Etiket arşivi: İsmail Örgen

Hidayet Parkı

Şehrin en mutena semtlerinden birinde, iki büyük alışveriş merkezi ile deniz arasında bir parktı. Şehrin en büyük çocuk parkıydı muhtemelen. Birbirinden cazip oyuncakları ile çocukların ilgisini çektiği kadar, denize nazır banklarıyla büyükleri de cezbediyordu kendisine. Özellikle hafta sonları, aileler, alışveriş sonrası bir buraya uğramadan edemezlerdi. Park, oyuncak bakımından zengindi, ama aynı çeşitliliğin ziyaretçiler için de geçerli olduğu söylenemezdi.
Parkın geleni gideni çoktu, ama bunlar neredeyse bir örnek insanlardı. Parkta yarım saat oturan biri, jestleri, mimikleri, hatta çocuklarına seslenme biçimi farksız onlarca aile görebilirdi. Bir tek, bu zengin semtin yüksek ve lüks apartmanlarının bodrum katında yaşamaya mahkum kapıcı aileler bunun bir istisnasıydı. Hepsi de cesaret edemezdi buraya gelmeye; zira, kat kat üstlerinde yaşayan insanların duygusal ağırlığını da taşıyan bu ezik insanların bu parkta varlığına, yasak değilse de, pek hoş bakılmazdı.
Parkın yeşillenmiş çimenleri, çimenler arasından boy vermiş sarı çiçekleri, beyazlara bürünmüş ağaçları ile denizin mavisinin doyumsuz bir renk cümbüşü sunduğu o bahar günü parkta görülen aile ise, parkın her iki ziyaretçi profiline de uymuyordu esasında. Ne görünümleri bir zenginlik çağrışımı uyandırıyor, ne de hal ve hareketleri ‘canım şu kapıcılardan biri olmalı’ deyip geçmeye imkân sağlıyordu. Tesettürlü anne bir banka oturmuş, beş yaşlarında gözüken kızlarını uzaktan izliyor; baba ise üç yaşını ancak geçmiş olması gereken oğullarıyla parkın kumlarında kaleler ve kuleler yapıyordu.
Çocuklu aileler bilir, handiyse çocukların sevgilisiydi kum. Hele onu biçimlendirmelerini sağlayan oyuncaklarla ve kum kamyonlarıyla kumda oynayan birilerini gördükten sonra, başka çocuklar da toplanmıştı oraya. Adam, başlarına toplanan bu çocukları ele almayı bilmiş, az zamanda parkta bir ‘inşaat takımı’ toplamıştı. Saçı ve sakalıyla ilk anda onun o parkta ne işi olduğunu akıllarına getiren, hele çocuklarının onun yanına gitmesinden huylanan birkaç aile, oturdukları banklarda onun çocuklarla ne kadar sıcak ve dengeli bir ilişki kurduğunu izliyorlardı şimdi. “Tamam, şimdi kamyon sırası sende. Tamam, şimdi kuleyi bu kardeşle yapacağız. Sonra da sıra sende…” derken, diğer çocuklar kadar, aralarına karışan bir spastik çocuğu dahi, üzmeden kırmadan idare etmeyi başarmıştı adam. Bankta oturan hanımıyla diyalog biçimi de sıcak ve sevecendi.
Bu karı-kocanın hali, hafta sonları evlerinden sahile, sahilden bir başka yol ile evlerine gitmeyi, bu arada bu parkta oturup nefeslenmeyi âdet edinen bir çifti hayli şaşırtmıştı. Kadının da, adamın da ‘dinci’ olduklarına kuşku yoktu. Görünüşleri ve kıyafetleri herşeyi söylüyordu zaten. Konuşmalarının arasına sinmiş bolca ‘maşaallah,’ ‘inşaallah,’ ‘elhamdülillah’lar da aynı şeyi söylüyordu. Ama, şehrin bu tarafında doğup büyümüş, kolejden sonra yurtdışında okumuş insanlar olarak, ilk kez bir ‘dinci aile’yi bu kadar yakından ve çıplak gözle izliyorlardı. Hayır, davranışlarındaki incelik, sözlerindeki sıcaklık, ilişkilerindeki nezaket, hele kendi aralarında sağladıkları âhenk, köşe yazılarında ve televizyon ekranlarında göregeldikleri ‘dinci’ portresine hiç mi hiç uymuyordu.
Bu aileyi biraz daha izleme pahasına eve dönüşlerini gecikteren karı-koca, bir ara “Çocuklara bu şekilde davranmayı nasıl başarıyorsunuz?” diye bir söz atıp daha uzunca konuşmaya da niyet etmişler, ama nedense cesaret edememişlerdi. O akşam ‘dinci’leri karalayıcı yeni haberlerle dolu haber bültenini izler halde akşam yemeğini yerlerken, akıllarında ve dillerinde yine bu aile vardı. Televizyonda gördükleri ile parkta gördükleri arasındaki müthiş fark, kocaman bir soru işareti olarak düşecekti bu akşam sofrasına. O günden sonra bu genç çift, aile ve iş çevresinde ‘dinci’lerin elbette olumsuz şekilde lâfının edildiği ortamlarda, “Ama hepsi de bir değil” demeye başlamışlardı artık. Bir yıla varmadan İslâm’a dair bazı kitapları ilk defa evlerine alıp az zaman sonra namaza da başlamışlarsa, bunda o bahar günü o parkta gördükleri insan manzarasının kesinlikle rolü vardı. Zaten o yüzden, bebekleri doğduktan sonra hafta arasında da gitmeye başladıkları parka kendi aralarında ‘Hidayet Parkı’ adını koymuşlardı.
Zaman içinde en azından bir aile için Hidayet Parkı’na dönüşen parkta, onun ‘Hidayet Parkı’na dönüşmesinde rolü olan ailenin orada olduğu günün ertesiydi. Parkın yanıbaşındaki alışveriş merkezinde daha çeşitli ve kaliteli mallar bulunduğunu öğrenen bir aile, yeni aldıkları son model arabaya atlayıp alışverişe gelmişler; aldıkları eşyaları bagaja yerleştirdikten sonra da, çocukların ısrarı üzerine, istemeye istemeye parka yönelmişlerdi. Parkın mutad ziyaretçileri, banka oturmuş, bir yandan çocuklarının oyununu izliyor, bir yandan lâflıyorlardı. İçlerinden herhangi biri, görünümüyle dindar biri olduğu izlenimi bırakan babanın gerginliğini, ikide bir çocuklarına “Hadi hadi, biraz oynayın çabuk da gidelim” demesinden anlayabilirlerdi. Bu gerginlik çocukları etkilemiş olmalı ki, her yeni oyuncağa yönelmeden önce annelerine gidip izin istiyorlardı. Bu sıkı kontrole rağmen, bir ara, ailenin kız çocuğu gözden kaybolup ileride kumla oynayan çocuklar arasına karışmış, onu gözden kaybeden mesture anne de, koşup hışımla çocuğu diğer çocukların arasından çekip aldığında gördüğü manzara karşısında çocuğu bir güzel pataklamaya başlamıştı. Orada bulunanların, annenin ağzından çıkan sözlerden anladığına göre, mesele, kumların arasına karışmış bir kömür parçasının her nasılsa kızın yeni giydiği elbisenin kolunda siyah bir iz bırakmasıydı. Aile, alışverişten sonra, bir tanıdıklarını ziyarete gitmeyi planlamıştı. Anne, “Bu rezil kıyafetle mi gideceğiz şimdi?” diye kızına vurmayı sürdürüyordu. Baba ise, bu durumu zaten zoraki durduğu parkı terketmek için uygun bir gerekçe saymış ve o da, bu terke direnin oğlunu poposuna vura vura otoparka doğru sürüklemeye başlamıştı. O gün o saatte o parkta bulunanların neredeyse hiçbiri, o gün gördükleri bu manzarayı unutmadılar. Ve ne zaman İslâm’ın güleryüzünden bahseden biriyle karşılaşsalar, ona gördükleri bu manzarayı anlattılar.
İsmail Örgen / Zafer Dergisi

 

Örnek Hayatlar: Gencin böylesi

ARABİSTAN’IN DEĞİŞİK yerlerinden kabilelerin, İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye heyetler yollamaya başladığı dönemde, Benî Tucîbler de, Medine’ye geldiler. Benî Tucîb, Kinde kabilelerinden biriydi ve Yemen’de otururlardı.

Hicretin dokuzuncu yılında gelen onüç kişilik Benî Tucîb heyeti, mallarının zekatlıklarını da yanlarında sürüp getirmişlerdi.

Onların İslâm’ın emirlerine kabule peşinen hazır olduklarını gösteren bu tutumları, Peygamber Efendimizin hoşuna gitti.

Kendilerine:

“Siz hoşgeldiniz!” buyurdu ve Bilal-i Habeşî’ye misafirleri en iyi şekilde konuklayıp ağırlamasını emretti.

Benî Tucîb heyetinin:

“Yâ Rasûlallah! Allah’ın mallarımız içindeki hakkını sana sürüp getirdik!” demelerine karşılık da:

“Onları geri götürüp fakirlerinize bölüştürünüz!” buyurdu.

Benî Tucîb heyeti:

“Yâ Rasûlallah! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını sana getirdik!” dediler.

Bu cevabın bildirdiği davranış inceliği ve güzelliği, Hz. Ebu Bekir’i öylesine etkilemişti ki:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Arap heyetleri içinde, doğrusu, şu Tücîb heyeti gibisi yoktur!”

Peygamber Efendimiz, buna karşılık:

“Hidayet Yüce Allah’ın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini iman için açar!” buyurdu.

Tücîb oğulları heyeti, Hz. Peygamber’e birtakım şeyler sordular. Kendileri için, sordukları şeylerin cevapları yazıldı. Daha sonra, Efendimize, Kur’ân’a ve sünnete dair sorular sordular. Onlardaki bu iştiyak, Hz. Peygamberin onlara yönelik rağbet ve teveccühünü ziyadeleştirdi.

Nitekim, birkaç gün Medine’de oturduktan sonra gitmek istediklerinde, kendilerine:

“Ne diye acele ediyorsunuz?” denildi.

“Gerimizdekilerin yanlarına dönüp Resûlullah’tan gördüklerimizi, kendisine söylediklerimizi ve kendisinin bize verdiği cevapları onlara bildireceğiz!” dediler.

Peygamber Efendimizin yanına gelip vedalaştılar.

Peygamber Efendimiz onları Bilal-i Habeşî’yi gönderdi. Bilal’e de, kendilerine bahşişlerinin verilmesini emretti.

Sonra:

“Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.

“Evet!” dediler. “Binitlerimize bakmak üzere, yaşça en küçüğümüz olan bir genci arkamızda bırakmıştık.”

Peygamber Efendimiz:

“Onu da bize gönderin! “buyurdu.

Heyet üyeleri, binitlerinin yanına dönünce, gence:

“Resûlullah’ıın yanına git de, ondan hâcetini al! Biz ondan hâcetimizi aldık ve kendisine veda ettik!” dediler.

Benî Tücîb heyetinin genci, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına geldi ve:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Ben, Ebzâ oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim de dileğimi yerine getir!”

Peygamber Efendimiz, ona:

“Senin dileğin nedir?” diye sordu.

Genç:

“Yâ Rasûlallah! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir! Onlar İslâmiyeti özleyiciler olarak geldiler, zekatlarından sürüp getirdiklerini de getirdiler” dedikten sonra, kendi dileğini şöyle açıkladı:

Fakat sen Allah’tan bana mağfiret etmesini, beni rahmetiyle esirgemesini ve bir de kalbime zenginlik vermesini dile!”

Peygamber Efendimiz, bu dilek karşısında:

“Ey Allahım!” diye dua etti. “Ona mağfiret et ve rahmetinle esirge! Kendisinin kalbine de zenginlik ver!” diye dua etti.

Sonra da, bu dileğinden başka birşey istemediğini ima etmiş olmasına rağmen, bu gence de heyetin diğer üyeleri gibi bahşiş verilmesini emretti.

Benî Tucîb heyeti, yurtlarına, ev halklarının yanına döndüler.

Bunlardan bir cemaat, ertesi yıl hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimizle buluştu.

Bu cemaatin:

“Biz Ebzâ oğullarıyız!” diye kendilerini tanıtmaları üzerine, Hz. Peygamber:

“Geçen yıl sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.

Cevap şuydu:

“Yâ Rasûlallah! Allahu Teâlânın verdiği rızka ondan daha kanaatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona göz ucuyla bile bakmaz.”

Bu gencin samimî bir kalble istediği şey karşısında Hz. Peygamber’in yaptığı duanın bereketiyle, o genç, hayatı boyunca, dünyanın kendisini aldatamadığı, Allah’ın kendisine verdiği rızka kanaatli halis bir kul olarak yaşayacaktı.

Benî Tucîblerin bildirdiğine göre, Peygamber Efendimizin vefatından sonra Yemen halkı İslâm’dan dönmeye kalktığında, bu genç kabilesine Allah’ı ve İslâm’ı anlatmaktan geri durmamış; ve onun bu gayretleri sayesinde, başka kabileler içinden nice insan irtidad ederken onun kabilesi içinden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemişti…

 18/11/2005

© 2013 karakalem.net, İsmail Örgen

 

Ramazan, iktisat, şükür…

Modern zamanların belki en manidar gerçeği, ‘iradenin ölümü’dür. Sözümona özgürlüğe davet eden, kendi kararını vermeye çağıran, kendi hayatını yaşa diyen o kadar reklam spotunun gizlediği, gerçekte budur: İradenin ölümü.

Özgürlüğü reklamların, filmlerin anlattığı yaşama biçiminde arayan kişi, ne kadar özgürdür sahi? Reklamların, dizilerin açıkça veya gizlice dayattığı şekilde yiyen, içen, giyinen kişi kendi kararını kendi veren, kendi hayatını yaşayan kişi midir ki?

Gelin görün ki, her türlü modeliyle komünizmin, sosyalizmin, faşizmin aşikâr biçimde uyguladığı dayatmalara itiraz geliştiren insanlık, kapitalizmin bu örtülü dayatmalarının bir türlü farkına varamıyor? Dünyanın neresinde olursa olsun, aynı cola’yı içen, aynı blucini ve tişörtü giyen gençler, birbirlerine ne denli benzediklerini ve neden benzediklerini sormaktan aciz. Dünyanın her yerini istila eden sağlıksız fast-food kültürü, sözümona ‘kendi iradeleriyle’ sarıyor her yaştan insanları…

En başta Amerika ve genel olarak Batı ölçeğinde gördüğümüz bir gerçek var: Kapitalizmin taşıyıcıları için, kişilerin dini, dinsizliği önemli değildir. Kapitalizm için önemli olan, reklamlar-filmler-diziler vb. yoluyla kendilerine ziyadesiyle ‘değer’ yüklenen marka ürünleri tüketmeleri ve buna uygun bir yaşama biçimi edinmeleridir. Bunu yapıyorsa, bir insanın Müslüman, Hıristiyan, Budist olması; yahut ateist veya animist olması, kapitalizm için önemsizdir. Aslolan, insanların gerçekten ‘ihtiyaç’ olan ile arzuların tahriki ve düşüncelerin ustaca yönlendirilmesi ile ‘ihtiyaca dönüştürülmüş’ olan arasındaki farkı ayıramaması; hatta, ikincisi için birincisinden vazgeçebilir derecede bir irade felcine tutulmasıdır. Ne de olsa, gerçekten ihtiyaç olanlar, hâlâ ucuzdur. Bir kilo patatesin fiyatı ile elli gramlık cipsin fiyatı arasındaki fark; ekmeğin veya meyvenin fiyatı ile fabrikadan geçmiş, üzerine marka vurulmuş ‘gıda’ların fiyatı arasındaki fark; vücudu koruyan markasız bir elbise ile üzerinde marka taşıyan bir elbise arasındaki fark, bunun apaçık nişanesidir.

Kapitalizm ve tüketim

Kapitalizmin tüketim odaklı, herşeyi bir ‘kullan-at’ girdabına iten bu anlayışının, dikkate değer iki tarafı daha vardır: Birincisi, önüne sürekli yeni hedefler koyarak, ne kadar kazanırsa, ne kadar satın alır ve tüketirse, ne kadar harcama yaparsa yapsın, insanı bir türlü tatmin olamaz hale getirmesi; ikincisi, dinî değerleri de bu uğurda kullanması…

Birincisinin insanlara yaşattıkları aşikârdır. Önü alınmaz bir israf içerisinde, ‘canının her çektiğini,’ daha doğrusu reklamlar, imaj yapımları, değer yüklemeler vs. yoluyla ‘canına her çektirileni’ elde ederek ‘mutluluğa ulaşacağı’nı sanan; iktisatsız ve şükürsüz yığınlar. Akıl almaz bir harcama çılgınlığının içinde israfa düştüğü için iktisatsız ve doyuma gözünün önüne konulanla elde edince ulaşacağını düşünen ve sürekli gözünün önüne yeni şeyler konulan, dolayısıyla bir türlü zaten elinde olanı, Yaratıcının ona gerçekten ihtiyaç olduğu için ve zaten vermiş olduğuna bakamadığı için şükürsüz yığınlar…

İkincisini ise, en güçlü haliyle, Amerikan toplumunda görür insan. Amerikan toplumu, ağırlıklı olarak, Hıristiyan bir toplumdur; ama artık Amerika’da Hıristiyanlık, Hz. İsa’dan ziyade, Noel odaklıdır. Nice nice Amerikalı için Noel (yani Christmas) kendilerinin itikadî bir yanlışla farklı bir noktada konumlandırdığı, bizim için ise bir sevgili peygamber olan İsa aleyhisselamın doğum gününün ve dolayısıyla onun temsil ettiği semavî değerlerin ve hakikatlerin hatırlandığı gün değildir. Bilakis, haftalar öncesinden başlayan harcama, gezi, yemek vs. planlarıyla tüketimin tavan yaptığı zamandır.

‘Dini imanı’ para ve kâr olan kapitalizm, böylece, dinî bir günü bir tüketim girdabına dönüştürmüştür. Dile dahi yansıdığı üzere, ibadet odaklı olması gereken bir ‘holy day,’ yani ‘mübarek,’ ‘kutsal’ bir gün ‘holiday’dir, yani bir ‘tatil’ günüdür artık! Daha fazla tüketilen, daha fazla harcama yapılan bir tatil günü…

Ramazan-İktisat-Şükür

Nicedir, kapitalizmin bu dönüştürücü etkisinin, Müslüman topraklarına sirayetini görüyoruz. En başta da, insanlar günün epeyce bir vakti hiçbir şey yemediği ve içmediği için daha az harcama yapmaları beklenen Ramazan’da. Garip ki, onbir ay bu ülkede yaşayan insanların dinini hatırlamayan küresel firmalar, Ramazan’da ‘iftar sofraları’ odaklı reklamlara başlıyorlar. Garip ki, onbir ay bu ülkede nice nice insanın tesettürlü olduğunu, beş vakit namaz kıldığını, Kur’ân okuduğunu gözardı ederek senaryolar yazıp film üretenler Ramazan’da din soslu bir tüketimin işlendiği diziler yapıyorlar.

Ve garip ki, bu ülkenin dindar insanları dahi, Ramazan’da daha fazla harcama yapıyor; mutfak harcamalarında, onbir aylık ortalamanın ciddi derecede üstüne çıkıyorlar.

Sözün kısası, kapitalizmin herşeyi kendi lehine dönüştüren dalgaları bizim sahilimize vurduğunda, dinî olanın içi boşaltılıyor, şekil ruhu boğuyor, özün buharlaşması riski beliriyor.

Durum bu olunca da, Bediüzzaman’ın seksen yıl önce yazdığı Ramazan Risalesi’ni; orucun hikmetine ve Kur’ân-oruç ilişkisine dair o güzelim tespitlerini daha bir önemli, daha bir vurgulanası görüyor insan.

Dahası, bu Risale’nin komşusu olan bir diğer risale ‘Şükür Risalesi’ ile ilişkisini; keza, iki İhlas Risalesi (Yirminci ve Yirmibirinci Lem’alar) ile İktisat Risalesi (Ondokuzuncu Lem’a) ile de ilişkisini görüyor.

Biliyoruz ki, Bediüzzaman Said Nursî, Ramazan Risalesi’nin bir küçük risale olarak ayrıca neşri sırasında, yanına iki risaleyi de eklemiş: İktisat ve Şükür. Sonuçta, bu üç risale, birbiri ardınca çıkıyor karşımıza: Ramazan, İktisat, Şükür Risaleleri.

Bu sıralama, başlıbaşına önemli. İsraf eden şükredemez. İktisattır nimetin farkındalığın nişanesi ve ancak iktisat edenin başarabildiği bir haldir şükür. O halde farz olan orucuyla Ramazan, kalbin nefse galibiyetinin, iradenin her türlü çeldirici hazza karşı hâkimiyetinin adresi olarak, onbir ay sürecek bir iktisat-şükür taliminin adresi olarak yaşanmalı bizim için.

Ve Ramazan, İktisat, Şükür Risaleleri, böylesi bir zamanda, bu nazarla bir daha, bir kez daha okunmalı…

 İsmail Örgen

Moral Dünyası Dergisi