Etiket arşivi: Kabir

Tac ve Hil’ate Giden Yol

Biz unutsak da, bizi asla unutmayan iki hakikat var: Ahirete açılan yol ve yol üstündeki ölüm hakikati. Ne yoldan dönme ne de ölümle taçlanan dünya yolunda bu tacı giymemek söz konudur.

Bu yolda yürürken şu ikaza dikkat etmeliyiz: “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.”[1]

Her şeyimize dikkat etmeliyiz. Her şey içinde ve istikametinde hareket ederken ölüm tacını giymeye gafil yakalanmamalıyız. Çünkü gaflet ile ve fısk ile giyilen bu tac ve hil’at insana esefler, pişmanlıklar getirecektir.

Dünya hayatında tac ve hil’ata giden yol asla süt liman olmamıştır ve olamaz da. Maddi ve manevi sarsıntılar daima olmuştur. Çünkü nefs-i emaremiz her an devrededir ve teyakkuz halindedir. Biz gaflete dalarsak sarsıntıların yarıkları ve zelzelelerin yıkıntıları altında kalırız.

Haliyle, sarsıntıları durdurmanın ve mani olmanın imkânı yok. Adetullah şekli, nizamı, kaidesi böyle. Bazı tedbirler almak, dahası yaşanan ânî ve bilhassa kitlevî günah girdapları karşısında hazırlıklı olmak ve tedbir almak bizlerin elinde.

Evet, tedbir ve hazırlık noktasında, Rabbimiz tarafından insanın ihtiyar ve iradesine bir hisse, bir paye, bir mesuliyet verilmiştir. Hülasa, zararı azaltmak ve asgarî seviyeye indirgemek için azami derecede hassasiyet göstermemiz icap eder. Aksi halde, ceremesi de semeresi de büyük olacaktır.

Öte yandan, ölüme her an hazır olmak gibi, temel bir kulluk görevimiz var.

Asıl vazifesini ve mükellefiyetlerini unutan, yahut ihmal eden insan, dünyada manen huzursuzluklarla va ukbada da büyük hasarla karşı karşıya kalıyor.

Ölüm tacına hazırlıksız şekilde yakalanıp hil’atini gafletle giymek facirliktir.

Allah, bizlere iki cihanda da huzurlu, güvenli ve istikametli bir hayat nasib eylesin.

“Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”[2]

“Madem her yer misafirhanedir; eğer misafirhane sahibinin rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar. Eğer yâr değilse, her yer kalbe bârdır ve herkes düşmandır.”[3]

Selam ve dua ile

Muhammed Numan ÖZEL

[1] Lem’alar (136)
[2]Şualar (472)
[3] Mektubat (73)

Kaynak: RisaleHaber

Acaba kim ilerici? Kim gerici?

Bir haftalığına çıkacağımız bir seyahat veya yolculuk için, bazen aylar önce hazırlıklara başlarız. Hele hele bu yolculuk, yabancı dilini bilmediğimiz bir ülkeye olursa, yıllar önceden o memleketin lisan kurslarına başlarız. Nitekim bendeniz, bir aylığına bir teknik araştırma için Japonya’ya ve İngiltere’ye gönderileceğim zaman, okul İngilizcemi yeterli bulmayarak, kendi imkânlarımla 18 ay daha İngilizce kurslarına devam etmiştim. Beni hiç kimse yadırgamadığı gibi, çok da takdir edilmiştim. Gerçekten de çok işime yaramıştı. Bana vaad edilen yukarıdaki yolculuğumdan cayılma ihtimali de vardı. Bunlara rağmen, o hazırlıklar için hiçbir masraftan da gayret ve fedakârlıklardan da kaçınmadım.

Oysa her birimizin önünde ve yakın bir zamanda, öyle zorunlu yolculuklarımız var ki, cayılma ve vazgeçilme ihtimali HİÇ YOK. Tek bir kişi bile istisna bırakılmayacak. Üstelik de bu yolculuk çok uzun ve altı aşamada tamamlanacak ve her aşaması da çoook uzun yıllar sürecek. Bu zorunlu yolculuktan birinci aşama; Kabirdir. Kabir, kişinin dünyaya gönderiliş sebebini yerine getirişine göre, ya cennet bahçelerinden bir bahçeye, ya da cehennem çukurlarından bir çukura dönüşecek. Süresi ise binlerce seneden beri orada ikamet edenler olduğu gibi, bu sevkiyatın daha ne kadar süreceği de Allahın ilmindedir.

İkincisi Haşirdir; Yâsîn S., 51. Â.: “Sûr’a (tekrar)üfürüldü(ğünde) kabirlerinden fırlayanlar, süratle Rablerine (mahşer yerine) doğru gidecekler.” Diriltilip, mahşer yerinde toplanmanın, yani o zorla sevk edilmenin süresi, 1000 yıl civarında olduğu bildiriliyor…

Üçüncüsü Kıyamet; (1000 sene olduğu bildiriliyor.) Secde S., 5. Âyet: Allah, gökten (meleklerle) bütün dünya işlerini idare eder. Sonra (melekler o işlerde), bir günde O’na yükselir ki, (o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan (dünya yılından) bin yıldır…

Dördüncüsü Sırat: Yani Sırat köprüsü, Nass ile sabit olup, mahşer gününde cehennem üzerine kurulacak olan köprüdür. Kur’an-ı kerimde mealen buyruluyor ki: Saffat S., 23-24. Ayet. “Allah, meleklere şöyle emreder. Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna (sırata) koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına rağmen, Âhiretteki bu köprü, kişilere ve onların amellerine göre değişkendir. Bu Hadîs-i Şerif, Cehennemlik olma veya kurtulma arasında bocalanan bir sorgulama süreci olarak da te’vîl edilmektedir. Nice kimseler Sırattan geçtiğini bilmeyip, meleklere derler ki: “Bize vaad edilen Sırat ve Cehennem nerede kaldı, biz onlardan geçtik mi?” Melekler de şöyle cevap verirler: “Siz Cehennem üstündeki Sırattan geçtiniz; fakat Cehennem ateşi sizin nurunuzdan çekilip, örtülmüştü.”[Bkz.: Camius-Sagir] Bu yolculuklardaki bildirilen o uzun süreler ve zaman, kişilere göre değişken olacaktır.

Yani Mü’minler için Tayyi zaman işletilecektir.

Tayyı zaman; “Zamanı ortadan kaldırmak” demektir. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamaktır. Mesela: Kur’an-ı Kerimde beyan edilen “Ashab-ı Kehf” mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün kadar kaldıklarını zannettikleri gibi…

Beşincisi Mahkeme-i Kübra; Adaleti İlâhinin tecelli ettiği tek ve en büyük mahkeme. İbrahim S., 42. Âyet.: Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. Nebe S., 40. Âyet: Kâfir, “ah! Ne olurdu ben de toprak olsaydım” diyecek. Yani keşke, dünyada hayvan olarak yaşasaydım da onlar gibi sorgulanmasaydım ve bu acı âkıbete düşmeseydim diyecek…

Altıncısı ise Bu yolculuklardan sonra da Dünya hayatındaki kazançlarına göre yâ EBEDÎ Cennetlere (inşallah) veya Cehenneme (Allah muhafaza etsin) kadar devam edecektir. İnanmamak, asla bu zorunlu yolculuğa engel değildir, Cennetlere engeldir. Âl-i İmrân, 133.: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”Râ’d 24.: Melekler: Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne güzeldir! (derler).” Peygamberimiz SAV, Yüce Allah’ın “Ben salih kullarıma Cennette öyle nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir beşerin hatırına gelmiştir” buyurduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Tefsir 32:1.)

İspat mı istiyorsunuz? Düşmanlarının tamamının “Muhammed-ül EMÎN” dediği ve insanlığın en doğru sözlüsü Peygamber efendimiz, gidip bunları görerek gelip haber vermiştir. Gelmiş-geçmiş bütün 124 000 Peygamberler, 224 000 Asfiya ve evliyalar da aynı yolculukları haykırmışlar. Kâinâtın Hâlikı ve her birimizin Rabbi olan Yüce Allah cc bu konuda gevşekliğe ve gaflete düşmeyelim diye gönderdiği Kur’ân-ı Kerîmin birçok yerinde, üstelik de tekrar tekrar bildirmiştir…

Şimdi, şu can alıcı sorulara cevap arayalım: Bir haftalık, bir aylık, birkaç yıllık yolculuklar için bunca hazırlıklar yapan ileri görüşlü (!) insan, acaba şu mutlaka sevk edileceğimiz 50 000 senelik yolculuklara niçin çok ciddi hazırlıklar yapmaz? Veya en çok 100 senelik bir dünya hayatı için 20-30 sene tahsil zahmetlerine ve masraflarına katlanan insan, acaba şu 50 000 senelik yolculuklar için ve EBEDÎ ahiret hayatını Cennetlerde geçirmek için, niçin 2-3 senelik tahsile nazlanır? Hatta hazırlanmak isteyenlere, acaba niçin engel olurlar?…  Ne dehşet verici bir şeydir ki; 16 sene okula git, Dünyaya niçin geldiğine dair, Hiçbir şey öğrenme!!!” (Mahmud Efendi Hz.)

Bu yolculuklara hazırlanmayı ihmal edenlere, acaba ilerici veya İLERİ GÖRÜŞLÜ denilebilir mi? Acaba bu yolculuklara ciddi bir şekilde hazırlananlara, niçin ve hangi akla hizmetle GERİCİ deniliyor? İSLÂMİYET, akıllı ve İLERİ görüşlü insanların tercihidir. Bu Tercihi Yapanlara da MÜSLÜMAN denir! NAMAZ ise bu tercihi yapanların ALÂMETİDİR!(U.A.)

Ya İslam’la yükselir, Ya inkârla çürürsün. Yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün. N.F.K.

A. Raif Öztürk – Nuraniyyat

 

“Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar”

 Evet, mevt hayat kadar belki ondan daha büyük bir nimettir. Zira onun vesilesi ile ebedi ve sonsuz, kedersiz, meşakkatsiz ve sürurlu bir hayata mazhar olunacak, başta Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere bütün peygamberlere, mürşit ve müceddidlere, ahbap ve akrabalara kavuşulacaktır. Bu bakımdan, kâmil bir mümin, kabirden korkmaz ve dünyadan göç ettiğine üzülmez. Çünkü ehli iman için; “Kabir cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

Hem

“ Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.”

       “Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku’ bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil’de “Ahmed”, Tevrat’ta “Ahyed” Kur’anda “Muhammed” ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.” [1]

   Evet bir kişinin sevdiği zatlardan yüzde doksan dokuzu İstanbul’a gitse ve sadece birisi Erzurum’da kalsa, bu şahsın İstanbul’a seve seve gitmesi lâzım gelir. Eğer bu şahıs, o kadar sevdiği zatları hatırına getirmeyip Erzurum’dan ayrılmak istemezse, padişah bazen lütfüyle bir memurunu gönderir ve ona birkaç kamçı vurdurarak İstanbul’a gelmeye icbar eder. O kimse ilk anda her ne kadar yediği kamçılardan rahatsız olursa da, İstanbul’a ulaştığında bütün ıstırabını unutur ve Erzurum’da kalan ahbabının da bir an önce oraya gelmesini arzu eder.

      Hastalıklar birer kamçı hükmünde olup, insanları gafletten uyandırır. Eğer ölüm o hastalık sebebiyle gelirse, yüzde doksan dokuz ahbabın bulunduğu âhiret âlemine gitmeye vesile olur.

    “Meselâ; şu karyede (yani Barla’da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz ahbabı İstanbul’a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız bir tek burada kalmış. O dahi oraya gidecek. Bunun için şu adam İstanbul’a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister. Ne vakit ona denilse “Oraya git”, sevinip gülerek gider……Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme. Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne ister.”[2]

Mehmed Kırkıncı


[1] Nursî B.S Mesnevi Nuriye

[2] Nursî, B.S Sözler ( 14. Sözün Zeyli)

Gençliğin Gaflet Uykusundan İhtiyarlık Sabahında Uyandım

Ey bu Notaları dinleyen dostlarım! Biliniz ki; ben hilaf-ı âdet olarak, gizlemesi lâzım gelen Rabbime karşı kalbimin tazarru’ ve niyaz ve münacatını bazan yazdığımın sebebi; ölüm, dilimi susturduğu zamanlarda, dilime bedel kitabımın söylemesinin kabulünü rahmet-i İlahiyeden rica etmektir. Evet kısa bir ömürde, hadsiz günahlarıma keffaret olacak, muvakkat lisanımın tövbe ve nedametleri kâfi gelmiyor. Sabit ve bir derece daim olan kitabın lisanı daha ziyade o işe yarar.

İşte onüç sene evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski insanın gülmeleri, Yeni insanın ağlamalarına inkılab edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz Arabî yazılmıştır. Bir kısmının Türkçe meali şudur ki:

Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! Benim sû-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi’ olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır.

Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum.

O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki; haliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur.

Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur. “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! “Küllü ȃtin karib” sırrıyla ben şimdiden görüyorum ki: Yakın bir zamanda ben kefenimi giydim, tabutuma bindim, dostlarımla veda eyledim.

Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim:

El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın hacaletinden kurtar!

İşte kabrimin başına ulaştım, boynuma kefenimi takıp kabrimin başında uzanan cismimin üzerine durdum. Başımı dergâh-ı rahmetine kaldırıp bütün kuvvetimle feryad edip nida ediyorum:

El-Aman el-Aman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Beni günahlarımın ağır yüklerinden halas eyle!

İşte kabrime girdim, kefenime sarıldım. Teşyi’ciler beni bırakıp gittiler. Senin afv ü rahmetini intizar ediyorum. Ve bilmüşahede gördüm ki: Senden başka melce’ ve mence’ yok. Günahların çirkin yüzünden ve masiyetin vahşi şeklinden ve o mekânın darlığından bütün kuvvetimle nida edip diyorum:

El-Aman, el-Aman! Yâ Rahman! Yâ Hannan! Yâ Mennan! Yâ Deyyan! Beni çirkin günahlarımın arkadaşlıklarından kurtar, yerimi genişlettir.

İlahî! Senin rahmetin melceimdir ve Rahmeten lil-Âlemîn olan Habib’in senin rahmetine yetişmek için vesilemdir. Senden şekva değil, belki nefsimi ve halimi sana şekva ediyorum. Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin insan ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsî, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder.

Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..” (17.Lem’a:129)

Ölümle Açılan Kapılar -İkinci Kapı-

Bir önceki yazımızda kabre birinci kapıdan girmenin yolunun, İman edip Salih amel işlemekle mümkün olacağını; aksi takdirde sadece iman etmenin bu kapıdan giriş için yeterli olmadığını izah etmiştik.

Yani Kabrimizi cennet bahçelerinden bir bahçeye çevirip, iman ile kabre girmenin vesikasını sağlam elde etmek istiyorsak, Amel-i Salihden hissedar olmaya çalışmak zarureti hâsıl olmaktadır.

Zira Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür.

Amel-i Salih nedir?

Amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.

En başta Namaz olmak üzere İslam’ın tüm şartlarını yerine getirip, Rabbimizin emirleri olan farzları yapmaktır, amel-i salih.

***

Bu yazımızda sadece iman edenlerin gireceği ikinci kapıdan bahsetmeye çalışacağız.

Zira bunlar, iman etmekle birlikte, Salih amellerden nasiplenmemiş olanlardır.

Namaz kılmayanlar başta olmak üzere, İslamiyet’in farzlarında tembellik edip yapmamakla günah işlemekle kusur işleyenlerdir.

Bunlar inandıkları gibi hareket etmeyen, sefahet ve günahlarla yoğrulmuş bir hayat sürmekte berdevam etmekte olan gafillerdir.

Yalnız başına bir hapis kapısı olan bu İkinci yol; Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid olacaktır.

Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.

***

Bu yolun yolcularını biraz daha tanımaya çalışalım..

Bunların ekseriyetle iman hakikatlarını aklen kabul edip kalben tasdik etmekle birlikte, saklı olan bu imanlarını açığa vurup ilan etmediklerine şahitlik etmekteyiz.

İslam toplumlarının büyük çoğunluğunu teşkil eden bu insanlara tam anlamıyla “kafir” veya “Münafık” diyemiyoruz.

Zira bunlar gerçekten de Allah’ın varlığını birliğini, ahiret hayatını, kutsal kitapları ve peygamberleri biliyorlar ve kalben de buna iman etmektedirler.

Ama gerçekte yaşadıkları hayat tarzlarına baktığımızda, İslam’ın emir ve yasaklarından bihaber, haram-helal ayrımı kaygısı olmayan haller ve keyfiyetlere sıklıkla şahitlik etmekteyiz.

Kalben kabul ettikleri iman hakikatlarını sözle veya yaşantı olarak ilan ve ikrar ettikleri takdirde, nefislerinin her arzu ve isteğine uygun olan bu hallerden uzak düşeceklerini, hem de imanları dolayısıyla ibadetten gelen zahiri bir ağırlık ve meşakkate duçar olabileceklerini düşünüyorlar.

Bunların ekserisi, nefsinin her isteğini yerine getirdiğinden dolayı meydana gelen alışkanlıklardan dolayı rahatlarını bozmaya, alışagelmiş oldukları hayat tarzlarını değiştirmeye yanaşmamakla birlikte; imanlarının iktizası olan ibadetleri de hep ertelemektedirler.

Kimisi nefsinin serkeşane hazlarına, kimi sahip olduğu şöhrete, kimi ulaşacağı makamı kaybetme veya uzak kalma düşüncesiyle; kimi bırakmak zorunda kalacağı ‘haram’ kazanç yollarını terke yanaşmıyor, çoğunluğu da mahalle baskısından ve muktedirlerin hışmına uğramaktan çekiniyor…

***

Her hâlükârda, ortada doğru olduğu bilinen bir iman hakikati sözkonusu; ama şu dünyaki yaşadığımız hayata dair hesaplar, istek ve arzular; aklın kabul ve kalbin idrak ettiği bu hakikati ‘ilan ve ikrar’dan ibaret olan ubudiyet ve amel-i salih işlemekten kişiyi alıkoyuyor.

Dolayısıyla, teşbihte hata olmasın, aklı ve kalbi içten içe “Lâ ilâhe illallah” diyen, ama dilinden “Eşhedü en lâ ilâhe illallah” tasdiki ve şehadeti çıkmayan insanlar var işte bu ikinci yolda karşımızda.

Bilen ama iman etmeyen; doğruluğunu kabul eden ama bunu ikrar etmeyen bu zümre, doğru olduğunu bildikleri şeyi şu veya bu hesapla bu dünyada akıllarında ve kalblerinde saklamayı tercih ettiler, “Eşhedü” deyip dilleriyle ikrar ve yaşayışlarıyla ilan etmediler.

Allah da, bu dünyada akıl ve kalblerinde sakladıkları bu doğru hatırına onları ‘idam-ı ebedî’yi hak eden kâfirlerle bir tutmadı.

Diğer taraftan bu dünyadaki duruşlarıyla ve İslamiyet’i yaşamadıklarından dolayı hak etmedikleri cennetle de mükâfatlandırmadı onları.

Hak ettiklerini buldular.

Gerçeği bu dünyada hep ‘içeride’ hapsettiler, karşılığı olarak öte dünyada ‘daimî bir haps-i münferid’e mahkûm edildiler.

***

Bu kapıdan girecek olanlar; gördüğü ve itikâd ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için, yalnız başına daimi bir hapis cezası ile muâmele görecekler.

Öyle bildikleri için, cezası olarak aynısını görecekler.

Haps-i ebedi, hakikatte olduğu için değil, onlar öyle itikât ettikleri için, Allah onlara zânlarına göre muâmele etmiş olacak.

Zira bir Hâdis-i Kudsi’de, “Ben kulumun zânnı üzereyim” buyrulmaktadır.

***

 İman ve İslamiyet arasındaki farkı anlamak, mevzunun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Bediüzzaman hazretleri, İman ve İslamiyet arasındaki farkı şöylece izah edip isbat etmiştir;

İslâmiyet, iltizamdır; iman, iz’andır.

Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.

Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir müslüman” denilirdi.

Sonra bazı mü’minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar.

Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?

Elcevab: İmansız İslâmiyet, sebeb-i necat olmadığı gibi; İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz. Mektubat ( 34 )

***

 İşte Bediüzzaman hazretlerinin “gayr-ı müslim bir mü’min” tabiri ile işaret edip tanımladığı bu Kabrin ikinci kapısının yolcuları..

Namaz yok.. Zekat yok.. İbadet yok.. Oruç yok..

Faiz var.. İçki-Kumar var.. Zulüm-Haksızlık var..

Haram-Helal kaygısı yok.. Günahlardan sakınmak gibi bir derdi yok.. Sadece bir iman var..

Yeter mi peki.. Kurtuluşa, Felaha, Ebedi saadetin vesikasını kazanmaya.. Maalesef hayır..

Aziz kardeşlerim.. Gelin hep beraber, sadece iman etme karşılığında cennetten tapu senedi dağıtan ulema-üs su’ müsveddesi hacı-hocaların hikayelerini protesto edip artık dinlemeyelim..

Rabbimizin Kutsal Kitab-ı Kur’an-ı Kerime kulak verelim..

Dinleyip bakalım ne talep ediyor bizden yüce Allah..

“Şüphesiz iman edip Salih ameller işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenlerin mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır. Bakara 277”

Devam edecek..