Etiket arşivi: #Karani

Münâcât-ı Üveys El-Karanî’nin Tercümesinin Tekmiline Bir Nümune

  • Bir tane Nur Talebesi Ağabey bana dedi ki; “Üstâd’ın Mektubat’ta bir kısmını tercüme ettiği Veysel Karanî’nin münâcâtının keşke hepsi aynı tarzda tercüme edilse idi..”
  • Bende bu tercümenin tekmil edilmesi işi için çok ciddi bir iştiyak vardı.  “Münâcât-ı Üveys El-Karanî”nin Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin üslûb ve tarzında tekmilini can u gönülden talep ediyordum. Daha sonra bu tekmil işlemi için Kadıyü’l-Hacat olan Cenab-ı Hakk’a niyazda buldum ve bunun üzerine, Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin bir kısmını tercüme ettiği Mektubat’ta geçen kelimelere yoğunlaştım. “Tarz-ı Üstâdane”nin nasıl olduğuna hasr-ı nazar ettim. Daha sonra da Münâcât-ı Üveys El-Karanî’nin tarz-ı alîsine yoğunlaştım. Kur’ân-ı Kerîm’den ve O Kitabullah’ın tefsiri olan Risale-i Nurlar’dan kalbime gelen tuluât, sünuhât ve mânâlar ile tekmil etmeye çalıştım. “Fihriste-i Mektubat”ta Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin sözlerinden ilhamen biz de diyoruz ki;
  • “Tekmiline bir nümune olarak kaleme aldığımız bu tercüme-i Münâcât-ı Üveys El-Karanî kalbe doğan mânâların ani ve def’i bir sûrette geldiği bir zamanda olduğu için tanzimsiz, müşevveş bir sûrette kaldılar. Gelen mânâlar ne hal ile yazılmış ise öyle kalmasına gayret ettik. Sonradan tashih ve tanzim etmeyi ihtiyar etmedik.

Bu tekmil-i tercüme, şairlerin ve ehl-i aşkın, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nevinden, bu münâcâtın tercümesi de –zülf-ü perişan tarzında– soğuk tasannu karışmadan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmıştır.”

Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Münâcât eseri olan 3. Şua’nın sonunda geçen niyazında ilham alarak diyoruz ki;

“Kur’ân-ı Kerîm’den ve Risale-i Nur’dan istifade ile tekmiline bir nümune için kaleme aldığım tercüme-i münâcat-ı Üveys El-Karanî’yi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîm’imin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için Kur’ân-ı Kerîm’i, Risale-i Nur’u ve Münâcât-ı Üveys El-Karanî’yi şefaatçi ederek rahmetinden affımı niyaz ediyorum. Âmin.”

“Evet bütün mevcudat, güya lisan-ı hal ile Veysel Karanî gibi şöyle münâcat ederler, derler ki:

Yâ İlahenâ! Rabb’imiz sensin! Çünkü biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin.

Hem sensin Hâlık! Çünkü biz mahlukuz, yapılıyoruz.

Hem Rezzak sensin! Çünkü biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin.

Hem sensin Mâlik! Çünkü biz memlûküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin.

Hem sen Aziz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz.

Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünkü biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin.

Hem sen Hayy-ı Bâki’sin! Çünkü biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz.

Hem sen Bâki’sin! Çünkü biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. 

Hem cevap veren, atiyye veren sensin! Çünkü biz umum mevcudat, kàlî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevap veren sensin. Ve hâkeza… (*)

Bütün mevcudatın küllî ve cüz’î her birisi birer Veysel Karanî gibi bir münâcat-ı maneviye suretinde bir âyinedarlıkları var. Acz ve fakr ve kusurlarıyla, kudret ve kemal-i İlahîyi ilan ediyorlar.”

(Mektubat, s. 269-270)

(*)
(Buradan sonrası tarafımızdan tekmil edilmiştir. A. Ç.)

Hem Sen Kerîm’sin! Sahib-i şeref ve ihsansın, a’la olan sensin. Çünkü biz seyyiat ve masiyet içinde bocalıyoruz; demek şeref ve haysiyet Senden geliyor. Demek Kerîm olan Sensin, bize ikram eden Sensin.

Hem Sensin Muhsîn! Ebedî ihsan sahibisin. Biz ise seyyata düçâr olan abdleriz. Biz nedâmet edip Sana tevbe edince bize kapıları açan Sensin. Demek ihsan-ı muazzamanla bizleri affeden, ebedî hüsünler bahşeden Sensin.

Hem sen günâhları af u mağfiret eden Ğafur’sun! Biz ise hatiatı ve seyyiatı kesrette olan muznibleriz. Eğer bizleri huzuruna kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen zaten o senin şanındır. Çünkü Sen Erhamü’r-Râhimîn’sin. Eğer kabul etmezsen senin kapından başka hangi kapıya gidelim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki ona iltica edilsin! Bizi affedecek olan yalnız sensin!

Hem Sensin azamet ve kibriya sahibi olan Azîm! Sensin ki her şeye kâdir. Çünkü azamet-i İlâhiyen ile biz hakîr ve âsi olan kullarına Rahîm ismin ile tecellî edip bizleri huzuruna alan sensin.

Hem Sen Kavî’sin! Havl ve kuvvetin kainatı teşmil etmiş, bütün mahlukatı zabt ve idare altına almış olan sensin. Çünkü biz aciz ve zayıfız; fakat bu acziyet ve za’fiyetimize rağmen bizde bir kuvvet tezahür ediyor. Demek havl ve kuvvet Senden geliyor.

Hem Sensin kâinatı hediye-i rahmeti ile dolduran ve matlubları en ahsen sûrette karşılayan Mu’tî! Çünkü biz ahval ve akvalimiz ile daima Sana yalvararak Senden istiyor ve Sana dua ile iltica ediyoruz. Demek i’ta eden ve hediye veren Sensin.

Hem Sen va’dinde hulf etmeyen, kavlinde sâdık olan ve Sana güvenenlerin güvenini âtıl bırakmayan Emîn’sin! Çünkü biz havf ve adem-i emniyet içindeyiz; Sana güvenip, dayandığımızda bütün korkulardan emîn oluyoruz. Demek emn ü emanet veren Sensin. Bizi korkulardan emîn kılan hiç şüphesiz Sensin.

Hem sensin Cevvâd-ı Müteâl! Çünkü biz miskiniz, hayat levâzımatını elde etmekten aciziz. Fakat bu acziyetimizle beraber bir Ğaniyy-i Ale’l-ıtlak’ın hazinesinden gelenlerle zenginlik içerisindeyiz. Demek sehavet sahibi olan Sen bize ihsan ediyorsun.

Hem dualarımıza icabet eden Mucîb’sin! Çünkü biz ahval ve akvalimiz ile fiilî  ve kalî dua edip istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Demek dua ve matlubumuza icabet eden Sensin. 

Hem Sensin maddî ve mânevî hastalıklarımıza her daim şifa veren Şâfî! Çünkü biz maddî ve mânevî hastalıklara düçârız. Her türlü hastalığımızdan şifa bulduğumuz zaman senin Şâfî isminin tecellilerini müşahede ediyoruz. Demek her türlü hastalığımıza şifa veren yalnız Sensin.

Abdulkadir Çelebioğlu