Etiket arşivi: istanbul
Elmas Beldeye Giden Altın Yol
Hisarlar; İstanbul’un fetih hazırlığının ihtişamlı sembolleridir. Biz de söze oradan başlayalım… Fethin ‘besmelesi’, onlar!… Gönlümüz istiyor ki, şuurlu öğretmenlerimiz, öğrencilerini alarak Rumeli Hisarı’nın kulelerinin en üst terasına çıksınlar. Oradan, gözleri ve hele hele kâlp gözleri açık olarak beraberce İstanbul’u dinlesinler… Boğaz rüzgârının uğultusu, martıların çığlıkları, vapur düdükleri… Hepsi iyi hoş da, İstanbul’un asıl sesi nerede?.. Bir an için, beşbuçuk asır öncesini tutup günümüze getirsinler. Bu hisarların inşâ edildiği o emsâlsiz şevk ve heyecan baharlarını yaşamaya çalışsınlar: İşte hummâlı bir faliyet… Binlerce Anadolu evlâdı, iskeleler kurmuş, sırtlarında her biri bir milyon ‘kaşıkçı elması’ değerindeki şu cennet taşlarını yerlerine yerleştirerek tarihimizi örüyorlar!…
Çekiç tıkırtıları, harç hışırtıları, mala cızırtıları… Buyruklar, emirler… Ve dudaklardan dökülen dualar, tekbirler… Sonra bakışlarını gün batımına çevirsinler: Kostantiniyye’nin o günkü silueti… Dikilitaşlar, heykeller, Tekfur Sarayının kasvetli kuleleri… Ve Ayasofya’nın muazzam kubbesinde hârelenen bir hasret profili!… Kulak versinler… Derinden derine inleyen çan sesleri… Arenadaki kanlı ‘araba yarışları’ndan kopup gelen alkışlar; Maviler, yeşilleri yenmiş!… Ve nihayet, işitilmese de duyulan, Bizans surları içindeki birkaç Müslümanın zikirleri, tesbihleri… Evet, o tarihte Doğu Roma Ortodokslarının mü’min ecdadımıza tanıdığı dinî serbestlik, takdire şayan idi…
Gençlerimiz şimdi de Hisarların esrarlı burçlarında, gitgide renklenen ve tüllenen bir İstanbul gurubunun ulvî hüznü içinde, kendi akranları o civan sultânın ruh ufuklarından bir titreşimi hissedip yakalamaya çalışsınlar… O titreşim, “İstanbul karasevdası”nın ümit ve ıstırap karışımı bir ihtizazıdır ki, fethin asıl nükleer dinamosudur. Bu saâdetli radyasyondan nasip alabilenler, yepyeni fetihlerin özlenen yiğitleri olabilirler!…
GEMİLER NEREDEN GEÇTİ?
Şimdi geliniz, dünya askerlik tarihinin bir numaralı harika hâdisesini İstanbul’un kalabalıklara boğulmuş cadde, sokak ve binaları arasında arayalım… Sahi, şu efsanevî gemiler nereden geçmişti?.. Bu sorunun cevabını, yâni, “Altın Yol” diyebileceğimiz tarihimizin en şerefli yolunun güzergâhını araştırdık. Askerî Müze’deki krokiden başlayarak, Galata ve civarının topoğrafik haritasını ve imar plânını inceledik. İlmî bir iddia ve endişeden uzak, fakat genç evlâtlarımıza bir fikir vereceğine inandığımız bu araştırmanın sonuçlarını özetleyelim:
1) Cenevizlilerin devleti olan Galata, ayrı bir sur içinde yer alıyordu. Bu sur, deniz tarafında kıyıya paralel olarak ve 25 metre kot eğrisini takip ederek uzanıyordu. 30 metre kodunda yer alan Galata Kulesi, bütün sur içini tarassut edebiliyordu… Asıl kale ise, 50 metre kodunda, bugünkü Tünel’in civarında olsa gerek… Bu kalenin iki yanında, kara tarafını kapatan surlar, yokuşlar üzerinde inşâ edilmişti… Bütün koloni, 500-600 dönüm…
2) Gemiler, Galata surlarından 400 m. kadar uzaktan ve surlara paralel olarak geçirilmiş… Gizlilik için gereken asgarî uzaklık… Veya, iş farkedilirse, mancınık menziline girmemek için…
3) Ahşap kızakların dengeli olması ve gemilerin iki yandan eşit kuvvet desteği ile çekilebilmesi için, yana eğimli bir yol seçmekten kaçınılmış… Bu husus pafta üzerinde, güzergâhın, topoğrafik eş yükseklik eğrilerine dik olmasını gerektirir!… Askerî Müze’deki kroki ile, Büyük Şehir Belediyesi’nden aldığımız haritalar karşılaştırılınca, bu diklik şartını sağlayacak şekilde, güzergâhın detayları ortaya çıktı…
4) “Altın Yol”u artık tarif edebiliriz: Bugünkü Fındıklı sahilinden başlayan güzergâh, dik yokuşu tırmanarak 400 metre sonra İlk Yardım Hastanesi civarında 75 m. koduna erişiyor… Bu, yolumuzun en yüksek noktasıdır. Evet… Asıl sabır, işin başında gerek!… Sonra bir iniş-çıkışla, Galatasaray lisesi avlusunun aşağısından, Katolik kilisesi civarından Tepebaşına… Burası, yolun yarısıdır… Ve artık hep iniş olarak Kasımpaşa’ya, Deniz kuvvetleri Komutanlığı bölgesine… Orası o zamanlar muhtemelen daha derin bir koy hâlinde idi. Böylece toplam uzunluğu 2000 m. kadar olan Altın Yol, Haliç’e düğümleniyor… Elmas şehrin anahtarı orada!…
Böyle tarihî servet, ecnebilerin elinde olsaydı, Altın Yol’a gerçek altından kaldırım taşları döşerdi!.. Bu yol üzerinde inşaat falan değil, bir tozun konmasına müsaade etmezlerdi. Bilim-kurgu filmlerini gölgede bırakan bu misilsiz zekâ, cesaret ve azim eseri hâdise, her yıl dönümünde bir karnaval şenliği içinde kutlanırdı. Gerçeğinin tam eşi gemiler, aynı şartlar içinde ve bütün dünya televizyonlarının önünde bir denizden diğerine karadan yürütülürdü. Ama ne yapalım ki, Osmanlı dedelerimiz zaferlerin öz sahibi oldukları için, alçak gönüllülük göstererek kutlama merasimlerine fazla itibar etmemişler… Yeni gelenler ise, geçmişlerini inkâr etmeyi marifet sanmış!..
YİNE VE HEP AYASOFYA!…
Dâvâ sahibi öğretmenimiz, pırıl pırıl öğrencilerini bu sefer de “esir sultan” Ayasofya’ya götürsün… Hepsi, ayakkabılarını çıkararak, çoraplarının tozlanmasına aldırmadan, yüzlerce yıl nice velînin mübarek sıcaklığını emmiş o çıplak taşlara, aynı sıcaklığı hissetmek niyetiyle bassın… Orada, Hristiyanî bir vecdin mermer soğukluğundaki ürpertilerini avlamaya çalışan bîçâre turistlerin boş gayretlerine inat; minberde, eli gaza kılıcının kabzasına, kartal bakışları gazîlerin şükürle ıslanmış gözlerine ve kalbi, ona Fethi müjdelemiş olan Resuller Sultanının sevda iklimine kilitlenmiş o “Güzel Emîr”in genç erkek sesiyle verdiği Fetih Hutbesini dinlesinler!… Evet… Yıllarca önceden Sürekâ’yı (r.a.) Kisrânın incili bileziğini bileğine geçirirken gören ve bildiren O “Vaadinde sâdık Peygamber” (a.s.m.), Sultan Mehmed’i de bu minberde pırlantalı Fâtihlik tâcını başına giyerken gördü ve sekiz yüz elli sene önceden yılıyla, ayıyla, günüyle bildirdi!.. Ve O bildirdiği ve müjdelediği için o tâc, tâc oldu; incilendi, elmaslandı…
Evet, Ayasofya!.. Ayasofya, o tâcın sorgucudur!.. Dâvâsının eri öğretmen, öğrencileri ve hepimiz, Ayasofya’yı, düştüğümüz şu hasret gayyâsı içinde her geçen gün çoğalıp çağlayan bir özlemle, böyle saralım, böyle kucaklayalım… Ayasofya, hâşâ taştan bile olsa, inanmış gönüllerin taşları eriten sevgisine karşı hissiz ve mukabelesiz kalamaz… Evet, aynı zamanda Ayasofya, kalbimizde bir hüzün pınarıdır; öyledir… Ancak, ulvî hüzünler, ulvî sevgilerin mahfazasıdır. Pırlanta yüzüğün, kadife kutusu gibi… Geliniz, Ayasofya’mızın sevgisini, kadifeden yumuşak şu ılık gözyaşlarımızda saklayalım. Onu zincirlerinden kurtaracak olan, mü’min sineleri ıslatan o rahmet katreleri olacaktır… Asıl güç, budur… Sevginin gücünü bilmeyenler, sevgiyle hiç güçlenmemiş olanlardır!… Evet, önce sevgi, önce aşk!..
Madde manivelâsı, sonradan elde edilecek basit bir âlet… Sebepleri, asıl Rahmet Sahibi halkediverir!… Seven de, sevgisinin hatırına yaratılan bu sebeplere yine sevgisiyle sarılır, tutunur… Böylece şartlar tamam olur, her zorluk yenilir zafere erişilir!.. Unutmayınız ki, Fatih’in en karşı konulmaz “şâhi”si, yüreğindeki İstanbul karasevdası idi. Hem, sevmeyen nasıl kavuşsun?… Yeterince seven ise, dağları da deler, surları da!..
Ve nihayet… İstanbul, maddî ve manevî ölçülerde bir elmaslar, inciler, altınlar beldesidir. Onun bu iki yönlü değerini bilenlerin elinde “İstanbul’dur.” Yoksa yine hemen Kostantiniyye’ye dönüşüverir. Ve İstanbul’u İstanbul etmek, dün olduğu gibi, bugün de zaferlerin en büyüğüdür. Bu zafer ise, kalp santralımızın “asıl sevilmeye lâyık olan”dan başlayarak diğer doğru hedeflerine odaklaştığı gün, zaten kazanılmış demektir… O zaman zorlar kolay; karalar, deniz olur!.. Belki çok dik, çok ince ama en kısa “Altın Yol”, bu!
İbrahim Erdinç Şumnu / Zafer Dergisi
Mânânın Avucundaki Şehir İSTANBUL
İstanbul’un Fethi (29 Mayıs 1453)
Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet)‚ Sultan II. Murat´ın oğlu olarak 1431 yılında Edirne´de dünyaya geldi. Edirne‚ İstanbul´un fethinden 91 yıl önce fethedildiğinden (1362) dolayı‚ İstanbul´un fethine kadar Osmanlı Devleti´nin başkentiydi. Babasının inzivaya çekilmesi sebebiyle tahtını oğluna bırakması üzerine II. Mehmet‚ 13 yaşında padişah olmuştur. Osmanlı tahtına 13 yaşında bir çocuğun geçmesini fırsat bilen batı‚ ordu toplayıp Osmanlı Edirne üzerine yürümeye başlar. Bunu haber alan padişah Sultan II. Mehmet‚ o ünlü mektubunu babasına yazar.
Sultan Mehmet, mektubunda, babasına hitaben şöyle der;
-Baba‚ padişah sen isen‚ ordunun başına geç! Yok eğer padişah ben isem‚ emrediyorum ordunun başına geç!
Babası Sultan II. Murat Manisa´dan‚ başkent Edirne´ye gelerek tekrar tahta geçer ve haçlı ordularını bozguna uğratır.
1451 yılında Sultan II. Murat´ın ölümü üzerine 19 yaşında olan oğlu II. Mehmet, ikinci defa tekrar tahta çıkar. Tahta oturduğu günden itibaren Bizans´ı fethetmek düşüncesi kafasını meşgul eder. Hatta bu düşünce; “-Ya Bizans´ı alırım‚ ya da Bizans beni alır” diyecek kadar sabit fikir haline gelir. Bu düşüncesini uygulamaya koymak için hazırlıklara girişti. Bunun için Edirne´de beş büyük top döktürdü. Her bir topu 60 manda çekebiliyordu. 350 adet irili ufaklı gemi yaptırarak güçlü bir donanma meydana getirdi.
Bizans´ın Karadeniz yoluyla Rusya´dan yardım almasını önlemek için‚ İstanbul Boğazı´nda‚ Yıldırım Beyazıt´ın 1392 yılında yaptırttığı Anadolu Hisarı´nın tam karşısındaki kıyıya Rumeli Hisarı´nı, dört ay gibi kısa bir zamanda yaptırdı.
Bu hazırlıklar yaklaşık 2 yıl sürdü. Hazırlıklar tamamlanınca da 1453 yılının 6 Nisan günü‚ 150.000 kişilik bir orduyla Edirne’den gelerek, İstanbul´u kuşattı. Sultan Mehmet, ordusunu‚ İstanbul´un kara surları önünde savaş düzenine sokar. Ordugahını da, Bizans İmparatoru’nun, kuşatma süresince savaşı seyir ve idare ettiği Tekfur Sarayı’nın tam karşısında, şimdiki Topkapı-Maltepe mevkisinde kurar.
Bizans İmparatoru´na elçi göndererek şehri teslim etmesini ister. Bunu isterken de Bizans İmparatoru´na‚ “-Yapabileceklerim‚ senin hayallerinin çok ötesindedir” diyerek kararlılığını dile getirir. Tabi beklendiği gibi ve de haklı olarak İstanbul Surları´nın aşılmazlığına güvenen Bizans İmparatoru bu talebi reddeder ve savaş başlar. Savaş günlerce sürer.
21 Nisan 1453 günü Sultan Mehmet 72 parçalık bir donanmayı‚ Tophane´den karadan yağlı kızaklar üzerinde çektirerek‚ Tophane-Taksim´in kuzey tarafı-Kasımpaşa güzergahından geçirerek Haliç´e indirir. Bu durum düşman tarafında şaşkınlık ve moral bozukluğuyla karşılanır.
Günlerce süren yıpratıcı hücumlardan sonra ve kuşatmanın 53. gününde‚ bugünkü Topkapı ile Vatan Caddesi arasında bulunan Kale Kapısı denilen bölüm de bulunan surlarda açılan gediklerden Türk orduları şehre girerler. İstanbul’un Fethi ile birlikte Bizans İmparatorluğu da tarih sahnesinden çekilir.
M.S. 330 yılında Roma İmparatoru Constantin’in (Konstantin), sarayını Bizans şehrine getirmesi ve burayı başkent yapmasıyla birlikte, bundan sonra kendi adıyla Constantinopolis (Konstantin’in Şehri) olarak anılır. 395 yılında Roma İmparatorluğu´nun, doğu ve batı olmak üzere ikiye bölünmesi üzerine de İstanbul‚ Doğu Roma İmparatorluğu´nun başkenti olmuştur. M.S. 475 yılında Batı Roma İmparatorluğu´nun çökmesiyle Doğu Roma İmparatorluğu (daha sonraları Bizans İmparatorluğu)‚ fethe kadar yaklaşık bin yıl kadar bir süre daha hüküm sürecektir.
İstanbul’un Fethi’nin, dünya tarihinde birçok etkileri olmuştur :
- Fetihle birlikte Bizans İmparatorluğu tarihe karışmıştır.
- Bizans´ın fethiyle‚ orta çağ kapanıp‚ yeni çağ başlamıştır.
- Bundan böyle Sultan Mehmet‚ Fatih Sultan Mehmet olarak anılacaktır.
- Osmanlı Devleti‚ İmparatorluk olma yolunda önemli bir adım atmıştır.
- Geçmişte Bizans İmparatorluğu´nun egemen olduğu yerlerde ve çok daha fazlasında‚ 30 Ekim 1918 yılında yıkılışına kadar geçen 600 küsür yıl gibi uzun bir süre, Osmanlı İmparatorluğu egemen olacaktır.
İstanbul´un Fethi´nin 561. yılı kutlu olsun.
macits
Not:
Kısmen yararlandığım kaynaklar:
-Bilinmeyen Osmanlı‚ Prof. Dr. Ahmet Akgündüz.
-Türk Tarih Kurumu.
-İstanbul´un Fethi ve Fethin Karanlık Noktaları‚ Hasan Kazankaya.
Hz. Üstad’ın İstanbula Gelişi
Doğu illerinin birinde açmak için üniversite
Seyahate çıkar İstanbul’a bu azim ve niyetle
Vedalaşır helalleşir Van Valisi Tahir Paşa ile
Hayatının idealini gerçekleştirmek dileğiyle
Vali “Şarkta bulunan tüm âlimleri ilzam ettin”
“İstanbul’daki büyük ulemaya ne diyeceksin”
Diyerek, İstanbul’a uğurlar Bediüzzaman’ı
Olmuştur Molla Said’in şekerci han mekânı
Hemen münazaraya davet etti bütün ulemayı
İstanbul’daki tüm âlimlere açık tuttu kapıyı
Asar, handaki oda kapısına şöyle bir levha
“Sual sorulmaz, cevap verilir her soruya”
İstanbul uleması duyunca bu müthiş haberi
Guruplar halinde ziyaret ederler Molla Said’i
Konu serbesttir her şeyden sorular sorulur
Suallere verilen cevapların hepsi doğrudur
İstanbul da bulunan bütün âlimler takdir eder
Ehli ilim hayretle karşılar bu ancak mucize der
Böyle âlime verilir ancak “Bediüzzaman” unvanı
Bütün Osmanlıya yayılmıştı artık şöhreti lakabı
Osmanlının başkentini gezmeye gelir
Mısırlı şeyh Bahid, İstanbul’da misafir
Âlimler Bediüzzaman’ın ilzam edilmesini ister
Şeyh Bahid’e bu isteklerini ısrarla söyler
Kabul eder teklifi bir münazara zemini arar
Ayasofya Camii çayhanesinde sualini sorar
“Avrupa ve Osmanlı hakkında görüşünüz nedir”?
Bediüzzaman, “Avrupa İslam devletine hamiledir”
Koca “Osmanlı da Avrupa’ya kalmıştır hamile”
Mutlaka “doğumları olacak günleri gelince”
Şeyh Bahid etrafındaki âlimlere dönerek hitaben
“Fikrim aynı ama veciz ifade edemiyordum ben”
“Görüşümüz bir, bu gençle edilmez münazara”
“Böyle söz, uyar ancak Bediüzzaman’ın tarzına”
Ezher üniversitesi öğretim üyesi şeyh Bahid
“Bediüzzaman” unvanının verilişine tarihi şahit
Bu söz ancak “Bediüzzaman’a” hastır o söyler
Ahirzamanın sahibi olduğunu da ispat eder
Bekir Özcan
www.NurNet.org