Etiket arşivi: karakalem.net

Medine’den Maldivlere Hicret

AHİR ZAMANDA yaşamak demek, hayret makamını farklı bir boyutta sürekli taşımak demekmiş anlaşılan. Her defasında “Bunu da gördüm ya, artık ne görsem ne duysam şaşırmam” diyorum. Ama birileri çıkıp öyle bir şey yapıyor ki, yeniden hem hayrete hem dehşete düşüyorum. Hayatını tekrar tekrar, farklı kaynaklardan okumaya çalıştığım bir sahabedir bilinen adıyla Ebu Eyyub el Ensari. Şüphesiz tümü benzer özelliklere sahip olsa da, takvada, istiğnada, tavizsizlikte aklıma gelecek ilk üç sahabeden de biridir. Onun hayatını okumaya özen göstermem kişinin en çok tanıdığı bildiğini sandığı şeylere kör oluşundan kaynaklanıyor. Onu, yüzyıllardır adıyla anılan bir semtte ağırlıyor olduğumuz için çokça tanıdığımız zannediyoruz, oysaki gerektiği kadar tanımıyoruz.

Temiz soyu babası tarafında onuncu dedesinden, annesi tarafında sekizinci dedesinden efendimize dayanan Halit Bin Zeyd Ebu Eyyub El Ensari, efendimizin mihmandarı olduğu kadar tek başına Medine’yi İslam’a hazırlamaya giden Musb bin Umeyr’in de hicret kardeşidir. Akabe-i Kübra’da Musab’ın peşine düşüp efendimizle müşerref olarak İslam’a girdiği andan itibaren ne kardeşi Musab’ı, en İslam peygamberini bir an bırakmamıştır. Zenginliği, şan ve şöhreti, şehrin en gözde genci olma özelliğini tek lahzada silip atan Musab bin Umeyr’in öldüğünde bir kefenden mahrum olduğu malum. Gayet manidardır kardeşlik için ikisinin seçilmesi. Çünkü Eyyub el Ensari’nin de dünya malına yaklaşımı budur. Bunun en basit örneği adalet timsali Hz Ömer’in oğlu Abdullah b. Ömer’in düğününde sergilediği tavır olsa gerek. Düğün evinin kapısına gelen Ebu Eyyub, evin duvarlarında yeşil bir perdeyle süs yapılmış olduğunu görünce tepki göstermiş, “Siz de mi duvarlarınıza perde asıyorsunuz” diye sitem etmişti. Abdullah b. Ömer, “kadınlarla basa çıkamadık” kabilinden bir cevap verdiğinde; “Pek çok kimse kadınlarla basa çıkamasa da senin basa çıkamayacağını ummazdım. Ben ne sizin evinize girer, ne de yemeğinizi yerim” diyerek geri dönmüştü. Aynı tavizsiz hatta korkusuz tavrı, Şam’a seyahat edip Muaviye’nin yanına gittiğinde de görmek mümkündür. Mahmud Sami Ramazanoğlu’nun değerli eserinde ayrıntısını bulabileceğiniz bu ziyaret, gördüklerinden ziyadesiyle rahatsız olan Ebu Eyyub’un, “Senin mekanında sünnet-i Muhammediye’nin yerini bidatların tutmuş olduğunu gördüm. Sana yalnız takvayı tavsiye ederim. Bir daha da senin meclisine gelmem” diyerek Basra’ya İbn Abbas’ın yanına gittiğini biliyoruz.

Şimdi bunları niye hatırladım. Hepimiz büyük bir acı sarmalının içinde kıvranıyoruz ne zamandır. Ümmet dediğimiz büyük ailemizin her yerinden kan sızıyor. Dinmeyen yaramız Filistin, Afganistan, Irak, Afrika, Türkistan, Arakan ve Suriye. En çok Suriye.. Gözümüzün önünde açlıktan kıvrana kıvrana öldü masum çocuklar, bıçaklarla kesildiler, kimyasallarla boğuldular, varillerle bombalanıp betonların altında can verdiler. Soğuktan kas kastı kesildiler, üşüyerek öldüler. İzledik biz. Belki bir parça infak ettik, dua ettik, ama içimizin acısını dindiremedik. Daha dün, üç dört yaşlarında bir çocuğun ‘ne olmak istiyorsun’ sorusuna verdiği cevabı izledim. “Şehit olmak istiyorum” diyordu çocuk, nedeni sorulduğunda da, “çünkü açım, şehit olursam cennete giderdim, cennette ekmek var” dediği bir dünya burası. Boğazınızdan geçen ekmek lokmaları boğazınıza dizilmiyorsa vicdanınızı kontrol edin.

Şehrin en görünür yerindeki billboardlarda iki kare görüyorum ne zamandır. Birinde masum bir çocuk yüzü var, ‘Sana ihtiyacım var’ diyor.. Bir yardım kampanyasına ait bu ilanın yanı başında ise ‘Maldivler’e akın var’ yazıyor. Maldivlere akın varsa bu çocuklar kim ve neden açlıktan ölüyorlar, bu çocuklar açsa ve açlıktan ölüyorlarsa Maldivlere nasıl akın edilebiliyor?

Projenin sahibi, renkli gömleği, tatil şortuyla Maldivler’de verdiği pozun yanında projesini açıklıyor, ilk cümlesi ‘Müslümanın hayattaki gayesi’ne dair bir hadis paylaşımı şeklinde gerçekleşiyor. Sonra dünyada yüzbinlerce sahil oteli olduğu halde Müslümanlara uygun plajı olmayanlara ne kadar içerlediğini anlatıyor. Oysa her Müslümanın hakkı helal plaj.. Ve bu hakkı savunmanın kendilerinin ana sayesi olduğunu vurguluyor. Bu proje için yüce Allaha şükrederek devam ediyor. Gelelim tatil adasının isminin sırrına. Şaka değil, cümleler aynen şöyle; “Hz Eyyub El Ensari nasıl ki, kötüden iyiye geçiş anlamına gelen hicret günü peygamber efendimiz SAV’i evinde misafir ettiyse, önümüzdeki hicret gününden itibaren, tüm dünya Müslümanlarını Maldivlerdeki Eyyub El Ensari’nin Evi’nde misafir olmaya davet ediyoruz.”

Mevlana et döner, Şems tuhafiye, Adab mayo, Mekke pazarı, Medine giyim, Hiranur Börek, Sefa Merve moda, 1453 iç giyim. Alıştık artık bu ‘marka’lara değil mi. Din tüccarlarına. Değer sömürücülerine. Ama bu kadarına pes. Ebu Eyyub El Ensari’nin Maldivlerdeki evi… Sanki bir aş evi açmışlar da, fakirlere yemek dağıtacaklar. Sanki bir ilim evi açıyorlar da, peygamberin hatırasını yaşatacaklar. Sanki bir yetimhane, sanki bir “fakirhane”. Hayır, sadece zenginleri çağırdıkları evin ismi bu. Helal plajlarda binlerce Euro harcayacak Müslümanlara özel bir ev. Dünya nimetlerinden sonuna kadar faydalanmak isteyen, onlardan ne eksiğimiz var, diye kıvrananlara özel. Nasıl bir zihin yapısıdır bu. Nasıl bir cüret?

İşin kötüsü biliyorum, kış günü bronz bronz gezen tesettürlü ablaların ‘Maldivlerden geldik’ dediğine çok şahit olmuşumdur. Peynir ekmek gibi satacaklar bu evleri. Hizmet ettiklerini düşüne düşüne satacaklar. Birileri de helal helal alacak. Para benim, diyecek. Sen ne karışıyorsun diyecek. Buna benim dinimi, değerlerimi, peygamberimi ve onun yıldızlarını alet edecek. Kimse de dur demeyecek. Bildiğim bir şey daha var, tüm bunlar olurken birileri açlıktan can veriyor olacak yine. Birileri su bulamayacak. Birileri komşusu açken tok yatacak. Helal parasıyla israf edecek. İsraf helaldir diyecek sonra. Ve inananlar çıkacak buna. Biliyorum.

 19/02/2014

© 2013 karakalem.net, Nuriye Çakmak

Kayayı kımıldatmak

DAĞA TIRMANAN bir adamın karşısına büyük bir kaya çıkar; yolu tamamen kapamış… Ne sağında, ne solunda küçük bir geçit kalmamış.

Yüksekten kayıp düşen bu kaya yüzünden yoluna devam edemeyeceğini görünce, adam bir geçit açmak üzere onu kımıldatmaya uğraşır. Çok yorulur. Bütün uğraşmaları boşa gider.

Ümitsizliğe düşen adam oturur ve:

“Gece basıp bu ıssız yerde yemeksiz, sığınaksız, avlarını aramaya çıkan vahşi hayvanlara karşı savunmasız kaldığımda ne olacak?” diye düşünür.

Fikri buna dalmışken, başka bir yolcu gelir. Birincinin yaptığını aynen yapar; kayayı kımıldatmak imkânını bulamayınca o da başını eğer ve sessizce oturur.

Bundan sonra, daha birçokları gelir; hiçbiri kayayı kımıldatamaz. Hepsinin endişesi çok büyüktür.

Nihayet biri, ötekilere:

“Rabbimize dua edelim, belki bu perişan halimize acır” der. “Bu söz dinlenir, bütün kalpler O’na çevrilir.”

Az sonra, “Dua edelim” diyen adam:

“Kardeşlerim! Hiçbirimizin yalnız başına başaramadığı şeyi hep birden yapamaz mıyız?” düşüncesini ileri sürer.

Kalkar, kayayı hep birden iter ve yuvarlar, yollarına da rahatla devam ederler.

Yolcu insandır, seyahat hayattır, kaya ise her adımda yolunda rastladığı zorluklardır.

Hiçbir insan yalnız başına bu kayayı kaldıramaz. Fakat Allah, kayanın ağırlığını, beraber seyahat edenleri durduramayacak surette hesaplamıştır.        

(Lemannais)

 30/08/2006

© 2013 karakalem.net

Örnek Hayatlar: Gencin böylesi

ARABİSTAN’IN DEĞİŞİK yerlerinden kabilelerin, İslâm’ı kabul etmek üzere Medine’ye heyetler yollamaya başladığı dönemde, Benî Tucîbler de, Medine’ye geldiler. Benî Tucîb, Kinde kabilelerinden biriydi ve Yemen’de otururlardı.

Hicretin dokuzuncu yılında gelen onüç kişilik Benî Tucîb heyeti, mallarının zekatlıklarını da yanlarında sürüp getirmişlerdi.

Onların İslâm’ın emirlerine kabule peşinen hazır olduklarını gösteren bu tutumları, Peygamber Efendimizin hoşuna gitti.

Kendilerine:

“Siz hoşgeldiniz!” buyurdu ve Bilal-i Habeşî’ye misafirleri en iyi şekilde konuklayıp ağırlamasını emretti.

Benî Tucîb heyetinin:

“Yâ Rasûlallah! Allah’ın mallarımız içindeki hakkını sana sürüp getirdik!” demelerine karşılık da:

“Onları geri götürüp fakirlerinize bölüştürünüz!” buyurdu.

Benî Tucîb heyeti:

“Yâ Rasûlallah! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını sana getirdik!” dediler.

Bu cevabın bildirdiği davranış inceliği ve güzelliği, Hz. Ebu Bekir’i öylesine etkilemişti ki:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Arap heyetleri içinde, doğrusu, şu Tücîb heyeti gibisi yoktur!”

Peygamber Efendimiz, buna karşılık:

“Hidayet Yüce Allah’ın elindedir. Allah, hayrını dilediği kimsenin kalbini iman için açar!” buyurdu.

Tücîb oğulları heyeti, Hz. Peygamber’e birtakım şeyler sordular. Kendileri için, sordukları şeylerin cevapları yazıldı. Daha sonra, Efendimize, Kur’ân’a ve sünnete dair sorular sordular. Onlardaki bu iştiyak, Hz. Peygamberin onlara yönelik rağbet ve teveccühünü ziyadeleştirdi.

Nitekim, birkaç gün Medine’de oturduktan sonra gitmek istediklerinde, kendilerine:

“Ne diye acele ediyorsunuz?” denildi.

“Gerimizdekilerin yanlarına dönüp Resûlullah’tan gördüklerimizi, kendisine söylediklerimizi ve kendisinin bize verdiği cevapları onlara bildireceğiz!” dediler.

Peygamber Efendimizin yanına gelip vedalaştılar.

Peygamber Efendimiz onları Bilal-i Habeşî’yi gönderdi. Bilal’e de, kendilerine bahşişlerinin verilmesini emretti.

Sonra:

“Sizden, bahşiş verilmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.

“Evet!” dediler. “Binitlerimize bakmak üzere, yaşça en küçüğümüz olan bir genci arkamızda bırakmıştık.”

Peygamber Efendimiz:

“Onu da bize gönderin! “buyurdu.

Heyet üyeleri, binitlerinin yanına dönünce, gence:

“Resûlullah’ıın yanına git de, ondan hâcetini al! Biz ondan hâcetimizi aldık ve kendisine veda ettik!” dediler.

Benî Tücîb heyetinin genci, Peygamberimiz Aleyhisselamın yanına geldi ve:

“Yâ Rasûlallah!” dedi. “Ben, Ebzâ oğullarından bir kimseyim. Biraz önce senin yanına gelen, dileklerini yerine getirdiğin cemaattenim. Benim de dileğimi yerine getir!”

Peygamber Efendimiz, ona:

“Senin dileğin nedir?” diye sordu.

Genç:

“Yâ Rasûlallah! Benim dileğim, arkadaşlarımınki gibi değildir! Onlar İslâmiyeti özleyiciler olarak geldiler, zekatlarından sürüp getirdiklerini de getirdiler” dedikten sonra, kendi dileğini şöyle açıkladı:

Fakat sen Allah’tan bana mağfiret etmesini, beni rahmetiyle esirgemesini ve bir de kalbime zenginlik vermesini dile!”

Peygamber Efendimiz, bu dilek karşısında:

“Ey Allahım!” diye dua etti. “Ona mağfiret et ve rahmetinle esirge! Kendisinin kalbine de zenginlik ver!” diye dua etti.

Sonra da, bu dileğinden başka birşey istemediğini ima etmiş olmasına rağmen, bu gence de heyetin diğer üyeleri gibi bahşiş verilmesini emretti.

Benî Tucîb heyeti, yurtlarına, ev halklarının yanına döndüler.

Bunlardan bir cemaat, ertesi yıl hac mevsiminde Minâ’da Peygamber Efendimizle buluştu.

Bu cemaatin:

“Biz Ebzâ oğullarıyız!” diye kendilerini tanıtmaları üzerine, Hz. Peygamber:

“Geçen yıl sizinle birlikte bana gelen genç ne yapıyor?” diye sordu.

Cevap şuydu:

“Yâ Rasûlallah! Allahu Teâlânın verdiği rızka ondan daha kanaatlisini görmemişizdir. İnsanlar dünyayı aralarında bölüşecek olsalar, o genç ona göz ucuyla bile bakmaz.”

Bu gencin samimî bir kalble istediği şey karşısında Hz. Peygamber’in yaptığı duanın bereketiyle, o genç, hayatı boyunca, dünyanın kendisini aldatamadığı, Allah’ın kendisine verdiği rızka kanaatli halis bir kul olarak yaşayacaktı.

Benî Tucîblerin bildirdiğine göre, Peygamber Efendimizin vefatından sonra Yemen halkı İslâm’dan dönmeye kalktığında, bu genç kabilesine Allah’ı ve İslâm’ı anlatmaktan geri durmamış; ve onun bu gayretleri sayesinde, başka kabileler içinden nice insan irtidad ederken onun kabilesi içinden bir tek kişi bile İslâm’dan dönmemişti…

 18/11/2005

© 2013 karakalem.net, İsmail Örgen

 

Okunacak takvim

KÂBE’NİN PUTLARINA kırmaya giden yol hicretle başlar. Taif’te taşlanmak, ondan önce üç yıl boyunca şehirde dışlanmak; hicrete hazırlık talimleri.

Cihattan önce gelir Hicret. Nefsaniyeti terk etmeyen cihada çıkamaz. Yerini, yurdunu, işini, aşını, zevkini, lezzetini, masivayı bırakmayan nasıl muhacir olur, nasıl mücahit olur?

Tazyiklere dayanmak zor, terk ediş zor, yol zor; fetih kolay mı, putları kırmak basit mi?

İmanın akla yerleşmesi, kalbe oturması, latifelere hâkim olması, azalara hükmetmesi, hale taşınması, hayata yansıması, medeniyete dönüşmesi; zaman ister, zahmet ister, ıstırap ister, acı ister, dışlanmak ister, taşlanmak ister, sonra Mekke fethedilir, sonra Kâbe putlardan arındırılır, sonra Medine’leşilir, sonra medeniyetleşilir, sonra şehirler fethedilir.

Hicret ne kadar zorsa ondan sonraki süreç de o kadar kolay değildir. Bedir tecrübesi, Uhud hüznü, Hendek hengâmesi yaşanır, Hudeybiye bocalaması aşılır; eleklerden, süzgeçlerden geçilir, barikatlar aşılır; arınma tamamlanır, safilik kazanılır; Mekke’nin kapıları, kalbin kapıları ondan sonra açılır.

Hicret, geçmişte kalmış bir yolculuk, tarihselleşmiş bir seyahat değil; hakikat arayıcılarının, hikmet âşıklarının her gün okudukları bir takvim, her daim soludukları bir hayat, her daim yaşadıkları bir haldir.

Hicret hayattır, hayatın kaynağına yolculuktur, hikmetin mihverine gidiştir, hakikate vuslattır, öze yürüyüştür, öze dönüştür, eve erişmektir, evi arındırmaktır.

Güneş ışımaya, ay parlamaya, yıldızlar yanmaya, bulutlar akmaya, yağmur yağmaya, rüzgar esmeye, elektron dönmeye, zerreler harekete, toprak berekete, çiçekler renklere, galaksiler dönmeye, akıl akletmeye, basiret görmeye, kalp şuur ile hissetmeye devam ettikçe hicret hakikati vardır ve ruh hicretle kanatlanır, hürriyetine kavuşur, elest yolculuğunu devam ettirir. Zira zaman içre zamansız, mekân içre mekânsız yolculuk hicret…

Elestte başlayan ebede giden yolculuğu hatırlatır, göğün, arzın, dağın kabullenmediği “emanetin” taşınması ve temiz iade yolcuğunu düşündürür Hicret.

Bir çiçeği, bir yıldızı, bir atomu, bir insanı okuyan, onlardaki isim ve sıfatları talim eden, O’na yönelen, ondan gayrısını terk eden muhacirdir, mücahit adayıdır; isterse dağ başında olsun, isterse şehirde, ister küçük bir odada…

Lezzeti terk, zevki terk, malaniyeti masivayı bırakmak, oyuncaklarla oyalanmamak; arınmak ve hakikat evine erişmek adına bir adım atmak, bir odadan diğer bir odaya, bir mekândan bir mekâna gitmek de Hicrettir, o yolculuğu yapan mücahit yolculuğuna çıkmış bir muhacirdir.

Mekân ve zaman devam ettikçe Hicret çıkılacak bir yolculuk, okunacak bir takvim, yaşanılacak bir hayattır.

 04/11/2013

© 2013 karakalem.net, Hüseyin Eren

Bir Karadelik: “Keşke”

GEÇMİŞ, GEÇMİŞTİR bazılarına göre. Sadece zamandan bir parça olması yönüyle geçmiş, geçmiştir doğru. Bir daha geri gelmesi, getirilmesi mümkün değil. Fakat içinden insan geçmişse geçmişin, geçmemiştir. Beden anla mukayyed olsa da ruh ve hayal, zamana ait hiçbir kayda tâbi olmak istemez, olamaz. İnsan, bulunduğu anla geçmişi hep bir arada tutarak şahsiyet sahibi olur çünkü. İnsan geçmişiyle insandır.

Muhayyile, zamanın geçmiş ve gelecek kollarının şimdinin gövdesinde aynı anda kanat çırptığı geniş bir meydan. Belki gelecekten çok geçmişin tüm ayrıntılarıyla yeniden sahnelendiği bir meşher.

Hemen her insanın bir ukdesi kalır geçmişin dehlizlerinde. Çözülememiş, doğru dürüst de bağlanamamış, bir köşede unutulmuş görünse de hafızanın gördüğü ilk aynaya tekrar yansıttığı ukdeler. Ya bir vicdan azabının, ya bir incitmişliğin ya da bir incinmişliğin ama hep bir teessüfün unutmaya izin vermediği eksik yaşanmışlıklar.

Ruh, muhayyilenin geniş meydanında geçmişin bu ukdelerini tekrar tekrar çözmeye çalışır kendince. Çözüm için üretilen her cümlenin başına bir “keşke” konur, bazen de bir “eğer”. “Keşke şöyle yapsaydım”, “eğer böyle yapmasaydım” kalıplarıyla başlayan cümlelerle olmuş olan olmamış, olmamış olan olmuş hale getirilmeye çalışılır. Ukdeleri bir türlü çözemeyen keşkeler, koca bir karadelik olur, insanın şimdiye ait tüm yaşam enerjisini yutar. Geleceğe ait ümitlerini geçmişin karanlığında boğar.

Neden böyle olur? Neden insan, geçmişini, şahsiyetinin bir parçası olmaktan öteye taşır da şimdisini cehenneme çeviren bir hale getirir?

İnsan, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini ayırt etme melekesine sahip olmaya başladığı andan itibaren önüne tercih etmesi için en az iki yol çıkıyor. Tercih edilen her yolun sonu da, tercih edilmesi gereken en az iki yeni yolun başına çıkıyor. Sonuçta insan, hayatı boyunca, tercih edebileceği dallı budaklı sayısız yollar silsilesi içinden sadece bir çizgiyi tercih ediyor. Geride ise tercih edilmemiş sayısız çizgiler kalıyor. İşte bence keşkelere esir olma hali bu nokta ile ilgili.

Kendimde ve tanıdığım başka insanlarda gözlemlediğim bir şey var. Bu şey, keşkelerle tekrar geçmişe döndüğümüz noktadaki tercih ettiğimiz ve etmediğimiz yollarla ilgili bir yanılsama. Zannediyoruz ki eğer başka türlü karar verseydik, başka bir yoldan gitseydik her şey kesinlikle olmuş olandan daha güzel olacaktı. O ilk tercihimiz başka yönde kullanılsaydı, o andan sonraki tüm hayat çizgimiz hayırlı bir istikamette ilerleyecekti. Bu bir yanılsama. Belki o an başka türlü karar verseydik hayatımızın akışında ilk başta veya bir süreliğine hayırlı olduğunu düşündüğümüz bir durum meydana gelebilirdi. Ama bunun hayatımızın sonraki tüm zamanlarına hayırlı neticeler olarak yansıyacağının bir garantisi olabilir mi? Biz olur sanıyoruz. Mu’tezile gibi sonuçları sebeplerin (burada irademizin) tekeline verip, böyle değil de şöyle yapsaydım daha iyi olurdu diyor, başka türlü davranmadığımız için kendimizi suçluyoruz. Başka türlü davransaydık bile o andaki sonucunun dahi ne olacağı meçhul olduğu halde, sonraki bütün hayatımızın akîbetini o kör noktada yaptığımız tercihe bağlıyoruz.

Halbuki olmuş olan artık kaderdir. Cüz’i irademizin cüz’i bir kuvvet ve cüz’i bir ilimle yaptığı tercih, külli iradenin takdiriyle mühürlenmiştir. Külli iradenin sahibi, ezelî bir ilmin de sahibidir aynı zamanda. Tercihlerimizle çizeceğimiz yolu önceden bildiği gibi tercih etmediğimiz sayısız yolların da hangi akîbetlerle sonlanacağı, tüm ihtimalleri ile birlikte O’nun ilmindedir. O nedenle ancak nokta gibi küçük bir zamanı ve mekânı kuşatabilen aklımızın kısa vadede hayır gördüklerinde, tüm zamanları ve mekânları kuşatan Rabbimiz şer görüyor olabilir. Ya da tam tersi.

Yakınlarda bir vesile ile farkına vardığım Hadîd sûresinin 22. ve 23. âyetleri, şimdisini ve geleceğini keşkelere kurban eden ruhlarımıza, “olmuş olan” hakkındaki İlahi takdire teslim olma çağrısı yaparak onulmaz görünen hüzünlerimize içimizi ferahlatan şifalar veriyor:

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.

Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah’ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez.”

 07/09/2013

© 2013 karakalem.net, Oktay Gökkoca