Etiket arşivi: kainatın yaratılışı

Altı Gün

Ferman-ı ilahi olan Kur’ân-ı Azîmüşşân’da Hâlik-ı Ezel ve Ebed, se­mavat ve arzı altı günde yarattığını bildiriyor. Bundan akla şöyle bir soru geliyor:

– Gün, dünyanın kendi etrafındaki bir devrinin müddeti olduğuna göre, henüz yerler ve gökler yaratılmadan, onların hilkatini gün tâbiriyle ifade etmekten murad nedir?

Cevap: Müfessir-i izâmın bir kısmı, günü, eyyam-ı dünya denilen ve tulû ve guruptan hasıl olan miktar ve müddet kadar, yani yirmi dört saat olarak telâkki etmişler. Bir kısmı da altı günü, altı devir ve altı vakit mânâsında beyan etmişler. Bazıları da bir günü Kur’an’da beyan olunan bin veya elli bin sene olarak kabul etmişlerdir. Diğer bir kısmı ise, semavat tabakala­rını ve yerlerin her birini bir miktar ile takdir ve bir vakte tahsis ederek, yekûnunu ezel ve ebede nazaran altı gün sayılacak miktarda, yani ölçülü bir zamanda yarattı demişlerdir.

Şimdi, şöyle bir soru daha hatıra gelebilir:

– Gün tabirinden maksad-ı İlâhî ne olursa olsun, bir anda yani def’aten yaratmak, kudret-i İlâhiyye’ye daha lâyık veya münasip düşmez miydi?

Bu soruya cevaben deriz ki: Kudret-i İlâhî hiçbir vechile kabil-i tenahî değildir ve o Kudret-i Akdes tecezzi kabul etmez. Herhangi bir şeye taalûku, diğer şeylere taallûkuna mani değildir. Binaenaleyh, değil altı günde, diler­se bir anda dahi hasra gelmez âlemleri yaratır ve ifna eder. Nitekim bunun cüz’î bir misâlini bahar ve yaz tezgâhlarında kısmen müşahade ediyoruz.

Lâkin, “Bu dünya darü’l-kudretten ziyade darü’l-hikmettir.” Her ismi­nin muktezası ve tecelli cihetleri ayrı ayrı ve çeşit çeşittir. Yani, ulvî-süflî, büyük-küçük bütün kâinat tabakaları, mülk ve melekûtiyle birbiri içinde girift olup, bütün şuunatıyla birbirini ihsas eden rengârenk daireler gibi binler esmânın âyine-i tezahürüdür. Diğer bir tâbir ile o isimlerin tezgâhı hükmündedir.

Bütün esmâ, muktezasına göre o kâinat tabakalarında hükmünü icra edip, mertebe-i tecellilerini Hâkimiyet-i İlâhiye altında gösterir ve tezâhür ettirirler.

Evet, Allahü Teâlâ dileseydi bütün semâvat ve arzı bütün keyfiyet ve muhteviyatıyla, bir anda yaratabilirdi. Fakat bu takdirde tertib ve tevâli ile meydana gelen şeyler nasıl olacaktı? Meselâ, insanlar arasında valide ve veledlik olmayacak mıydı? İnsanların kemâlleri, faraza yetmiş yaşında ise, birdenbire o yaşta mı halkedileceklerdi? Bu hâle göre, anında ve kemâlinde yaratılan bir şeyin zevali nasıl olacaktı? Yani, o hâlde zevalde de tertib ol­mayacağına göre, bir insan yaratıldığı anda hemen zevale mi gidecekti? Diğer hayvanatı ve nebatatı da insanlara kıyas edebilirsiniz.

Diğer taraftan, hilkat defî ve anî olsaydı, o takdirde iki mahlûk arasında bir terettüp ve tevâlî imkânı da kalmazdı. Sebep ve müsebbeb arasındaki tertipler, tevellüdler, tenasüller, tenasüpler ve bunlardaki faydalar ve hik­metler heba olup giderdi.

Her şeyin anında yaratılması mülâhazasına göre, ağaçlar nasıl meyve verecek ve çekirdekler nasıl ağaç olacaktır? O takdirde anasır, tevellüde gayr-ı kabil mi olacaktı? Yine bu suale göre, dünkü âlemlerin var olduğu kabul edildiği takdirde bugünkü âlemlerin olması lâzım gelmez miydi.

Ayrıca, bu sual mucibince, bütün insanlar, nebatat, hayvanat ve diğer mevcudat bir anda yaratılacağından, biri diğerinin hilkatine şahid olmazdı ki, bu hilkat ikinci yaratılışa yani âhirete delil olabilsin.

İşte, böyle bir fikirle nihayetsiz olan Kudret-i İlâhiyye’yi dünyaya hasre­dip, âhiretin olmamasını tevehhüm etmek, tasarrufat-ı İlâhiyye’yi inkâr ile zihinleri mecma-ı hâdisat olan bu âlemin kadîm olduğu zannına götürür.

Evet, “Def’aten yaratmak kudrete daha münasip düşmez miydi?” şek­lindeki mezkûr suâle, “elbetteki münasib düşmezdi” şeklinde cevap vere­ceğiz.

Ayrıca şu noktaya da işaret edelim ki; her tedricde def’i ve ânî hilkat vardır, fakat def’i, ânî hilkatte tedric yoktur. Dolayısıyla da yaratılış def’i ve ânî olsaydı O Kâdir-i Zülcelâl’in terkib ve tahlilde tezahür eden haşmet-i rubûbiyeti bilinmez olurdu.

Yukarıda izah edilen mukaddemelerden, hilkatteki tedric ve teenninin ism-i Hakîm ve rubûbiyet-i İlâhiye’nin muktezası olduğu bedahetle anla­şılmaktadır.

Bir sual: Hâlik-ı Hakîm’in bu mükevvenatın hilkatini altı güne hasr ve tahsisinde ne gibi maslahat ve hikmetler vardır?

Cevap: Bir tek zerreden umum kâinata kadar her bir mevcudun hilka­tine binler hikmet takan O Hakîm-i Ezelî’nin yerlerin ve göklerin hilkatini altı güne tahsisinde de elbette ki birçok maslahatlar ve hikmetler vardır. Bu hikmetleri bilmemiz, olmamasına delalet etmez. Bununla beraber, akla gelen şöyle bir soruya ne cevap verilecektir: Altı gün yerine beş veya yedi günde yaratsaydı, mezkûr sual sorulmayacak mıydı?

Evet, tercih ve tahsis edici ancak Allah’dır (C.C.). Her şey O’nun irade-i kudsiyesine tâbidir. Hayırlar, meziyetler, şerefler, hâsiyetler O’nun tarafın­dandır. İsterse mülkü verir mâlik eder, saltanat verir sultan eder, marifet verir ârif eder, hidâyet verir hâdî eder. İsterse de bir lâhzada her şeyi hâk ile yeksân eder. Zerreler, yıldızlar, güneşler, kehkeşanlar O’nun emrine bağlı­dır. Dön! derse dönerler; dur! derse dururlar. İstediğine ziyâ verir nurlandı­rır, istediğini karanlığın zulmetine gömer.

Allah (C.C.) O’dur ki, arş-ı rubûbiyetinde durup, irade-i kudsiyesiyle, hakimiyet ve ceberutiyetle ilelebed icraat-ı hâkimiyesini yürütür.

Mehmed Kırkıncı

Yaratılış Çekirdeği ve Peygamber Nuru

BIG BANG yaratılış patlaması ve kâinatın bir balon gibi şiştiği ve büyüdüğü, galaksilerin büyük bir sür’atle birbirlerinden uzaklaştığının keşfi, geçtiğimiz yüzyılda kozmoloji denen evren-bilimin en büyük zaferlerinden birisi olmuş, bu keşifle birlikte bilimde yeni bir dönem başlamıştı. Kâinat her geçen gün şişip büyüyor, akıl almaz süratte genişliyordu. Demek ki evren elbette ki, geçmişte daha küçüktü. Galaksiler ve galaksiler arasındaki ‘uzay’ birbirine yakın hattâ bitişikti. Daha da önceki dönemlere gidildiğinde hiçbir genişlemenin olmadığı bir ‘zaman aralığı’ bulunmalıydı.

Yaratılıştan öte ‘belirsiz ve tarifsiz’ durumlarla karşılaşılmıştı. Yani fizik ötesi bir durum arz ediyordu yaratılış çekirdeği. Soyut bir öz çıkıyordu karşımıza. Kâinatın bir çekirdekten çıktığı, bu çekirdeğin ise madde cinsinden olmadığı açıkça belirmişti. Bediüzzaman, kâinatın Peygamberin nurundan yaratıldığını muhtelif eserlerinde dile getirir. ‘Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur’1 hadisini buna delil gösterir. Yine Bediüzzaman, her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının bir çekirdekten yaratılmasının İlâhî hikmete daha uygun olduğunu ifade eder ve tüm varlıkların hakikat-ı Muhammediye’den nur aldığını ve o nurla alâkalı olduğunu ve temelde o nurun bulunduğu üzerinde durur.

Evet Big Bang Teorisi’ne göre âlem nihayet derecede küçük bir ‘kozmik yumurta’dan açılmıştı. Bu kozmik yumurtayı Peygamberin nuru ile ilişkilendirebilir miyiz? Malum, bir damla su okyanusu temsil edebilir. Hücrede insanı, atomda galaksiyi görebiliriz. Maddîliğin sırrı, kuant denen en küçük ‘boyutsuz’ bir koordinat noktasından itibaren başlaması; bundan önce her şeyin ‘Nur-Takyon’ denen ‘sonsuz bir kudret’ etkisinde kalması temeldeki madde ötesi bir mahiyete işaret etmektedir. Acaba tüm varlığı içine alan o metafizik mahiyeti, ‘Peygamber nuru’ ile ilişkilendirebilir miyiz?

Tüm varlıkların peygamberin nuru ile alâkadar olmasını ‘Kuantum Teorisi’nin ortaya koyduğu, inkılapçı bakış açısından değerlendirdiğimizde açıklayıcı sonuçlara ulaşmaktayız. Atom fiziği alanında gözlenen parçacıklar, kendi başlarına izole edilmiş varlıklar olarak hiç bir mânâ ifade etmez. Kuantlar ölçeğinde her şey sanki birer ada gibi birbirinden bağımsızdır ama bu sayısız adaların alttan okyanus tabanından birbirine kara bağlantıları mevcuttur. Böylece fert (cüz), tüm olana (küll) bağlanır. Tüm parçaların arasında münasebetlerin devam ettiği bir doku ve örgü bütünlüğü vardır. Buna ‘Hologram Teorisi’ de destek vermektedir. Bu teori, bütün var edilmişlerin aynı bütünün parçaları olduğunu, dolayısı ile hepsinin özlerinin bir ve birbirine eş bulunduğunu, her birinin bütünün bilgisini içinde taşıdığını ve ona uygun gelişme sağlanırsa, bütünün tam görüntüsünü yansıtabileceğini ileri sürmektedir. Bütün bilgilerin her an ve her yerde kullanıma hazır bulunduğunu söyler. Evrenin parçalanamaz bütünlüğü ve her şeyin her şeyle bağlılığı, yani evrendeki birlik, bilimcilerin en çok dikkatini çeken kozmos gerçeği haline geldi. Bu gelişmeler ışığında Bediüzzaman’ın vurguladığı, tüm varlıkların peygamberin nuru ile alâkadar olması ve o ‘hakikatin özünü’ taşıması konusu daha anlamlı ve anlaşılır hale gelmektedir.

Tasavvufta Nur-u Muhammedî

Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu, bütün varlık âlemlerinin peygamberin nurundan yaratıldığı teması tasavvuf anlayışında genişçe yer alır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halk edilmiştir. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kudsî hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım’2 ifadesiyle varlığın Hz. Muhammed için yaratıldığı anlatılır. Risale-i Nur’un birçok yerinde de bu hadis nazarlara sunularak kâinatın yaratılış sebebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) gösterilir.

Emirdağ Lahikası’ndaki bir mektupta, bu hadis-i kudsîye dair yazılan ‘Bu hitap zahiren Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevil hayata racidir’ şeklindeki bilgiyi Bediüzzaman tadile muhtaç görür ve şöyle izah getirir: ‘Çünkü küllî hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i Âzam’ın tecellî-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından…’ Hz. Peygamber’in (sav) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: ‘Hz. Âdem, henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim’ buyurmaktadır. Bu mesele, tasavvufçularca ‘hakikat-ı Ahmediyye’ unvanıyla geniş bir şekilde ele alınır. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kâinatın da hakikati olarak işlenir.

Yaratılış Ağacı

Sonsuz küçüklerden Planck uzayının da altından galaksi sistemlerine kadar varlık âlemi, her birim, bir üst sistemin bilgisi ve denetimi altında bir iş bölümü düzen içinde yaratılmıştır. Varlığı bir piramit gibi aşağıdan yukarı düzene koyduğumuzda piramitin tepe noktasında insanın yer aldığını göreceğiz. Veya bu âlemi bir ağaca benzetelim. Bu muhteşem ağacın meyvesi insandan başkası değildir. O muhteşem ağaçta Arzımız, Güneş sisteminden bir dal ya da yaprak mesabesinde kalır. Bahar midemize çalışıyor, Güneş gözümüze; ciğerlerimizle havayla alışverişteyiz. Çiçekler bizim için bezenmişler. Şu görünen âlem, bedenimizin imdadına durmadan koşarken, bedenimiz de her an ruhumuza hizmet etmektedir. Bütün ihtişamıyla üzerimizde boy gösteren gök kubbeyi bir kitap gibi okur, mütalâa eder, ondaki sırları çözeriz. Bu şeref sadece bize, yani insanlara verilmiş. İlâhî hikmetin gereği, yaratılış ağacının da bir çekirdekten yaratılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki, madde âleminden başka diğer âlemlerin numunesini ve esaslarını da içine alsın. Çünkü binler muhtelif âlemleri içine alan kâinatın asli çekirdeği ve menşei kuru bir madde olamaz. Madem kâinat ağacından daha evvel, o türden başka ağaç yok. Öyle ise, ona kök ve çekirdek hükmünde olan mânâ ve nur, elbette yine kâinat ağacında bir meyve elbisesinin giydirilmesi, yine Hakim isminin gereğidir.

Kâinatın gerek İlâhî ilimdeki ilk özetine, gerek fizik âleme çıkışındaki o çekirdek varlığa ‘Nur-u Muhammed denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebeye ulaşan, Allah Resulü’dür (a.s.m.). Bütün İlâhî isimlerin en ileri mertebesine de O (a.s.m.) mazhardır. Bu durumda, kâinatın yaratılmasından asıl gaye de O olacaktır. Yaratılış sırlarını Kur’ân’ın ışığında dile getiren Bediüzzaman, koskoca kâinat ağacının peygamberimizin bir insanın mahiyetinden yaratılmasını akla sığıştıramayanlara şöyle cevap verir:

‘Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadir-i Zülcelâl, şu kâinatı, Nur-u Muhammedi’den (a.s.m.) nasıl halk etmesin veya edemesin!’ ‘Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makâsıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ olduğuna göre âleme çekirdek olmaya en lâyık da Hz Muhammed’dir (a.s.m.)3

‘Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir.’4

‘Hem sabıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sanii, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediyye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sani-i kâinatın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lazım geliyor. Çünki; Bir şey’in neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek; vücuden en ahiri manen de en evveldir. Halbuki: Zat-ı Ahmediyye, (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksadların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecell-i icada mazhar, Onun nuru olmak lazım gelir.’

Osman Çakmak / Zafer Dergisi

dipnotlar:

1-Keşfü’l Hafâ, 1:265

2-Aclunî, II: 164; Hakim el-Müstedrek, II: 615

3-Sözler, 568

4-Lemalar, 356

5-Sözler, 579-580