad:

İslâmiyetin esası sıdktır…

“İmanın hassası sıdktır…

“Bütün kemâlâta îsal edici (ulaştırıcı) sıdkdr…

“Ahlâk-ı âliyenin (yüksek ahlâkın) hayatı sıdkdır

“Terakkiyatın (gelişme-ilerleme) mihveri sıdkdır 

“Âlem-i İslâmın nizamı sıdkdır

“Nev-i beşeri kâbe-yi kemâlâta îsal eden sıdkdır

“Ashab-ı Kiramı bütün insanlara tefevvuk (üstün) ettiren sıdkdır

“Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı meratib-i beşeriyenin (insanlık mertebesinin) en yükseğine çıkaran sıdkdır

Üçüncüsü: Adavete muhabbet (düşmanlığa dostluk-nefreti sevmek)… 

Dördüncüsü: Ehl-i imanı bir birine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (yahut umursamamak)… 

Beşincisi: Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdad (antidemokratik baskı ve şiddet)… 

Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek (bütün himmet ve gayretini kişisel çıkar için harcamak)… 

Bu çarpıcı tespitlerle birlikte Bediüzzaman’ın Risale-i Nur Külliyatı’ndaki tüm tespitlerine dikkatle eğilmek gerekiyor. İnanıyorum ki, dünyanın gerçek kurtuluşu aramaya çıktığı bir sırada, Kur’an referanslı fikirler hem revaç bulacak, hem de insanlık âlemine yeni ufuklar açacaktır. Bu bakımdan, Kur’an gerçeğini çağa taşıyan Bediüzzaman gibi değerleri anlamaya ihtiyacımız var. Onun ve eserlerinin etrafında ufuk açıcı tartışmalar yapılması özelde İslâm âlemine, genelde tüm dünyaya büyük fayda sağlayacaktır.  

İslam âleminin son derece önemli problemler yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Mısır başta olmak üzere, Afganistan, Irak, Libya, Tunus, Suriye gibi ülkelerde (ve Suudi Arabistan, Katar, Körfez ülkeleri) ciddi problemler var. 

Hepsi bu kadar da değil…

Batı dünyası acımasız kapitalist yöntemlerin bedelini ödüyor: Yunanistan ekonomik iflâsta, İsveç tökezledi, İspanya ve İtalya yalpalıyor, Fransa ekonomik kıskaca girmemek için Arap dünyasını sömürecek tuzaklarda çıkış arıyor, ABD bir türlü toparlanamıyor ve o hınçla bize sataşıyor, teröristlerle dahi işbirliği yapıyor…

Kısaca söylemek gerekirse, maddeyi öne çıkaran yanlış yapılanma, “Hayat mücadeledir” felsefesine tıkanıp çözülmek üzere… Artık yalnız fertler değil, milletler bile isyan ediyor.

Bu gelişmeler de gösteriyor ki, ne sosyalizm, faşizm, kapitalizm gibi yanlışlarla malül beşerî reçetelerde varlık arayan insanlık âlemi, ne de kendi varlık sebebini unutup onları şuursuzca taklit eden İslâm âlemi mutlu değil. Görüntü topyekûn bir tıkanmaya işaret ediyor.

Marks’ıyla, Kant’ıyla, Dekart’ıyla ve Aristo’suyla, Weber’iyle, Durkheim’ıyla tüm Batı tıkandı.

Bu durumda Batı’yı taklit etmeye çalışan İslam dünyasının aynı hastalıkları paylaşması ve sonuç olarak tıkanması kaçınılmazdı. 

Umutlar Türkiye’ye yönelik: Ama bu kargaşa ortamında yıldız gibi parlayan Türkiye’nin de başı dertten kurtulmuyor…

Yeniden dirilip Osmanlı şemsiyesini açmaması için bilerek, isteyerek başına envai çeşit çoraplar örülüyor…

Türkiye PKK’yı gerçekten bertaraf edebilir de Bediüzzaman’ın işaret ettiği hastalıklardan arınabilirse, dünya çapında müthiş bir “inkılâb”a öncülük edebilir.

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Peygamber Duruşuna Muhtacız

Milâdi takvime göre, bir “Kutlu Doğum Haftası”na daha girdik…

İslâm dünyası hâlâ paramparça: Etkisiz ve maalesef itibarsız…

Dindar Müslümanlar kolaycı, ufuksuz, umutsuz: Çok çalışıp üretmek yerine oturup yakınıyoruz! Çabucak vazgeçiyor, pes ediyor, ilk engele takılıp düşüyoruz!..

İşte bu yüzden Efendimiz’e her zamankinden daha çok muhtacız: Onun imanına, sabrına, dirayetine, anlâkına, kararlılığına, şartlara teslim olmayan dik duruşuna ihtiyacımız var.

Nübüvvet yönüyle onu yaşamak elbette imkânsız: Çünkü Nübüvvet yönü, bir dizi mucizeyi de kapsar ki, biz ümmet olarak bunu yapamayız; ama umudumuzu koruyabilir, her şart altında gülümseyebilir, şartlardan yakınmak yerine şartları değiştirmek hususunda elimizden geleni yapabiliriz…

Efendimiz’in hayata karşı duruşu budur! En zor zamanlarda bile o kadar diri duruşludur ki, müşriklerin kontrol ettiği ticari hayatın Müslümanlar için ambargoya dönüştürülmesi sonucunda aç kalınca, karnına taş bağlamış, müşriklerin karşısına yine dimdik çıkmıştır…

Onun diri duruşunu, çabasını, umudunu örnek almak ve ümmet olarak yaşadıklarını yaşamaya çalışmak ihtiyacındayız. Bunu başarabildiğimiz dönemde, dünya örneği bir devletin dünya örneği milletine dönüşmüştük. Onun ruhunu ruhumuza aksettirdiğimiz ölçüde büyümüş, gelişmiş, dünyaya meydan okumuştuk… 

Ondan kopunca kendimizden de koptuk: Tökezledik, düştük…

Şimdi düştüğümüz yerde kalkmayı öğrenme vaktidir ki, bunu da pek tabii ondan öğreneceğiz!

Dedik ya; Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in, olumsuz şartlar ve baskılar karşısında pes etmeyen bir duruşu var: Bu duruş aynı zamanda, Hazret-i Âdem ile Havva’nın, yabancısı oldukları bir dünya karşısındaki duruşlarıdır!..

Hazret-i İbrahim’in Nemrut ateşi karşısındaki duruşudur!..

Hazret-i Hacer’in, çöl yalnızlığındaki imkânsızlıklar karşısında yılmayan duruşudur!..

Hazret-i Musa’nın Firavun karşısında boyun eğmeyen duruşudur!..

Hz. Meryem’in iftiralara karşı duruşudur!..

Hz. Hatice’nin hayat karşısındaki duruşudur!

Bu duruşlarda umutsuzluk, sabırsızlık, yakınma, kahırlanma, yenilme yoktur. Adı geçenler, ellerinden geleni eksiksiz yapmışlar ve Allah’a dayanıp daim ayakta, her şartta sapasağlam kalmışlardır.

Müslümanca duruşun özeti de işte budur: Elden geleni eksiksiz yaptıktan sonra tevekkül etmek; yani Allah’a dayanmak.

“Allah’a dayan, sa’ye (çalışma) sarıl, hikmete râm ol;

“Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (M. Âkif)

Hatırlayalım ki, Efendimiz’in Medine’ye göçü sırasında yanında yalnızca tek kişi vardı: Hz. Ebubekir. Kitleler o gün için Ebucehil’in safında yer almışlardı. Ebucehil bunu delil göstererek, “Halk gerçeği gördü” derken ve Ahirzaman Peygamber’inin işini kesin olarak bitirdiğini zannedip sevinirken, mağara yalnızlığında Efendimiz, muhteşem yol arkadaşına şöyle fısıldıyordu: 

“Korkma ey Ebubekir, Allah bizimledir!”

***

Beşeri reçetelerde huzur bulamayan tüm dünya, “Şiddet Devri”ni kapatıp “Barış ve Dostluk Devri”ni açacak bir “Yürek İnkilâbı bekliyor.

Bu inkılâbın doğal olarak İslâm dünyasından başlaması gerekiyor: Özellikle de Türkiye’den…

Yavuz Bahadıroğlu – Yeni Akit

Sultan Hamid ve Erdoğan

Ülkenin kaderine taalluk eden şu günlerde, bozulmuş, birçok yönü ile dejenere olmuş ve kavramların aşındığı bir ülkede verilecek karar bir siyasi karar değil bir mukadderat kararıdır. Bu millet çok badireler geçirmiş ama yine de Allah karanlık günlerde yolunu açmıştır. Biz oyumuzu vereceğiz ama  yine mesele Allah’ın takdiridir.

Bu konuyu Akif’in fikirlerinden aldığımız bazı satırlarla anlatalım.

“Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz” diyor Akif.

Sultan Aziz’in öldürülmesi, Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, Menderes’in katli, daha sonraki siyasilerin kafasında dış güçlerin ve bizim maşaların demoklesin kılıcı gibi devletin ve parlementonun, devlet adamlarının üstünde durmasının bitmesi, milletin gerçek merciinin millet olması gerekir.

Bunlar içinde en önemlisi milletteki bozulmaya  yine milletin sebeb olduğu bahsidir. Şayet bozulma böyle giderse vatan da millet de din de tehlikededir. Çünkü eğitim kurumları ülkenin gelişmesine katkı vermiyor, din ve cemaatler, bozulmadan nasibini almış, tavır insanlarının yaşaması imkansız, belki yeni bir ruh ile yeni bir yapılanma ile ülkenin bu gidişine dur denilir.

Akif, Milletlerin bozulmasını da tahlil eder. “Zaten bir millet müstehak olmadıkça Allah onları bozmaz.  Millet fertleri teker teker müstehak olarak   bozulmuşsa onları hangi siyaset düzeltecektir? Bir millet kendisinde olan güzel seciyeleri bozmazsa  Allah da onların saadetini bozmaz. Bu beliğ tebliğ kıyamete kadar meriyetini koruyacak, bir kanun-ı ilahi ve fıtrattır.” (128)

Biz ne çekersek kendi amelimizin cezasıdır. Evet şehameti, himmeti, sayi, sıdkı, istikameti, iffeti, teavünü, gayreti, faaliyeti bırakmanın karşılığı cezası  zillet ve mahkumiyettir. Akif felaket sebebi olarak kendini murakabe etmemek yani denetlemeyi gösterir. (128)

Erdoğan insandır, yanlışları olabilir, kendinden önceki devlet adamlarından çok daha ileri boyutta dindar, vatansever, din ve milliyet arasındaki dengeyi kurabilmiş, samimi, inandığı şeye her türlü fedakarlıkla  bağlı, ama yanlışı gördüğünde de affetmez bir insandır. O bu bozulmuş toplumda bir hami durumundadır.

Müslüman Türkiye’nin olduğu kadar islam dünyasının da, Türk dünyasının da istenilen ve dua edilen bir büyük liderdir. Onu suçlayanların buldukları onun hezimete uğramasına yetmez, bir binada bir taş çürük diye o binayı tahrib etmek yanlış, bir gemide dokuz masum bir cani varsa o gemi batırılmaz, veya dokuz cani bir masum olsa batırılmaz.

Siyasi tarihe bakılsa  yüz yılı aşkın süredir, bu kadar  dik duran doğru siyaset uygulayan bir başka kimsemiz olmamış. Reşit Paşa’dan bugüne her devlet adamı ile karşılaştırsan  onun farkı ortaya çıkar. Sultan Hamid’in de tahttan indirilmesini isteyenlere Akif cevap verir.

Akif , yapılan yanlışlardan hep tavanı suçlayan geleneksel telakkiye bir örnek verir. Konu Sultan Hamid’den yansımadır. Ortalığın fenalaştığı, işlerin devamlı sarsıntı geçirişini  Padişah ikinci Abdülhamit Han’a yükleyerek  “Ah o Yıldız’daki Baykuş  ölüvermezse  eğer akıbet çok kötü ..” diye dert yanan  Köse İmam’a Babası Hoca Tahir Efendi’nin  verdiği cevabı şiirleştirerek nakleder.

Oğlum bu temenni neye benzer bana bak :

Eşeklerin canı yükten yanar , aman , derler

Nedir bu çektiğimiz dert , o çifte çifte semer

Biriyle uğraşıyorken gelir  çatar o biri ;

Gelir ki taş gibi hain , hem eskisinden iri

Semerci usta geberseydi .. Değmeyin keyfe !

Evet gebermelidir, inkısar edin herife

Zavallı usta  göçer bir gün akıbet ancak

Makamı öyle uzun boylu nerde boş kalacak

Çırak mı kalfa mı  kim varsa yaslanır köşeye

Takım biçer durur artık  gelen giden eşeğe

Adam meğer acemiymiş, semere hayli hüner :

Sırayla baytarı boylar zavallı merkepler ,

Bütün o beller omuzlar çürür çürür oyulur

Sonunda her birinin sırtı yemyeşil et olur

Giden semerciyi derler bulur muyuz şimdi ?

Ya böyle kalfa değil basbayağı muallimdi

Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik  tuhaf iş!

Semer değilmiş  o rahmetlinin ki devletmiş.

Akif adam olmanın zaruriyetini anlatır.

Nasihatim sana, her şeyle iştigali bırak

Adamlığın yolu nerdeyse bul da girmeye bak

Adam mısın ebediyyen cihanda hürsün gez

Yular takıp seni bir kimsecik sürükleyemez

Adam değil misin oğlum gönülsünün semere

Küfür savurma boyun kestiğin semericilere

(131)

Akif, adalet konusunda Hz Ömer’in bir  vakasını anlatır. Hz Ömer daima mazlumun yanında olduğunu zalimin ise karşısında olduğunu anlatır, bu anekdotta. Ama Akif zamanı için “Ömer de olsan halin müşkül” der. (132)

Akif günümüzde de geçerli insan tiplerinin anlatır.

Sallanan çünkü kılınçlardı, re kuyruk ne de kavuk

Öyle bir devr-i şehamette kolaydır ululuk

Senin etrafını alsın ki yığınlarca sefil

Kimi idmanlı edepsiz , kimi talimli rezil

Kiminin fıtratı azade  haya kaydından

Kiminin iffeti ikbaline etten kalkan

kumarbaz bu harami , şunu dersen ayyaş

Sonra mecmuu müzevvir , mütebasbıs kalleş

Bu muhitin bakalım şimdi içinden çıkabil

Ne yaparsın  Ömer olsan yine halin müşkil

(133)

Hatta “ böyle bir muhitte  peygamberim diye ortaya çıksan da karşında tapılan sahte ilah menfaat çıkar”

Bir muhalif hava yok dinlediğin aynı sada

Zat-ı saminize millet de hükümet de feda

Menfaattir seni  tehdid edecek  tek mevcut

Çünkü çıksan da  nebiyim diye hasbın bu mabud!

(134)

Bütün bu olumsuzluklara  karşı  çıkacak imandır.

İmandır o cevher ki ilahi ne büyüktür

İmansız olan paslı yürek sinede yüktür

Oflu Mandal hoca onun ideal imanlı insanıdır. Hiçbir şeyden korkmaz.

Bu imanla Mehmetc ik çanakkalede vatanını dinini savunmuştur.

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler

Ne celik tabyalar ister ne siner hasmından

Alınır kala mı göğsündeki kat kat iman ?

(136)

Süleymaniye camii de bu imanla yapılmıştır.

Dur da mabuduna yükselmek için ilme basan

Mabedin halini gör işte serapa iman

Bu bozulma ancak akıl ile imanın kalbin birleşmesi ile giderilebilir.

Beyinle kalbi  hem ahenk  edip işletmeli

Atıldı vahdet-i milliyenin temeli

(138)

İmanın başı da Allah korkusudur.

Ne irfandır ahlaka yükseklik veren ne vicdandır

Fazimlet hissi insanmlarda Allah korkusundandır

Yüreklerden çekilmiş farzedilsin de havf-ı Yezdan’ı n

Ne irfanın kalır tesiri  katiyyen ne vicdanın

O cemiyet ki vicdanında hakim havf-ı Yezdandır

Bütün dünyaya sahiptir bütün akvama sultandır

Fakat efradı Allah korkusundan bihaber millet

Çeker milletlerin menfuru kıptiler kadar zillet

Maali meyli hiç kalmaz şehamet büsbütün kalkar

Ne hakimlik tanır artık , ne mahkum olmaktan korkar.

Maneviyatı  ölmüş milletlerin halini anlatır.

O doymak bilmeyen mabuda kurbandır haya hissi

Hamiyet ademiyet hissi  ulvi hislerin hepsi

Bu hissizlikle cemiyet yaşar  derlerse pek yanlış

Bir ümmet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış

(143)

Özetle Bediüzzaman’ın siyaset felsefesi ve birliği koruma fikirlerine yüzde itibariyle son yüz elli yılın en çok uygun düşen şahsı sayın Erdoğan’dır. Allah ülkemizi felaketlerden korusun.

Himmet Uç

Şamdan Dünyaya Estetik Dersi

Bediüzzaman 1911 senesinin baharında Şam’da bir hutbe okur, Hutbe-i Şamiye . Bu yıllar islam dünyasının özellikle Osmanlının yıkıma doğru gitti yıllardır. 1908 de ikinci meşrutiyet ilan edilmiş, ikinci meşrutiyet hukuki anlamı ile bir çözüm gibi görünürse de Osmanlıyı meydana getiren milletlere meşru çözülme tarihi olarak yorumlanabilir.ikinci meşrutiyetin  ilanından Mondros mütarekesine kadar on yıllık süre imparatorluğunu yıkılma süresidir.On yılda koca bir devlet-i ebed müddet Anadolu’da birkaç vilayetin milleti hakimeye verilmesiyle tarihin gizliliklerine iltica eder.Osman Gazi, MalHatun ve Şeyh Edebali’nin üçgeninde doğum sancıları yaşayan ve Osmanlı beyliği olarak doğan devlet-i aliye-i Osmaniye yine Anadolu’da birkaç vilayete avdet etmiştir. Altıyüz yılı aşkın bir süre geçmiştir.

Bediüzzaman Said NursiBediüzzaman Şam’a giderken rastlantı türü bir seyahata gitmiyordu. İslam dünyası Osmanlının halet-i neze geçtiğini biliyor ama bu millete inanıyordu. Onun millete inanması bir ırka inanmak değildi, devlet-i aliyeyi meydana getiren milletin yine kendini toparlayacağına kesin inanmıştı.

“Hakir olduysa milllet şanına noksan gelir sanma

Yere düşmekle cevher sakit olmaz kadr ü kıymetten”

diyen Namık Kemal gibi ümit adamdı. Bedüzzaman ümit adamdır, sadece kendini kurtarmak isteyen bir ümid adam değil, islamı , osmanlıyı , insanlığı kurtarmak isteyen  bir ümid adam. Yeisin , ümitsizliğin durağan çenberinde çırpınıp duran insanlığa alakadar olduğu bütün alanlarda ümit veren bir kişidir. “Elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” diyor. Bu çok doğru kendi ifade etmiş bunu .olağanüstü olaysız bir dönemi yok, sıradan olaylar onun yanından geçemez. Bediüzzaman’ın maverası var, bize görünen Bediüzzaman’ın bir perde arkası maverayi hayatı var. Çocukken bir tepeyi tırmanır dağlara gider, gece gelmez veya geç gelir. Aile onun kırklara karıştığını hükmedecek kadar endişelenir. Hayatı boyunca hayatının saklanan bir yanı var, belli bir zaman diliminde kimse ile görüşmez, nelerle kimlerle görüştüğü hangi mekanlara gittiği sadece kendine malum. Bir gün gecenin yarısında anahtar deliğinden Zübeyir Abi içeri bakar kalabalık bir farklı yaratık grubuna konuşmaktadır. Ertesi gün çağırır “ keçeli gece yarısı neden odama bakıyorsun?”diye onu ikaz eder. Van hayatında Molla Hamid’i bir gün gece yarısı kendisi ile dünyalarından birine götürür, ben Molla Hamid’i gördüm, ona hizmet ettim. Nasıl anlatsam onun için ne diyebilirim , çocuk saflığında nurani , azameti ruhiyesi sizi kuşatan bir insan. O götürüldüğü yerden alelacele kaçar eve gelir, yeşil cübbeli insanlar görmüştür, boylu boslu, karanlıkla ışığın  karışımı arasında onları görmüştür. “keçeli niye kaçtın” der, “seni farklı bir dünyaya götürecektim”  der , o da “ hayır , ben korkarım Seyda ” der. Onun maverası onunla gitti, varken fiziksel dünyada , ayağı maveradadır, şimdi ise tam maverada ama yine bize bakan pencereleri olduğunu düşünüyorum.

O maksat ve ruh hali ile gidiyordu. Şama giderken düşündüğü budur, konuşması bir irticalin değil bir mübremiyetin bir zorunluğun eseridir. Peygamberimizin üç defa aynı cümleyi tekrar ederek şamı kutsadığı bilinir. Şam islam dünyasının mimari anlamda bütünlüğünü dinen ve ilmen sağlayan bir merkezdir. Şam , Bağdat ve İstanbul, batı dünyasının Londra Paris ve Roma üçlüsüne benzer bir üçlüdür. Medeniyetler bu üçlü şehirlerde  müştereken doğmuştur. Bediüzzaman islam dünyası içinde Şam’ı biliyor ve özellikle Anadolu’dan Şam’a gidiyordu.

Hutbe-i Şamiye’nin belirgin vasfı ümid aşılamaktır, bir sosyolojik tahlildir. Batılı hiçbir teoriye dayanmadan islam dünyasını etüd etmiş olan yazarının bilmüşahade tahlil ve yorumlarıdır. Klişeleşmiş din yorumları değil tamamen yeni şeyler öne sürer. Burada benim dikkatimi çeken daha yirminci yüzyılın başında yıkılışın bütün sancılarını yaşayan islam dünyasına çareler taharri ederken , sosyolojik tahlillerin arkasından estetik çareler ortaya koymasıdır.islam dünyasının ümidini besleyen şeylerin yanında ilimlerin yorumlanmasında , kainatın yorumlanmasında güzelliği teşhis etmiş ve onun teşhisinin islamın ümid ışıığı ile aydınlanmasına ne faydalar getireceğini ortaya koymasıdır.Şimdi bu estetik ve güzellik metnini yorumlayalım.

Estetik bilimi teorik olarak güzellikten bahseder, güzelin kategorilerini sayar, belki örnekler verir, çok zaman onu da yapmaz. Bediüzzaman burada güzelliğin teorik meseleleri ile uğraşmaz,ilimlerin fenlerin casus tedkitatından hareketle güzelliğe gider. Bir biyolog, bir matematikçi, bir kimyacı ve fizikci ve diğer ilimlerin mensupları kendi ilimlerinden hareketle, incelikle araştırmaları ile kainatın nizamında asıl hedefin güzellik olduğunu göremezler, lokal bilimsel meseleler ile meşgul olurlar. İlmin felsefe ve estetik noktasından yorumunu yapmazlar. Ben birçok fen bilimcisi ile konuştum. Kendi ilimlerinin felsefesi bir tarafa estetiği konusunda hiç fikirleri yok. Bediüzzaman sadece dini alana hapsedilen bu insan fen adamlarının hiçbirinin görmediğini onları casus tedkikat ile görmesi ve ondan evrenin asıl maksadının güzellik olduğunu söylemesi ve bunu toplumsal kalkınmanın bir reçetesi olarak görmesi çok yüksek düzeyde bir insan ve alim ve estetikçi olduğunu gösterir. Henüz kırk yaşında olan bir insan islam dünyasının hutbe makamı olan Şam şehrinde nasıl bu yüksek ilmi perspektife vardı, nasıl ve hangi dönemde, nerede bunları okudu ve sonuçlara vardı, hayret doğrusu. Marks’ın estetiğinin bir iki sahifeden oluştuğu söylenir, dünyanın ünlü Marksist estetikçileri onun eserinden ciltlerce Marksist estetik kitapları meydana getirmişler. Bediüzzaman’ın estetik metinleri çok sayfalar tutar, ama yüz yıl evvel islam dünyasının gelişmesinde ve ilerlemesinde estetik bir bilim ve evren yorumu kazanmasını öne sürmesi hayret verici. Aradan geçen yüz yıla rağmen onun bu sosyal-sosyolojik ve felsefi estetik yorumları hala oralarda duruyor.

Markstan başka Kant ,Hegel, Schelling, Spinoza , Leibniz ve daha birçok filozofun estetik konularında ki fikirlerine bak hiçbiri bu boyutta evrensel , gözleme dayalı , bilimleri şahit tutan estetik bakışlar sergilemezler. Bediüzzaman nerede baksan gerçekten dünya çapında olağan üstü bir insan. Lukacs üç cilt belki bin sahifeyi bulan Marksist estetik kitabında konuyu öyle genişletir ki üç sahife den bin sahife çıkar, onun o Marks’a sadakatını görünce bizim halimize bakıp üzülmemek elde değil.

“Fenlerin casus gibi tetkikatıyla ve hadsiz tecrübelerle sabit olmuş ki, kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor. Meselâ, tıbba ait teşrih-i beden-i insanî fenni ve kozmoğrafyaya tabi manzume-i şemsiye fenni, nebatât ve hayvanâta ait fenler gibi bütün fenlerin her birisi, küllî kaideleriyle o bahsettiği kısımda Sâni-i Zülcelâlin o nevideki nizamında mu’cizât-ı kudretini ve hikmetini ve  hakikatini gösteriyor.”

Genel bakış açısından sonra bahsi daha ayrıntılı anlatır. Anatomiden bahseder, yani tıpçıların insan vücudunu öğrenmek için teşrih etmeleri yani vücudu kesip bakmaları , azaların yapısını öğrenmek istemeleri anatomi ilmi, koca koca anatomi atlasları vardır, fakültede okurken ben kitap okurdum tıpçılar anatomi atlaslarını mütalaa ederlerdi. Çok belalı bir dersti. Dünya haritalarından daha ayrıntılı atlaslardı. Bediüzzaman bütün bunlardan haberdar, dünyaca ünlü bir ressam ve heyteltraş ta gider ölülerin vücudunu teşrih eder onların güzelliliğini yaptığı heykellere yansıtırmış. İnsan bedeninin ve hayvan bedenlerinin şerhinden güzeli anlatıyor Bediüzzaman. Hayret hayret,himmet.

Bundan sonra biyoloji, astronomi , zooloji ve bunlara bağlı ilimler, kaç ilim eder bütün bunların tesbitleri doğrultusunda evrenle beraber herşey güzellikle yapılmış. Demek güzeli görmenin ümitsizlikten kurtarması gelişmenin bir nevi itekleyici gücü oluyor.
Hem istikra-i tâmme ve tecrübe-i umumî gösteriyor, netice veriyor ki: Şer, kubh, çirkinlik, bâtıl, fenalık, hilkat-i kâinatta cüz’îdir. Maksut değil, tebeîdir ve dolayısıyladır. Yani, meselâ çirkinlik, çirkinlik için kâinata girmemiş; belki güzelliğin bir hakikati çok hakikatlere inkılâp etmek için, çirkinlik bir vâhid-i kıyasî olarak hilkate girmiş. Şer, hattâ şeytan dahi, beşerin hadsiz terakkiyatına müsabaka ile vesile olmak için beşere musallat edilmiş. Bunlar gibi, cüz’î şerler, çirkinlikler, küllî güzelliklere, hayırlara vesile olmak için kâinatta halk edilmiş. 
İşte, kâinatta hakikî maksat ve netice-i hilkat, istikra-i tâmme ile ispat ediyor ki, hayır ve hüsün ve tekemmül esastır ve hakikî maksut onlardır. Elbette beşer, bu cezasını görmeden ve kâinattaki maksud-u hakikîye mazhar olmadan dünyayı bırakıp ademe kaçamayacak, belki Cehennem hapsine girecek.
Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki, mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünkü beşer, hilkat-i kâinattaki zahirî esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münasebetlerini aklıyla keşfedip san’at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmeti icadat-ı Rabbaniyenin taklidini sanatçığıyla yapmak ve ef’âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san’at-ı İlâhiyeyi bilmek ve cüz’î ilmiyle ve sanatlarıyla anlamak için bir mizan, bir mikyas kendi cüz’î ihtiyarıyla işlediği maddelerle, Halık-ı Zülcelâlin küllî, muhît ef’âl ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref, en ekrem mahlûku beşer olduğunu ispat ediyor.”

Mesele daha da ayrıntıya girer, güzel ve çirkin gibi bahislere girer. Çirkin estetikte uzun zaman kategoriye girmemiş, ondokuzuncuncu yüzyılda ana bir yer vermişler sen de gel demişler ama Bediüzzaman gibi çirkini önemli bir kategoriye sokmamışlar. Banal telakki edilen çirkin Bediüzzaman’ın elinde şeytan ile beraber yorumlanmış. Güzelin ortaya çıkmasında çirkinin rolünü anlatır. Şeytanın da müsabaka için insanın eylemlerine müdahale eder. Şeytanın tarihinde böyle bir yorum yok demonik edebiyat şeytansıyı çok sonralar bulmuş hâlbuki şeytansız olmaz. “ Şeytanın vücudunda cüzi şerler ile beraber pek çok makasıd-ı Hayriye-i külliye vardır” demesi estetik tarihinin ihtilal gibi bir cümlesi .Hem şeytanı kurtarır ve hem çirkini kurtarır, Bediüzzaman’ın yorumları .

Estetik lügatinde çirkini alalım. “Biçimsiz  yada uyumsuz olan. Yapısında tutarsızlıklar bulunan  Yeniçağa kadar çirkin olan herşey estetik dışı sayılmıştır. Bugünkü anlayışa göre çirkin güzelin bir başka görünümü, güzelin tümleyeni gibidir. Çağdaş estetikte ne kadar değişik bir anlam versek de çirkin uyumsuz olan ve değişmeyendir.” Bak Bediüzzaman’ın külli yani tümel bakış açısı yok. Ne kadar ilerde yani  kıyas unsuru olarak çirkin  ne kadar gerekli, ama bilim cüzde kalır külli bakamaz. Gariplik bu ya.

Bediüzzaman sadece yorum yapmakla kalmaz bütün hayatı estetik ve güzele endeksli . Van da ermeni mezaliminin yıktığı vanı görünce üzülür  önce daha sonra baharın çiçekler ve ağaçlar üzerindeki güzelikleri görünce birden çirkin den güzele geçer, bütün ilk gördüğü olumsuz levhalardan  güzelliğe hemen geçiş yapar. Münacaat güzel tabiat levhaları okumalarıdır, çok zaman okuduğum bu metinde kaotik ama güzellik olan yorumlara hayret eder, her okuduğumda yeni şeyler bulurum , bir sanat mektebi gibi metin.Güzel sanatlar müzesi olan kainatı nasıl tek tek güzel yorumlar. Bu güzellikleri herkes okusun hissetsin değil mi? İmparatorluğun yıkım öncesi durumu islam dünyasının hali perişanisi durumunda güzel görerek güzeli görerek insanları ümide taşır, Hutbe’deki tavrı budur. Ölüm döşeğinde bahtsız hafiyelerin tarassudu karşısında yine güzeli görür ve geleceğin güzel günler getireceğini söyler, büyük talebeleri ellerinde kitaplarla ağlarken o son deminde bile güzel bakış a çıları ile onların ruhlarını tatyib eder. “Biraz sıkıntı çekeceksiniz ama zafer sizin olacak ” yollu sözler söyler.

Bu metine kitaplar yazılır, …

Himmet Uç

İslam Dünyasında Parçalanma Uyarısı!

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bir süredir İslam dünyasında yaşanan krizler, siyasi ve askeri gerilimlerin, çatışmaların, İslam dünyasının güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaştığını belirterek, “İslam coğrafyasında yakılan fitne ateşlerinin dumanları altındaki insanların, sesimizi duymalarının güç olacağının farkındayız. Ancak Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali en azından avuçlarımızda ateşi söndürecek suyu taşımak her müminin asli vazifesidir” dedi.
Diyanet İşleri Başkanlığı, Bilkent Otel’de İslam ülkeleri büyükelçilerine iftar verdi.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, eşi Hatice Görmez ile davetlileri kapıda karşıladığı iftarın sonunda yaptığı konuşmada, ramazanın acı içinde kıvranan İslam coğrafyasına barış, huzur, adalet ve merhamet getirmesini Allah’tan niyaz etti.
Geleneksel hale getirilen iftara katılımlarından dolayı büyükelçilere teşekkür eden Görmez, “Üzülerek ifade etmek isterim ki, son yıllarda her sene ramazana, buruk, üzgün ve büyük bir hicranla giriyoruz. Bu sene, bir kez daha İslam dünyası olarak büyük bir teessür ve üzüntüyle bir ramazan geçiriyoruz. Hatta denilebilir ki; İslam dünyasının içinde bulunduğu çok zor ve sıkıntılı bir süreçten geçiyoruz” diye konuştu.
Bu olumsuzlukların yanında son günlerde İsrail’in Gazze’de, “masum insanlara yönelik zalim saldırısının” da üzüntülerine üzüntü kattığını ifade eden Görmez, “Uzunca bir süredir İslam dünyasında yaşanmakta olan toplumsal krizler, siyasi ve askeri gerilimler, mezhep ve meşrebe dayandırılmak istenen çatışmalar, bölgenin, hatta İslam dünyasının güvenliğini telafisi mümkün olmayacak bir biçimde tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır” değerlendirmesinde bulundu.
“Bu süreçte üretilen karşılıklı şiddet içerikli beyanlar, cihat ilanları, mukaddes mekanların tahribine dönük tehditler, insan kaçırma ve öldürmeler, yaklaşmakta olan kitlesel faciaların ön sarsıntıları mesabesindedir. Söz konusu olayların büyüyerek önü alınamaz bir noktaya gelmesi durumunda, İslam dünyasında insani, toplumsal, dini ve mezhebi açılardan kalıcı parçalanmalar yaşanması kaçınılmazdır” diyen Görmez, herkesin bu vahşetin sebeplerini İslam dininin ve mezheplerinin tarihsel köklerinde aradığını söyledi.
Görmez, “Oysa acizane kanaatim bunlar dinden ve mezheplerden kaynaklanmadığı gibi bu vahşetin köklerini Hz. Osman’ın katliyle başlayan fitne döneminin akabinde yaşanan mezhep ihtilaflarında aramak beyhudedir” ifadesini kullandı.
Bütün bunların yoksulluk, cehalet ve esaretin ürünü olan yaralı bilinçlerin ve ölümcül kimliklerin, kin, öfke, ihtiras ve intikamlarını din ve mezhep görüntüsü altında meşrulaştırmaya çalışmasından kaynaklandığını belirten Görmez, en üzücü hususun, İslam alimlerinin yol göstericiliğini kaybederek taraf olmaları ve bir fetva kargaşasına meydan vermeleri olduğunu bildirdi.
Ramazandan önce İslam bilginlerine ve İslami müesseselerinin yöneticilerine bir çağrıda bulunduklarını vurgulayan Görmez, bu çağrılarının bazı maddelerini büyükelçilerle de paylaştı.
Görmez, bu çağrılarının İslam coğrafyasının her tarafında yankı bulmasının, İslam bilginlerinin müspet karşılık vermesinin umutlarını arttırdığını belirterek, şunları söyledi:
“Bu umut, bizi daha güçlü bir inisiyatif almaya sevk etmiştir. Bu sebeple 17-19 Temmuz 2014 tarihlerinde ‘Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi’ başlığı altında doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden, Şiisi ile Sünnisi ile bütün önemli İslam bilginlerini İstanbul’da toplayarak çağrımızı daha güçlü bir şekilde seslendirmeye ve bu sözlü çağrımızı ameli bir barış ve sağduyu inisiyatifine dönüştürmeyi planlıyoruz.
Şüphesiz her bir büyükelçimizin yönlendirmesi ve vereceği destek gücümüze güç katacaktır. İslam coğrafyasında yakılan fitne ateşlerinin dumanları altındaki insanların, sesimizi duymalarının güç olacağının farkındayız. Ancak Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali en azından avuçlarımızda ateşi söndürecek suyu taşımak her müminin asli vazifesidir.”
Filistin’in Ankara Büyükelçisi Nebil Maruf’un da İslam ülkeleri büyükelçileri adına konuşma yaptığı etkinliğin sonunda davetlilere Diyanet İşleri Başkanlığınca kısa süre önce İslam dünyasına hitaben 8 dilde hazırlanan barış, sağduyu ve kardeşlik çağrısının birer örneği hediye edildi.