Etiket arşivi: İsmi Azam

Hapishane’den İsmi Azam’a!

Psikanalitik edebiyatta yalnızlık ve ona ek olarak zulüm büyük dehaların doğmasına sebep olmuştur. Hapishaneler büyük dershanelerdir, sağlı sollu hapse atılan ve zulme maruz kalan birçok insan oradan büyük zekâlar olarak çıkmışlardır. Kemal Tahir orta Anadolu ‘da on yılı aşkın hapis yatmıştır, bugünün mantığı ile baksan onun söylediği sözleri çerez gibi yiyen adamlar her yerde dolaşıyor ne devlet yıkılıyor ne de sistem.

Bir iki cümle yüzünden nice büyük insanlar hapishanelerinden dört duvarı arasında zulme terkedilmişler. Kemal Tahir, hapisten çıktıktan sonra doktora gider, döndüğünde Can Yücel sorar “neyin varmış Kemal?”, Kemal Tahir ne diyorsun Can yani Kemal nezle mi olsaydı, “Kemal Tahir kanserdir. Ama söz manidardır, bu kadar zulmü  gören bir adam ne olabilir ki, solculuktan Yol Ayrımı ile Osmanlı’nın büyük millet ve büyük devlet olduğuna dönerken, solun zulmü ile ahirete göçer ahirette, hem dönemin kör hukuku hem de kavak kafalı sol yüzünden heba olmuş adama Allah nasıl muamele eder o Adili Mutlak bilir ne bilelim. Bediüzzaman ”Sungur ben de on iki hastalık var ki sende biri olsa ölürsün“ der.

Cumhuriyetin değil çünkü Bediüzzaman ben dindar bir cumhuriyetçiyim diyor, bizim adı cumhuriyet olan ama zulmün en sefilini yapan cüce kafalıların paravan cumhuriyetini kastediyorum. Düşünüyorum o halde varım demiş Dekart, biz de düşünüyorum diyeni sana mı kaldı düşünmek düşünme düşürürüz diyoruz, o günde öyleydi, bugünde böyle, ben de yirmi yıldır düşünüyorum, birileri de  benim için düşünüyor. Düşünen adama menfaatleri gereği baskının  ve tecridin en alasını yapıp bak , ne kadar  yay gibi gergin diyen zevzekler. Diyarbakır tantanasından Isparta kampanasına , yaşasın hürriyet , hangi hürriyet zulm etmenin hürriyeti.

Bediüzzaman son devrin büyük mazlumlarından değil, tarihin en büyük mazlumlarından biri. Hapishanelerde büyük eserler yazmış, Hapishanelerin meyvelerini kendi anlatır.

 “ Denizli medrese-i Yusufiyesinin  bir ders-i azamı  M e y ve  R i s a l e s i   olduğu

Afyon Medrese-i Yusufiyesinin  kıymettar bir ders-i ekmeli “Ehhüccet üz Zehra olması gibi .

Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin  gayet kuvvetli bir ders-i azamı da ism-i Azamı taşıyan  Altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lema’dır.

Denizli ‘de Meyve risalesini kaç kişi tanıyor diye bir gazeteci istatistiği yaptım, meyve deyince adamın bakkaldaki meyve aklına geliyor, nerede Meyve risalesi. Burada doğmuş ama doğduğu evde tanıyan yok. Bitirdik her şeyi diyenlerin cakasına payan yok. Isparta’da kırk yıldır yaşayıp Bediüzzaman evinin olduğunu farkında olan yok. On beş yıl yaşadığı bu şehirde onu andıran bir doğru dürüst kültür kurumu yok. Dosto’nun , Zola’nın, Hugo’nun , Dickens’in yaşadığı şehirlere bak. Biz hala bu kadar zulmü bir iki eser yazdığı için bu büyüklüğün yanında karınca kaldığı adamı eleştiriyoruz, bir zaman bunu sol yaptı şimdi sağcılığı felç olmuş, sağduyusu kötürüm sağcılar yapıyor.

Bediüzzaman’ın Eskişehir’de çektiklerini Tarihçe’nin ona ait bölümünde okuyunca ağladım, Bediüzzaman “elleri bağlı bir adama ordular taarruz ediyor” cümlesinin ne kadar yerinde olduğunu  gördüm.

Eskişehir’de görünen risaleleri şu cümlelerle anlatır. “ Kuddüs isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerif’in ahirinde Eskişehir hapishanesinde bana göründü. “

Adl isminin bir cilvesi  Eskişehir hapishanesinde uzaktan uzağa göründü. “Hapishane değil Bediüzzaman’ın ulvi hakikatı görmek için, rasat kulesi”

İsmi Hakem Ramazan-ı Şerif ‘de görülmüş.

Ferd ismi Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesinde bana göründü.

İsm-i Hayy’in bir cilvesi  Şevval-i Şerif’te Eskişehir Hapishanesinde uzaktan uzağa  aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi . Ve çabuk o k u d s i  k u ş u avlayamadık. Tebaud ettikten sonra ….

İsm-i Kayyum ise İsm-i Hayy’ın bir hülasasıdır. O da Eskişehir’de yazılmış.

Mubarek aylar, zulümler ve yaşlı bir zat, bu hakikatler o hapishanenin penceresinden ona görünmüş. Hepsi geçti ama bu eserler harika.

Hayy ismi akıllara durgunluk verecek bir icmal gücü ile yazılmış. Hayat nedir, ve mahiyeti ve vazifesi nedir isimli baştaki paragraf fihristevari yazılmıştır. Eğer bu fihriste açılsa ne olur onu kendi söyler. Açılımı sayısız kitabın telifine neden olacaktır. “İsm-i Hayy’ın bir cilve-i azamı  ve ismi Muhyi’nin – iki isim ismi Hay ve İsm-i Muhyi , nasıl oluyor herhalde hay ismi kendi hayatı, ismi muhyi ise hayatı veren demek-  bir tecelli-i eltafı olan  bu hayatın Birinci Remizdeki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri  ve vasıfları  ve vazifeleri  beyan etmek  o vasıflar adedince  risaleler yazmak lazım geldiğinden .. burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.  Yirmi dokuz hassanın sadece dördünden remiz yani sembol olarak bahsetmiş, geriye yirmi beş kısım kalmış. Tek başına bir külliye olacak kadar büyük bir eser.

Her perspektifin  m e r t e b e, v a s ı f  ve   v a z i f e l e r i n i beyan etmek için vasıflar adedince risaleler yazmak gerektiğini söyler. Yirmi dokuz özellik yirmi dokuz üyeli bir oturum gerektirir. Sadeleştirmeye kızanlar, anlaşılmaya da kızıyor, gel de işin içinden çık. Hayy ismi klasik esma kitaplarının hiçbiri ile kıyaslanamayacak bir büyük risale .

İsmi Azam’ın İslam düşüncesindeki yerini anlatmak için bahsin sonuna bir hatime koymuş, o hatime bile bir kitap olacak düzeyde. Hz Ali’nin (ra)  altı adet ismi azamı var; “Ferd , Hayy, Kayyum , Hakem , Adl ve Kuddüs.” En büyük o ya ona altı büyük isim verilmiş, veya o görmüş. Bediüzzaman onun şakirdi   olduğu için onların açılımını yapmış. İmamı Azam’ın iki ismi var Hakem ve Adl, Rabbani’nin Kayyum, Geylani hazretlerinin ise Hayy ismi. “Pek çok zatlar daha başka isimleri ismi azam görmüşlerdir” Bediüzzaman  sadece eazımın isimlerini söyler. Kendi ismi azamları da herhalde Hz Ali’nin olanlardır. Bu altı bahsi müşahhas hale getiren bir başka kimse var mı onu bilmiyorum, ama zannetmiyorum. Sair esma kitapları kısmen tasavvufi ve teorik Bediüzzaman ise göstergebilimsel ve gözleme dayalı bakıyor. Bediüzzaman bütün esma ile alfabe gibi kainatı okuyor. Esma okumaları mektebi Risale-i Nur.  

İsmi Kayyum’un başında Bediüzzaman bir  i t i z a r ve onun arkasından bir i h t a r ‘da bulunur. ihtar ile itizar bir arada olmaz, çünkü ihtar verdiğiniz ve meselenin önemine işaret ettiğiniz yerde okuyucudan özür dilemezsiniz  veya üçüncü kişilerden , ama Bediüzzaman özür diler, bu ne demektir, bu da bize işte sizde bir yerdesiniz orayı görün demektir. İtizar da tabirat ve ifadelerde noksanlar ve intizamsızlıklar olabileceğini söyler, kim görecek, anlamak istemek yasak bir de  eksiği görmek nerede Türkçe’ye öyle hakimiyeti olan adamlar. İhtar da ise İsmi Azamın önemine işaret eder. Ne yapacaktı, bizim yapacağımız iş değil ki “ismi Azam’a ait nükteler azami bir surette geniş hem gayet derin “ olduğundan hem geniş sadece geniş değil azami bir surette geniş, iki sıfat arka arkaya, genişliğin ötesinde bir şey. Sonra hem de derin, derin bir bahsin derinliğine girilemez derin sular gibi . Hem geniş hem azami bir surette geniş hem de derin olan bir bahsi yakalamak zordur bu yüzden “ her adam her meseleyi her cihette anlamaz” demek anlamak için cehd ve gayret lazımdır bir de bilgi bu yüzden bilgiye atfen şöyle der. “Bilhassa birinci Şua maddiyunlara baktığı için daha ziyade derin gittiğinden” demek bu bahis materyalistlerin dünya kadar adam bunlar ikibin beşyüz yıllık bir fesad şebekesi . En büyük organizatörleri ise son  asırda Marks ve avane-i muzırrası. Çünkü o materyalizmi okula çevirmiş, bu yüzden kilise kendisine domuz diyor, onlar onun yaptığını bizden iyi biliyor.

Risale-i Nur bir fikir okyanusudur. Bak bu cümleye “ Birinci şuaına herkesin fikri yetişmez , fakat hissesiz de kalmaz. “ Demek fikri yetişecek şekilde eğitmek gerek. Sonra bu cümleye bak “ Saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanın kuvvetleşmesi ehemmiyeti çok azimdir. İmanın bir zerre kadar kuvvetli olması  bir hazinedir” Ebedi saadetin anahtarı iman, kapıyı çevirdin anahtar içeride kırıldı, o zaman mı anlayacaksın imanının yetmediğini Himmet Uç, gel şimdi anla da çilingire Bediüzzaman’a git kuvvetli bir anahtarı birlikte yapın. Kapının önünde anahtarın içerde kalınca çilingiri bulamazsın Himmet Uç. Orada sende suç. Ağlamak kar etmez, gel burada terle , orada gülsün yüzün, olmasın yüzünde hüzün.

Necip Fazıl kendine “gaibi kurcalayan çilingir “ diyor. İyi bir vasıf ama gerçek çilingir Bediüzzzaman anahtarcı dükkanı gibi dükkanı Saadet-i Ebediye Anahtarları dükkanı neresi, Risale-i Nur…

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org

Güya Allah’ı Takdis Ederken…

Takdis edeyim derken inhisar altına almak

Akıl ve vahiy ilişkisinde istikametli aklın tavrı, hakikati hiçbir zaman vahiy gibi/kadar kuşatamayacağını bilmektir. Vahiy, nazar-ı âlâdan varlığa bakışın ifadesi olduğu için, varlığın tamamını kuşatır ve bu kuşatıcılığın sağladığı dengeyle konuşur. Ancak akıl, parçalardan hareketle ve parçanın bütüne dair verdiği fikir miktarında cüretle kelam edebilir. Nazarı bu kadardır. Bu yüzden akıl ve vahiy arasında kalındığında, yani akıl başka bir yönü (kuşatamamışlık/eksiklik eseri olarak) gösterip, vahiy başka şeye işaret ettiğinde; istikametli aklın tavrı; o an için hakikati kuşatamadığını ve vahyin sırrını anlayamadığını beyan ile Allah’a sığınmaktır. Kendi parçasından Hak olan Allah’ın bütün varlığı kuşatan nazarına sığınmak… Bu sığınmanın birkaç çeşidi var, bir nevi ‘euzü’nün altbaşlıkları. Bediüzzaman, 13. Lem’a olan Hikmetü’l-İstiaze isimli eserinde bunlara temas ediyor:

O kale-i metin, o hısn-ı hasîn ise, şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i Ahmediyedir (a.s.m.) (…) zırhınız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvâdır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhınız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiyeye ilticadır. (…) en mühim silâhınız ve cihazat-ı tamiriyeniz istiğfardır ve ‘euzübillah’ demekle Cenâb-ı Hakka ilticadır. Ve kaleniz Sünnet-i Seniyyedir…” vs.

Birşeyin hakkında konuşmak, ona dair ve onun merkezinde konuşmaktır. Birşeyin hakikati ise ‘aslında neyin hakkında konuşulduğundan’ haber verir bize. O şeyin ‘merkezinde’ ve ‘aslında’ ne olduğunu söyler. Cenab-ı Hak da, kanaatimce, kainatın hakkında konuştuğu; hatta tüm varlığın hakkında varolduğudur. Hakikatin çok renkliliğinden sıyrılıp Hakkın tekliğine uyandığımız bir zeminden bahsediyorum. Bütün esbap perdesi, yani hakkında konuşulan diğerleri, aradan çıktığında hakkında konuşulan tek şey Allah’tır. Müminlerin dilinde Hak isminin Cenab-ı Allah hakkında bu kadar çok istimal edilmesi, biraz da kendimize şunu hatırlatmanın yolu gibidir: “Hakkında konuşulması gereken ve konuşulmaya değer olan yalnız Odur.

Hikmetü’l-İstiaze’ye geri dönelim. Akıllarını ‘hak’ kılanlara bakacağız şimdi: “Mutezile imamları, şerrin icadını şer telâkki ettikleri için, küfür ve dalâletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar! ‘Beşer kendi ef’âlinin hâlıkıdır’ diye dalâlete gidiyorlar.”

İşte bu kısımda görülen hastalık da, girişte altını çizmeye çalıştığımız, istikametten uzaklaşmadır. Burada akıl ve vahiy dengesini yitirmiş akıl, kendisinin parçalara yaptığı yorumu merkeze alarak, vahyi ona yönelik bükmeye başlar. Allah’ın şirke karşı yaptığı bütün tahşidatı görmezden gelerek, şerrin yaratılmasını, âdeta ikinci bir ilahmış gibi beşerin eline verir. Çünkü onların nazarında ve ‘kısa aklında’ halk-ı şer şerdir. Halk-ı şerrin şer olmayacağına yönelik açık kapı bırakmaz ki, tekrar dönüp hatasını tashih edebilsin. Halbuki, istikamet dairesindeki akıl, haydi ‘halk-ı şerrin şer değil kesb-i şerrin şer olduğunu’ derk edememiş olsun, en azından bilir ki; Kur’an’ın bütünlüğündeki vurgu şirke kapı bırakmaz. O nedenle Allah’tan başka yaratıcı olduğu ihtimaline açık kapı olamaz. Tefekkürüyle ve takvasıyla Allah’a sığınır ve Allah’tan bu hakikati ‘anlaşılır‘ kılmasını diler.

Bu nedenle ben, Bediüzzaman’ın temkinli duruşuna bayılırım. Örneğin: Rüya ile amel etmenin hakikat mesleğince merğup olmadığını söylemekle birlikte sâdık rüyaları reddetmez Bediüzzaman. (Hatta lahikalarda talebelerin rüyalarını da tabir eder.) Tasavvufa dair kimi eleştiriler yapsa da tasavvufu büsbütün kapıdışarı etmez Bediüzzaman. Vahdet-i Vücudu tehlikeli görse de hepten şeriat dairesinin dışına atmaz Bediüzzaman. Ebced veya cifir gibi ‘ulum-u hafiye‘ tabir ettiği şeyleri ‘şarlatanların istimal edebileceklerini‘ söylese de büsbütün inkârına gitmez Bediüzzaman.

Yine örneğin: Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin; “Cû’ ism-i azamdır” ifadesi kendisine sorulduğunda; “‘Cû’ ism-i azamdır’ demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır…” dedikten sonra ekler: “Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i azam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i azamın vesile-i vüsulü olduğuna işareten, mecazî olarak, ‘Cû’ ism-i azamdır, yani ‘Bir ism-i azama bir vesiledir’ denilebilir.” Yani bir velinin kendisine nakledilen sözünün, zâhiren mantıklı gelmemesiyle reddine girişmez, tevil ile anlamaya çalışır Bediüzzaman.

Şunu demek istiyorum: Bediüzzaman’da ‘hakikati kuşatamamış olma ihtimaline’ açık bir kapısı bulunur her zaman. Bu nedenle ne rüya meselesinde, ne ebced/cifir bahsinde, ne tasavvufa eleştirisinde, ne de ilm-i kelama dair söylediklerinde merhametsiz bir sınır çizmek yoktur.

Fakat ne hazindir; bugün onu beğenmeyen kimi isimler, sırf şirk olmasın diye, hakikati akıllarının inhisarı altına alırken, farklı sesleri ‘spesifik’ başlığı altında boğup öldürmektedirler. Örneğin: ‘Rüya ile amel edilmez‘i izah ederken, sâdık rüyaları bile reddedecek kadar aşırıya gidebilmektedirler. Veyahut ebced/cifir reddiyesi yaparken, bir yönüyle Allah’ı, beşerin bile kendi kelamında yapabildiği birşeyi yapamamakla, yani acizlikle suçlayabilmektedirler. Bir ilmi suistimal edenlere kızıp, ilmin hakikatini de reddetmek noktasına gidebilmektedirler.

Halbuki bu yaptıkları, aynı zamanda, kendi akıllarının doğruları için vahye ve vahyin sahibine sınır çizmektir. “Bence doğrusu budur!” demekle vahyi o kafadaki doğruya göre eğip bükmektir. Böylelerinin diline baksanız, İslam bugüne kadar hiçbir zaman yaşanmamıştır. Ancak onlar gelince bazı şeylerin farkına varılmış, onlar aydınlatmıştır insanları. Onların aklına sığmayan din, uydurulmuş dindir. Uymayan hadis, uydurulmuş hadistir. Uymayan âlim, çakma âlimdir. Uymayan veli, çakma velidir. Kendi parçasını bütünün kendisi sanan bu zevata karşılık Bediüzzaman’ın ‘hakikati inhisar altına almayan’ duruşu ne anlamlı bir duruştur.

Ahmet AY

RisaleHaber

Esmaül Hüsna

Arapça’da “isim” kelimesinin çoğulu olan “esmâ” ile “güzel, en güzel” anlamındaki “hüsnâ” kelimelerinden oluşan “esmâu’l hüsnâ” terimi Kur’ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şerîflerde Allah-ü Teala’ya nisbet edilen isimleri ifade eder. Sadece Kur’ân’da geçen ilâhî isimler 100’den fazladır; muhtelif hadislerde Allah’a nisbet edilen başka isimler de mevcuttur. Esmâu’l hüsnâ terkibinin, geniş anlamıyla bunların hepsini kapsamakla birlikte terim olarak daha çok doksan dokuz ismi içerdiği kabul edilir.

Esmâu’l hüsnâ terkibinde yer alan hüsnâ kelimesi “güzel” mânasında sıfat veya “en güzel” anlamında ism-i tafdîl (üstünlük sıfatı) sayılmıştır. Her iki halde de buradaki güzellik bir gerçeği vurgulamakta olup Allah’ın güzel olmayan bir isminden söz edilemeyeceği için mefhûm-i muhalifini hatıra getirmez. İlâhî isimlerin güzellikle nitelendirilmesinin sebeplerini Ebû Bekir İbnü’l-Arabî şöyle sıralamaktadır:

1. Esmâu’l hüsnâ Allah hakkında yücelik ve aşkınlık ifade eder ve kullarda saygı hissi uyandırır.

2. Zikir ve duada kullanılmaları halinde kabule vesile olur ve sevap kazandırır.

3. Kalplere huzur ve sükûn verir, lütuf ve rahmet ümidi telkin eder.

4. Bilginin değeri bilinenin değerine bağlı bulunduğu ve bilinenlerin en şereflisi de Allah olduğu için esmâ’ul hüsnâ bilgisine sahip olanlara bu bilgi meziyet ve şeref kazandırır.

5. Esmâu’l hüsnâ Allah için vacip (olması gereken), caiz (olması uygun) ve mümteni’ (olması imkansız) olan sıfatları içermesi sebebiyle O’nun hakkında yeterli ve doğru bilgi edinmemize imkân verir.

İnsanların büyük çoğunluğu kâinatın bir yaratıcı ve yöneticisinin bulunduğunu kabul etmekle birlikte madde özelliği taşımadığından O’nu duyularıyla idrak etmeleri mümkün değildir. Şu halde yaratıcı ancak kâinat ve insanla olan ilişkisi bakımından tanınabilir. Bundan dolayı esmâ’ul hüsnâ bilgisi, Allah-âlem ilişkisine ışık tutması ve sonuçta Allah’ı tanıtması açısından önem taşımaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki evrenin bir parçasını oluşturan insan, aklî istidlalleri yanında gönül hayatı bakımından da yaratıcı ile münasebet kurmak ihtiyacındadır. Bu münasebetin sağlanmasında esmâ’ul hüsnânın vazgeçilmez bir rolü vardır. İsimlerin kelimeler ve seslerle ifade edilmesi ve bu seslerin kulaklarda yankılanması söz konusu iletişimi geliştiren ve güçlendiren sebeplerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de dua ve zikrin ısrarla tavsiye edilmesinin bir sebebi de bu olmalıdır. Hz. Peygamber’den rivayet edilen duâ metinlerinde esmâ’ul hüsnânın çokça yer alması dikkat çekicidir.

İbnü’l-Arabî’nin de belirttiği gibi her dindar insanın manevî yöneliş ve ibadetlerinin yüce yaratıcının bizzat kendisine olduğu şüphesizdir. O’nunla iletişim kurmak ve söyleşmek dindar için vazgeçilmez bir ihtiyaç, paha biçilmez bir haz olup bu iletişime zihinle kalbin yanında bunlarla etkileşim halinde bulunan dilin ve kulağın da katılması lâzımdır. Dil O’nun isimlerini zikreder, kulak da bu zikri algılar.

En önemli konusunu Allah bilgisinin oluşturduğu ilâhî dinler içinde İslâmiyet Allah’ın isim ve sıfatlarına ayrı bir önem vermiş, tevhid inancının açık bir şekilde anlaşılabilmesi için yaratanla yaratılmışların niteliklerinin açıklığa kavuşturulmasını fevkalâde gerekli görmüştür. Allah’ın zâtının bilinmesi isimleri ve sıfatlarıyla mümkün olacağından Kur’ân-ı Kerim’de Allah’ın güzel isimlerinin bulunduğu, O’na bu isimlerle dua, niyaz ve ibadette bulunulması gerektiği, bu konuda doğru yoldan ayrılanlara itibar edilmemesi lâzım geldiği (A’râf 7/180), ayrıca esmâ’ul hüsnânın hangisiyle olursa olsun dua edilebileceği (İsrâ 17/ 110) belirtilmiş ve son inen sûrelerden birinde de on altı kadar isim bir arada zikredilmiştir (Haşr 59/22-24).

Hz. Âişe anlatıyor: Rasülullah (sav) şöyle yalvardı:

Allah’ım! Ben, senin pak, güzel, mübarek ve yüce nezdinde en sevimli olan, onunla dua edildiği takdirde hemen icabet ettiğin, onunla senden istenince hemen verdiğin, onunla Rahmetin talep edilince kurtuluş verdiğin isminle senden istiyorum.

Hz. Aişe’nin belirttiğine göre bir başka gün Rasülullah (sav)’in kendisine “Ey Âişe, kendisiyle dua edildiği takdirde icabet ettiği ismi, Allah’ın bana gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sormuştu.

Hz. Âişe “Ben: Ey Allah’ın Rasûlü, Anam babam sana feda olsun, onu bana öğret” dedim.”

“Ey Âişe, onu sana öğretmem uygun düşmez.” buyurdu. Bu cevap üzerine ben de oradan uzaklaşıp bir müddet tek başıma oturdum. Sonra kalkıp başını öptüm ve “Ey Allah’ın Rasûlü O’nu bana öğret” diye ricada bulundum. O yine “Onu sana öğretmem uygun olmaz Ey Âişe; onunla senin dünyevi bir şey talep etmen uygunsuz olur.” buyurdu.

“Ben de kalkıp abdest aldım, sonra iki rekat namaz kıldım, sonra:

Allah’ım sana Allah isminle dua ediyorum. Sana Rahman isminle dua ediyorum. Sana bildiğim, bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum. Bana mağfiret et, rahmet eyle” diye dua ettim. Bu duam üzerine Rasülullah (sav) güldü ve “İsmi Âzam senin yaptığın şu duanın içinde geçti.” buyurdu.” (Kütüb-i Sitte 17/506)

Her şeyde O’nun isimlerinden bir isim mevcuttur, her şeyin ismi O’nun ismindendir. (Abdulkadir Geylani k.s)

Rabbim o kadar merhametliki  Esmaül Hüsna’nın hürmetine merhamet kapılarını bizlere açıyor bize düşen temiz bir niyet ve tevbe istiğfar ile RABBİMİZ el acıp dua etmek ..

Dualar da buluşmak temenlisi ile Binler selam…

Hatice BAŞKAN

www.NurNet.org

İsm-i Âzam’ı bilen var mı? İsm-i Azam Nedir?

Yüce Allah’ın ismi yüzlercedir, binlercedir. Kur’an’da yüzlerce vardır. Peygamberimiz Allah’ın 99 ismini bildirir. Cevşenü’l-Kebir, Peygamberimizin özel bir duasıdır ve Allah’a 1000 ismiyle dua eder. Fakat Allah’ın kelamı/kelimeleri sayıya gelmeyecek kadar çok olduğu gibi, isimleri de sonsuzdur, sayısını sadece Allah bilir.

Allah’ın isimleri içindeki en büyük isme İsm-i Âzam denir. Öyleyse İsm-i Âzam hangisidir?

Bu sorunun ilk cevabını Peygamberimizden öğreniyoruz.

“Allah’ın İsm-i Âzam’ı şu iki ayettedir:

1. İlahınız, tek olan ilahtır, ondan başka ilah yoktur, O Rahman ve Rahim’dir. (Bakara, 2:163)

2. Elif Lam Mim. O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyum’dur” (Al-i İmran, 3:1-3)”

Bir adam şöyle dua ediyordu: “Ey Allah’ım! Hamdlerim Sanadır, nimetleri veren Sensin, Senden başka ilah yoktur. Sen semavat ve arzın celal ve ikram sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyumsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak Senden istiyorum!

Bu duayı işiten Peygamberimiz sordu: “Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?

Allah ve Resulü daha iyi bilir?

Nefsimi kudret elinde tutan Zat’a yemin ederim ki, Allah’a İsm-i Âzam’ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir.”

Her ismin azamlık mertebesi

Peygamberimiz tek ismi değil de, birkaç ismi birden İsm-i Âzam olarak bildiriyor. Bu açıdan ulema, İsm-i Âzam’ın hangi isim olduğu hususunda kesin bir şey söylemez.

Mesela Bediüzzaman Said Nursî kendisine yöneltilen bir soru üzerine diyor ki: “Mektubunda İsm-i Âzam’ı sual ediyorsun. İsm-i Âzam gizlidir. Ömürde ecel, Ramazan’da Leyle-i Kadir gibi, esmâda İsm-i Âzam’ın gizlenmesinin mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî İsm-i Âzam gizlidir, havassa (büyük Allah dostlarına) bildirilir. Fakat her ismin de âzamî bir mertebesi var ki, o mertebe İsm-i Âzam hükmüne geçiyor. Evliyaların İsm-i Âzam’ı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (r.a.) Ercûza namında bir kasidesi Mecmuatü’l-Ahzab’da var. İsm-i Âzam’ı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazâlî onu Cünnetü’l-Esmâ namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve İsm-i Âzam’ın muhîti olan o altı ismi açıklamış ve hassalarını (özelliklerini) beyan etmiştir. O altı isim de Ferdün, Hayyün, Kayyûmun, Hakemün, Adlün, Kuddûsün’dur.” (Barla Lâhikası,175)

Bu konuya Otuzuncu Lem’ada şöyle bir açıklama getirilir: “İsm-i Âzam herkes için bir olmaz; belki ayrı ayrı oluyor” dedikten ve Hz. Ali’nin İsm-i Âzam’ı olan altı ismi belirttikten sonra, “İmam-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hakem, Adl, iki isimdir. Ve Gavs-ı Âzam’ın İsm-i Âzam’ı Hayy’dır. Ve İmam-ı Rabbânî’nin İsm-i Âzam’ı Kayyûm ve hâkezâ, pek çok zatlar daha başka isimleri İsm-i Âzam görmüşlerdir.”

Yirminci Mektup’ta ise aynı zamanda bir hadis olan “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh…” Tevhid kelimesinin de bir İsm-i Âzam olduğundan söz eder.

Her ismin bir âzamlık mertebesi vardır. Bütün isimlerin en âzamî (yüce, büyük) mertebesinde Sevgili Peygamberimiz vardır. Ona inen Kur’ân-ı Kerim ise Arş-ı Âzam’dan ve İsm-i Âzam’dan gelmiştir. Öldükten sonra dirilme anlamına gelen haşir ve kıyamet ise İsm-i Âzam’ın ve bazı isimlerin en yüce mertebede mazharı ve tecellisidir.

Allah lafzının kökeni

Allah” lafzı özel isimdir, sadece Allah için söylenir ve Allah’a aittir. Kutsal olarak inanılan ve tapınılan hiçbir puta ve batıl mabuda bu isim verilmez, verilmemiştir.

Mesela, Tanrı, Huda, Rab, İlah birer cins isimdir, bunların Tanrılar, Hudayan, Erbab ve Âlihe gibi çoğulları olur, ama “Allah” lafzı için “Allahlar” gibi bir şey söylenmez ve söylenmemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır “Bismillah”ın tefsirinde “Allah” lafzı üzerinde sayfalar dolusu açıklamalarda bulunur. “Yahudiler ve Hıristiyanlar ’lâha‘ derler, Arap bu lafzı alıp tasarruf ederek ’Allah‘ demişler” naklini yapar.

Bu arada Arapça dil bilginleri arasında çok farklı açıklamaları ve yorumları verir. Daha sonra da başta Râzî olmak üzere meşhur ve muteber tefsir âlimlerinin, “Lâfza-i celal, Allah Teâlâ için bir âlem isimdir, bir başka kelimeden türetilmiş değildir” hükmüne varır ve kendisi de bu kanaatini dile getirir.

Allah’ın zatı bütün isimlerden ve sıfatlardan öncelikli olduğu gibi, ismi de öyledir. “Allah, mabud olduğu için Allah değil, Allah olduğu için Allah’tır” cümlesinde, Allah ibadet edilen bir varlık olduğu için değil de, Allah olduğu için Allah olmuştur, hakikatine parmak basar.

Yani insanlar Allah’ı Mabud olarak, ibadete layık olan tek varlık olarak tanısın tanımasın Allah zatında Mabud’dur; O’na her şey ibadet ve kulluk yapmakla borçludur.

Bu açıdan “Allah” lafzı başka bir dilden alınmış ve türetilmiş değildir; dil açısından ismi de zatı gibi ezeliyet perdesi/peçesi içindedir. Allah’ın kendisi ezeli olduğu gibi ismi de ezelidir. Yani Allah’ın varlığı hiçbir varlığın varlığına muhtaç olmadığı gibi, ismi de öyledir.

“Allah” lafzının Kur’ân inmeden önce de Araplar arasında var olduğu biliniyor ve bu husus bazı âyetlerde belirtiliyor.

Allah lafzı Hazret-i İsmail’den beri bilindiğine ve kullanıldığı gibi, ondan binlerce sene önce yaşamış olan Âd ve Semud kavimlerinde ve ilk peygamberler tarafından da biliniyordu.

Tirmizi’de yer alan ve Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimizin “Allah Teala, Hz. Adem’i (a.s) yarattığı ve ruh üflediği zaman, Adem hapşırdı ve elhamdülillah diyerek, izni ile Teala’ya hamd etti” (Tirmizî, Tefsir, Muavvizateyn, 3365) buyurduğu haber verilir.

Demek ki, Hz. Âdem’in ilk sözü “Elhamdülillah” olduğuna göre, Allah’a hamd henüz cennette iken başlamış oluyor.

Bazı rivayetlerde cennetin kapısında “Lâ ilâhe illallah” cümlesinin yazıldığı yer aldığına göre, Allah lafzı insanlıktan önce de vardı ve mevcuttu.

Yahudilerin ve Hıristiyanların “Allah” lafzını kullanmamalarının temelinde, onların birinci derecede tevhid inancından uzak düşmeleri; birisinin Allah’ı kendi milletlerinin özel bir mabudu olarak görmeleri, diğerinin de teslis/üçlü ilah inancına düşmeleri gibi etkenler sebep olmuştur.

Zaman içinde Tevrat ve İncil diğer dinlere tercüme edildiği, tarihî seyri itibariyle bir hayli tahrifat ve değiştirmelere tabi tutulunca “Allah” lafzı da bu arada ihmal edilmiş ve unutulmuş olsa gerektir.

“Tanrı” demek doğru mu?

Türkler Müslüman olmadan önce “tengri” dedikleri bir güce inanıyorlardı. Bu kelime “gökyüzü” anlamına da geldiği için yaratıcıyı gökte farz ederek bazen göktanrı dedikleri de olmuştur. İslam’ı kabul ettikten sonra da Tanrı kelimesini kullanmaya devam ettiler. Bugün bile mesela, “Tanrı misafiri” denir de, “Allah misafiri” denmez. Mehmed Âkif bu ifadeyi “Demek almayacak Tanrı selamını bile” mısraında kullanır.

Türkçe olarak yazılmış eski dinî kitaplara ve manzum eserlere baktığımızda Allah’tan bahsederken İlâh, Rab, Hüdâ, Yezdan gibi Arapça ve Farsça isimlerin Türkçe Tengri (Tanrı) karşılığında kullanıldığını görürüz. Mesela bir ahlak ve nasihat kitabı olan Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig’de Allah kelimesi geçmekle beraber, bazen “Tengri Teâlâ” olarak da geçer.

Bununla birlikte “Tanrı” kelimesi “Allah” kavramını tam olarak karşılamaktan uzaktır. Çünkü tam yerini tutamaz. Günümüzde de, özellikle diğer batıl dinlerde kutsallık izafe edilerek çeşitli görevler yüklenen putlara Tanrı denirken, hiçbirisi için “Allah” lafzı kullanılmaz ve kullanılamaz. Dinler Tarihi araştırmacısı olan Hikmet Tanyu, “İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı” isimli kitabında, “Allah karşılığında Tanrı kelimesi kullanılabilir, fakat her Tanrı, Allah değildir” derken, farklı bir yoruma yer verir.

Elmalılı Hamdi Yazır ise konuyu derinlemesine incelerken şu tespitlerde bulunur: “Batıl mabudlara, ‘Tanrı’ cins isim olarak verilir. Müşrikler birçok Tanrılara taparlardı. ‘Falanların Tanrıları şöyle, falanlarınki şöyledir’ denilir. Demek ki ‘Tanrı’ bir cins isim olarak ‘Allah’ özel isminin eşanlamlısı değildir. Bu açıdan Allah ismi Tanrı adı ile tercüme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Efendi Mevlidine ‘Allah adıyla’ başlamış ‘Tanrı adı’ dememiştir.” (Hak Dini Kur’an Dili, 1:24)

Tanrı olsa olsa “İlah” karşılığıdır. Bunun için Süleyman Çelebi Mevlid’inde, “Birdir Allah, andan artık Tanrı yok” diyerek “Tanrı” kelimesini İlah karşılığında kullanırken, Hasan Basri Çantay, “Lâ ilâhe illallah” cümlesini “Allah’tan başka Tanrı yoktur” şeklinde tercüme ederek aynı şekilde Tanrı kelimesini İlah karşılığında kullanmıştır.

Mehmed Paksu

Moral Dünyası Dergisi

NurNet Ekibi Notu: İsmi-i Azam Duası için tıklayınız!