Etiket arşivi: ismail tezer

Beynel Milel Bir Okul: “Bir Bediüzzaman Projesi”

Said Nursi “Medresetüzzehra” projesiyle, Osmanlının son döneminde üç ayrı eğitim kanalı olarak yürüyen mektep-medrese-tekke üçlüsünün ortak bir potada buluşturulmasını öngörerek, tevhid-i tedrisatı ilk gündeme getiren kişi olmuştu.

Mustafa AkyolAma cumhuriyet döneminde öğretim birliği ilkesi, medrese ve tekkelerin kapısına kilit vurup, okullarda da din eğitimini tamamen kaldıran bir anlayışla uygulandı.

Bu durumun, günümüzdeki ilerici-gerici, laik-anti laik gibi ikilem ve gerilimlerdeki rolünü değerlendirir misiniz?

 Said Nursi’nin dinle bilimi kaynaştıran yaklaşımı esas alınsaydı bu gerilimler yaşanır mıydı?

Medreselerin, İslam’ın ilk asırlarında son derece dinamik kurumlar iken giderek durağanlaştığı, dogmatik ve içine kapalı bir yapıya büründüğü malumdur.

Özellikle Osmanlı’nın son dönemine gelindiğinde, medreseler modern bilimlerden tümüyle izole, tekrar ve ezbere dayalı tutucu kurumlar halindeydi. Bediüzzaman, bu problemi gördü ve çözümü de medreseleri reforme etmekte, onları modern bilimle tanıştırmakta gördü.

                                  Dini İlimleri ve Pozitif  Bilimleri Okutmak

 Medresetüzzehra projesi ile yapmak istediği, hem dini ilimleri hem de pozitif bilimleri bir arada okutacak (ve dolayısıyla sentezleyecek) yeni bir medrese tipi idi. Oysa Kemalist Cumhuriyet, diğer pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da geleneği yenilemek yerine tümden yok etmeyi seçti.

 Böylece dini bilgi, kültür ve ahlâktan tümüyle soyutlanmış bir zorunlu eğitim sistemi kurdu ki, böylesi bir dayatma Batılı demokrasilerde değil ancak Sovyetler Birliği ve benzeri totaliter rejimlerde görülür.

 (Batı’nın en koyu laik devleti olan Fransa’da dahi Katolik okulları varlığını sürdürmüştür.) Eğer Bediüzzaman’ın hayal ettiği Medresetüzzehra hayata geçse, bu dindarlık ile modern bilim arasında vehmedilen çelişkileri çok önceden çözebilir ve İslam dünyasına da iyi bir örnek teşkil edebilirdi diye düşünüyorum.

Günümüzde “Medeniyetler çatışması” ile “Medeniyetler ittifakı” tezlerinin çokça dillendirildiği göz önüne alındığında,

Said Nursî’nin Medresetüzzehra ile “Avrupa medeniyetini İslâmın hakikatleriyle, felsefeyi Kur’ân’la barıştırmayı” amaçlamış olmasını nasıl yorumlarsınız?

                                  Bediüzzaman Tek Boyutlu Düşünmemişti

Bediüzzaman’ın Avrupa’ya ve genel olarak Batı medeniyetine bakışı nüanslı ve anlamlıdır. Batı’nın sadece emperyalist yüzünü görenler gibi tek boyutlu düşünmemiş, Müslümanların oradan edinebilecekleri perspektifler de olduğunu fark etmiştir.

“Avrupa medeniyetini İslâm’ın hakikatleriyle barıştırma” fikri de, Bediüzzaman’ın Batı’yı mutlak bir düşman olarak görmediğini, aksine kendisine hitap edilmesi, el uzatılması gereken bir medeniyet olarak gördüğünün ifadesidir.

İslam’ın  Hakikatına Sarsılmaz Bir İman Bu yaklaşımın temelinde ise Bediüzzaman’ın İslam’ın hakikatine duyduğu sarsılmaz iman ve güvenin yattığını düşünüyorum.

“Batı’yla veya Batı düşüncesi ile herhangi bir temas bizi ifsad eder” diye düşünen ve bu yüzden içe kapanan defansif Müslüman tutumundan çok daha özgüvenli bir tutumdur bu. Anlaşılmasına da bence hâlâ çok ihtiyaç vardır.

İslâm dünyasının siyasî ve toplumsal krizlerden kurtulması, Ortadoğu barışının temini, dolayısıyla dünya barışına da katkı sağlanması noktasında,

Said Nursî’nin Ortadoğu’dan Orta Asya’ya,

Hint yarımadasından Kafkasya ve İran’a uzanan geniş coğrafyada uluslararası bir bölge üniversitesi olarak tasarladığı

Medresetüzzehra’nın etnik ayrımları reddederek “din kardeşliğini” esas alan ve “bölge halklarının birlikte ve huzur içinde yaşamasını” sağlamaya yönelik bir eğitim müfredatı hedeflemiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman bir “Osmanlı aydını” idi.

 Osmanlı olması hasebiyle de etnik milliyetçiliğe kapalıydı. Kürtlük yahut Türklük adına etnik milliyetçilik yapan insanları görünce üzülmesi, onları bundan vazgeçirmeye çalışması da bu açıdan kayda değerdir.

Tabii ki Bediüzzaman’ın bir “millet” fikri vardı; bu da İslam milletine karşılık geliyordu.

Medresetüzzehra’yı Hint yarımadasından Kafkasya’ya Müslümanları bir araya getirecek beynelmilel bir Müslüman Okulu olarak görmesi de bunun ifadesidir.

Umarım ki, Arap Baharı’yla birlikte demokratikleşen Ortadoğu’da hakikaten böyle bir üniversite yükselir.

Burada bir noktayı belirtmek isterim: Bediüzzaman’ın “millet” fikri İslam’la tanımlansa da, bu gayrimüslimleri ötekileştiren ve dışlayan bir telakki değildir.

Bugün böyle yapan, yani Müslümanlığı salt bir “kimlik” sayıp bunun üzerinden gayrimüslimlere husumet besleyenler var.

 Oysa Bediüzzaman’ın Müslümanlığı, evvela imana ve şeriata dayandığı için, gayrimüslimlerin hukukuna da hürmetkârdır.

Said Nursi’nin Medresetüzzehra’nın eğitim diliyle ilgili olarak söylediği

“Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” yaklaşımını, günümüzdeki Kürtçe yasağı ve anadilde eğitim tartışmaları bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?

Kürtçe’nin yasaklanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ayıplarından biridir. Bunun sorumlusu da, tam da Bediüzzaman’ın eleştirdiği ve karşı durduğu zihniyettir.

Eğer Bediüzzaman’ın değerleri resmi politikaları etkileseydi, böyle akıl almaz bir baskı hiç yaşanmazdı. “Arapça vacip, Türkçe lâzım, Kürtçe caiz” sözündeki bir nüans, Kürtçe’nin mutlaka serbest olması ve dileyen herkesçe konuşulmasını savunurken,

Türkçe’yi bir adım öne alarak “lazım” sayması. Çünkü Türkçe, tarihsel akış sonucu, Türkiye coğrafyasında ortak dil olmuştur. Dolayısıyla Bediüzzaman gözüyle bugün için şöyle denebilir: Herkes Türkçe öğrenmelidir; Kürtçe öğrenimi ve kullanımı ise tümüyle serbest olmalıdır.

Said Nursi, Medresetüzzehra’nın hedeflerinden birini de “meşrutiyetin (demokrasinin) güzelliklerini neşir için bir kapı açmak” şeklinde ifade ediyor.

Demokrasinin topluma mal edilmesi noktasında eğitimin önemini vurgulayan bu yaklaşım için ne diyorsunuz?

Çok önemli bir yaklaşım.

Çünkü Türkiye’de resmi eğitim, “devletin kutsallığı”, “milli birlik” gibi otoriter kavramları çok önemser, ama demokrasiyi pek önemsemez.

 Bediüzzaman’ın daha 20. Yüzyıl başında bu vurguyu yapması önemli.

Bazı radikal İslamcı grupların hâlâ dahi demokrasiyi reddettiğini de hatırlarsak, Bediüzzaman’ın bugün İslam dünyasına gerekli temel açılımları bir asır önceden öngördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.

İsmail Tezer’in Mustafa Akyol ile yaptığı ropörtaj..

Yeni Asya

“Hikikomori”nin şifası: Aile sohbeti

Japonya’da sayıları 300 bini aşan genci etkisi altına alan ‘hikikomori’ hastalığıyla bir kayıp kuşak yetişiyor. Japon psikiyatristlerin üzerinde çalıştığı hastalığın kelime anlamı ‘Elini ayağını çekmek.’ Bu gençler, hayattan el ayak çekip odalarına kapanarak zamanlarının çoğunu bilgisayar başında geçiriyorlar.” (Hürriyet, Teknoloji, 13.9.2007)

Son zamanlarda, ülkemiz gençlerinde de böylesi bir durum kendini gösterdi. Maalesef gençlerimiz, adeta hayattan elini ayağını çekip, kendilerini bilgisayar karşısında internetin veyahut televizyon programlarının esiri haline getiriyor. Bu da, gençlerin ruh dünyasında menfî sonuçlar doğuruyor. Onları kendi dünyalarına hapsederek yalnızlaştırıyor, bireyselleştiriyor.

İçine kapanan gençler, sıradan sorunlarını bile aileleriyle paylaşmıyor. Zamanla biriken sorunlar, içinden çıkılmaz hale gelince de, gençlerimiz farkına varmadan büyük bir bunalımın içerisine giriyorlar.

Pek çok problemde olduğu gibi, gençlerimizi bu girdabın içinden çıkarmanın çaresi, onlarla sorunlarını konuşmak. Aslında aileler, daha en baştan, problemler büyümeden bu konuşmaları yapsalar, hem gençlerin sorunları büyümeyecek, hem de ideal ve mutlu bir aile yuvası oluşacaktır.

Ama ne yazık ki, anne ve babalar, kendilerini, internet olmasa bile televizyonun başından çoğu zaman alamayınca, bu ailevî sohbet gerçekleştirilemiyor ve zamanla aile bireyleri arasındaki irtibat da zayıflayarak, problemler içinden çıkılmaz hale geliyor.

Tam bu noktada, Bediüzzaman’ın, mutlu bir aile hayatının oluşması adına ortaya koyduğu şu tespit, ailelere çok güzel bir tavsiye niteliğinde:

Sizin hanenizdeki masum evlâtlarınızla mâsûmâne sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir.”

Evet, ne sinema, ne başka bir tv programı, ne de internet… Hiçbiri yavrularımızın ruh sağlıklarından önemli olamaz. Eğer bu saydığımız araçlar, onların ruh dünyalarını olumsuz yönde etkiliyorsa-ki araştırmalar aşırı ve kontrolsüz kullanımlarında böyle olduğunu ortaya koyuyor-o halde çocuklarımızı, onların koynuna bırakmak yerine, kendi aile yuvamızın sıcacık sohbetiyle mutlu etmek en doğru hareket olacaktır.

 İsmail Tezer / Zafer Dergisi

Sri Lankalı Gazeteci Asım Alavi: İslâm Âlemi Bediüzzaman’ın Metoduna Muhtaç

40 ülkeden 100 genç ‘birlik ve barış’ mesajı verdi

Geçtiğimiz Pazar günü, Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde okuyan 40 civarında ülkeden 100’e yakın öğrenci “Unity & Peace Platform (Birlik ve Barış Platformu)” çatısı altında İstanbul Boğazı’nda bir yat gezisinde buluştu.

Kültürlerarası Köprü Derneği (ICBA), Rumeli Anadolu ve Balkanlar İlim ve Eğitim Vakfı (RUBA), Hamidiye Kültür ve Eğitim Vakfı, Suffa Vakfı, İstanbul İlim ve Kültür Vakfı (İİKV), Kültürler Arası Eğitim ve Dostluk Derneği (KADDER), Eddai-Kültür Eğitim Vakfı, Üsküdar Kültür ve Eğitim Vakfı (ÜSKEV) gibi 10 civarında sivil toplum kuruluşunun temsilcilerinin yer aldığı programın takdim ve yöneticiliğini ICBA Yönetim Kurulu Üyesi Zübeyir Tercan yaptı.

İSLÂM YAŞAR: İSTANBUL BOĞAZI RİSÂLE-İ NUR AÇISINDAN DA TARİHî MEKÂN

Uluslar Arası Sivil Toplum Kuruluşları Konseyi Genel Sekreteri Şemsettin Türkan’ın açılış konuşmasıyla başlayan yat gezisinde edebiyatçı-yazar İslâm Yaşar, tur boyunca boğazın iki yakasında yer alan tarihî mekân ve yapılarla ilgili bilgiler verdi. Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin hatıralarının bulunduğu Boğaz’daki Nur menzilleri hakkında da bilgiler veren Yaşar, “İçerisinde bulunduğumuz mekân aynı zamanda Said Nursî ve Risale-i Nur hareketi açısından da tarihî bir mekândır. Etrafı seyrederken bu gözle de bakmanızı arzu ederim” dedi.

Boğaz’ı süsleyen mevsim çiçeklerine değinmeyi ihmal etmeyen Yaşar, İlâhî sanatları da tefekkür etmek gereğine de dikkat çekti.

FARKLI RENKLER, FARKLI DİLLER

Gezi süresi boyunca çeşitli ülkelere mensup öğrenciler mikrofona gelerek kendileri ve ülkeleri hakkında verdikleri kısa bilgilerin yanında, organizasyonun farklı kültür ve renklerin İslâm kardeşliği potasında erimesinin güzel bir örneği olduğuna dikkat çektiler.

Ugandalı Musa Mahad Kato’nun, okuduğu aşr-i şerifte “Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da O′nun âyetlerindendir. Bilgi sahibi olanlar için bunda ibretler vardır. (Rum Sûresi: 22)” meâlindeki âyet-i kerimeyi de tilâvet etmesi ayrı bir duygu atmosferi meydana getirdi.

Filistinli Muhammed’in Peygamberimizle (asm) ilgili bir ilâhi söylemesinin ardından Rusya’dan gelen Almir ve Ugandalı Aman da duygularını paylaştılar.

Güney Afrika Cumhuriyeti’nden Abdurrahim ise “Hepimizi burada birlik ve barış içerisinde bir araya getiren İslâmdır” diyerek, Müslümanların ne kadar büyük bir nimete sahip olduğuna dikkat çekti.

Son olarak, Unity & Peace Platform Koordinatörü ve Ruba Vakfı Yön. K. Bşk. Yrd. Nurettin Kıray’ın dış ülkelerde gerçekleşen Risale-i Nur hizmetleri ve Risale-i Nur’un farklı dillere tercüme çalışmaları hakkında verdiği bilgilerin ardından katılımcılar topluca hatıra fotoğrafı çektirdiler.

SRİ LANKA THE TREND GAZETESİNDEN ASIM ALAVİ:İslâm âlemi Bediüzzaman’ınmüsbet hareket metoduna muhtaç

Sri Lanka’dan Ekmel’in bir ilâhi okuduğu, Azerbaycanlı Şahin’in ve Kamerunlu Hamza’nın duygu ve düşüncelerini paylaştığı program, yine Sri Lankalı bir gazeteci olan Asım Alavi’nin “Lütfen Bediüzzaman’ın yazdığı Risale-i Nurlardan mutlaka istifade ediniz” mesajıyla devam etti.

Kendisiyle özel olarak da görüştüğümüz Alavi, Risale-i Nur’u birkaç senedir tanıdığını ve bu eserlerle ilgili olarak kendisinin en çok Bediüzzaman’ın İslâm’a hizmet metodu dikkatini çektiğini belirtti. Risale-i Nur’u Sri Lanka’da yaklaşık 80 milyon insanın konuştuğu Tamil diline çevirme çalışmalarını da sürdükdüklerini ve şu ana kadar Küçük Sözler, İhlâs Risalesi, Hutbe-i Şamiye ve Hanımlar Rehberi’ni Tamilce’ye tercüme ettiklerini belirten Alavi, Bediüzzaman Said Nursî’nin “müsbet hareket metodu” üzerine bir kitap yazdığını da belirtti. Sri Lanka’da ‘radikal İslâm’ eğiliminin çokça var olduğunu, Said Nursî’nin müsbet hareket metodu üzerine kitap çalışmasını bu sebeple yaptığını belirten Alavi, “Şu an bütün İslâm âleminin Said Nursî’nin bu hareket tarzına çok büyük ihtiyacı var” dedi.

İSMAİL TEZER / Yeni ASYA

Risale-i Nur Gençliği

İnsanlığa barış ve huzur atmosferini getirecek Kur’ân medeniyetinin inşasında başrol oynayan gençlerdir Risâle-i Nur gençliği. Onlar ihlasla ve samimiyetle çalışırlar. Hedefleri Hakk’a hizmettir.

Onların tek gayesi, Allah rızasıdır. “Amelinizde yalnız rıza-i İlâhî olmalı” birinci prensipleridir. Cenneti bile ibadetlerine gaye yapmayan abd-i azizlerdir onlar.

Ne yaparlarsa Allah içindir, O’nun yolundadır. Vücudunu Mûcid’ine feda ederler. “Allah için olunuz” hakikati hâkimdir hayatlarına.

Tevhidi nakşetmişlerdir ruhlarına. En zalim çıksa karşılarına, haykırırlar hakikati suratına. “Sultan-ı Kâinat birdir” çünkü onların nazarında. Her şeye hükmeden O’dur. Ahkemü’l-Hâkimîn’dir. Her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elindedir. Her şey O’nun emriyle halledilir. O bulunsa her matlup bulunur, hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtulunur.

Dünyanın gayr-i meşrû lezzetlerine sırtını dönerek, cennet lezzetlerine imanla tâlip olanlardır Risâle-i Nur gençliği. Gayr-i meşrû lezzetlerin birer ‘zehirli bal’ hükmünde olduğunun farkındadırlar. Lüzumsuz, geçici ve günahlı zevklerin akıbetinin ‘elemler ve teessüfler’ olduğunu bilirler. Duâlarıyla birbirlerinin ‘takva kalesi’ne yardım gönderirler. Bilirler çünkü sosyal hayatta her taraftan hücum eden günahlara tek başına mukabele etmenin zorluğunu. “Allah’ım! Bizi göz açıp kapayıncaya kadar dahi olsa nefsimizle yalnız bırakma” Peygamberî duâsı vird-i zebandır onlara.

Dâim ‘ahiret endişesi’ okunur yüzlerinde. Dünya değil ahiret esastır onlarda. “Dini severiz. Dünyayı da yine din için severiz” parolalarıdır adeta. Dünyayı değil, ahireti tercih ederler. Ruhsatla değil, azimetle amel ederler. Basit bir dünyalık uğruna, ahiretini feda etmezler.

Dünya bir misafirhane-i Rahman’dır onların nazarında. “Biz gidiyoruz, aldanmakta fayda yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var” mânâları okunur onların lisan-ı hâlinden.

“Gençlik katiyen gidecek” hükmü, gönüllerinin odak noktasına çaktıkları daimî bir ikaz edicidir. “Nasihat istersen ölüm yeter” gönül levhalarıdır. Ölüm düşüncesi bir an olsun çıkmaz akıllarından. “Gelmesi muhakkak olan her şey yakındır” çünkü. Ecel gizlidir, ölüm her vakit gelebilir, genç-ihtiyar fark etmez, bilirler. “Gençlerinizin en hayırlısı, ihtiyarlarınız gibi ölümü düşünen, gençlik hevesatına mağlûp olmayıp gaflette boğulmayandır” hadisine mazhar olmaya çalışırlar.

Yarına çıkmaya ellerinde senet yoktur, şuurundadırlar. Geçmiş ise, zaten geçmiştir. Ömrünü bulundukları gün bilip, en iyi şekilde değerlendirmenin gayretindedirler. Böyle düşününce ‘sabır’ları da zorlanmaz. Sabrını ‘şimdinin ibadetlerine, musîbetlerine’ ve de ‘şimdinin günahlarına’ yoğunlaştırırlar. Böylelikle günahlar belini bükemez onların, ‘Zaman âhirzaman, günahlar sel gibi geliyor, hangi birinden kaçalım?’ şeytanî desisesine kanmazlar.

Risâle-i Nur gençliği, ‘fenler’ diliyle de Rabbini bilen gençlerdir. Her fen mütemadiyen Allah’tan bahseder onların nazarında. Marifetullah’a, Allah’ı tanımaya, bilmeye basamaktır her şey. Bilim ile dinin çatışması mümkün değildir. Zirâ her bilim, kendi sahasında Allah’ı anlatır durur. İslâmiyet ilimlerin efendisi, reisi ve pederidir. “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve çocuk pederine nasıl düşman ve muârız olabilir?”

Hodgâm değil, diğergamdır Risâle-i Nur gençliği. Nefsini değil, başkasını düşünür. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadisi rehberdir onlara. Gaye-i hayalleri vardır. Zihinleri ‘ene’lerinin etrafında dönmekten uzaktır. Kendileriyle birlikte başkalarının da imanlarının kurtulmasına vesile olmaktır hedefleri.

‘İmanı kazanmak veya kaybetmek’ dâvâsını, ‘en büyük dâvâ’ bilirler. ‘Ebedi bir saadeti’ kazanmak veya kaybetmektir çünkü söz konusu olan. Onun için ‘dünyevî merakâver meselelere bakıp da, vazife-i bâkiyelerinde fütur getirmezler.’ Onların en küçük meseleleri—ebedî hayata baktığı için,—ehl-i dünyanın en büyük meselesinden—fani hayata baktığı için—daha büyük ve önemlidir, bilirler.

Kendilerini, ‘sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede (Rabbânî gemide) çalışan hademeler’ bilirler. Hizmetkârlığı, en büyük makam ve şeref addederler. Başka da makam aramazlar.

Kardeşlerinde fani olanlardır onlar. Kardeşlerinin meziyetleriyle, kendileri yapmışçasına, iftihar ederler. Kardeşlerini, şerefte, makamda, hatta maddî menfaatlerde bile nefsine tercih ederler. Hizmette ileri, ücrette geridirler.

Husûmete vakti olmayan muhabbet fedaileridirler. Kalplerinde muhabbet hâkimdir. Kardeşlerinde gördükleri bir fenalık için yalnızca acır ve lütufla ıslâhına çalışırlar.

İhlâsı en büyük kuvvet bilirler. Tesanüd bozmamak için titrerler. Kendilerini el, ayak, göz, kulak misâli bir vücudun azaları gibi bilir, birbirinin vazifelerini tekmil ederler. Bir yükün altına girdi mi çok eller, memnun olur, sevinirler.

Hâsılı, tam bir şahs-ı manevidirler.

Onlar, kelimenin tam anlamıyla ‘Risâle-i Nur gençleri’dirler.

Osman Yüksel Serdengeçti onları şöyle seyreyler:

“Onları seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadette hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur… Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz birşeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdâlısı olmak… Evet, ne büyük saadet! (…)

“Bunların derneği yoktur, lokali yoktur, yeri yoktur, yurdu yoktur, partisi, patırdısı, nutku, alâyişi, nümâyişi yoktur. Bu bilinmezlerin, ermişlerin, kendini büyük bir dâvâya vermişlerin şuurlu, îmanlı, inançlı kalabalığıdır.”

İsmail TEZER

nurdergi.com