Etiket arşivi: islam

Yılbaşı ve Dinimiz İslam

Peygamber(sav) Efendimiz ;”Andolsun ki, sizden öncekilerin yoluna karış karış, kulaç kulaç uyacaksınız. Öyle ki, onlar keler deliğine girseler siz de gireceksiniz

Dedik ki; “Ey Allah’ın Rasulü, Yahudi ve Nasranileri mi kastediyorsunuz.

– Kim olacaktı?” diye cevap verdi.” 

Bediüzzaman Hazretleri; “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır” buyurmuştur.

Dinimiz İslam, güneşe ve ateşe tapan milletlere benzemememiz için güneş doğarken, zevâlde iken ve batarken namaz kılmayı yasakladığı gibi, ateşe karşı namaz kılmayı da yasaklamıştır. 

Biz Müslümanlar, yine Yahudilere benzememek için Muharrem ayı orucunda 9 ve 11. günlerdede oruç tutarak farklılığını ortaya koyuyor, taklit eden olmuyoruz.

Peygamber (sav) efendimiz, ümmetinin kendi varlığını muhafaza etmesini emredip, taklitçilik derekesine düşmeyi menetmiştir.

Peygamber (sav) efendimiz Namaza davet konusunda ne Yahudilerin yaptığı gibi boru çalınmasını, nede Hıristiyanlara ait çan çalınmasına razı olmamış Bilal Habeşi hazretlerine Ezanı Muhammedi’yi okutarak davetin yapılmasını emretmiştir.

Peygamberimiz (sav)Efendimiz Medine’ye göç edince, burada iki bayram kutlanıyordu,bunları değiştirdi ve yerlerine Ramazan ile Kurban bayramlarını tebliğ etti. 

Başka dinlerle ilişkisi veya sembolik değeri bulunan âdet ve uygulamaları Müslümanlara yasakladı,

İslâm’ın korunmasını olumsuz etkileyen bir davranış, bir kültür değişimi ve kültür taklidi haramdır.

Müslüman ilmiyle, irfanıyla, yüksek ahlâkiyle ve dindarlığı ile herkese örnek olur, herkes ona uymaya özenir. O ise kimselere özenmez. Çünkü dinimiz İslam bizlere yeterince malzeme sunmuş, ihtiyaçlarımızı karşılamıştır.

Hristiyan alemiyle birlikte noel kutlamak büyük günahlardan biridir. 

Aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak caiz değildir.

Müslümanların bu tür davranışlardan kaçınması gerekir. Kendi millî ve dinî günlerimiz var. Her şeyden önce bu dinî ve millî âdetlerimizi yaşatmalı, çocuklarımıza öğretmeliyiz. Hepimiz Müslüman’ız elhamdülillâh. Müslümanlığımızın icabını yaşamalı zamanın kötülük ve fitnelerine karşı koymalıyız.

Yılbaşı kutlaması, noel ağacı süslemesi, noel babanın hediye bırakması gibi âdetler, toplumumuzda kültürel tahribata ve kimlik bunalımına yok açmakta, yeni yetişen kuşakları kendi öz değerlerinden koparıp, batının hayat tarzına alıştırmakta, sonra da onların değer ve inanç esaslarına sıcak bakmaya ve giderek onları benimsemeye götürebilmektedir. 

Peygamber (sav) Efendimiz: “Kim bir millete benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” buyurmuşlardır.

Şeklî benzeşme, i’tikâdî benzeşmeye götürebilir. 

Yılbaşı gecesinin manası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölümün biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlığın gelmesi demektir,o gece bunlar tefekkür edilse daha iyi olur.

Dinimizde noel ve yılbaşı kutlamalarının yeri yoktur. Bu yılbaşının biz Müslümanlar için, resmi ve milletlerarası bir takvim başlangıcı olmaktan başka hiçbir kıyamet ve değeri asla yoktur.

Hıristiyan gibi yılbaşını kutlamak, yılbaşı eğlenceleri tertiplemek, millî ve dinî değerlerimizi yaralar. Cemiyet ahlakımızı bozar. Dinsizlik ve manevi yoksulluğu arttırır.

Allah(CC) sizleri ve bizleri kendisine hakkıyla kulluk edenlerden eylesin. Amin

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:
Risalei Nur külliyatı
Celal Yıldırım, İslam Fıkhı
Sorularla İslamiyet
Ârifan Dergisi
Dinimiz İslam

İslam öldürmez, diriltir…

Savaş ve barışla ilgili âyetleri bir bütün halinde değerlendirerek genel bir sonuç çıkarma konusunda tefsirciler görüş ve söz birliğine ulaşamamışlardır. Savaşın amacını dünyada müşrik kalmaması veya müminlerin dünyaya hâkim olmaları olarak anlayanlara göre barışı emreden âyetlerin hükmü, sonradan gelen şu âyetlerle kaldırılmış, neshedilmiştir:
Müşriklerin yakalandıkları yerde öldürülmelerini emreden âyet (Tevbe, 9/5) veya Ehl-i kitab’a karşı, İslâm’ı kabûl edinceye yahut da İslâm devletine boyun eğerek cizye ve haraç vermeye râzı oluncaya kadar savaşılmasını emreden âyet (Tevbe, 9/29), kezâ
“Siz üstün durumda iken düşmanı barışa çağırarak gevşeklik göstermeyin.”(Muhammed, 47/35)
meâlindeki âyet.
Bu anlayışa karşı Ebû Bekir İbn el-Arabî’nin (II, 875 vd.) ve Cessâs’ın (III, 68) dile getirdikleri ikinci görüş şöyledir:
Nerede bulunurlarsa öldürülecek olan müşrikler, Arabistan kıtasında o zaman yaşayan ve Müslümanların kökünü kazımaya azmetmiş bulunan müşriklerdir. Âyetlerin devamlı olan hükümlerinin bunlarla alâkası yoktur. Savaş ve barış Müslümanların güçlerine, menfaatlerine ve dînin amaçlarına bağlıdır; buna göre savaşmak, teklif ederek veya karşı tarafın teklifini kabûl ederek barış yapmak, barış karşılığında bir şey almak veya vermek câizdir. Âyetler birbirini neshetmemiş, duruma göre nasıl hareket edileceğini göstermiştir.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) de buna göre davranarak Medine’ye geldiğinde bazı Yahudi ve müşrik gruplarla barış antlaşması yapmıştır, kezâ Mekke müşrikleri ile Hudeybiye sulhunu yapmış, karşı tarafın anlaşmayı bozarak -Müslümanlarla ortak savunma antlaşması yapmış bulunan- Huzâ’a kabilesine savaş açmalarına kadar barışa sadık kalınmıştır. Necran Hristiyanları ile barış antlaşması imzalamıştır. Müslümanlar güçlenince Ehl-i kitab’a ya İslâm, ya cizye; yarımada müşriklerine ise “ya İslâm, ya bölgeyi terk veya ölüm” teklifi gelmiştir.“Savaş ve barışın güç, fayda ve meşru amaç esaslarına göre yürütülmesi, bu konuda Ehl-i kitap müşrik farkının gözetilmemesi” hükmünün uygulamasına ilk halifeler döneminde de devam edilmiştir
Savaş, nerede ise insanlıkla yaşıttır. İdam cezâsını kaldırarak suçsuz, günahsız insanların hayat hakkını korumak nasıl mümkün olmazsa, savaşı kaldırarak, yok ederek, hesap dışı tutarak barışı ve uluslararası ilişkilerde adâleti sağlamak, zulmü ve kötülüğü önlemek de öyle mümkün değildir. Yapılması gereken savaşın, hukukî ve ahlâkî amaçlarını belirlemek ve onu bu amaçtan saptırmamaktır. Savaşla ilgili âyetlere bakıldığında İslâm’ın, ancak zulmü, din yüzünden baskıyı ve haksız saldırıyı ortadan kaldırmak için buna izin verdiği görülmektedir.
Girişte meâlleri verilen iki âyet (Nisâ, 4/75-76) savaşın iki önemli amacını ortaya koymaktadır:
a) Allah rızâsı,
b) Zulmü engelleyip adâleti sağlamak.
“Allah rızâsı” da fayda bakımından kullara râci olmaktadır; Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye ihtiyacı bulunmadığından, O’nun rızâsı için savaşmak, kullarının yararı, din ve vicdan hürriyetinin temini için savaşmaktır; Allah mutlak âdil olduğu ve zerre kadar zulme râzı olmadığı için“Allah rızâsı için savaşmak”, adâlet, hukuk ve hakkâniyet uğrunda savaşmaktır. Allah’a ve hak dîne inanmayanların da bir tanrıları, baş eğdikleri, itâat ettikleri -nefis dahil maddî, manevî- bir önderleri olacaktır; bu önderler Kur’ân’a göre tâğutlardır, şeytanlardır; bunlara tâbî olanların savaş amaçları ise, hukuk ve adâletin gerçekleşmesi değil, egoizmin tatminidir, zulüm, baskı ve sömürüdür.
Hac sûresinin meâlleri verilen 39-40. âyetleri, İslâm’ın farklı dinler ve inançlar konusundaki tavrını, hiçbir şüpheyi barındırmayacak ölçüde açık olarak ortaya koymaktadır. Allah Teâlâ’nın, kendisine itâat eden mücahid kulları ile koruduğu mâbetler yalnızca mescitler değil, aynı zamanda diğer dinlere ait ibâdet yerleridir. İslâm’a göre ve gerçekte Allah bir olduğu için, O’nun adını anıp başka bir varlığı kastedenler veya adını -O’na yakışmayan- niteliklerle birlikte ananlar da, bilerek bilmeyerek, doğru veya yanlış Allah’ı zikretmektedirler. Dünyada insanları, farklı inanıyorlar, inançları belli bir dîne aykırı düşüyor diye cezâlandırmak veya baskı altına almak İslâm’ın -câiz görmesi bir yana- savaş sebebi saydığı bir davranıştır.
Silâhlı mücadele ve şiddet, amacı veya şekli bakımından -din, hukuk ve ahlâkça meşrû sayılan- sınırları aşınca zulüm olur, terör olur; İslâm’ın bunu da tasvip ve tecviz etmesi düşünülemez. 
Prof. Dr. Hayrettin Karaman

Terörün İslâmîsi olmaz.

Bir din, cemaat, tarikat, hatta seküler kuruluş, gizli bir maksadı örtmek ve bu maksada alet edilmek için kullanılmış olabilir, ama bu kurum ve kuruluşlara o gizli ve kötü maksadı yamamak doğru, adil ve insaflı olmaz.
Dinlerin ilâhî olanları ve beşeri olanları vardır.
İlâhî dinler Allah Teâlâ tarafından bir peygambere vahyedilir, son peygamberden sonra bir peygamber daha gelmeyeceğine göre, artık yeryüzünde bir tane hak din vardır ki, onun da adı İslam’dır. Diğer ilâhî dinlere de geçerli oldukları çağlarda bu isim verilebildiği için, son peygambere vahyedilen dine “son İslam” demek de mümkündür.
Beşerî dinler birileri tarafından uydurulmuş olan, vahye dayanmayan dinlerdir. Bu dinlerde terör meşru olabilir, ama ilâhî dinlerde terör meşru olamaz.Kendilerini ilâhî bir dine ait gösterip de terör eylemleri yapanlar ve bu eylemlere dinden meşruiyet delilleri devşirenler sapkınlardır.
Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’in, biri diğerini haksız yere öldüren iki oğlunu anlattıktan sonra şöyle buyuruyor:
“İşte bundan dolayı İsrâiloğulları’na şöyle yazmıştık: ‘Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.’ Şüphesiz peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler. Ama bundan sonra da onların çoğu yeryüzünde taşkınlık göstermektedirler.” (Mâide. 5/32).
Bu âyetler açıkça şunu gösteriyor:
İlk insan ve ilk peygamberden beri bütün ilâhî dinlerde, cinayeti yüzünden ölümü hak edenler dışında bir kimseyi öldürmek insanlık suçudur; yani bütün insanlara karşı işlenmiş bir cinayettir; yani terör ilâhî dinlerde yoktur.
Batı’nın komünizm belasından sonra İslam’ı düşman ilan ettiğini biliyoruz. Bu ilanın iki önemli sebebi var:
1. Din ve ideoloji taassubu; yani İslam’ı kendi dinlerine veya ideolojilerine ters ve engel gören bağnazlar onu yok etmek istiyorlar.
2. Maddi menfaat; yani İslam ülkelerine hakim olup sömürmek isteyenlerin, buna ‘Hayır!..’ diyecek olan İslam’ı hedef tahtası yapmaları.

Bazı örnekler konuyu daha açık hale getiriyor:

Bazı dikkatli gözlemcilerin gözünden kaçmamış: Keri Fransa’yı ziyaret edip ayrılınca, Holand ilk defa “İslâmî terör” ifadesini kullanmış.
– 11 Eylül olayının bir ABD oyunu olduğu hakkında ciddi şüpheler var. 
– El-Kaide’nin lideri önce ABD istihbaratı ile çalışmış.
– IŞİD hakkında da “bir Batı oyunu olduğu” iddiası oldukça yaygın.
Bunları ve benzerlerini Batı icad etmiş olmayabilir, bunlar İslam’ı yanlış anlama ve/veya yorumlamadan yahut da istismardan kaynaklanmış olabilirler, ancak ortaya çıktıktan sonra Batı’nın bunları da kendi kötü ve kirli amacı için kullandığında şüphe yoktur.

Son olaya gelelim:

Gülen cemaatinin “ılımlı İslam’ı temsil ettiği” söylenirdi. Ilımlı İslam ise Batı’nın “radikal, köktenci, terörist, şeriatçı” dediği İslam anlayış ve temsillerine karşı olan bir temsil idi. Şimdi ise karşımıza zalim bir terör makinası olarak çıktı; yüzlerce masum insanı öldürdü, binlercesini yaraladı, ülkeye büyük maddi zarar verdi, hedefine ulaşsaydı, bunlar devede kulak olacak ölçüde zulüm ve terör estirecekti.
Şimdi dönüp de biri buna ve diğer terör gruplarına “İslâmî” derse İslam’a iftira ve kötü niyetini açık etmiş olur…

Prof. Dr.Hayrettin Karaman

sorularlaislamiyet

Meksika’dan Güzel Haberler Var

MEKSİKA HİZMET MEKTUBU

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, Sıddık Ağabeylerimiz;

Evvelen: Cemaatimizin geçmiş Mevlid-i Şerifini tebrik ederiz. Elhamdülillah dünyanın her tarafında hizmet-i Kur’aniye ve hizmet-i Nuriye inkişaf etmektedir. Bu hadiseler Risale- i Nur’daki “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır” hükmünü teyit etmektedir.

Saniyen: Şahs-ı manevinin duasının ve samimiyetinin hürmetine Cenab-ı Hak dünyanın diğer ülkelerinde de olduğu gibi Meksika’da da çok güzel hizmetlerde bizleri istihdam ediyor ve faaliyetler nasip ediyor. Cenab-ı Hak şükrünü eda etmeyi nasip eder inşallah.

120 milyon nüfuslu sadece 10 bin müslümana sahip yani onbinde bir müslümanı olan Meksika’nın başkenti 25 milyonluk Mexico City’de sadece 2 tane mescit bulunmakta. Fakat mütevazı insanlardan meydana gelen Meksika halkına İslamiyet’ten, Kuran’dan ve peygamberimizden A.S.M) bahsedildiğinde gayet güzel dinliyorlar. Ekseriyeti masum ve kendi halinde olan Meksikalıların genel olarak İslamiyet’e karsı önyargıları olmadığı gibi İslamiyet hakkında herhangi bir bilgileri de yok. Buradaki faaliyetlerimiz ekseriyetle Mexico City’nin merkezi Polonco’daki mescide gidip oraya gelen yeni Müslüman olan Meksikalılarla tanışıp Risale-i Nur vererek, onları dersaneye davet edip onlarla İspanyolca dersler yaparak İslamiyet ile alakalı sorularına cevap vererek ve namaz besmele, Fatiha ve kısa surelerin ağızdan talimi olarak cereyan etmektedir. Çünkü Kuran bilmedikleri için namaz kılmaları gerektiğinden dolayı kuran öğrene kadar ağızdan talim yapıyoruz. Ayrıca bu mescide İslamiyeti merak edip araştırmak amacıyla gelen gayrimüslimler de oluyor.

Hatta 11 Aralık Cuma günü bizim şahit olduğumuz 12 kişi İslamiyeti araştırmak için mescide gelmişti. Bunlardan 5-6 tanesi ile tanışıldı, Risale-i Nur hediye edildi ve irtibatımız devam ediyor. Bu irtibat kurduğumuz Perdo 2 hafta sonra kardeşini ve dayısını alarak İslamiyet ile alakalı yeni bilgiler almak için mescide geldiklerinde onlarla yapılan uzun sohbet neticesinde dershaneye geleceklerini söylediler.

O hafta Ömer Faruk isminde Meksikalı bir gencin şehadetine şahit olduk elhamdülillah. Kendisi ile tanışıp Risale-i Nur vererek dershaneye davet ettik. Davetimiz neticesinde memnun oldu. Kitapları okuyup bizi ziyaret edeceğini söyledi.

O şehadetlerden Angel ve Joseph ismindeki Meksikalı gençlerin hidayeti bizleri çok memnun etti. 29 yaşında olan Angel, üniversite öğrencisi çok uzun araştırmalar neticesinde Kur’an-ı Kerim’den etkilenerek Müslüman olmaya karar verdiğini söyledi. Yusuf kardeşimiz 18 yasında, ablası ile birlikte İslamiyeti araştırıp birlikte Müslüman olmaya karar vermişler. Müslüman olduğu ilk günlerde dershanemize gelen bu iki kardesimiz dersanemizi her hafta en az bir kere ziyaret ediyorlar. Namaz surelerini cok hızlı sekilde ezberlemeyi Cenab-ı Hak nasip etti. Her hafta bir risaleyi bitiriyorlar. Ayrıca her hafta 1-2 saat süren mütaalalı derslerimiz çok bereketli oluyor. Yusuf kardeşimize Müslüman olduktan sonra hayatında neler değiştiğini sorduğumuzda mutluluğun kaynağını bulduğunu söyledi. Annesini bu durum çok memnun etmiş. Hediye ettiğimiz Küçük Sözleri okumuş, ciddi bir şekilde İslamiyeti araştırmaya devam ediyor. Cenabı Hak hidayet nasip etsin inşallah.

Dershanemizin her hafta misafiri olan bir diğer kardeşimiz, 4 ay önce İslam ile şereflenen 26 yasındaki Ömer. Meksika’da Müslüman olmadığı halde müslüman adı taşıyan çok insan var. Ömer kardeşimiz de bunlardan biri idi. Bütün dinleri araştıran kardeşimiz aklına ve kalbine en uygun dinin İslam olduğuna karar kılmış ve Müslüman olmuş. Okumayı ve araştırmayı çok seven kardeşimiz ailesinin olumsuz tepkisine rağmen kararından dönmemiş. Kardeşimizin bu durumu adeta İslamiyeti kabul ettiği için ailesinden dışlanan sahabeleri hatıra getiriyor.

Bu misafirlerden biri de Cemal kardeşimiz. 43 yasında olan bu kardeşimiz geçmişinde alkol bağımlısı imiş. Bu kötü huyu nedeniyle 3 evliliği de kısa sürmüş. Uzun araştırmaları neticesinde 1 Mart 2015 İslam ile şereflenen bu kardeşimizi en fazla etkileyen hadise Hz Bilal Habeşi’nin çektiği eziyetlere rağmen Ehad Ehad deyip davasından vazgeçmemesi olmuş. Geçtiğimiz Çarşamba günü (30 Aralık) Hastalar Risalesini ikindi ve akşam namaz dersinde okuyarak bitirdi Bu durum bize çölde susuz kalmış bir insanın suyu bulunca kana kana içmesi gibi bu kardeşimiz de ruhuna hitap eden bu risaleyi bir çırpıda oturuşta bitirdi

Mescid Görevlisinin Hidayeti
Polonco’daki Mescidin görevlisi Ruben Garibaldi Abdullah 11 sene önce İslam ile şereflenmiş. Uluslar arası rehber olan Abdullah Arap eşyaları satan bir dükkâna giriyor ve orada duyduğu sesten çok etkileniyor. Artık gayri ihtiyarî her hafta bu sesi dinlemek üzere bu dükkâna geliyor. Bu sözler hangi şarkıcıya ait olduğunu sorma cesareti toplayan Ruben, duyduğu sesin Allah’ın kitabı olan Kur’an olduğunu öğrenince İslamiyete ilgi duymaya başlıyor. Tur rehberi olan Ruben işi gereği Mısıra gidiyor. Kahire’de ilk gecesinde bir ses duyuyor. Bu ses onu çok heyecanlandırıyor, duygulandırıyor ve gözyaşlarına hakim olamıyor. Camı acınca Bu ses Allah’ın sesi diyor ve hemen otel lobisine koşuyor ve görevliye “Bu sesi sen de duyuyor musun?” diyor. Otel lobisinde çalışan görevli bu sesin ezan oldugunu ve Müslümanları namaza davet ettiğini, burada günde 5 defa bu sesi duyabileceğini söylüyor. Günde 5 defa bu sesi duyacak olmak Rubeni mutlu ediyor. Ezanı duyunca Mısır’ın meşhur Nil Nehri, Piramitlerini unutan Ruben, kalbine hitap eden bu ezan sesine adeta hayran olmuştu. Kahire’deki günlerinin bitmemesini istiyor ama ayrılık vakti gelince gözyaşları içinde ezan sesine veda etmek zorunda kalıyor. 1 sene sonra başka bir görevlendirme ile Yunanistan’ın başkenti Atina’ya gelince Kahire’ye bu kadar yaklaşmış iken gidememek onu epey üzüyor. Ruben Meksika’ya geri dönüyor. Mısırlı Arap eşyaları satan arkadaşı Ruben’e ezan sesi ile 30. cüzün cd kopyasını hediye ediyor. Ruben artık her gün bu cd’yi dinlemeye başlıyor.

Baş, burun ve yüzündeki ağrılardan şikâyetçi olan Ruben doktora gidince kanser teşhisi konuluyor. Doktorların umudu kestiği Ruben, başında tümör ile en fazla 6 ay yaşayabileceği söyleniyor. Bu hastalığın ilaçla kemoterapi ile tedavisi olmadığı ve son günlerini dışarıda istediği gibi geçirmesini söylüyor doktorlar. Ameliyat olursa küçük bir ihtimal ile yaşayabileyecegi söyleniyor. Ama ameliyat esnasında tümörün patlaması ile ölebileceği söyleniyor. Çok riskli bir ameliyata giren Ruben, ameliyat esnasında makineye göre ölü görünüyor. Hemşireler dikkat ettiklerinde Ruben’in ölmediğinin farkına varıyorlar. Doktoru Ruben’e diyor ki, “Ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok. Tek bildiğim şu anda karsımda yaşıyor olman.”

Ameliyattan 4 ay sonra Mısırlı arkadaşından mescidin adresini alan Ruben Garibaldi doğum gününde adeta yeniden bir doğuşu yaşıyor ve kendisini İslam ile şereflendiren o tılsımlı sözcükleri terennüm ediyor. Müslüman olduktan 5 sene sonra tekrardan kanser hastası oluyor. Yapılan tetkiklerden sonra ikinci kez ameliyata alınması gerekiyor. Hastalığa yakalandıktan sonra aklı “Neden? Ben Müslüman olmuştum, namazlarımı kılıyor, orucumu tutuyordum. Neden tekrardan?” sorularını soruyor ve cevabını bulamıyordum. İkinci kez ameliyattan sonra çok fazla korku hissediyordum. Namaz esnasında korku gidiyor ama namaz bitince tekrardan korku sarıyordu. Bütün gece açıklanması mümkün olmayan o korkulu halet devam ediyordu. O vaziyette iken Hastalar Risalesini okudum ve içimde korku tamamen yok oldu. Risale-i Nur ruhuma hitap ediyor ve derin bilgiler veriyor. Hayatın amacının ne olduğunu bildiriyor. Sadece benim için değil, tüm insanlar için. Bismillah deyip ameliyata korkusuzca girdim. Ameliyat sorunsuz şekilde geçti elhamdülillah. Geçen sene hac vazifesini yapan kardeşimiz Abdullah şu anda Meksika’daki en büyük mescidin görevlisi. Mescitte olduğu sürece kendine has tatlı üslubu ile ezan-ı Muhammediye’yi okuyor.

Bu hizmet-i imaniyede Cenab-ı Hak tarafından istihdam olduğumuzun bir numunesini ifade edelim. 28 Aralık Pazar günü haftalık meşveretimizi beklerken o hafta yapılmayacağı anlaşılınca Mersin’den medresemize bir aylık hizmet etmek için gelen Necdet Soydan Abi, “Ben mescide gideyim, belki birini görüp Risale-i Nur veririm” niyeti ile dershanemize 1 saat uzaklıktaki mescide gidiyor. Mescidde o gün 3-4 kişi ile tanışıp çeşitli risalelerden hediye ediyor ve bu kişilerinin numarasını alıyor. O numarasını aldığı Halid Garcia 6 ay önce Müslüman olmuş ve o akşam mesajlaştığımızda şunları söylüyor. “İçimde çok sıkıntı hissediyordum, mescide rahatlamak için gelmiştim. Kafamda cevaplanmasını istediğim sorular var. Benim sağlam bir öğreticiye ihtiyacım var” Bu mesajı alınca Necdet Abi bir sonraki gün mescitte tekrardan buluşmak için randevulaşıyor. Mescide gittiklerinde mescidin henüz açılmaması nedeniyle ögle namazını mescidin önünde eda ediyorlar. Necdet Abi namazdan sonra kalbinden şöyle geçiriyor. Bu kardeşimizin kafasındaki sorulara cevap verelim ama keşke İngilizce-Türkçe bilen birisi olsa da sorulara rahat bir şekilde cevap verebilsek diye geçiriyor. Hatta Türkiye’den ağabeylere ulaşmaya çalışırken biri Türkçe olarak “Abi namaz kıldınız mı?” diye sesleniyor. Bu sesin sahibi uzun yıllar Türkiye’de kalan Afgan kardeşimiz Hasan. Hasan kardeşimize Necdet Ağabey İngilizce bilip bilmediğini sorunca olumlu yanıt alıyor. Ama mescit kapalı olduğu için konusma ayakta devam edebilir mi diye düşünülürken Hasan kardeşimizin mescide 2 dakikalık uzaklıkta kafe işlettiğini söylüyor. Kafeye gidiliyor ve Halid Garcia’nın kafasındaki sorulara tatmin edici cevaplar veriliyor. Konuşma sonunda Halid Garcia görüşmenin çok iyi geçtiğini ve görüşmeden çok keyif aldığını ifade eden bir mesaj atıyor. Bir kulunun sıkıntısını gidermek için dünyanın diğer ucundan bir kulunu getirip, imdadına gönderen Allah’a binlerce kez hamd olsun.

Rabbi Rahimimiz, Meksika’da ve dünyada Müslüman olan kardeşlerimize İslamiyeti yaşamayı nasip etsin. İman, İslamiyet ve Kur’an hizmetinde bulunan kardeşlerimizi hizmetlerinde muvaffak eylesin. Gıyabi duanın kabul olması hasebiyle dualarınızı bekliyoruz.

İlim Cesedinin Ruhu, Edebdir

İnsanlık toplumunda eğitim, Hz. Adem (a.s) ile başlamış ve kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin çok hikmetlerinden birisi de, eğitim ile kendisini yetiştirmesidir. Kazanılan ilim sayesinde insan, dünya ve ahirete yönelik işlerini ve ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Zira insanlar, diğer hayvanlardan farklı olarak, hayatını nasıl yaşayacağını bilmeden ve her şeyden habersiz olarak dünyaya gelmektedir. Buna karşılık, ihtiyaçları da o nispette sonsuz denecek kadar çoktur. İşte insanlar, ihtiyaç hissettikleri şeyleri elde etmek için eğitim olgusuna eğilmektedirler.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan ilmi çalışmalar olduğu gibi, temel olmayan ihtiyaçlar için de ilmi çalışmalar yapılmaktadır. Fizikten Astronomiye, Gıda biliminden Kimya ilmine, Ziraat ilminden Tıp derslerine, İnşaat bilgilerinden Deniz ürünleri konularına, İşletmecilik alanlarından Mühendislik alanlarına, İlahiyat vadilerinden Yöneticilik kıyılarına, Matematik bölümlerinden Psikoloji ilmine… binlerce alanda ciddi ve ince çalışma ve buluşlar gerçekleştirilmektedir.

mum ısıgıSayılan tüm bu ilimlerin, insanları Allah’a (c.c) ulaştırması gerekir. Çünkü bütün ilimlerin ulaştığı son nokta, İlahi isimlerdir. Mesela, Tıp ilmi“Şafi” ismine, mühendislik bilimleri “Mukaddir” ismine, Matematik ilmi “Muhsi” ismine, Felsefe ise “Hakim” ismine v.s tüm ilimlerin insanı ulaştıracağı nihai doruk, Esma-i ilahiyedir. İlimlere böyle yaklaşan, bu şekilde okumaya çalışan ve bu niyetle tahsil eden kişiler, yaratılışın sırrını yakalar ve hakiki insan olurlar. Çünkü ilimleri, Allah’ı (c.c) anlama sanatı olan marifetullah’a merdiven ve basamak yapanlar, Kur’anın istediği ve tarif ettiği “iyi ve ideal insan” olur. Fakat sadece ilim tahsil eden ve bilimsellikten maneviyata geçemeyenler, “iyi bilim adamı” olur. Böyle insanlar, sahip oldukları ilmi, hakiki anlamda okuyamadıklarından, istenilen sonuca ulaşamazlar.

İnsanların iyi ve ideal insan olma yolunda muvaffak olabilmeleri için, Cenab-ı Hak (c.c) dinleri ve peygamberleri göndermiştir. Peygamberler, kendilerine gönderilen Kitap, Suhuf ve vahiyler yardımıyla, insanlara bu görevlerini hatırlatmakla vazifelidirler. Bunlar, kendilerine inanan ve tabi olan herkese de iman hakikatlerini vermekle beraber ilim ve tevazuu da tavsiye etmişlerdir.

Özellikle Kur’an-ı Kerim’in ilk emrinin “Oku” olması (Alâk suresi, 1), okumanın ve ilim sahibi olmanın İslam içerisindeki yerini ortaya koyar.“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer suresi, 9) ayetiyle, ilim sahibi olanların diğer insanlardan farklı olduğu vurgulanır.“Sakın ha cahillerden olma” (En’âm suresi, 35) ayetinde, cahilliğin dünyevi ve uhrevi bir yük olacağı hatırlatılır. “Kulları içerisinde Allah’tan (c.c) ancak âlimler korkar” (Fâtır suresi, 28), ayetinde ise Allah’ı sevmenin ve O’ndan korkmanın tek yolu, Allah’ı bilme ilmi olduğu bildirilir. “Allah (c.c), içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir” (Mücadele suresi, 15) ayeti ise Allah (c.c) katında da insanlar katında da yücelmek isteyenlerin ilme sarılması gerektiği vurgulanır. İşte bu gibi ayetler, eğitimin ve ilim tahsil etmenin İslam dini içerisindeki yerini ve önemini gösterir.

Peygamber efendimizin ( a.s.m ); “İlim öğrenmek kadın, erkek her Müslüman’a farzdır” (Keşfu’l-Hafâ, I. 138; Feyzu’l-Kadir, I. 542) hadis-i şerifi, ilim öğrenmenin farz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. “Hikmet ve ilim müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.” (Tirmizî, İlim, 19.) ifadesinde ise, ilmin Müslümanların hakiki malı olduğu hatırlatılır. “İlim Çin’de dahi olsa arayınız ve bulunuz”( Acluni, Keşf’ü-l Hafa, I. 138) hadisi de ilmi tahsil etmenin zorluğu, bizi yolumuzdan çevirmemesi gerektiği vurgulanır. “Beşikten mezara kadar ilim öğrenin” sözünde, ilmi tahsil etmenin sonunun olamayacağı ders verilir. “Alimin mürekkebi, şehidin kanından eftaldir”, (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 1:6), hadisi, alimin sarf ettiği mürekkebin değerini ortaya koymaktadır. “Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah (c.c) yolundadır” (Tirmizî, İlm, 2) hadisi ise, ilim tahsil etmek için yola çıkmanın hem cihad, hem de ibadet olduğu bildirilir. “Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir” (Keşfü’l Hafâ, H. No: 751) hadisi, alimlerin yüksek makamını gösterir. “Dünyayı isteyen ilme sarılsın, ahireti isteyen ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” hadisinde de dünya ve ahiret saadetinin anahtarının ilim olduğu görülmektedir. İlim, amellerin en faziletlisidir. Yukarıdaki emir ve sözlerin ışığında “İslâmiyet’le ilim birbirinden ayrılmaz iki şeydir” demek mümkündür.

Bu ayet ve Hadisler, ilmin faziletini, değerini ve önemini açıkça göstermektedir. Fakat bu ayet ve hadislerde bahsedilen ilim, tevazu ve edeb ile boyanan, hayat bulan ve ruhlanan ilimdir. Yoksa edebden ve tevazudan mahrum bir ilim, ruhsuz bir cesede veya susuz kalmış bir bitkiye benzer. Çünkü tevazu, ilmin gereğidir ve neticesidir. İnsan, hakikatlere ne kadar aşina olursa ve ne kadar nüfuz ederse, o kadar kibirden ve büyüklenmekten uzaklaşır. Çünkü, insan bu sayede kainatın büyüklüğünü ve kainatın yaratıcısının azametini daha iyi anlar. Kendisinin aczini ve zayıflığını daha güzel okur. Allah’ın (c.c) kendisine bahşettiği güzelliklerden dolayı, büyüklenmenin aksine şükür ve hamdini artırır.

Şayet tahsil ettiği ilim, onu bu istenilen sonuca ulaştıramamışsa, o zaman o ilim, Yunus Emre’nin:

“İlim ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen.
O nice okumaktır.”
dörtlüsünde ifade ettiği gibi eksiktir. Çünkü tahsil edilen ilim, insana kendisinin ve diğer varlıkların mahiyetini bildirmelidir. Allah’ın (c.c) büyüklüğünü ve insanın küçüklüğünü hissettirmelidir. Böylece vazife başında ciddi ve vakur, şahsi yaşayışında ise mütevazı ve alçakgönüllü olacaktır. Büyüklenenlere karşı izzetle ve zayıflara karşı da tevazu ile karşılık verecektir. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, Allah’ın (c.c) kulu olduğunu unutmayacaktır.

Allah (c.c), bu özellikleri taşıyanları, yüceltir. Peygamber Efendimiz (a.s.m) “Her kim Allah (c.c) için mütevazi olursa, Allah da (c.c) onun derecesini yükseltir” (Müslim Bir ve’s Sıla, 69), “Cenab-ı Hak (c.c), bana, mütevazi olmanızı vahyetti” (Riyazu’s -Salihin, II, 37) buyurmuşlardır. Ve bu tevazu anlayışını tüm hayatında da yaşayarak göstermiştir.

Mesela, bir gün kendilerine bir adam getirilir. Gelen kişi, korkudan titremeye başlar. Bunu gören Allah Resulü (a.s.m) “Sakin ol! Ben bir melik değil, Kureyş’ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum” (Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-din, Kahire, 1954, II, 483, 484) buyurmuştur.

Resulullah (a.s.m), bir gün sahabelerine su dağıtırken, uzak diyardan bir atlı gelir ve “bu kavmin efendisi kimdir?” diye seslenir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (a.s.m) “Milletin efendisi onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463) buyurur. Bu ifade ile, hem kendisinin o muhitin efendisi olduğunu hem de tüm asırlara ve insanlara milletin efendisi olmanın yolunun onlara hizmet olduğunu da mütevazi bir şekilde canlı bir ders verir.

Hz. Lokman’ın oğluna yaptığı tavsiyelerden birisi de şöyle idi: “Kibirlenip insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde çalımla yürüme; çünkü Allah (c.c) kurulup öğünenlerin hiç birini sevmez” (Lokman suresi, 18)

Bundan da anlaşılıyor ki, tevazu sahibi olmak hem dinin emridir hem de insan haysiyetine yakışan bir tutumdur. Çünkü, büyüklerimiz“Cehalet insana cesaret verir, bilgi ise tevazu katar” demekle, kibirlenmenin sebebinin cahillik, tevazunun nedeninin ise ilim olduğuna dikkat çekmişlerdir. Hz. Ali (r.a) ise; “Bana bir harf öğretenin, kırk yıl kölesi olurum” diyerek, öğrencilerin, eğitimcilere nasıl bir hissiyatla bağlanmaları gerektiğini vurgulamıştır. Demek, asıl büyüklük çok bilmekle değil, bildiğini yaşayabilmek ve bilgisini başkalarına tahakküm sebebi yapmamakla kazanılır. Öyleyse, bir adamın gerçekten büyük olup olmadığı, onun alçak gönüllülüğünden anlaşılabilir.

İlim sahiplerinin kendi ilimlerine katkı sağlayabilmeleri için, yine tevazu içerisinde olmaları şarttır. Çünkü, kendisine güveni olan ve yeterli ilme sahip olduğunu zanneden bir kişi, başkalarına tenezzül etmez. Böyle insanların gelişmeleri de, burada noktalanmış olur. Bu konu ile ilgili Japonların anlattıkları şu olay, çok manidardır: Bir zamanlar, Japonya’da ünlü bir din adamı varmış. Bu din adamına bir gün bir bilgin misafir gelir. Bu bilgin, kendisine güvenen biriymiş. Durmadan konuşup, din adamının konuşmasına meydan vermez. Din adamı da bir taraftan bu bilgini sabırla dinlerken, bir taraftan da ona çay doldurur. Çay fincanı çoktan dolduğu halde, din adamı hala doldurmaya devam eder. Bunu gören bilgin hemen “efendim, çay taştı” der. Din adamı “Oh! Bu çay fincanı çoktan doldu. O zaman daha fazla doldurulmaz” diye cevap verir. Zeki olan bilgin, onun vermek istediği mesajı alır ve konuşmayı keser. Bundan sonra din adamı, ona nasihat ve dersler verir. O da çok istifade ederek ayrılır.

İlmin insanı edeplendirdiği konusunda, tarihimizden şu muhteşem tablo temaşaya ve ibret alınmaya layık bir örnektir: İmamlar imamı Ebu Hanife hazretleri bir gün camide vaaz verirken, yanına bir kadın yaklaşır. Kadın yanında getirdiği yarısı sarı yarısı kırmızı bir elma ile bir bıçağı, imamın yanına bırakır ve geri çekilir. Bir feraset timsali olan o koca imam, elmayı bıçakla ortadan kesip, içini kadına gösterdikten sonra kadına verir. Kadın elma ve bıçağı aldıktan sonra, gider. Bu hadisenin en anlama geldiğini soran cemaate büyük imam şöyle cevap verir:“Kadın bana bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı getirerek, kırmızı kanda mı yoksa sarı kanda mı hayızdan temizleneceğini sormak istedi. Ben de elmayı ikiye bölüp ona beyaz olan iç kısmını göstererek ancak akıntı beyazlaştığında temiz olabileceğini söylemek istedim.”

İşte bu gibi ibret tabloları, İslam dininin insanlara ilim, edeb ve takvayı ne ölçüde kazandırdığının mükemmel ve muhteşem bir göstergesidir.

 

Abdullah Soydinç / Zafer Dergisi