Etiket arşivi: kadına şiddet

Osmanlı Kadını Mı Özgürdür, Cumhuriyet Kadını Mı?

Cumhuriyetimiz neredeyse yüz yaşına giriyor…

Osmanlı’dan cumhuriyete “miras” kalan bu topraklarda, yüz yıldan beri Osmanlı kötüleniyor, aşağılanıyor, suçlanıyor…

Hâlâ da mı, diyeceksiniz, maalesef evet: Biraz yumuşatılmakla birlikte (meselâ Sultan II. Abdülhamid Han’a artık “Kızıl Sultan” denmiyor), ders kitapları hâlâ da aynı yalanları çocuklarımızın şuuruna ekiyor, kendi ceddine düşman ediyor!

Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi, “İngiliz mantığıyla yazılan” ders kitapları okutuluyor ve özellikle tarih kitaplarında şöyle bir iddia tekrarlanıyor: “Osmanlı toplumunda kadın değersizdi, hiçbir hakkı-hukuku yoktu, erkek ‘boş ol’ dediğinde kapının önüne konurdu. Kadın, cumhuriyetle birlikte değer kazandı. Seçme-seçilme hakkını aldı. Boşanmalar medeni hukukun getirdiği kadın lehine bir sisteme bağlandı. Artık kadın mağdur değil.”

Hemen söyleyeyim ki, bu tür iddiaların gerçekle hiçbir ilgisi yok. Tümü yakıştırma, tümü Osmanlı’yı kötüleme yarışının parçası…

Osmanlı’da ne anlatıldığı gibi bir “harem kadını” mevcut, ne de hak ve hukuktan mahrum bir Anadolu kadını…

Kadının söz hakkı da, seyahat hakkı da, boşanma hakkı da var. Mahkeme kayıtlarına bakılırsa, sözlerimizin sayısız ispatı bulunacaktır. Bazıları da zaten yayınlanmıştır. Ama ders kitapları bir dönemin etkisinden çıkamamıştır.

Osmanlı asırlarında kadın ve erkek, hayatın kendilerine biçtiği role uygun şekilde yaşar, uzlaşmış olarak hayat yoluna çıkarlardı. Şimdi zıtlaşarak kavgaya tutuşuyorlar. Bu defa erkek, fiziki gücüyle kadına egemen olmaya çalışıyor…

Kadına “seçme-seçilme hakkı” vererek bunun önünü alamazsınız.

Cumhuriyetle birlikte kadına “seçme ve seçilme hakkı” verildiği elbette doğrudur (1934). Ama bu hak kâğıt üstünde kalmıştır. 

Çünkü seçilmenin ön şartı olarak “baş açma” mecburiyeti dayatılmıştır. Bu ise Anadolu kadınının inancı ve temsil ettiği kültürü Meclis’e taşıyamama anlamına gelmektedir (yani kadın tercih ettiği kıyafette Meclis’e girdiği gün bu hak fiiliyata geçmiş oluyor. Bunun da birkaç yıllık bir geçmişi var. Onun öncesi de 28 Şubat: Kadının “ikna odaları”nda tüketildiği o iğrenç süreç)…

Öte yandan; Türkiye’de 1946’ya kadar, ne kadının “seçme hakkı” vardır, ne de erkeğin: Zira “tek parti rejimi” söz konusudur.Bu durumda “seçme hakkı”ndan söz etmek imkânsızdır. Seçebilmek için en az iki partinin bulunması gerekir. Kurulan rakip partiler kısa süre içinde kapatıldığına göre, hangi seçim?

“Kadına saygı” bahsine gelirsek: Osmanlı sistemi bunu sağlamak için öncelikle erkeği eğitir, kadına neden saygı gösterilmesi gerektiğini öğretirdi. 

Bu eğitimin temelini de Peygamber Efendimiz’in  “Veda Hutbesi”nde öngörülen “dini çevreve” teşkil ederdi: “Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah’ın emri ile helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır.” 

Cumhuriyet ise “Batı tarzı eğitim”le kadını erkeksileştirip erkeğe rakip yaptı. Uygun olmayan iş yerlerinde kadın çalışmaya zorlandı. “Ev kadınlığı”küçümsendi. Sonuç olarak “taciz” olayları arttı, doğurganlık azaldı, boşanmalar çoğaldı, aile yapısı çözüldü, “kadın cinayetleri” ile “kadına şiddet” olayları toplumu derinden sarsacak boyutlara ulaştı. Bu da en büyük zararı kadına veriyor. 

Soru şu: “Kafes arkası”na kapatıldığı iddia edilen “Osmanlı kadını” mı daha özgürdür, yoksa cumhuriyetin açıp-saçtığı “Cumhuriyet kadını” mı? 

İddiaya göre, “Cumhuriyet kadını Osmanlı kadınından daha özgürdür.” 

“Osmanlı kadını” üzerine çalışmalarıyla tanınan meşhur İngiliz yazar Miss Julia Pardoe (1806-1862) aynı kanaatte değil. Şöyle diyor:

“Özgürlük mutluluksa, Türk kadınları en mutlu kadınlardır, çünkü tüm imparatorluktaki en özgür insanlar onlardır.” 

Aslına bakarsanız, Osmanlı’nın kendine has “kadın tipi” var, ama cumhuriyetin kendine özgü bir “kadın tipi” yoktur. “Cumhuriyet kadını” olarak takdim edilen kadın tipi “Batılı kadın”ın kopyasından ibarettir: Aynı kıyafet, aynı eda, aynı hayat tarzı… Batı’dan gelen fikri (feminizm gibi) ve bedenî (vücut ölçülerine, hatta makyaja kadar) akımları aynen benimseyen sınırsız bir taklitçilik…

“Osmanlı kadını” ise tamamen kendine özgü, tamamıyla Avrupalı kadından farklı, tümüyle orijinaldir. Bu bakımdan kıyas kabul etmez.

Osmanlı coğrafyasında uzun süre yaşamış Lady Montague, Julia Pardoe ve Lucy Garnett gibi Batılı kadın yazarlar, bunu açıkça ifade etmişlerdir. Bunlar ve “Osmanlı ailesi” üzerine çalışan diğer Batılı yazarlar, Osmanlı kadınının“Oryantalist kaynaklarda gösterildiği gibi pasif, zayıf, Harem’de tutsak, sadece bir zevk aracı” olmadığını, aksine “aktif, güçlü ve toplumda çok önemli yere sahip” olduğunu söylemektedirler.

Bunlardan Lady Montagu“Türk kadınları dünyanın en hür kadınlarıdır”(Montagu, 1939) diyor. 

Gerçek şu ki, 1882’ye kadar, evli bir İngiliz kadının mal sahibi olma, dava açma, boşanma, çocuklarını yanına alma ve miras hakkı yoktu. Boşanma halinde mallar ve çocuklar kocaya kalıyordu. Hâlbuki Osmanlı kadınının evlilikte kontrat yapma, istediği şartları koyma, dava açma, boşanma ve miras hakkına sahipti. Boşanma halinde küçük çocuklar anneye verilirdi. Kadının rızası olmadan erkek mal üzerinde tasarrufta bulunamaz, ürün bile satamazdı.

Meşhur Batılı seyyahlardan D’ohsson, Osmanlı kadını hakkında şu ifadelere yer veriyor: “Tavırları soylu ve zarif, davranışları hoş, konuşması açık, saf ve incelikli… Konuşmalarındaki sadelik, ifadelerindeki açıklık, düşüncelerindeki incelik, ses tonlarındaki zarafet ve davranışlarındaki seçkinlik beni her zaman için çok etkiledi.”

Meşhur tarihçimiz Âşıkpaşazâde, Osmanlı’yı inşa eden grupların arasında “Bacıyan-ı Rum” (Anadolu Kadınları) dediği bir kadın örgütünden bahsediyor.

Bacılar Teşkilâtı’nın faaliyetlerine dair başka bir bilgiyi “Menâkıb-ı Evhadü’d-din-i Kirmânî”de buluyoruz. 

Orhan Gazi zamanında Anadolu’nun birçok yöresinde Türkmenler arasında bulunup gözlem yapmış, özellikle de Türkmen hanımların çeşitli alanlardaki faaliyetlerine şahit olmuş olan meşhur mağribli gezgin İbn Battuta, kadın örgütlenmelerinden söz ediyor.

Ayrıca Niğdeli Kadı Ahmed 1340 yılında tamamladığı “el-Veledü’ş-Şefik” adlı eserinde Niğde dolaylarında Taptuklu Türkmendervişlerin hanımlarının faaliyetlerini kaydediyor.

Mevlevî yazar Ahmed Eflâkî de, keza, eserinin bir yerinde Konya’daki bir “Kadınlar Cemaati”ni anlatıyor.

“Osmanlı kadını akşama kadar kafes arkasında oturup kocasını bekler”miş, öyle mi?..

Öyle ise bu “kadın örgütleri” nereden çıktı? Çanakkale Savaşı’nın ve Milli Mücadele’nin “kahraman kadınları” Batı’dan mı ithal edildi?..

Nene Hatun, Zeynep Mido Çavuş, Nezahat Onbaşı,Mücahide Hatice Hanım, Safiye Hüseyin, Binbaşı Ayşe, Erzurumlu Kara Fatma, Hafız Selman İzbeli, Şehit Şerife Bacı, Halime Çavuş nerede yetişti? 

Yavuz Bahadıroğlu – yeniakit.com

Hocalık Vazifesi

 Çok yakın bir arkadaşım telefonla arayıp: “Sevgili hocam!.” diyor. “Kadınlara uygulanan şiddeti biliyorsun. Eşlerinden dayak yiyip duruyor zavallılar. Bu durumu gözler önüne sermek ve şiddeti biraz olsun azaltmak amacıyla, yoğun bir çalışma içine girdik. Bu arada ülkenin her yerine, bir çok afiş asmaya karar verdik.” Masum kızcağızları, bazen birkaç kuruş başlık parası verip ailesinin yanından ayıran, en zor ve en mukaddes görev olan ‘çocuk yetiştirme işi’ yetmezmiş gibi, onları boğaz tokluğuna çalıştıran, üstelik de azarlayıp dövmek gibi bir cinayet işleyen zâlimlere duyduğum nefret yüzünden, kendisini tebrik ediyorum tabi ki.
Bu arkadaşım, grafik sanatçısı. İsmi de Murat. Bürosu da evime çok yakın bir yerde. Sohbet sırasında bir istekte bulunup:
“Hocam, siz Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun olduğunuz için, bu işleri çok iyi bilirsiniz.” diyor. “Yaptığımız çalışmayı görmenizi isterim. Fikirleriniz, inanın ki bizler için çok değerlidir.” ‘Hoca’ olmak kolay değil elbette. Kalkıp hemen büroya gidiyorum. Ne yazık ki arkadaşım dışarı çıkmış. Belli ki yarışıp duruyor zavallıcık. Murat Bey’in sekreteri beni tanıyor. Konudan da haberi varmış zaten. Hazırlanan çalışmanın taslağını çıkartıp: “Böyle bir şey düşündüler efendim.” diyor. “Bana göre orijinal bir çalışma ama, mühim olan sizin görüşünüzdür.” Anlaşılan sekreter de biliyor kıymetimi. İşi ne kadar önemsediğimi göstermek için, gözlüğümü takıp bakıyorum taslağa. Afiş, bir kadın resminden ibaret görünüyor. Seçilen tip Anadolu kadını. Yediği dayak yüzünden üstü başı dağınık bir vaziyette çizilmiş, elbisesi yakasından yırtılmış. Kaşlarından biri de, acemî boksörler gibi açıldığından, kanlar içinde kalmış. Çalışma elbette bu kadar değil. Resmin hemen üstüne, kan renginde bir tonla: “Yapıştırın gözünün tam üstüne!.” yazılmış. Bu ifade her halde, dikkat uyandırsın diye seçilmiş. “Yapıştırma” tekniğini öğrenmek isteyenler resme yaklaştığında, bu sefer de fosforlu bir “Yara bandı” yazısını fark ediyorlar. İlk bakışta görülmeyen bu iki kelimeyle, yazının anlamı bir anda değişiyor ve: “Yara bandı yapıştırın, gözünün tam üstüne!.” şeklini alıyor. Böylelikle güzel bir mesaj veriliyor: “Hanımlara şiddet değil tedavi uygulayın!.”, “Onlara şefkat gösterin!.” falan diyerek.
Afişe bir kez daha bakıyorum: Seçilen kadın tipi, çok başarılı. Gerçekten de orijinal bir çalışma ama, anlaşılan Murat Bey, dayak yiyen bir hanıma hiç rastlamamış. Bir komşumuzda, bu duruma sık sık şahit olduğumuzdan, edindiğim tecrübeyi ona aktarmam lazım. Bu yüzden de sekreterden bir kağıt alıp, eksik kalan hususları belirtiyorum. Afişteki espri, benim satırlarıma da yansıyor elbet. Şaka yollu bir üslupla şunları yazıyorum:
“Değerli kardeşim. Çok güzel bir kadın tipi seçmişsin. Bu bakımdan seni tebrik ederim. Fakat toplum tarafından takdir edilmek ve dikkati çekmek için, kadının gözünü iyice morartmalı, hatta birkaç dişini kırmalısın. Bu taktirde çalışman, herkese örnek olur. Sevgilerimle… Cüneyd Suavi.”
Yazıyı hemen bir zarfa koyuyor ve sekretere vererek, Murat Bey’e iletmek istiyorum. Ama öğle tatiline girildiğinden, sekreter de ayrılmış masasından. “Nasıl olsa yolumun üzeri.” diyerek, tekrar gelmek niyetiyle dışarı çıkıyorum. Akşam üstü evime döndüğümde, eşim karşılıyor beni kapıda.
“Biraz önce aklıma geldi.” diyor. “Necati’nin düğünü bu geceydi. Nasıl unuttuk onu? Üstelik de bir hediye bile almadık.” Çarşı-pazar gezme işi, âdeta işkence gibi geliyor bana. Bu yüzden de kararlı bir tavırla: “Ben bu işte yokum hanım.” diyorum. “Bir yüz dolar verdik mi, bu iş hallolur. Zaten Anadolu’da ‘para takma’ işi yaygın değil mi?” Hanımın da aklı yatıyor buna. Boyun büküyor hemen. O akşam düğüne gittiğimizde, Necati’yi hararetle tebrik ediyor ve eşimin evden ayrılmadan önce bir zarf içine koyduğu yüz doları, sessizce tutuşturuyorum eline. Necati, benim hem akrabam hem de hayranım. Yazdığım her kitabı, âdeta ezberlemiş. Sağ olsun, çok fazla değer verir bana. Üç-dört gün sonra, Murat Bey’in bürosuna bir daha uğruyorum. Ama yok ortalarda. Belli ki hâlâ yarışıp duruyor. Daha önce yazmış olduğum notu, sekretere verip çıkıyorum bürodan, görevimi yapmanın mutluluğuyla. Arkadaşım Murat Bey, akşam üstü telefonla arayıp: “Muhterem hocam!.”diyor. ”Bu gün gelmişsiniz ama görüşemedik. İşler öyle yoğun ki. Bir teşekkür etmek için aradım sizi. Yaptığımız çalışmaya, çok değerli bir bağışta bulunmuşsunuz. Sizin gibi herkes yüz dolar verse, bu iş çok kolaylaşır, kadınlar da dövülmekten biraz olsun kurtulur.” Bu işte bir yanlışlık var mutlaka. Biraz düşündükten sora: “Muratçığım!.” diyorum. “Canım kardeşim. Bu yüz dolar nereden çıktı yahu?” “Sekretere bıraktığınız zarftan çıktı tabi ki hocam.” diyor. “Allah sizden bin kere razı olsun.” Bir anda ter basıyor vücudumu. Sanki ölecek gibi oluyorum. “Necâti’nin zarfı Murat Bey’e gitmişse, Murat Bey’in zarfı da, Necati’ye gitmiştir elbette.” diyerek. Âcilen Necâti’yi arayarak: “Necaticim!.” diyorum. “Düğünde verdiğim zarfı açtın mı?” “Nasıl açmam sevgili hocam?” diyor. “Açtım tabi ki. En kıymetli hediyeyi o akşam siz verdiniz. Eşim için yazdığınız her öneriyi, emin olun ‘harfiyyen’ uyguladım. Kendisini daha önceden tanırdınız. Nişanlıyken biraz şımarıyordu. Fakat şimdi görseniz, süt dökmüş kedi gibi oturuyor. Zaten dün de afişlerde rastladım: ‘Yapıştırın gözünün tam üstüne!.’ yazıyordu.”
Cüneyd Suavi / Zafer Dergisi

Eş dövme “zulmü” ve boşanma!..

82 yaşındaki ABD’li televizyoncu Pat Robertson’un; karısına söz geçiremediğinden yakınan bir izleyicisine “Müslüman ol, karını döv” tavsiyesinde bulunma gafının vebâli, karısını döven TÜM gâfil ve cahil Müslümanlaradır. Pek tabiidir ki bu gafın sahibi masum değil, mevcut kinini kusmuş, ancak bu imajı ona verenler de mutlaka vebal altındadırlar…

Kusura bakmayınız biraz kaba oluyor, “karı” lâfı bile bize uymuyor, abes düşüyor ama bugünlerde aktüel ve revaçta olan bu haberin cümlesi böyle kurulmuştu. Bu haberi okuyunca tüylerim diken-diken oldu. Yarım asırdan beri İslâmiyet’i inceleyerek hareket eden, yazan, çizen ve eğitim vermeye çalışan bir kişi olarak, Müslüman’ların böyle bir intiba bırakması, inanınız ki çok ağırıma gitti. Çünkü İslâm’da böyle bir şey asla yok! Fakat, maalesef Müslümanlarda var. Oysa İslâmiyet, kadın bir eşya gibi satılıyorken, ayıp sayılan kız çocukları diri diri toprağa gömülüyorken, kadını olabildiğince yüceltmiş ve ona ayaklarının altına Cennet serilecek kadar değer vermiştir. İslâm’ın örnek ve model Peygamberi SAV tek bir hanımına tek bir fiske dahi vurmamış, hatta hiçbir defa bile azarlamamıştır. O gün ondan örnek alan sahabeler de aynı şekilde davranmışlar ve hanımlarının dırdırlarına bile sabretmişlerdir.

Hatta şu olay çok anlatılır:

Hanımının dırdırından usanan, fakat İslâm’ın bu konudaki hassasiyetinden taviz bulamayan bir sahabe, Hz. Muhammed’den aldığı terbiye nedeniyle hanımına hiç bir şey yapamamanın sıkıntısıyla, Hz. Ömer’e koşar. Maksadı, hanımını Hz. Ömer’e şikâyet edip, bir nevi taviz veya fetvâ almaktır.

Hz. Ömer’in evine yaklaştıkça bir kadın sesi duyar ve yavaşlar. Biraz dikkat edince anlar ki Hz. Ömer’in hanımı, söylenip duruyor. Heybetiyle, cesaretiyle, şecaatiyle, haşmetiyle ve hiddetiyle herkesi titreten Ömer, hanımına karşı çok yavaş konuşuyor. Sürekli alttan alıyor ve hanımını incitmemeye, azami derecede gayret ediyor. Hz. Muhammed’den SAV öğrendiği, hatta VEDÂ HUTBESİNDE de emrettiği “onları incitmeyiniz, onların da sizin üzerinde hakları vardır, sakın haklarını zâyî etmeyiniz” emrini yerine getiriyor.

Bunu gören şikâyetçi, şikâyetinden vazgeçiyor. Geriye dönüp, “ailede nezaketle uyum sağmanın” formüllerini aramaya başlıyor…

Rasülüllah’ın SAV ve sahabelerin örnek İslâm ahlâkından, sadece birini arz etmeye çalıştım. Yüzlercesi de bu minvalde olduğu halde, yanlış örf ve âdetler uygulanarak, hanımına eziyet eden, haklarını zâyî eden, hatta HAYVAN gibi döven kimseler, elbette vebâl altındadırlar.

Bu ifademden “hayvan dövülebilir” anlamı çıkarılmasın sakın, hani hayvanlar kendinden zayıfı bulduklarında, “hak-hukuk, yazıktır veya günahtır” şeklinde düşünmeden saldırırlar ya işte onu kast ediyorum.

Müslüman oldukları halde, İslâm’da hanımına davranış biçimlerini, doğru olarak öğrenememiş, maalesef yanlış olan örf ve âdetlerine, göreneklerine göre davrandıkları için, Müslüman’lara kara leke düşürüyorlar. Müslüman bir ülkede “hanımını uluorta döven”lerin haberlerini izleyen yabancılar ise bu davranışı, Müslüman’lara has normal bir davranış zannediyorlar. Ne kadar acı değil mi?…

Bediüzzaman Hz. boşu boşuna “..bizim üç büyük düşmanımız var, birincisi CEHALET, ….. ….” ..dememiş. Özellikle cahiller, konuları kendi çıkarlarına göre te’vil ederler. Konumuzun daha iyi anlaşılması için, şu belgeseli takdirlerinize arz ediyorum…

Osmanlı İmparatorluğu döneminde, özellikle savaş sonralarında, cephedeki erkeklerin büyük bir kısmı şehid olduklarından, dul kadın ve yetim sayısı çok artmıştı. Evli çiftlerin kol kola veya yan yana dolaşmalarına, dul kalan kadınlar GIPTA ile bakıyorlardı. Bu ezikliği fark ve müşahede eden İslâm âlimleri ve cami imamları, geçici bir çözüm üretmişlerdi. 10-15 Sene, yani bu durum küllenene kadar evli aileler, sokaklarda yürürlerken, dul ve yetimlerin gıpta damarlarını tahrik etmeyecek şekilde ayrı-ayrı yürüyeceklerdi. Yani, mutluluk sergilercesine, kol kola, samimi havada, hattâ yan yana bile yürümeleri hoş karşılanmıyordu.

Bu kritik süre geçtikten sonra, yani yetimlerin ve dulların yaraları kabuk bağladıktan sonra, eski mutlu hallerine dönebileceklerdi. İşte bu nedenle tüm Anadolu kadını, geçici olarak eşlerinden 3-5 metre geriden yürüyorlardı. (Bu hassasiyetlerinden dolayı Allah c.c. onlardan râzı olsun.)

İşte bu süreç tamamlandıktan sonra, şehirlerdeki halk bu uygulamaya son verdi. Ancak Güneydoğu ve Doğu insanı bu alışkanlığını hâlâ sürdürmektedir. Bugün bile eşinden ayrı ayrı yürümeyi, önemli bir ÖRF, ÂDET ve AN’ANE zannediyorlar. Hattâ bir dînî vecibe zannedenler bile var. Eşi ile yan yana yürümeyi, çok ayıp ve günah zannediyorlar…

Her ne sebeplerle olursa olsun, aile içinde en önemli bir katalizör olan “sevgi bağları” zedelenmeye ve tahrip olmaya başlayınca, eşlerin ufak-tefek hatalarına tahammül de azalıyor. Bu erozyondan sonra ise tartışmalar, birbirilerinin hatalarını biriktirmeler, birden şarlamalar, sürtüşmeler, kavgalar, küsüşmeler artıyor. Hele hele hanım da herhangi bir işte çalışıyor ise eşinin kaprislerine hiç tahammülü olmuyor.

Cahil erkekler, İslâm’ın kadına (belli ve hassas birkaç Kur’ânî prensip dışında) bir fiske bile vurulmaması gerektiği hakkındaki emirlerini bilmediğinden, nefsinin tahriki ve Şeytanın da vesvesesiyle, kendisinden daha zarif olan hanımlarını dövme cesareti buluyorlar. Akabinde de huzursuzluklar, geçimsizlikler, tahammülsüzlükler ve en acısı da maalesef BOŞANMALAR geliyor…

İslam dini boşanmayı, ne Yahudilerde olduğu gibi olabildiğince serbest bırakmış, ne de Hıristiyanlarda olduğu gibi daraltmış ve yasaklamıştır. Önemli kurallara bağlayarak, Yüce Yaratıcımızın hoşlanmadığı bir hak olarak çerçevelemiştir.

Kâinatın en doğru sözlüsü ve Rabbimizin elçisi bu konuda şöyle buyuruyor:

Allah katında en menfur (nefret edilen) helâl (kadın) boşamaktır.” (Ahkamul Kur’an, c.2 sh. 110)

Evlenin ve (ciddi bir sebep olmadıkça) boşanmayın, zira boşanmada arz titrer.” (Ebu Davut ibnül-Humam, Fethul Kadir. c.2 sh.22)

Evlenin, boşanmayın. Çünkü Allah ne zevkine düşkün erkekleri, ne de zevkine düşkün kadınları sevmez.” (İbni Adi, Muh-Eha. sh.60)

Aile geçimsizliği şiddetlenip de ayrılık bir zaruret haline gelmedikçe, bir kadın zevcinden (kocasından) talâkını (boşanmayı) isterse, ona cennet kokusu haram olur.” (Tecrid c.2 s.376) (Evlilik ve mahremiyetleri, sh.256)

Zamanımızdaki boşanma sebeplerinden birçoğu, maalesef eşinden başka kimselere MEYİL ve TERCİH ile başlıyor. Kendi ailesindeki mutluluk sebebi güzellikler bile, o kişiye batmaya başlıyor. Şeytan ve nefis de hariçtekileri çok daha câzip göstererek, mutlu yuvaları çökertiyor. (STV’de “Farklı desenler-Feride” dizisinde bu konu çok güzel işlenmiş.)

İşte İslam dini insan fıtratına bakarak, “zina yapmayın” değil de “..zinaya yaklaşmayın” “nâmahreme bakmayın”, “gözlerinizi haramdan sakının” diye emrediyor. Ehl-i takva insanlar bu kesin emir sebebiyle de, yabancı kadınlarla tokalaşmaya bile razı olamıyor…

Konunun önemi nedeniyle biraz uzattım, kusura bakmayınız…

(“İslâm değil, Müslüman suçlu!…” Başlığı altında bu konuya devam edilecek.)

A. Raif ÖZtürk / moralhaber.net

Kadınları, İyi Bir Döveceksin !…

Geçenlerde, tanıdığım bir özel oto servisine gitmiştim. Orada çalışan personel kendi aralarında bir şeyler konuşurken, birisi evindeki bir aksaklıktan bahsedince bir diğeri, biraz da gûya lâtifeli olarak “yok abiciğim öyle olmaz. Kadına yumruğu bir çakacaksın, duvara yapışacak. Bak bakalım ondan sonra böyle yapabilir mi?“ deyince kanım dondu, şaşırdım. Burada çalışanlarla birkaç senedir tanışıyorduk, bize karşı da sevgi ve hürmetleri vardı tabiî. Bunu söyleyen kişi, bir taraftan da bana bakıyordu.

Hemen onlardan tarafa döndüm ve “yumruğu çakacaksın” diyene, muhatabını da işaret ederek “bak şimdi, ikinizin arasında böyle benzer bir hadise geçse ve sen buna böyle söylesen, o sana ne der?” derken daha, diğeri atılarak ve ona doğru bir yumruk hareketi yaparak, “hele bir vursun, bak gözünün üstüne nasıl çakarım” diye birbiriyle itişip-kakışmaya başladılar.

İkisine de işaret ederek durmalarını söyledim ve “bak gördün mü? Demek ikinizin arasında öyle bir durum olsa, birbirinize kuvvet gösterisinde bulunacaksınız. Peki; hanımınızın, eşinizin, karınızın size gücü yetmediği için onu döveceksiniz öyle mi?” dedim. Baktım ikisi de süklüm-püklüm beni dinlemeye başladılar. “Bakın kardeşim, böyle bir tavır ne erkeklik, ne kahramanlıktır. Kadına el kaldıran aslında aciz biridir. Yazık değil mi yahu? O sizin akşama kadar evinizin, malınızın, namusunuzun bekçiliğini yapacak, size çocuk doğuracak, büyütecek, ondan sonra saçını süpürge yaparak evi, evirip-çevirecek. Ondan sonra da, ona yaptığı hizmetlerden dolayı mükafat verecekken, bir de küçük bir yanlışından dolayı döveceksiniz, olur mu hiç?” Susmuş, öylece beni dinlerlerken, dinleyici halkasına birkaç kişi daha eklendi. “Bakınız Peygamberimiz (asm) ne buyuruyor biliyor musunuz? ‘sizin en hayırlınız kadınlarınıza en iyi davranınızdır’ diyor. Ha, bizde olmuyor mu? Zaman zaman bizim evimizde de olur bazı tatsızlıklar ama, bunu ya konuşarak veya başka bir şekilde hallederiz. Bunu, hiçbir zaman kaba kuvvetle halletme cihetine gitmeyiz. Ben, hanımıma elimi kaldırıp, bir fiske vurduğumu hatırlamam. Bakınız, kadınlar bizlere Allah’ın birer emanetidir. Düşünün, sizin kız kardeşinize veya kızınız evlenince kızınıza böyle davranılsa ne yaparsınız?” Deyince, etraftakiler ve az önce o sözleri söyleyenler bizi tasdik ederek, “Osman ağabey, ne güzel anlattın ya, biz bunları bilmiyorduk, bizim yaptığımız eşeklik vallahi (affedersiniz)” manasında cevap vererek, davranışlarının bundan sonra değişeceğini ifade ederlerken, patronları da memnuniyetlerini bildirerek, “ağabey, çok hoş sohbetler yapıyorsun bize. Böyle sık, sık gel de istifade edelim” deyince, “yok ya, bizde bir şey yok, işte biz okuduğumuz eserlerden yaptığımız istifadeyi sizlere aktardık” diyerek oradan ayrıldım.

Osman Zengin / EuroNur