Etiket arşivi: kahraman

Ah! O 239 şehitten biri olabilmek..

Motosikletini tankın üzerine sürerken vurulanı mı ararsınız, paletlerin altına balıklama atılanı mı? Bu kahramanlık destanlarının tekmili birden 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece yaşandı. Genelkurmay’ın önünde tankın sıkıştırmasıyla viyadükten düşerek hayatlarını kaybedenlerden Boğaz Köprüsü’nde zırh delici mermiye vücutlarını siper edenlere, top ateşine hedef olandan helikopterden vurulana kadar nice gencecik hayat sonsuzluğa kanat açtı o gece.

Yazılacaklar yazıldı, daha da yazılacak ama Namık Kemal’in dediği gibi “Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır“. Bunu bir kere daha gördük içimiz yanarak da olsa. Ben de çok yıllar önce yazdığım bir yazıyı hatırladım. Sadece 9 Osmanlı erinin düşman ordusunun karşısına dikiliş ve teslim olmak yerine şehadet şerbetini içmeyi tercih edişlerinin unutulmaz destanını.

*

Tek söz, tek bir söz kalede bir uğultu halinde duyuluyordu artık: “Allah’a emanet olun kardeşlerim.” Güneş bir mızrak boyu yükselmiş ve kale komutanı, nöbetçilere kapıyı açmalarını emretmişti. İstolni Belgrad Kalesi’nin devasa kapıları gıcırtıyla açıldığında dokuz atlı askerin bir yay gibi gerilmiş bedenleriyle karşılaştı düşman ordusu. O sabah Macaristan’daki İstolni Belgrad Kalesi’nde tanyeri bir türlü ağarmak bilmiyordu. Dokuz er, abdest alacak su bulamadıkları için teyemmümle kıldıkları sabah namazından çıkışta, ellerinde meşaleler tutan arkadaşlarının boyunlarına sarılıyordu teker teker. Helallik dileyen dillerine gözyaşının tuzu karışıyor, günlerdir yıkayamadıkları yüzlerinde, sakallarına doğru ıslak iki çizgi iniyor, düşen damlalar toprağın tenini sızlatıyordu.

Lakin ağlayanlar o dokuz kişi değildi. Onlar bilakis yüzlerinde tunçtan bir ifade, kendileriyle göz göze gelmemeye özen gösteren muharip yoldaşlarını teselli ediyor, metin olmalarını istiyorlardı. Gidenler kendileriydi ama kalanlar ağlıyordu. Pastırma yazı gibi bir sıcak yakıp kavuruyordu Macaristan ovalarını.

İşte nihayet güneş, ıslak gözbebeklerine karşıki dağın üzerinden ilk mızraklarını göndermeye başlamıştı. Tek söz, tek bir söz kalede bir uğultu halinde duyuluyordu artık: “Allah’a emanet olun kardeşlerim.” Güneş bir mızrak boyu yükselmiş ve kale komutanı, nöbetçilere kapıyı açmalarını emretmişti. İstolni Belgrad Kalesi’nin devasa kapıları gıcırtıyla açıldığında dokuz atlı askerin bir yay gibi gerilmiş bedenleriyle karşılaştı düşman ordusu. Atlarını ağır ağır dışarı sürdüler, biraz sonra kapının arkalarından sürgülendiğini ve demir mandalın yerine yerleştiğini duydular. Kalede kim varsa herkes surlara tırmanmış, tarihin çıldırdığı bu ana tanık olmak için sabırsızlanıyordu.

Başlarında Budin’in yeniçeri ağası bulunuyordu. Kendisine “Âdem Ejderhası” adını takmıştı arkadaşları. Yahya Ağa olan asıl ismi ancak resmi yazışmalarda kullanılıyordu. Kuşatılan kaleye yardım için koşup gelmişti yanına aldığı birkaç ‘deli’yle birlikte. Ne ki, geleli daha bir hafta bile olmadan kalenin sarnıcındaki suyun tükenmesi, bütün planlarını altüst etmiş, demir kuşaklı cihan pehlivanlarını mecalsiz bırakmıştı. Güneşin tepelerinde kazan kaynattığı anlarda kuyuların mermerlerindeki nemi yalayarak hararetini gidermeye çalışanlar bile görülüyordu. Girdikleri savaşların sayısını unutan askerler, surlarda bir süre cenk ettikten sonra yere yığılıyor, bayılacak hale geliyorlardı.

Peki bunun sonu nereye varacaktı? Ya kaleyi teslim edecekler ya da susuzluktan kırılacaklar mıydı? 10 bin askerin savunduğu bir kaleyi teslim etmekten ar duyuyordu İstolni Belgrad komutanı. Ama Almanlar kaleyi düşürünce kuyu başlarında kıvranan zavallı bahadırlar bulması daha mı onurlu bir manzara olurdu?
İlk teklif, düşman komutanından gelmişti. Kaleyi ‘vire’ ile teslim ederlerse hiçbirinin kılına dokunulmayacak, eşyalarıyla birlikte çekip gitmelerine izin verilecekti. Danışıldı, konuşuldu, tartışıldı ve barış görüşmesi yapmak için bir heyetin kaleye gelmesine karar verildi. Bunun için iki Osmanlı askeri Almanlara rehin verilecek, buna karşılık iki Alman askeri de kaleye alınacaktı. O zamanlar bir tür garanti anlamına geliyordu bu.
Heyet gelmiş, görüşmeler yapılmış ve ‘vire’ ile teslim şartları üzerinde mutabık kalınmıştı. Görüşmelere Budin Yeniçeri Ağası olan Âdem Ejderhası da katılmış ama misafir olduğu için komuta kademesinin işlerine karışmamayı tercih etmişti. Anlaşma imzalandı. Ertesi sabah kale teslim edilecekti. Lakin o zamana kadar ağzını açmayan Yahya Ağa, tam bu sırada söz aldı ve od düşürdü meclise:

“Kusura bakmayın, siz kabul edebilirsiniz ama ben sadece şahsım adına bu ‘vire’yi kabul etmiyorum. Başımı eğmiş, önüme baka baka kaleyi düşmana bırakıp gidemem ama kalede kalıp susuzluktan köpek gibi de ölemem. Yarın sabah önce ben tek başıma kaleden çıkacak ve düşmanla savaşacağım. Vire anlaşması, ancak benim mukadderatım belli olduktan sonra yürürlüğe girer. Tamam mı?”

Meclise bir meteor düşmüş gibi oldu. Alman heyeti, garip sözler sarf eden bu iki metre boyundaki adamın ağzından çıkanların tercümesini dinliyor, kale komutanı ise başını eğmiş, trajedisinin, başka hangi burçlara savrulacağını bilemediği satırlarını alnının kırışıklıklarıyla yazıyordu. Ama gerçek taş gibi ortadaydı: Yahya Ağa, ta Budin’den yardımına koşup gelmiş bu ‘Âdem Ejderhası’, ‘Ben çıkacak ve tek başıma düşmanla savaşacağım’ diye diretiyordu. Onun bu çıkışı, etrafındaki adamları da etkilemiş ve sekiz yiğit daha, ölene kadar onun yanında olduklarını haykırmışlardı. Göz kapakları kelebek kanatları gibi açılıp kapanıyor ve anlaşmaya bir madde daha ekleniyordu: Bu anlaşma, Yahya Ağa ve sekiz arkadaşı kaleden çıkıp savaşlarını bitirdikten sonra yürürlüğe girecektir.

İşte şimdi kalenin kapısı önünde, düşman ordusunun karşısındaydılar.

Kaleden yanlarına aldıkları 500 tane demir okun bir tanesini dahi zayi etmeden etraflarını bir demir duvar gibi çevirmiş bulunan düşman askerinin üzerine boşaltıyorlardı. Her bir ok, çift kat zırhları bile deliyor, Alman askerlerinin kalplerini, ciğerlerini paralıyordu. Çember giderek daralıyor ve oklar tükeniyordu. Oklar biterse, kılıçlar devreye girerdi. O dokuz er, bu defa kılıçlarını çekip tam 40 bin askerin içine çılgınca daldılar. Ya vuruşarak safları yaracaklar ya da şehit olacaklardı. Alman komutanların hayret ve hayranlık dolu bakışları önünde dokuz koldan safların arasına dalan erlerin attığı sayhalar burçlarda yankılandı, yankılandı ve sonunda bir telin kopması gibi aniden kesildi. Budin Ejderhası’nın kolları budanmış gövdesi yerde yatıyor, son kez gözlerini açtığında başında birikmiş elleri mızraklı ve kılıçlı askerleri değil, hatta artık tepesine çökmüş güneşi de değil, Cânan’ını seyrediyordu.
Olanları kaleden ağlayarak seyredenler, utançlarından başları önlerinde topladılar denklerini ve çıkıp gittiler. Arkalarına son bir kez baktıklarında, Alman komutanın, bu muhteşem yeniçerilerin cenazelerini toplattığını ve saygıyla eğilmiş sancakların önünden geçirterek kalenin yakınlarındaki bir tepeye törenle gömdürdüğünü gördüler.

Ya o dokuz er, 90, 900, 9000 er olarak çıksaydı kapıdan, önlerinde kim durabilirdi dersiniz?

Kaleyi ‘vire’ ile düşmana terk edenlerin yüzleri artık silik bir hatıradır şimdi. Ve o dokuz erin bize anlattığını hangi kütüphaneler hangi okyanuslarda yıkansa anlatabilir ki?

*

Değişen bir şey var mı?

Mustafa Armağan

YeniŞafak

Kahraman Zübeyir Gündüzalp’i Rahmetle Anıyoruz (2 Nisan 1971)

Üstad Bediüzzaman’ın talebesi merhum Zübeyir GÜNDÜZALP.

Zübeyir Gündüzalp 1920 senesinde Konya’nın Ermenek kazasında dünyaya geldi. İlkokul tahsilini Ermenek’te tamamladı.Ermenek’te ortaokul bulunmadığı için Silifke’ye gitti. 1939 senesinde ortaokulu Silifke’de bitirerek memleketine döndü. Balıkesir’in Susurluk kazasında askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Konya Postahanesi’nde telgraf muhabere memuru olarak çalıştı. 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etti.

Mehmed Zübeyir Gündüzalp, gündüzler gibi aydınlık bir alp erendi. Mehmed Zübeyir Gündüzalp; bahadır bir İslâm fedâisi idi, ateşîn bakışlı, gür bıyıklı, Kafkas Kartalı İmam Şamil’in ruh ve edâsı ile dolu idi. Zaten neseben de, kendileri Kafkasyalıydı.

Bu İslâm kahramanı, Ermenek yaylasında dünyaya teşrif etmişti. Bu yayladan Malazgirt’e, Niğbolu’ya, Mohaç’a gider gibi; Konya, Akşehir, İslahiye ve Urfa’ya gitmiş, buraların dostluk iklimlerinde yaşamış, daha sonraları Isparta’nın güller dünyasında, Emirdağ’ının nur dünyasında hayatlar sürmüştü. Üstadımızın âhirete teşrifinden sonra Urfa’da kalmıştı. 27 Mayıs’tan sonra mecburen çıkarıldığı Urfa’dan Ankara’ya gitmiş, bilahare son on yılını İstanbul’da geçirmişti. Yavuz bakışlı, çelik iradeli, kumandan edalı bu aziz zat, hayatının baharında bütün varlığıyla, bütün benliği ile Kur’ân’ın hizmetine koşmuştu. Nur yolunun dertlisi ve kara sevdalısı olmuştu

Uzun, ince, tığ gibi ve gerilmiş yay gibi bir vücut. Her zaman, ayakta ve yatakta üzerindeki elbiseleri, her an sefere hazır akıncı fedâilerin ruh halinde bir fedâi. Daima düşünen, nurların tefekkür dünyasında yaşayan bir bahadır. Düşman karşısında, İslâm askerlerinin önünde kılıç sallayan, Osmanlı paşaları gibi, cevvaliyet ve hareket dolu. Bahtsız insanların, Kur’an talebelerini sanki birer adi suçlu gibi çamurlu ayaklarıyla, evlerindeki tertemiz halıların üzerlerinde dolaşarak alıp gittikleri günlerde, Selimler’in, Sinanlar’ın edası içinde, İstanbul’daki Fatih-Yavuz Selim durakları arasında, kaldırımlarda bir yürüyüşü vardı ki… bazı görülen, yaşanan ve tadılan durumlarını, ne anlatmak ne de yazmak mümkün değildir!

Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş, davası yolunda birçok meşakkatler çekmişti. Meşakkatler karşısında yılmayan bir kimseydi. Kur’ân davasına bağlılığın müşahhas bir timsâli, sıddıkıyetin mümtaz bir ferdiydi.”Anam, babam ve nefsim sana feda olsun Ya Resulallah!” diyen Sahabilerin bu asırda fedakâr bir varisi, onlar gibi herşeyini Resulullahın nuruna ve bu nurun yayılmasına hizmet için fedâ eden, bir zatı alperendi. Mezkur gerçekleri kendisine adeta bir kartvizit yapmıştı, isim ve soy isim yapmıştı. Gündüzlerin, aydınlıkların ve Nur dünyalarının Gündüz Alp’iydi bu yiğit adam.

Gençliğinin baharını, hayatının canlı zamanlarını, sıhhatinin en gürbüz günlerini, varını, yoğunu, hülasa herşeyini muazzez ve misilsiz bir İslâm dertlisinin derdine fedâ etmişti. Gündüzalp, Üstadını ilk defa 1946’da Emirdağ’da ziyaret etmiş. İlk ziyaretinde heyecandan tir tir titriyor ve mütemadiyen gözyaşlarını tutamayarak ağlıyormuş. Üstad, “Keçeli, neden ağlıyorsun?” diye onu bağrına basıp dua etmiş. Üstadının ikazı üzerine dışarı çıkıp yüzünü gözünü yıkamış tekrar Üstadın huzuruna kabul edilmiş. Ayrılık zamanı gelince Zübeyir Gündüzalp, Üstadına, “Memuriyetten ayrılıp, yanınızda hizmet etmek istiyorum” demiş, Bediüzzaman, bu fedakârlığa çok memnun olmuş; cevaben, “Vazifene devam et, Konya’da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, ileride alırım seni yanıma” demiş. 1948 senesinde Afyon’a tevkif edilmiş, burada Üstadıyla birlikte altı ay mevkuf kalmış. Yanlışlıkla tahliye edildiği zaman, sırf Üstadından ayrılmamak için, tahliyesinin yanlış olduğunu bildirerek, tekrar tevkif edilmesini sağlamış. Yine İslâmın bu kahraman fedaisi, Üstadıyla beraber olmak arzusuyla, Nur Risalelerini okuyup yazdığını bildirerek, kendi kendini ihbar etmiş.

Yandaki resimde Isparta Tugay Camii temel atma töreninde Üstad hazretlerine harcın döküleceği yeri işaretle gösteren merhum Zübeyir GÜNDÜZALP’dir.Yıllar sonra bu fotoğrafla ilgili olarak, muhterem Abdülvahit MUTKAN’a ”Üstadımıza harcı dökeceği yeri el işaretiyle göstererek, edebe muhalif hareket ettiğini düşündüğünü ve bu resimden duyduğu rahatsızlığı’nı dile getirmiştir.

Üstadımızla ilişkilerinde bu derece hassas ve dikkatliydi merhum Zübeyir GÜNDÜZALP.

Genç yaşında ölmüştü. Henüz elli yaşını bile bulamamıştı. Yayınlanan mahkeme müdafaaları ve notlarından derlenen kitap ve kitapçıklar onun muhteşem şahsiyetini gösteren aynalardır. Kendisine zulmeden zalimler bile, onun ‘Vur! Vur! diye haykırışından korkarak, vurmalarını bırakırlardı. Öyle bir rehber şahsiyetti ki, iman ve Kur’ân yolunda hizmet etmek isteyenlere herşeyiyle yardımcı olur ve yol gösterirdi. Hayatı İslâmın dert ve çilesi ile geçmiş bir alp eren.

Nice nice büyük zatlar vardır ki; bunların, vefat edip de, dünyaya veda ettikten sonra kıymetleri bilinir. Hasretle, takdirlerle anılırlar. Bu büyükler yeraltına düşen çekirdekler gibidirler, ölümden sonra çiçek açarlar, yaprak açarlar, koku ve meyve vermeğe başlarlar. Bu bilinmez zatların, hayatları sanki ölümlerinden sonra başlar..Bu büyük insan 1971 yılının 2 Nisan Cuma günü vefat ederek aramızdan ebediyetlere intikal etmişti. Cuma günü olan vefat hadiseleri, Aleyhissalatü Vesselam Efendimizin şu meâldeki hadislerini hatırlatır bana: “Cuma günü veya gecesi ölen kimse, kabir azabından korunur”

Son Şahitler

Çocuklar Ve Risale-i Nur

Nurların neşrinde çocukların da kendi el yazıları ile çalıştıkları, tashih etmek üzere yazdıkları nüshaların Üstad Hazretlerine ulaştırıldığı, Külliyat’ın satırları arasında yer alan bir vakıadır.  Lâhikalarda yer alan Şefik Ağabeyin bir mektubunda çocuklara yaptığı Haşir Risalesi dersini onların nasıl büyük bir ilgiyle dinledikleri yer alır ki, gerçekten ibretli bir olaydır.
Birkaç saat boyunca ölümden sonra ikinci hayatın varlığı ile ilgili bu bahsi büyük bir dikkatle ve keyifle dinlemişlerdir. Oysa ki, haşir bahsi dahi ulema olan İbn-i Sina’nın bile akıldan uzak gördüğü, hadis ve Kur’ânda yer aldığı için inandığını ifade ettiği bir iman esasıdır.Evet Risale-i Nur, ahiret âlemlerinin varlığını çocukların bile anlayabileceği sadelikte ispatlayıp aktarır.
EMİRDAĞ’IN MANİDAR BİR HATIRASI
Bediüzzaman Hazretleri çocukların Risale-i Nur’a bu ciddî yaklaşımlarını Nur Risalelerinin hakkaniyetine bir delil olarak görür. “Hanımlar Rehberi”nde yer alan “Emirdağ’ın manidar bir hatırası” başlıklı makale bu açıdan dikkate değer tesbitlerle doludur.
“Kanaatimiz geldi ki: Bu masum taifenin masumiyetleri cihetiyle sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kablelvuku ile Risale-i Nur’un bu memlekette masum çocuklara ve kendilerine çok faydaları olacak diye akıl ve fikirleri derk etmediği halde o masumane his ile ve Risale-i Nur’un manası itibariyle tercümanına, analarına yalvarmalarından ziyade bir iştiyak ile koşuyorlar. Biz de bir hiss-i kablel vuku ile hissediyoruz ki ileride bu masum küçücük mahlûkların içinden büyük Nurcular çıkacak ve Nur’un has şakirdleri olacak ki, bu vaziyeti gösteriyorlar…”
Onları her sabah Nur Talebeleriyle beraber duâlarında yad ettiğini, evlâdı olmadığından “evlâd-ı manevîleri” olarak kabul ettiğini de yukarıdaki satırlara ekler.
ÖĞRETMENİM KÂİNAT

Risale-i Nur’u okumanın dünyevî ve uhrevî çok faydaları vardır şüphesiz. Nur Risaleleri çocukların imanlarını takviye ettiği gibi kelime hazinelerini, düşünce dünyalarını da zenginleştirir.
Medyanın da etkisiyle, kitap okuyanların sayısı azaldıkça, günlük kullanımda sarf ettiğimiz kelimelerin sayısı da buna bağlı olarak azalıyor. Oysa ki, bütün eğitimcilerin bildiği bir gerçek de şudur ki: Kullandığımız kelime sayısı düşünce ufkumuzun derinliğini gösterir. Birbirinden farklı ne kadar çok kelime ile meramımızı anlatıyorsak düşünce dünyamız o kadar zengindir.
Sınıfta tahtaya kaldırdığı talebesi “kâinat” kelimesini kullanınca öğretmen hanım şaşırır. Kendisinin bile nadiren kullandığı bu kelimenin, küçücük talebesi tarafından konuşma içinde sarf edilmesi  ilginçtir. “Sen bu kelimeyi nereden öğrendin?” diye sorar. Aldığı cevap şudur: “Ben Risale-i Nur okuyorum öğretmenim. Oradan öğrendim!”
Evet, düşünce ufkunun derinliği çocuğun okul derslerini de müsbet yönde etkiler.
RESİMLERLE RİSÂLE-İ NUR

Çocuklara yönelik Risale-i Nur derslerinde ilkokul dönemi çocuklarına eğitimci kardeşlerimizin uyguladığı yöntemlerden biri de resim çizdirmektir. Bu resimler panolarda sergilenir de. Özellikle Küçük Sözler’de yer alan minik hikâyeler çocukların hayal dünyalarına büyük pencereler açar, konuyu farklı açılardan kavramalarını sağlar.
Geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir ders sonrası “Şimdi de sıra küçüklerde” diyerek onlardan bir ders dinledik. Sırayla okuyarak bize Sekizinci Söz’ü yaptılar. İçlerinden Can Kardeş dergimize devamlı resim gönderenlerden birine eğilerek “Buradaki hikâyenin resmini çizsen ne güzel yaparsın!” dediğimde “Evet ben de şimdi onu düşünüyordum. Aslında daha önce çizmiştim, ama şimdi okuyunca aklıma başka bir fikir geldi. Çizeceğim” dedi. Gözlerindeki ışıltıyı görmeliydiniz. Gerçekten de bu okuyuşunda daha önce fark etmediği başka bir noktayı keşfetmişti…

HÜLÂSA
Risale-i Nur, küçük talebelerinin büyük ruhlarında tahmin edemeyeceğimiz kadar büyük inkişaflara vesile olur…

Yasemin Güleçyüz / Nur Postası

Isparta Kahramanları Sempozyumu Açış Konferansı -1

Tarihimiz ve kahramanlık kelimesi 

Kahraman kelimesi tarihimizde çok kullanılan bir kelimedir. Kahramanlık sıradan insanı  aşan bir niteliktir, faaliyettir. Bu farklılıktan ötürü böyle bir isimlendirme olmuştur. İslam tarihinde, Selçuklu, Osmanlı, arkasından Cumhuriyet döneminde birçok insana kahraman denmiştir.

Kahramanlar toplumların tarihi beklentilerine cevap vermişlerdir, çözülemeyen sorunları çözmüşlerdir.

Tıkanmaları açmışlardır.

Huzursuzlukları gidermişlerdir.

Kelime daha çok tarihi kişilikler için kullanılmıştır. Ama bilimsel yenilikleri yapanlar için de kullanılabilir.

Kahramanlar toplumun beklentilerine cevap verirler, olağan üstü niteliklere sahiptirler.

Bediüzzaman’ın bu kelimeyi ilk talebelerinden itibaren zaman zaman bazı insanlar için kullanması, kelimenin kendisine gelinceye kadar ki manasını bildiğini ve o kahramanlardan farklı insanlar onun etrafında oluştuğunu ortaya koyar.

Kahraman kelimesi bir alternatif kelime olarak kullanılmıştır.

                                     Bir Kahramanda Aranılan Vasıflar

 Bir kahramanda aranan bütün anonim özellikler onun kahraman dediği şahıslarda mevcuttur. Yani onlara Isparta kahramanları demek emanet bir tavsif değil onların yaptıklarını yansıtmayacak kadar da dardır.

Bediüzzaman onlara kahraman demekle kahramanlık bunların yaptıklarıdır der. Barla sürgününden sonra onun yanında yer almak başlı başına bir kahramanlıktır. Çünkü Allah rızası ve Peygamber şefaatinin ötesinde garip bir adamın onlara vereceği dünyevi bir şeyi yoktur.

Sadece yapılan zulümlere birlikte tahammül için mektuplarında yaptığı psikolojik dayanıklılık telkinleridir.

Sizden öncekiler içinde kimse sizin kadar az çile ile büyük neticeler almamıştır, gibi.

Kahraman kimdir, ne özelliklere sahiptir?

Kahraman nedir, kahraman en olumsuz şartlarda en olumlu eylemi gerçekleştiren kişidir.

Kahraman bir büyük ideal uğruna en büyük sıkıntıları, çileleri çekmiş olan kişidir, Barla, Isparta ve havalisinde Bediüzzaman’ın yanında yer alan onun davasının bir tarafından tutan insanların çok azı hapse girmemiştir, hepsi bir değil birden fazla hapse girmiş büyük zulümlere maruz kalmışlardır.

Terzi Mehmet Üstad Hazretleri’nin naşının Urfa’dan nakli sırasında tevkif edilmiş ve doksan gün tutuklu kalmıştır.

 Kahraman bir ideali paylaşmaya gönüllü olmanın ötesinde bir ruh ile katılandır. Bunların hepsinin katılma şekilleri risk almaları olağanüstüdür.

Kahraman kâinatı anlamlandırmayan insanların birden bire bir kahraman yorumu ile karşılaşınca kaybettiklerinin azametini görerek o insanın etrafında halkalanmasıdır.

Kahraman koca kâinatın içinde hayatı basit ayrıntılar ve gailelerle geçirmeyi esas maksat yapan insanların birden bire bu hayatın bu kadar basit bir gaye uğruna gidemeyeceklerini fark etmeleridir, bu farkı bir kahraman ortaya atabilir, o farkı fark eden de kahraman olur.

Kahraman fedakâr demektir, bir inanç uğruna menfaatlerini, rahatını, huzurunu, bedenini terk edebilecek yüksek fedakârlık örnekleri vermelidir.

Bediüzzaman’ın etrafındaki insanlar ne istenmişse ne gerekiyorsa onu hiç endişe etmeden verebilen insanlardır.

Süleyman Rüştü Çakın teksir makinesi tedarikindedir. Bediüzzaman harika bir şekilde anlatır bunu.

“Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan K a h r a m a n Rüştü’nün a c i p bir el makinesi (teksir makinesi)  celbine çalışması ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriye’nin mukaddemesidir.

Teksir ile çoğaltılmayı f ü t ü h a t olarak görüyor.

Fetih kelimesi ile hep ülkeler fethine alışmışız, Fatih’e İstanbul’u fethettiği için Fatih demişiz, Bediüzzaman fütuhat kelimesine yeni bir mana yükler.

Bozulmuş, inkârcı, gafil kalpleri kazanmak coğrafyaları kazanmak ile bir tutulur mu kalpleri kaybederseniz ülkeleri kaybedersiniz. Ki hep öyle olmuştur.

 Bu gün bu ülke beş yüz yıllık inhitat devrinden daha güzel bir devre çıkmışsa işte bu fütuhattan dolayıdır. İşte Bediüzzaman bu kelimeyi bunun için kullanmıştır.

                                    Davası İçin Hizmetkarlık Yapanlar

Kahraman saltanat peşinde olmayan hizmetkârlık etmeyi bir davayı büyütmeyi kendine gaye edinen, hizmetkârlığı ve tabiiyeti her türlü debdebeye feda edebilen büyük insanlardır.

Bediüzzaman’ın çevresindeki insanların farklı özellikleri vardır. Bunlardan biri Süleyman Rüştü Çakın’dır.

Bediüzzaman Isparta’ya getirildiği vakit, onun sobasını yakan, suyunu getiren, yemeğini pişirenlerdendir.

Bediüzzaman onu mertlik ve misafirperverlikte âli bir seciyede görür. Ve Bediüzzaman b e n i m  g i b i  g a r i p b i r  a d a m ı n der.

Çünkü gurbettedir, kendisi de garip bir adamdır. Benim gibi derken de farklı bir garipliğinin olduğunu vurgular.

Kahraman ebedi hayatını düşünen onu lekedar edecek davranışlardan kaçan, o yardım eden faaliyetlere meclup ve mecnun gibi giden adamdır.

Kahraman kahramanlık gerektiren işlerin en hassas yönlerini gören ve fedakârlığı ile davayı ileri götüren kimsedir.

                                    Bediüzzamanda Herkese Görev Var

 Burhan Çakın ümmidir, ama ümmiyim deyip bir kenara çekilmez. Bediüzzaman her kimi bulursa ona bir görev bulur.

Ümmi Burhan Çakın kardeşi Rüştü’nin ömrü hapishanelerde geçtiği için onun çocuklarına bakmış ve ayrıca da risaleleri saklamak suretiyle büyük bir koruma görevi üstlenmiştir.

 O zaman Risale saklamak önemli bir iştir, ne önemlisi çok çok önemli bir iştir. Erzurum’da öğrenci iken 1973’lü yıllarda Üniversite yurdundaki kitapları baskın olabilir diye sürekli yerlerini değiştirir, şehirden yurda yurttan şehre getirirdik. Bu bizimkinden kırk yıl önceki olaydır.

Bediüzzaman ona “ümmi ve gizli kahraman” der. Bugün elimize alıp okuduğumuz kitaplar dile gelip kaderlerini anlatsalardı utancımızdan nereye kaçardık.

 Dünya tarihindeki kitapların hiç biri Bediüzzaman’ın kitapları kadar acip ve garip kaderlere maruz kalmamışlardır.

                                         Isparta’da Müjdeli Bir Rüya

Kahraman bir gizli elin “arkanızdayım deyip sürekli onları teşvik eliyle hedeflerine hazırladığı “insanlardır.

Üstad Eskişehir’den Isparta’ya getirildiği vakit Nuri Benli’nin otelinde sekiz on gün kalır. Şimdiki ev kiralanır, Üstad paytonla eve getirilir. Ev Üstad’ın hoşuna gider. Evin sahibi Fıtnat Hanım Üstad için bu zat kimdir diye sorunca, o da bu Zat Bediüzzaman’dır der. Bunları Mehmet Ali Babacan anlatır.

Fıtnat Hanım Babacan’a bir rüya anlatır. “Ben birkaç gün evvel Peygamberimizin (asm) kabrini yukarıdaki odanın ortasında gördüm. Demek rüyamın tabiri bu olsa gerek.”

                                           Yol Gösteren Kahramanlar

Kahraman kelimesi ve kelimenin anlamı doğu ve batı düşüncesinde çok kullanılmıştır.

 İnsanlığın önündeki tıkanmışlıkları açan, onlara yol gösteren kişilere kahraman denmiş. Peygamber kelimesi ile kahraman kelimesi mana ve muhteva itibariyle yakınlık gösterir, peygamberler ilahi tensib ile kahramanlar ise farklılık gösteren bir seçim ile ortaya çıkmışlardır.

Savaşlar, yenilik hareketleri hep bir şeylerin eksik olduğunu gösterir. Barla da bir neslin düşünce yapısı oluşturulurken, köy enstitülerinde de bir nesil oluşturuluyordu.

Çanakkale, 93 Harbi, Allahuekber dağlarında ölen binlerce insan istiklallerini korudular. Ama bu istiklalini kazanmış neslin çocukları savaştıkları milletlerin kültürünün esiri haline getirildi. Savaştığında onu başarıya götüren değerler tamamen yeni nesillerin elinden alındı.

İşte bu yüzden Isparta kahramanları Çanakkale’nin, Allahuekber dağlarının, Sakarya’nın boyutunda bir kahramanlık zinciridir.  Çünkü o savaşlar istiklali elde etmekti bu savaş ise dini ve kültürü kurtarma savaşı idi.

Bediüzzaman dinin ve kültürün kurtarılmasından yana bir şahsiyet. Bediüzzaman bir yandan hatt-ı Kur’anî’yi koruyor bir yandan da batı felsefesi, sanatı, edebiyatı ve biliminin dejenere ettikleri nesilleri kurtarıyordu, işte bu yüzden Isparta kahramanları mukabil bir kahraman neslin olmadığı bir nesildir.

1850’lerden beri yeni bir nesil için üdeba din adamları düşündüler ama ortaya batı karşısında İslamı savunacak bir nesil meydana getiremediler.

Yüz yıla yakın bu ülkenin aydınları nasıl bir yeni nesil gerekir diye binlerce sayfa teorik mülahaza ortaya koyup ortaya bir nesil koyamamışken, Ankara hükümeti kurulurken memur kadrosu yoktur, İstanbul hükümetinin memurlarını Ankara’ya transfer etti.

Bunu Yakup Kadri söyler, onların her şeye alışmış

İstanbul hükümetinin memurlarını kullandığını söyler. Bu memurların nasıl yeni devletin imkânlarını çarçur ettiğini yine Yakup Kadri anlatır. Değişen sadece kesilen sakal, giyilen fötr şapka ve fraktır. Bunları da Yakup Kadri söyler.

 Bediüzzaman ortaya bir nesil koyamamış sadece uygulamanın adını değiştirmiş bir idareye nesiller hazırlamak için çalışmış, bugün bu ülkede o kahramanların ortaya çıkardığı -onlar kadar olmasa da- kahramanlar Isparta kahramanlarının fedakârlıkları sayesindedir, bu yüzden onlar eşsiz kahramanlardır.

Kahraman kelimesi, sadece bizim değil dünyanın başına da bela olmuş bir kelimedir. Bediüzzaman’ın eserlerinde bu kelimeyi çok farklı alanlarda numune-i imtisal olmuş insanlar için kullanması bir alternatif mana ve kelime üretmek ve gerçekleştirmek içindir.

Dünya romancıları özellikle Avrupalı romancılar herkes kendi dünya görüşünü ve hayat felsefesini ürettiği tipleri ile topluma lanse etmiştir.

 Roman hasta bir toplumun edebiyatı olduğu için bu tipler de umumiyetle hastalıklı tiplerdir veya bir tecrübenin çemberinden geçtikten sonra kısmen iyileşmişlerdir.

Romantik roman, realist roman ve natüralist, psikolojik, materyalist, komünist roman kahramanları dünyanın başına çok işler açmışlardır.

Kahramanlaştırmak kahraman olmanın önemli şartlarından biridir

Bediüzzaman’ın kahramanlaştıran bir özelliği vardır, en sıradan insanlar onun tasarruf alanına girdiği anda birden bire olağan üstü işler yapan insanlar durumuna gelirler.

Barla da karşılaştığı Risale-i Nur’un telif teksir ve dağıtımında yer alan bütün şahıslar, en olağan üstü gayreti gösterirler. Hapis, zulüm, baskı ve aşağılamalara dayanırlar. Ve hiç sapma olmadan kahramanlıklarına devam ederler.

Bu Bediüzzaman’ın kahramanlaştıran mıknatıs ruhu sayesinde olur. Tıpkı peygamberimiz sıradan bedevileri nasıl büyük işler yapan karakterler haline getirirse, onun varis ve vekili olan Bediüzzaman da aynı şekilde dokunduğu insanı İslam için her şeyi yapabilecek duruma getirir. Evini terk eder, işini terk eder, heveslerini, malını, mülkünü, menfaatini, ailesini ne gerekirse terk eder onunla birlikte çalışır ve gayret eder.

 Bediüzzaman bir insan mimarıdır, nasıl ki Mimar Sinan taşları mabetlerde yer alacak şekilde terbiye edip onları yüzyıllara sanat eseri olarak kabul ettiriyorsa, o taşlara sıradan insanlar nasıl taş deyip geçmişlerse, Sinan’ın onlardan farkı onları değiştirmek ve büyütmektir. İşte bu yüzden onlar Isparta kahramanlarıdırlar…

Eksiği görme konusunda farklılık

Kahramanlık yüzyıllardır tarih sahnesinde gerekli rolünü oynayamayan milletin, neden rolünü oynamadığını sanatçılar, siyasiler, edebiyatçılar tartışırken, Bediüzzaman asıl boşluğun bütün zaferlerin, fetihlerin kaynağı olan imanın olmadığını veya yeterli olmadığını görür, batı felsefesi ve ilmi karşısında itikat tutunamaz. Bediüzzaman bu küçük köyde bir şirin evde bütün itikadî buhranların fenni ve felsefi yanlış yorumlamaların hepsine neredeyse cevap vermiş.

 Temalar o güzelim tabiat içinde kafasında gitmiş gelmiş ve eserlerini yazmış, yazarken de bu kahramana ve bu eserleri yazmak gibi eşsiz kahramanlığa sahip çıkmış insanlar.

Bediüzzaman kahraman ihtiyacını anlatır

Bediüzzaman yıkılmış bir devletin, ülfetin ve cehaletin altında kalmış dinin ve bunların arkasından oluşmuş yeni gibi bir devletin kahraman ihtiyacını anlatır.

”Evet Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimâne hazırlanan dinsizlerin itirazlarını ve kâfir filozofların teraküm edip şimdi yol bularak intişar eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen muannid Yahudilerin ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip mukabele eden ve her asırda Kur’ân’ın pek çok k a h r a m a n  ve  m a n e v i  k a l ’a l a r ı vardı. Şimdi ihtiyaç bir-ikiden, yüze çıkmış. Ve müdafîler yüzden, iki-üçe inmiş.

Hem, hakaik-i imaniyeyi, ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak bir tarzda en derin hakikatleri talim eden Risale-i Nur, elbette İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın bu iltifatına lâyıktır.” (Şualar, s. 631)

 Geçmişte Yahudilerin, Hıristiyanların ve dinsizlerin hücumlarını defeden kahramanlar ve manevi kalalar var. Şimdi niye yok, yukarıdaki saldırı kaynaklarına cevap veren Risale-i Nur bir manevi kale olduğu gibi talebeleri ve özellikle eserlerin oluşturulma ve telif safhasındaki talebeleri kahramandılar. Bu yüzden kahraman ihtiyacı gereklidir.

 Bediüzzaman’ın Isparta kahramanlarına kahraman demesi işte bu manevi kalenin müdafileri olduğundan Hıristiyan, Yahudi ve Dinsiz tahrip güçlerine mukabil güç olduklarından dolayıdır.

Yazmanın tarihsel arka planı 

İlimleri tenevvür için okurken Kur’an’ın hakikatlerine şahit tutmak için okumaya başlar, daha sonra Van’da iken İngiliz Müstemlekat nazırının sözü ona “Kur’an’ın söndürülmez bir nur olduğunu isbat etme görevine iter” Daha sonra Harb-i umumiden önce gördüğü rüyada, İcaz-ı Kur’an’ı beyan et” emriyle karşılaşır. Siyaset olaylar ona yazma fırsatı vermez, ancak Barla sürgünü bu tezini isbat için uygun ortamdır, orada yazmaya başlar.

Burdur da Nur’un İlk Kapısı yazar, daha sonra

Bediüzzaman en olumsuz şartlarda icaz-ı Kur’an’ı beyan etme gibi bir görevle kendini sorumlu bilir, ama Barla’ya sürgün edilinceye kadar bu ahdini yerine getiremez.

 Eserleri yazmaya başladığı yıllar ile rüyayı gördüğü yıllar arasında on yıla yakın bir süre vardır. Yeni yönetimin ifsadatı henüz başlamamıştır, onlardan on yıl önce bu rüyada amirane bir şekilde teşvik edilir. Çünkü on yıl sonra Kur’an’ın etrafındaki surlar yıkılacak Kur’an harfleri kaldırılacak ezan Türkçeleştirilecek, okullardan din silinecek, bunlar taraf-ı İlahiden gününden önce  ve on yıllık bir öncelikle kendisine icaz-ı Kur’anı beyan etmek emri verilmiştir.

 Belki de kader bu sürgünü siyasi olayların içindeki Bediüzzaman’ı hazırlamak içindir kendi de öyle görür.

 Bu on yıl içinde İkinci Meşrutiyet sonrası, Balkan savaşı, İstanbul’un İşgali, Mütareke yılları, Ankara Hükümeti ile konuşmaları girer, böyle bir işi gerçekleştirecek şartlar tahakkuk etmemiştir. Barla’ya sürgün edilince eserleri yazmaya başlar.

Sürgüne geldiğinde Bediüzzaman bu eserleri yazacak bütün zihinsel hazırlıkları yapmış durumdadır

Bediüzzaman’ın en büyük özelliklerinden biri seçici ve ayıklayıcı olmasıdır.

Bu zekâyı daha hayatının ilk dönemlerinde okuduğu eserleri okurken görürüz, okuduğu bilginin en zorunlu ve orijinal kısmını alıp diğer kısımlarını atmak çok yüksek bir eleştirel zihnin ve zekânın varlığını gösterir, özellikle okuduğu yüz kitabı gözden geçirip selefin kitaplarının asrın mantığı ile çelişmeyen kısımlarını ayıklaması çok şaşırtıcı bir durumdur.

 Daha sonra felsefe okumaları gelir,

bilim okumaları gelir, batının bütün gözlem ve laboratuara dayanan ilimlerini okumuş onların da çıkmazlarını görmüştür.

Bütün bunlar hafızaya yüklenmiştir.

Bir de uzun yıllar siyasi mücadele sırasında gördüğü olaylar ve insanlar da ayrı bir hafıza bölümü oluşturur.

 Barla’ya geldiğinde bunların hepsi onun dehasında mevcuttur. Eserlerini yazmak için en uygun sükûnet ve tabiat vardır, bütün günleri dolaşmak ve düşünmekle ve eserlerinin doğacağı psikolojik, düşünsel ortamı da bulmuştur.

Allah onu böyle bir ortama her yönden hazır getirmiştir, gördüğü zulümler bize göre büyük ama onun dehasına göre nota sesleri gibi, hastalıklar ve musibetleri musikideki notalara benzetir.

Sürgünün zahiri tarafını değil hakiki tarafını yorumlar.

 HAYATI, İLMİ HAYATI, HEP BU ESERLERİ HAZIRLAMA İÇİN ÖN HAZIRLIK DURUMUNDADIR. Demek Bediüzzaman’ın zihninde bu eserleri yazma öteden beri vardır.

Sav köyündeki bin kalem ile yazı yazan şahısları anlatırken bu matbaa köyü kendi köyü ile bir tutar ve  “YETMİŞ YILLIK BİR PROJESİNİN BURADA GERÇEKLEŞTİĞİNİ SÖYLER.

Bediüzzaman bu çevre içinde bazı beldeleri de kahraman ilan eder.

Bunlardan biri Sav köyüdür.

“Beni dünyaya getiren amillerden anam, babam memleketim benim nazarımda nasıl mübarekse yetmiş senedir tahakkukuna uğraştığım mesleğim Sav köyünde tahakkuk ettiği için o nisbette mübarektir. Binaenaleyh şimdi Ankara İstanbul’da hatta hükümet erkânı içinde Risale-i Nur’a hizmet edenler varsa sizlerin hizmetkârları nisbetindedir.”

Burada Bediüzzaman’ın mesleği konusunda bir de ifşaatı vardır. “Yetmiş yıldır tahakkukuna çalıştığım mesleğim…”

“Şimdi bence katiyet peyda etmiştir ki ekser hayatım ihtiyar ve iktidarımın şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş; ta Kur’an-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Adeta bütün hayat-ı ilmiyem mukaddemat-ı ihzariye hükmüne geçmiş. Ve sözler ile icaz-ı Kur’an’ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur.

Hatta şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebepsiz ve arzumun hilafında tecerrüdüm ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim ve eskiden beri ülfet ettiğim hayat-ı ictimaiyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terk etmekliğim, doğrudan doğruya bu hizmet-i Kur’aniyeyi halis, safi bir surette yaptırmak için bu vaziyet bana verildiğine şüphem kalmamıştır.

Hatta çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inayet tarafından merhametkarane Kur’an’ın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve n a z a r ı  d a ğ ı t m a m a k  için yapılmıştır kanaatindeyim.

Hatta eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde bütün bütün sair kitapların mütalaasından bir men bir mücanebet ruhuma verilmişti. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalaayı bana terk ettiren anladım ki doğrudan doğruya ayat-ı Kur’an’iyenin ü s t a d-ı  m u t l a k   olmaları içindir.” (Barla Lahikası, s. 17)

Eserlerindeki olumsuz tipleri ile yapılan münakaşalardan ortaya çıkan kahramanlar

Bediüzzaman eserlerinde gafletin, dalaletin,

 tabiiyyun yani natüralistlerin,

 materyalist yani maddecilerin,

sofistlerin, nihilistlerin, ateistlerin,

dalalet ehlinin, münkirlerin, mürtedlerin,

batı roman hikâye ve tiyatrosunun,

yüzeysel dindarların bütün sıradan tiplerini eleştirir,

onları kendi ürettiği ideal anlatı ve kurmaca kahramanları ile eleştirir, münakaşa eder. Bütün Risale-i Nur bu tiplerle yapılan konuşmalar, diyalogların sonuçları ve neticeleri ile doludur.

Mütemadiyen iki kişi kullanır biri kabulde zorlanan diğeri onu kabule hazırlayan karakter.

Bu yüzden Bediüzzaman’ın eserleri farklı fikir ve kanaatteki insanların bu tartışma ve ideal kahraman üretme metinleridir. Bunun ayrıntısı bir kitap olacak kadar geniştir.

Mesela Haşir risalesinde eserin sonunda kabul etmeyen tip bir karaktere dönüşür.  Şimdi ey arkadaş… Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi?

Gündüz ortasında güneşe karşı bir söz söylenebilir mi?

Yalnız derim ki Elhamdülillah yüz bin şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden nefis ve heves esaretinden kurtulup daimi hapis ve zindandan halas oldum ve inandım ki Bu karmakarışık kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-ı şahanede bir diyar-ı saadet vardır, biz de ona namzediz.” (Sözler, s. 53)

32. Söz’ün birinci mevkıfının sonunda t a b i a t bir tip şeklinde alınmıştır. Mülahazalardan sonra tövbe eder ve bir karaktere dönüşür.

“Sukuttan sonra t a b i a t tövbe etti. Hakiki vazifesi tesir ve fiil olmadığını belki kabul ve infial olduğunu anladı.

 Ve kendisi kader-i ilahinin bir nevi defteri, fakat tagayyür ve tebeddüle kabil bir defteri ve

Kudret-i Rabbaniyenin bir nevi programı ve

Kadir-i Zülcelâlin bir nevi fıtri şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemal-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubudiyetini takındı.

Ve Fıtrat-ı ilahiye ve sanat-ı Rabbaniye ismini aldı.” (Sözler, s. 559)

Isparta Kahramanları 

Isparta kahramanlarının kahramanlık tipi çok orijinal ve tarihte örneği olmayan bir kahramanlık türüdür.

Adeta nev-i şahsına münhasır bir tiptir. Bir müellifin etrafında tamamen hasbi bir şekilde oluşan insanlar ve fedakârlar grubudur.

 Üstelik baskı, zulüm, aşağılama, tahrik, tezyif, hapishane, zehirleme daha değişik türlerde kötülük lügatinin bütün kelimeleri kullanılmış olmasına rağmen bu insanlar etrafında yer aldıkları insandan ve hakikatten, eserlerden kaçmamışlar. İşi başa götürmek için ne gerekiyorsa onu yapmışlardır.

Bediüzzaman’ın kişiliğinde öyle bir mıknatisiyet vardır ki insanlar kaderin sevki ile onun ile buluşur ve hiç itiraz etmeden görev dağıtımının en uygun yerinde yer alırlar. Yapılan işin bir şematik yanı var, o şema Bediüzzaman’ın kafasında oluşmuş, ona gelen ve eserlerinin hakikat vadisine uğrayan herkesi yapabileceği bir iş ile istihdam eder. Bu hem o insanların hem de Bediüzzaman’ın bizim aklımızın ermediği bir istihdam tarzını gösterir.

Bediüzzaman’ın kafasında bu şema veya harita ve haritadaki noktalar, şahıslar onun büyük hafızasında da yer alırlar. Yapılan her iş, yerine getirilen her vazife ne kadar olursa olsun

Bediüzzaman mektuplarında o şahısları kahraman olarak yâd eder,

 yaptığı işlerin din-i mübinin selameti için ne kadar önemli olduğunu kısa cümlelerle anlatır,

onları hiçbir suniliğe kaçmadan takdir eder.

Bu kadar insanı yeri geldiğinde takdir ve teşvik ile ödüllendirmek asıl kahramanın ne kadar büyük bir zekâ ve yönetim erki gösterdiğini gösterir.

Bediüzzaman’ın etrafında yer almak başlıbaşına bir kahramanlıktır.

Bir müellifin yanında yer almak kolay bir iştir.

 Eflatun’un metinlerini öğrencileri yansıtmıştır, sıkıntısız, Kierkegard kendi metinlerini kendi yazmıştır.

 Namık Kemal bazı metinlerini söylemiş yazdırmıştır.

 Ama Bediüzzaman’ın yanında yer almak büyük bir kahramanlık, çok bedeli yüksek bir kahramanlıktır, onun yanında yer almak başlı başına bir orijinal kahramanlıktır, çevresindekiler ne olur olsun onu yapmışlar, bir de ona çeşitli şekilde yardım etmişlerdir, bu da ikinci büyük kahramanlıktır,

Arayış, bilim adamlarının ve Isparta kahramanlarının özelliklerindendir

Tarihte, sanatta, edebiyatta, dinde ve ilimde kahramanlar devamlı a r a y ı ş içinde olanlardır.

 Hafız Ali bunlardandır. Hafız Ali bir arayış sonu Bediüzzaman’ı bulmuştur.

Kendi arayışını anlatır. “İmamlık yaptığım yerlerde müteaddid defalar kesretle, çok cemaatler içerisinde idim. Eğer ben hakiki bir hoca bulsam, ölünceye kadar ona hizmet edip ayağının türabı olacağım derdim.

O imamlık mesleği bu bid’alar zamanında bana zillet görünerek memleketime dönüp çiftçilik yapmaya karar verdim.

Bir iki sene sonra Barla’nın yaylası olan Kocapınar’da yayılan öküzlerime bakmaya gittiğimde, yaylada siz Üstadımı görüp ayrıldıktan sonra, işte ruhen aradığım hoca ve Üstad bu zat olsa gerektir dedim.  Vakt-i merhunu geldiği zaman sevk-i ilahi ve fazl- ı rahmani ile gidip Risale-i Nur’a intisap ettim ve Allah’a şükrettim.”

Arayıcılardan biri de Vezirzade Mustafa’dır.

“Bundan bir buçuk sene evvel ziyaret için iki günlük mesafede olan bir köye gitmiştim. O esnada dünyanın iç yüzü bana göründü, hem fani hem zindan hükmünde olduğundan bir nefret geldi. Bana bu fani dünyadan baki bir âleme yol gösterecek bir Üstad Cenab-ı Haktan istedim ve dedim ki:

“Öyle bir üstada rast gelsem söz veriyorum ona tam hizmetkâr olacağım.”

İşte ben bu halde ve bu niyazda iken o gece gayet şirin ve güzel bilmediğim bir şehirde gayet güzel, dünyada misli bulunmaz ziynetli bir at üstünde, siz Üstadımı ona binmiş, garptan şarka doğru beş altı metre yüksekte, şehrin üzerinde uçarken selama durduk, selamınızı aldık.

 O esnada uyandım şehadet getirdim. Şükrettim ki istediğim Üstadı bulacağım. İki ay sonra ziyaretine geldim.”

Refet Bey de bir arayış içindedir.

” Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeye çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tetkikat ve tetebbuatta bulunurdum. Ne yazık ki emelime muvaffak olamazdım. Bu sebepten yeis ve nevmidiye duçar olurdum.” (Barla Lahikası, s. 98)

Üretilen kahraman neler yapmış

Bediüzzaman’ın ezeli kavgalı olduğu temalar:

Zerrat, atom konusu,

Tabiat ve

 Allah’a açılan kapıları yıkılmış ilimdir.

Bu üç arızalı, muzırlaştırılmış alanları yapıcı bilgilerle yeni bir yorum düzenine getirmek bu evde geçekleştirilmiş ve oradan dünyaya açılmıştır.

 Bu üç önemli inkâr ve buhran alanını insanlığa faydalı bilgiler üreten ve dünyaya bakış açısını müspet hale getiren bir yapıya kazandırmak için siz:

Büyük şehirde ve

 her tarafı bin yılın kitapları ile ve

 her ilimden adamları,

münakaşa erbabını bir araya getirmeniz ve

 günlerce aylarca hatta yıllarca münakaşa ettirmeniz daha sonra telif ettirmeniz gerekir, ancak o zaman bu eserleri belki meydana çıkarabilirsiniz.

                                          Sulh Lisanı ile İtidalli Bir Üslup

Bediüzzaman’ın eserlerini çoğaltan, dağıtan, davasına nezaret eden, yazanlar kahramandır, bunun yanında bir de eserlerindeki kahramanları vardır.

Bu kurmaca kahramanlar ile hariçte bir davanın teşekkülünü kurgulayanlar birlikte bir davayı ışığa çıkarırlar.

Problematik metinlerde kahramanlar arasında fikirler bölüştürülür ve onlar arasındaki münakaşalar ve muhavereler, münazaralarla konu tavazzuh eder.

Risale-i Nur bir problematik metindir, yani dinin, ilmin ve sanatın kemikleşmiş problemlerini çözümleyen bir metindir.

 Eserlerin çok yerinde en itidalli bir muaraza ve sulh lisanı vardır. İlmi, felsefeyi ve yanlış dini yorumları yapanlara tariz ve ironik tarzı cümleler vardır.

Çünkü Risale-i Nur düz bir eser külliyesi değildir.

 Bu tür bir eserin telifi bir bahsi alıp sonuçlandıran metinler gibi değildir.  Bu farklılığı 25’inci Söz’ün başında, daha birçok yerde anlatır.

“Bu Mucizat-ı Kur’aniye Risalesindeki ekser ayetlerin her biri,

ya mülhidler tarafından medar-ı tenkid olmuş

veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış

veya cinni ve insi şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş ayetlerdir.

İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda ve o ayetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar icazın lemaatı ve belagat-ı Kur’aniyenin kemalatının menşe’leri olduğu, ilmi kaideleriyle isbat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı kat’i verilmiş.” (Sözler, s. 488)

Tenkid, itiraza maruz cümlelerin problemleri çözümlediğini işaret eden kelimelerdir. Ama şüpheler zikredilmemiştir.

Yirmi Üçüncü Lem’anın başındaki ihtar da yine bir problem çözücünün ifadeleridir. Bu en büyük problem olan Allah’ın yaratma faaliyetini ondan koparmaya çalışan tabiiyyun yani natüralist filozoflaradır.

“Şu notada Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun iç yüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin  ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden  dokuz muhal ile beyan edilmiş.” (Lem’alar, s. 176)

“Bu kadar zahir ve aşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur akıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar, hatıra geliyor. Evet, onlar mesleklerinin iç yüzünü görememişler.” (aynı sahife)

Ene ve Zerre risalesinde muhatap yine maddiyyun yani materyalist filozoflardır.

“Akılları gözlerine sukut etmiş maddiyunların (bunlar yüzlerce münkir filozof) hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfe bağlı olan tahavvülat-ı zerratı bütün düsturlarına üssülesas tutup masnuat-ı İlahiyeyi mastar göstermişler. Nihayetsiz hikmetleriyle müzeyyen masnuatı hikmetsiz, manasız, karma karışık bir şeye isnad etmeleri ne kadar hilaf-ı akıl olduğu zerre miktar şuuru bulunan bilir.” (Sözler, s. 747)

 Bu meselelerin gerçek muhatapları felsefeciler

 ilim adamları ve bilim tarihçileri,

 din yorumcuları vb.

 Biz bunları onların dünyasına nasıl sokacağız, gündemine nasıl getireceğiz bizim sorunlarımız bunlar olmalı yoksa bu hakikatler dükkân vitrinlerinde tezgâhtarlık yapamayan insanların elinde kalmaz mı?

Ve biz sorumlu olmaz mıyız?

                         İki bin Beş yüz Yıldır Gündemde Olan Meseleler

Bu metni kaleme almak için fenciler, dinden çıkmışlar, mülhidler, şeytanların vesveseleri, Kur’an etrafında dolaşan bu sayısız insan gruplarının iddialarını bilmeyen ve onları iptal edecek donanımda olmayan bir insan bu eseri ve diğerlerini kaleme alamaz.

 Tabiat ve zerre konusu iki bin beş yüz yıldır gündemde o gündemde olan meseleleri eleştirmek yerine yeni ve sağlıklı bilgiler üretmek sayısız âlimleri gerektirir.

Şimdi Bediüzzaman’ın ne yaptığı ortaya çıkıyor.

 Sürgünde bir adam iki katlı bir ahşap binaya gelmiş, ne matbaası var, ne münakaşa erbabı, ne musahhih ordusu?.

 O eserlerinin kıymetini bildiği için şöyle der.

 “Eğer mazideki âlimler bu eserlerin varlığını bilselerdi yerlerde diz üstü sürüne sürüne gelip bu eserleri bulurlardı. “Bu cümle her iki eserleri de bilen bir insanın cümlesidir.

Bu yorumlardan sonra Bediüzzaman’ın yaptığı işin azameti ortaya çıkmış olmuyor mu?

 O küçücük evde sürgünde olan insan ne kadar büyük bir ilmi zenginliğe sahip olduğu yaptığımız bu küçük mülahazadan sonra anlaşılmıyor mu?

Bediüzzaman isminin anlamı daha net olarak ortaya çıkmıyor mu?

Bu yüzden bütün zamanların en şaşırtıcı, hayret verici şahsiyet anlamı onun üzerinde emanet duruyor olmuyor mu?

Bediüzzaman’ın en büyük özelliklerinden biri seçici ve ayıklayıcı olması demiştik.

Allah onu böyle bir ortama her yönden hazır getirmiştir, gördüğü zulümler bize göre büyük ama onun dehasına göre nota sesleri gibi, hastalıklar ve musibetleri musikideki notalara benzetir.

                           İlim ve Felsefeyi Bilmek ve Hakikata Yol Açmak

Eski zamanda itikad kuvvetli ve ona muarız güçler on yedinci yüzyıldan sonraki gibi olmadığından sorun yoktu.

Ama 18 yüzyıldan itibaren batı felsefesi, laboratuar ve gözlem, ortaçağ toplumlarının itikadını bozdu.

 Buna karşı yeni bir yöntem gerekiyordu.

 Bediüzzaman’ın kahramanlığı hem felsefe ve ilimi bilmek,

ikinci olarak da onlardan hakikate giden veya hakikatin önüne çıkan meseleleri kaldırmaktı.

 Bu metinleri su yüzüne Isparta kahramanları ile birlikte Bediüzzaman çıkardılar.

 Bu metinlerin ortaya çıkmasında canla başla çalışan ve bütün dünyaya yeni bir kâinat ve insana bakış tarzı sergileyen eserlerin vücut bulmasında çalışmak büyük bir kahramanlıktı.

Böyle bir büyük külliyenin ortaya çıkmasına çalışmak büyük bir kahramanlıktı. Sanatta bir sanat eseri kolaylıkla ortaya çıkmaz, sonra o sanat eseri kendini topluma kabul ettirmesi gerekir, bu da ayrı bir konudur.

                           Dünya Tarihinde Örneği Olmayan İlim Hizmeti

Bediüzzaman ile birlikte Barla kahramanları eserlerin doğumunu hazırlamış, daha sonraki dönemlerde de topluma kabul ettirme ve hukuk mücadelesi verilmiştir, dünya tarihinde böyle bir eser doğması ve kendini topluma kabul ettirmesi çok orijinal bir vakadır.

Dünyanın birçok büyük eseri yazarın elinden çıktıktan sonra hemen matbaaya gider ve topluma açılır, bu yönü ile de Isparta kahramanları büyük insanlardır.

Kahramanlık yüzyıllardır tarih sahnesinde gerekli rolünü oynayamayan milletin, neden rolünü oynamadığını sanatçılar, siyasiler, edebiyatçılar tartışırken, Bediüzzaman asıl boşluğun bütün zaferlerin, fetihlerin kaynağı olan imanın olmadığını veya yeterli olmadığını görür, batı felsefesi ve ilmi karşısında itikat tutunamaz. Bediüzzaman bu küçük köyde bir şirin evde bütün itikadî buhranların fenni ve felsefi yanlış yorumlamaların hepsine neredeyse cevap vermiş.

Temalar o güzelim tabiat içinde kafasında gitmiş gelmiş ve eserlerini yazmış, yazarken de bu kahramana ve bu eserleri yazmak gibi eşsiz kahramanlığa sahip çıkmış insanlar. 

Prof. Dr. Himmet Uç /

Çoktan Beklenen Kahraman

ÇOKTAN BEKLENEN KAHRAMAN

Tarihte kimse gördü mü böyle bir kahraman?

En hunharlara karşı gelsin, gitseydi de can?

Şüphesiz ki bu zattır Üstad Bediüzzaman,

Gelin bunun cesaretinden hisse alalım,

Gafletten uyanıp, zamanıdır ayılalım.

 

Kur`ana ayna oldu Nurların müellifi,

Beşeri kurtarmaktı onun ana hedefi,

Mahkemede susturabildi hâkim le şefi,

Evet, bu zatın peşine bizler de koşalım,

Allah’ı memnun edinceye kadar coşalım.

 

Budur fesadı ümmet vaktinde beklenen zat!

Ona talebe olabildiysen, endişeni at,

Sonra mânen yükseleceksin çıkarsın kat kat,

Gelin bizde imanımıza kuvvet katalım,

Şer ve şerirlerden kurtulup mahfuz kalalım.

 

Bu zata hayran kalıyor birçok mütebahhir,

İmanı şübehattan kurtarabilen mahir,

O imana kuvvet kattı gizli değil zahir,

Gelin bu davaya bizde sarılıp duralım,

Günlümüzde Risale-i Nurdan taht kuralım.

 

Bu zat engel olmuş idi birçok kargaşaya,

Mukni cevap verebilmişti Hurşit paşaya,

Korkmadan dedi, zalime cehennem yaşaya,

Evet gelin bu zata bizde sahip çıkalım,

Kalbimizdeki eneyi Nurlarla yıkalım.

 

Bu zat düşmanlara karşı fikriyle savaştı,

Dahilde azılı dinsizleri müthiş sarstı,

Dine karşı olan zındıkların sesini kıstı,

Gelin can dostu bu zata içten sarılalım,

Günlümüzde Nurlardan âbideler kuralım.

 

Evet son asırda bu zatın ilmine yok eş,

Hilafetin bittiği yerde parlayan güneş,

Onun nuru tek taraf değil, ciheti şeş,

Gelin kaybettiklerimizi biz de bulalım,

Çok eğri yollardan rahatlıkla kurtulalım.

 

Rahat ol Üstadım Nur’lar her yerde parlıyor,

Nur eserleri bütün âleme yayılıyor,

Muannitlerden başkası severek okuyor,

Okuyunca iç alemine ışık sokuyor

Kalbi siyah olanlar yanaşmıyor korkuyor.

Nisan 2004 Abdülkadir Haktanır

 

NURUN SEÇKİN KADROSUNUN PEŞİNE KOŞALIM GEL!

Nurun seçkin kadrosunun peşine koşalım gel,

Bu davadan paye için onlara verelim el,

Bu fitne fesat zamanda bizi de almasın sel,

O kervanın yardımına, beraber koşalım gel,

Nurlarla şevk ile biz sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Bu asilzadeler Kelamullah’ın hadimleri

Elde sağlam iman ile koşuyorlar ileri ,

İman ve Kur’an’a bunların örnek hizmetleri,

Onların yardımına hep beraber koşalım gel,

Bunlara aşk ve şevkle bizlerde sarmaşalım gel.

 

Nurdaki haz ile, lezzetlere yan bakıyorlar,

Billur gibi parlak, nur havuzuna akıyorlar,

Can simidi olan nurlarla yatıp kalkıyorlar,

O kervanın yardımına beraber koşalım gel,

Nurlara aşkla sımsıkı bizde sarmaşalım gel.

 

Onlarda ötekiler gibi insan, fakat farklı,

Nurları okursan göreceksin ki onlar haklı,

Hayatlarında açık görünüyor değil saklı,

Onların yardımına hep beraber koşalım gel,

Nurlara aşk ve şevk ile bizde sarılalım gel.

 

Hemcinslerini kurtarmaya koşuyor bu kervan,

Çünkü onların şefkati galip, durmazlar bir an,

Nurdaki hakikatlerle oluyorlar hırz-ı can,

O kervanın yardımına bizler de koşalım gel,

Nur yolunda onlara sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Gençleri kurtarmak için peşlerine koşarlar,

Allah rızasını kazanmaya şevkle coşarlar,

Bu mübareklere gıpta ile herkes şaşarlar,

Onların yardımına hep beraber koşalım gel,

Nurlara şevk ile biz sımsıkı sarılalım gel.

 

Bunların pâk gayeleri güneşler gibi parlar,

Bütün duygularını Nurlardan haleler kaplar,

Melekler fetebarekâllah diyerek alkışlar,

Bu kervanın yardımına beraber koşalım gel,

Nurlara şevk ile biz sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Bu gençler çelik gibi imanı aldılar Nurdan,

İdeallerine koşarlar, anlamazlar dur dan,

Ahirete göz dikenler, haz alır mı buradan,

Bunlara bizlerde durmadan destek verelim gel,

Nurlara can ve gönülden sıkı sarılalım gel.

 

Gün geçtikçe çoğalıyorlar bu Nurlanmış gençler,

Yolunu kaybedenler onları bulup ilerler,

Onlarla kaynaşırlar konuşurlar ve gülerler,

Onlara biz de yardım edelim durmayalım gel,

Nurlara şevk ile biz sımsıkı sarmaşalım gel.

 

Bunlar, Nur’lara feda olmayı, bir borç bilirler,

Ücrette yoklar amma, hizmete koşar gelirler,

Beni kurtarın diyenlere hemen el verirler,

Biz onların yardımına beraber koşalım gel,

Nurlarla aşk ve şevk ile bizde sarmaşalım gel.

 Mayıs 2004 Abdülkadir Haktanir