Etiket arşivi: kardeşlik

Uhuvvet Düsturu

UHUVVET
(TESANÜDÜ MUHAFAZA VE ADAVETI TERK DÜSTURU)

-Uhuvvete dair bir düstur
Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki; o düsturu cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider.
ﻭَ ﻟﺎَ ﺗَﻨَﺎﺯَﻋُﻮﺍ ﻓَﺘَﻔْﺸَﻠُﻮﺍ ﻭَ ﺗَﺬْﻫَﺐَ ﺭِﻳﺤُﻜُﻢْ işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatın tadı kaçar. Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedî ile içtima etse, yüzonbir kıymetinde olduğu gibi.. sizin gibi üç-dört hâdim-i hak, ayrı ayrı ve taksimü’l-a’mal olmamak cihetiyle hareket etse, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırrıyla hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta’yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilakis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farzettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünki vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatın, Kur’an ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız. Tenkid edilecek şeyler, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telakki ediyorum. Siz de üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz. Barla – 124

-Tenkid Etmemek Ve Affetmek
Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne takaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz.
Lemalar – 160

Medresetü’z-Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm’a hizmet-i imaniyeleri ve tahribçi dinsizlerin desiselerine sed çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki, farz-ı muhal binler seyyie olsa afvettirir. Öyle ise, başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkid etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu.
Emirdağ-2 – 46

-Birbirini Tenkidden Çekinmek
Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeğe mesleğimiz itibariyle mecburuz.
Kastamonu – 246

-Adavet ve Muhabbet Hakkinda
Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat’î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki:
Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un “Yirmiikinci Mektub”unda izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz.

Şöyle ki: Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumî adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı, -tecavüz olmamak şartıyla- adavetinizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı İlahî kâfidir onlara..

Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak ehl-i imana karşı haksız olarak adavet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki bu husumet ve adavetle, ehl-i imana karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adavetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeblerine tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Madem muhabbet adavete zıddır. Ziya ve zulmet gibi, hakikî içtima edemezler. Hangisinin esbabı galib ise, o hakikatıyla kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak. Meselâ: Muhabbet hakikatıyla bulunsa, o vakit adavet şefkate, acımağa inkılab eder. Ehl-i imana karşı vaziyet budur. Yahut adavet hakikatıyla kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner. Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalalete karşı olabilir. Evet muhabbetin sebebleri; iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kal’alardır. Adavetin sebebleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeblerdir. Öyle ise bir müslümana hakikî adavet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatadır.

Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adavet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister, birşey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey, ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, sû’-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder.
Hutbe-i Şamiye – 51

-Affetmek
Sizi kasemle temin ederim ki; biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’aniye ve imaniye ve Nuriyeden vazgeçmezse ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeğe çalışırım. RN-Şualar/512

Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebebdir ve Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır. Yoksa bir seyyie ile hiddet etmek, sıkıntıdan gelen bir titizlik, bir asabîlik ile zararlı bir hiddet, iki cihetle zulüm olur. İnşâallah, birbirinize sürurda ve tesellide yardım edip sıkıntıyı hiçe indirirsiniz.
Şualar – 330

Biz birbirimizden ayrılmak zamanı yakın olması cihetiyle, sıkıntıdan neş’et eden gerginlikler ve kusurlar yüzünden “İhlas Risalesi”nin düsturları muhafaza edilmediğinden, siz birbirinizle tamam helâllaşmak lâzımdır ve zarurîdir. Siz, birbirinize en fedakâr nesebî kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Ben burada hilaf-ı me’mul ihtilafınızı ve enaniyetinizi nefs-i emmareye vermiyorum ve Risale-i Nur şakirdlerine yakıştıramıyorum; belki nefs-i emmaresini terkeden evliyalarda dahi bulunan bir nevi muvakkat enaniyet telakki ediyorum. Siz benim bu hüsn-ü zannımı inad ile kırmayınız, barışınız.
Şualar – 345

-Kusurunu görüp nefsini itham etmek
Şeytanın mühim bir desisesi: İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. Evet şeytanı dinleyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de, yüz tevil ile tevil ettirir.
ﻭَ ﻋَﻴْﻦُ ﺍﻟﺮِّﺿَﺎ ﻋَﻦْ ﻛُﻞِّ ﻋَﻴْﺐٍ ﻛَﻠِﻴﻠَﺔٌ sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez. Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Âlîşan,
ﻭَﻣَٓﺎ ﺍُﺑَﺮِّﺉُ ﻧَﻔْﺴِﻰ ﺍِﻥَّ ﺍﻟﻨَّﻔْﺲَ ﻟَﺎَﻣَّﺎﺭَﺓٌ ﺑِﺎﻟﺴُّٓﻮﺀِ ﺍِﻟﺎَّ ﻣَﺎ ﺭَﺣِﻢَ ﺭَﺑِّﻰ dediği halde, nasıl nefse itimad edilebilir? Nefsini ittiham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder. İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar; itiraf etse, afva müstehak olur.
Lemalar – 87

-Mümin Bir Seyyiesiyle Iskat Edilmemeli
İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desisesini dinleyen insafsızlar, mü’mine adavet ederler. Halbuki Cenab-ı Hak haşirde adalet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a’mal-i mükellefîni tarttığı zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan, bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adalet-i İlahiye noktasında muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.

Halbuki insan, fıtratındaki zulüm damarıyla, şeytanın telkiniyle, bir zâtın yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü’min kardeşine adavet eder, günahlara girer. Nasıl bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı setreder, göstermez. Öyle de insan garaz damarıyla, sinek kanadı kadar bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur; mü’min kardeşine adavet eder, insanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur.
Lemalar – 88

-Müminler Beyninde Muhabbet Ve Husumetin Muaccel Neticeleri
Mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevabını andıracak manevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.

Meselâ: Mü’minler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O seyyie içinde kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi, âlîcenab ruhlara hissettirir. Ben kendim belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki; bir mü’min kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azab çekiyordum, şübhe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.
Uhuvvet Risalesi – 37

-Fenaliga Iyilikle Mukabele
Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder; sana dost olur.
ﺍِﺫَﺍ ﺍَﻧْﺖَ ﺍَﻛْﺮَﻣْﺖَ ﺍﻟْﻜَﺮِﻳﻢَ ﻣَﻠَﻜْﺘَﻪُ ٭ ﻭَ ﺍِﻥْ ﺍَﻧْﺖَ ﺍَﻛْﺮَﻣْﺖَ ﺍﻟﻠَّﺌِﻴﻢَ ﺗَﻤَﺮَّﺩًﺍ hükmünce; mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerimdir. Evet fena bir adama “İyisin iyisin” desen, iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın fenasın” desen, fenalaşması çok vukubulur. Öyle ise
ﻭَﺍِﺫَﺍ ﻣَﺮُّﻭﺍ ﺑِﺎﻟﻠَّﻐْﻮِ ﻣَﺮُّﻭﺍ ﻛِﺮَﺍﻣًﺎ ٭ ﻭَﺍِﻥْ ﺗَﻌْﻔُﻮﺍ ﻭَﺗَﺼْﻔَﺤُﻮﺍ ﻭَﺗَﻐْﻔِﺮُﻭﺍ ﻓَﺎِﻥَّ ﺍﻟﻠّٰﻪَ ﻏَﻔُﻮﺭٌ ﺭَﺣِﻴﻢٌ
gibi desatir-i kudsiye-i Kur’aniyeye kulak ver, saadet ve selâmet ondadır.
Mektubat – 265

-Cemaatimizin Meşrebi
Bizim cemaatımızın meşrebi: Muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyne’l-İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır.
Hutbe-i Şamiye – 86

-Muavenetin Emri ilahi Olduğuna Dair Mühim Bir Ayetin Tefsiri
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤٰﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ

ﻳَٓﺎ ﺍَﻳُّﻬَﺎ ﺍﻟﻨَّﺎﺱُ ﺍِﻧَّﺎ ﺧَﻠَﻘْﻨَﺎﻛُﻢْ ﻣِﻦْ ﺫَﻛَﺮٍ ﻭَﺍُﻧْﺜٰﻰ ﻭَﺟَﻌَﻠْﻨَﺎﻛُﻢْ ﺷُﻌُﻮﺑًﺎ ﻭَﻗَﺒَٓﺎﺋِﻞَ ﻟِﺘَﻌَﺎﺭَﻓُﻮﺍ

Yani:
ﻟِﺘَﻌَﺎﺭَﻓُﻮﺍ ﻣُﻨَﺎﺳَﺒَﺎﺕِ ﺍﻟْﺤَﻴَﺎﺓِ ﺍﻟْﺎِﺟْﺘِﻤَﺎﻋِﻴَّﺔِ ﻓَﺘَﻌَﺎﻭَﻧُﻮﺍ ﻋَﻠَﻴْﻬَﺎ ﻟﺎَ ﻟِﺘَﻨَﺎﻛَﺮُﻭﺍ ﻓَﺘَﺨَﺎﺻَﻤُﻮﺍ
Yani: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet edesiniz değildir!”
Mektubat – 321

-Asıl Hüner
Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe’nidir. RN-Şualar/319

-Mümin Kardeşini Sever Ve Sevmeli Fenalığını İçin Yalniz Acir
Eğer muhabbet, kendi esbabının rüchaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adavet mecazî olur; acımak suretine inkılab eder. Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadîs ile: “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat’-ı mükâleme etmeyecek.”

Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu’ ve temelluk suretine girer. RN-Mektubat/263

-Kardesinin Kusurunu Görmemek
Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarîkat! Bu müdhiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz!

وَاِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا

edeb-i Furkanî ile edebleniniz! Ve haricî düşmanın hücumunda dâhilî münakaşatı terketmek ve ehl-i hakkı sukuttan ve zilletten kurtarmayı en birinci ve en mühim bir vazife-i uhreviye telakki edip, yüzer âyât ve ehadîs-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet, muhabbet ve teavünü yapıp; bütün hissiyatınızla ehl-i dünyadan daha şiddetli bir surette meslekdaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz.. yani, ihtilafa düşmeyiniz. RN-Lem’alar/155

-Tüm Haysiyetimizi Muhabbete Feda Etmek
Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve “Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim. RN-Latif Nükteler/61

Bediüzzaman Said Nursi’nin eserlerinden derlenmiştir.

www.NurNet.org

Irklar Ötesi Dava, Ruhun Irkı Yoktur!!!

Her yatsı namazından sonra okuduğumuz bir aşr-ı şerif var. Bakara suresinin son iki ayeti olan ve Amenerresulü olarak bilinen bu aşr-ı şerifin önemli bir yönü de Mi’raç’dan bize hediye gelmesidir.

Bütün alemlerin Rabbi; o en müstesna, en mükemmel, en ileri kulunu, bütün âlemlerde gezdirdikten sonra, insanlara onunla bazı hediyeler gönderir. İşte bu aşr-ı şerif de o mukaddes hediyelerden. Onu bu nazar ile değerlendirmek, ruha ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.

Onu bu nazar ile okumak, ruha ayrı bir haz, kalbe başka bir inşirah veriyor.Hepiniz bilirsiniz. Son kısmı bir dizi dua ile ruhumuza gıda olur, kalbimizi rahatlatır. Duygularımızı ulvî gayelere yöneltir.

Ben son âyet üzerinde biraz durmak isterim.

Ente mevlâna,” (Sahibimiz Sensin) diye başlar ve “Kâfirler kavmine (güruhuna) karşı bize nusret ihsan eyle, bizi galip kıl” diye son bulur.

Her mü’min bu âyeti okudukça; hem sahipsiz, mâliksiz, başıboş olmadığını bir kez daha hatırlar; hem de düşmanlarına karşı kalbinde zafer iştiyakı yeniden yanır.

Burada bütün kâfirler için kullanılan bir tâbir var, bizim için çok, ama çok Önemli: kavim. Biz bu tâbiri ırk mânâsında kullanıyor ve ırkçılığa “kavmiyetçilik” diyoruz.

Ama görüyoruz ki, âyette şu veya bu ırk ayırdedilmeksizin bütün kâfirler bir kavim olarak tavsif ediliyor.

Bizde şu veya bu ırka mensup mü’minler olarak bu duayı birlikte okuyoruz

Müslüman bir İngiliz, hidayete ermiş bir Fransız, aynen bir Arap ile, bir Türk ile, bir Kürt ile, bir Endonezyalı ile ağız birliği etmişçesine aynı duayı okuyorlar.

Biz bir milletiz, kâfirler de ayrı bir millet. Biz bir kavimiz, inanmayanlar da ayrı kavim. Biz bir cepheyiz, onlar da ayrı bir cephe.

Biz imana hizmet ediyoruz, onlar küfre. Biz insanları hidayete davet ediyoruz, onlar dalâlete. Biz Allah’ın kullarını Ona ibadet etmeye çağırıyoruz, onlar ise isyana, fıska. Biz, ahlâktan yanayız, onlar ahlâksızlıktan. Biz namus mefhumunun her âilede hâkim olmasını istiyoruz, onlar hayvanlar gibi karışık bir hayattan yanalar.Ve Allah hepimizin Hâlıkı hepimizin Mâliki. Biz O Rabbimize “Mevlâmız!” diye hitap ediyor ve bu mücadelede rahmetiyle bize sahip çıkmasını diliyoruz.

Bizi muvaffakı kıl, bize nusret ver. Galibiyet bizim için olsun,” diye O Hâlıkımıza, O Mâlikimize, O Rabbimize niyaz ediyoruz.

Bu niyazı, bu duayı bize O öğretti: hem de Mi’raç’tan bir hediye olarak.

Bu âyeti her gün tekrar ede ede, kavim denilince aklımızda hemen “mü’minler” ve “kâfirler” olmak üzere iki ordu canlanır. Böylece ırkçılık yapmaktan her gün men edilmiş, bu büyük fitneye karşı uyarılmış oluruz.

Mü’min Arap, inanmayan Araba karşı; mü’min Türk inanmayan Türke karşı; mü’min Alman, inanmayan Almana karşı aynı duayı okuyor ve Allah’ın nusretini, yardımını diliyor.

Bu ruhun hâkim olduğu kalbe, artık ırkçılık nasıl yol bulup girebilir?

Bu kalp ancak Allah sevgisiyle doludur. Ve takva ile çarpar durur.

Üstünlüğün Ölçüsü

Irkçılığı men eden ve insanların aynı asıldan geldiğini ders veren âyet-i kerimede “Muhakkak ki, Allah indinde en kerim olanınız, takvada en ileri olanınızdır” buyuruluyor.

Demek ki, Allah’tan korkma mefhumu içinde, ırkçılıktan sakınma da dahil.

Allah indinde en makbul olanlar, şu veya bu ırka mensup olanlar değil, hangi ırktan olursa olsun takvada en ileri gidenlerdir.

Takva, Allah’tan korkmak, Onun yasaklarından şiddetle kaçmmak, hassasiyetle uzak durmak mânasına geliyor, ama takva sahiplerinin sıfatlarıyla ilgili âyetlere baktığımızda; takvanın, İslâmı bütünüyle yaşamanın âdeta simgesi, alâmeti olduğunu görürüz.

Al-i İmrân Sûresinde; Rabbimiz bizi, mağfiretine, Cennetine çağırıyor; çağırmaktan da öte; “Koşunuz” diyor. Ve âyetin sonu; bu Cennetin muttakîler için hazırlandığını beyan ile geliyor. Dolayısıyla âyet, Müslümanları takvada yarışmaya davet etmiş olmuyor mu? Takva sahipleri için hazırlanmış Cennete girmek üzere.

Ayetin devamında; takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanır:

Onlar darda ve genişlikte infâk ederler.

(Nafaka verirler, muhtaçların yardımına koşarlar.)

Kızdıkları zaman, gayzlarını, öfkelerini yutarlar.

İnsanlardan gelen kötülüklere karşı affedici olurlar.

Sonraki âyette de, bu sıfatlar sayılmaya devam edilir.

Onlar bir kötülük yaptıklarında, yahut nefislerine zulmettiklerinde, hemen Allah’ı hatırlarlar da günahları için istifar ederler.

Yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.”

İşte Allah’ın sevdiği kullar bu sıfatları taşıyanlardır. Hangi milletten, hangi tabakadan, hangi makamda ve hangi gelir seviyesinde olursa olsun.

Allah’ın kulu olmanın şuuruna eren ve bunun zevkini tadan her mü’min de Allah’m sevdiklerini sevmekle mükellef değil mi? Allah bu kullarını severken, bir mü’min nasıl olur da, bu sıfatlardan uzak bir ırkdaşını sevebilir?

Fatiha’yı hemen takip eden sûrede de “Kur’ân-ı Kerim’in muttakiler için bir hidayet olduğu“nun beyan edilmesi ve takvaya dikkat çekilmesi ne kadar mânidardır! Bu sûrede muttakinin sıfatları: “gayba iman etmek,” “namaz kılmak,” “Allah’ın ihsan ettiklerinden infâk etmek,” “Kur’ân’a ve daha önce inen kitaplara iman etmek,” “Ahirete şüphesiz inanmak” şeklinde sıralanır.

Bu sûrede de, ırktan, kabileden, âmirden, memurdan, köleden, efendiden söz edilmez.

Bu âyetler sadece iki misâl. Bu nazarla baktığımızda Kur’ân’ın bütün âyetlerinin ırk ayrımını reddettiğini açık açık görürüz.

Bütün emirler ya topyekün insanlara, yahut mü’minleredir.

Hidayete çağıran âyetlerde hitap bütün insanlığa yapılır. Ne ırk, ne kabile ne makam, ne rütbe gözetilme? Bir Arabın hidayete ermesi, bir İngilizin hidayete gelmesinden daha önemli değildir.

İbadete, itaate dair emirlerde ise hitap mü’minleredir. Bu hususta mü’minleri arasında hiçbir ayırım yapılmaz: “Allah’a ibadet edin,” “Ona secde edin,” “Zekâtlarınızı verin,” gibi emirler ve “Faiz yemeyin,” “Zinaya yaklaşmayın,” “Gıybet etmeyin,” gibi nehiyler mü’minlerin tamamınadır. Bu emirlere uymanın ve bu yasakların kaçınmanın fazileti bütün kavimdan için aynı.

Bir de azap âyetleri var-geçmiş kavimlerin başma gelen azaplarla ilgili ikaz âyetleri. Bu âyetlerde; kavimlerin işledikleri cürümlere, isyanlara, tekziplere azgınlıklara ve peygamberlerine karşı yaptıkları eza ve cefalara dikkat çekilir. Azap bu cürümleri için gelmiştir. Yoksa şu veya bu kavimden oldukları için değil.

Onlar, peygamberlerini dinlememenin, onları rencide etmenin cezasını çektiler.

Bu âyetler bizim için büyük bir tehdit. Zira, bizim Peygamberimiz (a.s.m.) âlem-i bekaya teşrif etti, ama her an ümmetiyle alâkadar.

Her isyanımız onun ulvî ruhunu incitiyor. Onun mümtaz kalbine dokunuyor.

Bunları niçin yazıyorum? Irkçılığı reddeden âyet-i kerimenin bulunduğu sûrenin hemen tamamı bu mânâ ile alâkadar da onun için.

“Sizi kabile kabile yarattım,” âyet-i kerimesi “Hucûrât Sûresinde.” Bu sûrenin başında Ashab-ı Kiram, seslerini, Resîılullahın (a.s.m.) sesinden daha fazla yükseltmemeleri hususunda ikaz olunurlar.

O Rahmeten li’l-Alemini incitmekten sakındırmak üzere.

Daha sonra, sûreye ismini veren olay anlatılır. Bir grup bedevinin Resûlullah Efendimizi (a.s.m.) dışarıdan yüksek sesle çağırmaları hâdisesi.

Bu sûre bir bakıma mü’minleri kötülüklerden sakındırmayla dolu. Dolayısıyla da Resûllah Efendimizi (a.s.m.) rahatsız etmeme ihtarlarıyla.

Dokuzuncu âyette, “Mü’minlerden iki topluluk birbirleriyle çarpışacak olurlarsa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah’ın hükmüne dönünceye kadar savaşın” emri verilir ve mü’minler fitne çıkartmaktan şiddetle menedilir.

Bir sonraki âyette, mü’minlerin birbiriyle kardeş oldukları hükmü getirilir ve “Kardeşlerinizin arasını düzeltin” diye emir verilir.

Onu takip eden âyette, mü’minlerin birbirlerini alaya almaları yasaklanır.

Hemen peşindeki âyette, mü’minler diğer mü’min kardeşleri hakkında kötü zan beslemekten ve onların gıybetini yapmaktan sakındırılır.

Ve nihayet bu âyeti takip eden âyet-i kerimede de insanların bir ana ve babadan yaratıldıkları haber verilerek, mü’minler ırkçılıktan menedilir ve “Allah katında en şerefliniz takvaca en ileri olanınızdır” buyurulur.

Bu sûreden tam dersini alan bir mü’min, büyüklerinin yanında sesini yükseltmekten tut, gıybet etmeye, sû-i zan beslemeye ve nihayet ırkçılık gütmeye kadar her kötülükten şiddetle sakınır. Bu hususta Allah’tan korkar. Zaten sûrenin ilk âyeti de “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin, Allah’tan korkun” buyurarak; mü’mini, Kitap ve Sünnete muhalif nefsî ölçüler getirmekten ve o yanlış zanların peşine takılmaktan men etmiyor mu?

Bu İlâhî emri iyi değerlendiren bir mü’min, sûrenin devamında gelen, “Allah katında en şerefliniz, takvaca en üstün olanınızdır” ölçüsüne sımsıkı sarılır ve kavmini ileri sürmekle yeni bir şeref ölçüsü getirmekten şiddetle kaçınır.

İslâmın yasakladığı kötü huylardan bir huy var: ucb. Yani, amele güvenme. İşlediği iyiliklerle, yaptığı güzel amellerle iftihar etme ve kendini Cehennemden uzak zannetme.
Allah korkusuna perde olduğu için bu huy kötü addedilmiş.

Şimdi insafla düşünelim. Kendi irademizle ve Allah’ın emrine uyarak işlediğimiz güzel bir amelle övünmek bizi günaha sokarsa, tamamen irademiz dışında vuku bulan, hiçbir tercih hakkımızın bahis konusu olmadığı ırk mevzuunda, nasıl kendimizi övebilir, kavmiyet ile övünebilir ve yine tamamen kendi iradesi dışında başka bir ırka mensup olmuş kişiyi nasıl aşağılayabiliriz? Onu nasıl kınayabilir ve en kötüsü ona nasıl düşman olabiliriz?

Bunun akılla, ilimle, insafla hiçbir alâkası olmadığını Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) ırkçılık hakkındaki şu kelâmı güzelce ortaya koyar: “asabiyyet-i cahiliyye.”

İnsan, ırkından dolayı ne iyi olabilir, ne de kötü. İyinin ve kötünün tarifleri içinde böyle bir unsur yok. Bunu her akıl tasdik ettiği gibi, her vicdan da yakinen bilir. Bir insanın iyiliğinden söz ederken; onun güzel ahlâkını, takvasını, salih amelini, dürüstlüğünü, çalışkanlığını anlatırız. Bunların tamamı onun iradesiyle ilgilidir. Yoksa, falan adam iyidir, çünkü Türktür yahut Kürttür desek, kendimizi maskara ederiz.

Asabiyyet-i cahiliyye. Neresinden bakarsanız bakınız, ırkçılık davası cahiliyyetten başka bir şey değil. 

Ruh Yönünden

Meseleye ruh yönünden nazar etmek gerek. İnsanı yükselten, ona Hak katında değer kazandıran bütün hususiyetler, onun ruhuyla alâkadardır, bedeniyle değil.

Allah katında uzun boylular kısalardan daha şerefli değildir. O mizanda, kilolular zayıflardan daha ağır basmaz. Yine Onun katında siyahlar çirkin de beyazlar güzel değildir. Bunların hepsini yaratan O. İnsan bedenine bu hususiyetleri O yerleştirmiş. Bunlardan dolayı kulunu ne metheder, ne de zemm. Yani kınamaz da, övmez de. O, bizim ne bedenimize, ne malımıza değil, sadece ve sadece kalbimize nazar eder.

Kime inanıyoruz, kimi seviyor, kimden korkuyoruz? Gayemiz, hedefimiz ulvî mi, süflî mi? Günahlara ne derece karşıyız? Sevaplara meylimiz nasıl? Allah’ın dostlarıyla mı dostuz, yoksa düşmanlarıyla mı? Nefse esir mi olmuşuz, yoksa onunla mücadele halinde miyiz? Endişe iklimimizde neler dolaşıyor? Fakirlikten mi korkuyoruz, isyankâr olmaktan, imansız göçmekten mi? İnsan, kâinat ve hayat telâkkilerimiz nasıl? Aklımızdan en fazla neler geçiyor? Hafızamızı nelerle doldurmuşuz? Hayâl âlemimizde neler yazılı? Vehmimiz hangi iklimlerde dolaşıyor? Onun kullarına karşı şefkatli miyiz, zalim mi? Vefa duygumuz ne âlemde? Nîmete şükür etmeyi biliyor muyuz? Nazarımız mahlûkat üzerinde dolaşırken, kalbimize ne gibi mânâlar hâkim oluyor? Hangi sohbetlere can atıyor, hangilerinden kaçıyoruz?

Daha sayılamayacak kadar çok nice manevî icraatlarımız var ki, Allah bize bunlara göre değer veriyor yahut bunlara göre gadap ediyor. Bu saydıklarımızın güzelleri; Kürtte de olsa güzeldir, Lazda da, Çerkezde de. Fenaları da yine her ırkta fenadır, pistir; yüzüne bakılmaz.

Ruhun Irkı

Ruh, beden ülkesinin misafiri. İnsan ana rahminde dört aylık oluncaya kadar bir nevi bitki hayatı yaşıyor. Falan ırktan olan bir babanın sülbünden gelmiş ve yine falan ırktan bir annenin rahminde karar kılmış. Babasmda insan tohumunu halk eden, annesinin rahmini ona karargâh yapan Rabbinin ihsanıyla, o karanlık menzilde büyümesini sürdüyor.

İşte ırk mefhumu, ancak bu menzil için, bu ev için geçerli. Oraya gelen misafir hiçbir ırka mensup değil. Ruhlar âleminden geliyor rahme.

Ruhun ırkı yoktur. Ve insan da kâmil mânâsıyla ruhdan ibarettir. Beden onun elbisesi. İnsan değişik kumaşlardan elbiseler giymekle değişmez.

Geliniz, akılsız çocuklar gibi elbise davâsı gütmekten vazgeçelim.

Geliniz, ruhumuza dönelim. İrfanımızı artıralım. Kalbimizi Mevlâmızın razı olduğu güzel hasletlerle bezeyelim. Onun sevgisini ruh âlemimize sultan yapalım. Diğer bütün sevgiler Ona tâbi olsun. Onun marifetini aklımıza gaye kılalım. Bütün bilgiler Ona hizmet ettikçe güzelleşsin. Kendimize şu veya bu ideolojinin sapık liderlerini değil, Allah Resûlünü rehber edelim. 

Gerçek Rehber

O, Arap milliyeti ile ortaya atılmadı. O, sadece Araplara değil, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Arap âlemi bu âlemlerden ancak birisi olabilirdi.

O tevhid dâvâsıyla ortaya çıktı. Karşısında, her nev’iyle şirk vardı. İnsanları putların köleliğinden, nefsin esaretinden, bâtıl inançların tahakkümünden kurtarıp Allah’a kul etmek, Onun dergâhında boyun büktürmek istiyordu.

Zulmün yerine adaleti ikame edecek, her türlü yanlış telâkkiyi vahiy nuruyla ortadan kaldıracaktı. Kötü ahlâkın her çeşidini, Kur’ân ahlâkıyla değiştirecekti. Onun bu dâvâsı kabileler ötesi, ırklar ötesi, hatta kâinat ötesiydi.

Yaratıcısına inanmayan kul, nasıl üstün olabilir? Öyleyse o, işe imandan başlayacaktı. Nitekim öyle yaptı.

Rabbine isyan eden kul nasıl faziletli olabilirdi? O halde o, insanları ibadet etrafında halelendirecekti. Nitekim öyle yaptı. Ona kendi kavmi karşı çıktı. Kendi akrabaları karşı çıktı. Öz amcası karşı çıktı.

Asr-ı Saadette, Sahabelerin, inanmayan yakınları ile harb etmeleri ne kadar mânidardır! O harplerde kopan her küffar başıyla birlikte hem putperestlik, hem de ırkçılık yere yıkılıyordu. Ashab, hiçbir nesebî karabetleri olmayan mü’min kardeşleriyle omuz omuza veriyor ve kendi babalarını, kardeşlerini öldürüyorlardı.

O dökülen kanla şirk ve ırkçılık birlikte akıp mâziye karışıyordu şeytanın göz yaşlarıyla beraber.

Aradan bin dört yüz sene geçti. Ama şeytan yine aynı şeytandı. Belki de mâziye göre hayli tecrübe kazanmıştı. Bu gün, İslâm âlemini ırkçılığın parçaladığını ve bunun altında, en fazla İngiliz parmağının olduğunu bilmeyenimiz yok, ama ben işi İngilizden de öteye, götürecek ve şeytana bağlayacağım. Ingiliz şeytanın oyuncağı olmuş, ona kapılanlar da İngilizin oyuncağı olmuştu. Ve en büyük düşmanımızın icraatını perdeli olarak yürütmeyi başarmıştı.

Aradan yıllar geçti, şimdi şeytanın vazifesini Almanlar yüklenmeye kalkışıyorlar-Türkiye’yi bölmek hususunda hain emeller beslemek suretiyle. İngilizi, Almanı suclamanın bize bir fayda vereceğini zannetmiyorum. Geliniz, “O (şeytan), sizin apaçık düşmanınızdır” âyetine kulak verilim. Babamızı Cennetten çıkaranın peşine takılıp Cehenneme gitmeyelim.

Kan dâvâsının asıl yeri bence burası.

İmtihan Oluyoruz

Irk meselesi sair birçok hâdise gibi, bir yönüyle de, insanın imtihanına bakıyor. Bu dünya imtihanında sualler çok çeşitli. Fakirin suali başka, zenginin suali başka. Amirinki başka, memurun ki başka.

Her hastalık, her musibet, her fitne, her bâtıl ideoloji, ortalıkta dolaşan her hurafe bir imtihan suali. Bunlardan biri de kavmiyet dâvâsı.

Dünya âhiretin tarlası olduğuna göre, bu dünyadaki her hâdisenin; mutlaka o âleme bakan bir yönü mevcut. İnsan simasına bakalım. Gözümüz, kulağımız, ağzımız ayrı birer cihaz. Hepsi yerli yerine konmuş. Birlik ve beraberlik içinde bize hizmet ediyorlar. Bunun yanında bu organların herbirisiyle de ayrı bir imtihana tâbi tutuluyoruz.

Kabile kabile yaratılmamız da öyle. Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği gibi, bunun hikmeti yardımlaşmak, tanışmak, içtimaî hayatta münasebetlerimizi bilmek. Bir de bu hadisenin imtihan yönü var.

Kim bu farklı yaratılışı Kur’ân’ın öğrettiği mânâda değerlendirecek? Ve kim, ırk üstünlüğü taslayacak, kavmiyetçilik yapacak, Müslümanları parça parça edecek?.

Kur’ân-ı Kerim’de Calut’la harbetmek üzere yola çıkan Talut’un, askerlerine şöyle hitap ettiği nakledilir:

“Allah sizi bir nehirle imtihan edecek. Kim o nehirden içerse benden değildir.”

Biz de nice nehirlerle imtihan olmuyor muyuz? Sefahat bir nehir. Siyaset ayrı bir nehir. Servet başka, makam başka nehirler. Bunların herbirinin sarhoşları var. Ama bunlar içerisinde birisi var ki, bugün için en tehlikelisi: ırkçılık.

Çok insanlar ondan içmekle sarhoş oluyorlar. Ölçüyü kaybediyorlar. Üstünlük telâkkileri değişiyor. Kalbin iki temel gıdası olan “Allah için sevmek” ve “Allah için buğzetmek”ten mahrum kalıyorlar. Kendi ırklarından olanı seviyor, olmayana düşman kesiliyorlar.

Bu büyük bir imtihandır. Bu imtihanı kaybedenler, ilk olarak kibir âfetine ve gıybet belâsına tutulurlar. İş bu noktada kalmaz. Irk taassubu kavgaya dönüştü mü, zâlim olurlar. Bu cürümlerine ceza olarak kendi ırkdaşları olan fâsıkları, hatta kâfirleri methedecek kadar alçalır, ruh ve kalb âlemlerini perişan ederler.

Nur’larda “Bir sinek kanadı, göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez” buyurulur. Irk taassubu da idraklerin özünde bırakılmış kalın ve kaba bir sinek kanadı. Başka ırktan olan müm’inleri, ârifleri, âlimleri velîleri nazardan saklıyor. İslâmî kardeşliğin en büyük hasmı.

Her şey gibi, bu imtihanımız da geçici.

İmtihan süresi dolduktan sonra ırklar toprağa gömülüyor. Ceset dağılıyor. Ne pazıdan, ne bilekten, ne renkten bir eser kalıyor. Bu hâl, imtihan kâğıdının imha edilmesi gibi bir şey. Biz, bu bedendeki misafirliğimiz süresince, ruhumuza neler işliyorsak onlar bâkî kalıyor. Ruhumuz ona göre şu veya bu renge giriyor, şu veya bu makama namzet oluyor.

Mahşere çıkıldığında, her peygamber kendi ümmeti etrafında toplanacak. Orada peygamber sancakları dalgalanacak, saltanat bayrakları değil. Her sancağın altında, bilhassa Resûlullah Efendimizin (a.s.m.) sancağı altında, her milletten, her ırktan, her kabileden fertler bulunacak. Mesele, o günde, o sancağın altında olabilmek.

Bize o günü, o ulvî şerefi kaybettirebilecek her dâvâyı, bugün ayağımızın altına almaya mecburuz.

Dâvâ ona derler ki…

Irkçılık, zaten bir davâ olmaktan çok uzak.

Şu veya bu ırktan olmamız nasıl irademiz dışında ise, ırk değiştirmekten mahrum olduğumuz da bir gerçek. O halde, insan ırk dâvâsı güttüğü ve onun reklâmını yaptığı zaman ne demek istiyor?. Bir adam ortaya atılıp, “Benim gibi boylu var mı?” diye bir dâvâ gütse, maskara olmaz mı? Herkes ona der ki, “Arkadaşım, annenle baban seni çekip uzatarak uzun yapmadılar. Kısa boyluyu da, kimse mengenede sıkıştırmadı. Senin dâvân tamamen yersiz. Ben seni takdir etsem bile senin gibi olmak elimde mi? Öyle ise neyin dâvâsını güdüyorsun?”

Soy dâvâsı gütmek de buna benzemiyor mu? Türk olan, Kürt olan, Arap olan zaten olmuştur. Bundan çıkmaları mümkün değil. Olmayanlar da olmamışlardır. Buna girmeleri mümkün değil.

Dâvâ ona derler ki, insan, onu kabullendiğinde intisap edebilsin. Irkçılıkta bu mümkün mü

Bir zamanlar, birtakım kimseler Türkçülük namına bu milletin İslâm âleminden kopmasına yardım ediyor ve onları bizden ayrımaya çalışan İngiliz ajanlarının işini kolaşlaştırıyorlardı. Bu sırada bu milletin bağrından çıkan büyük Ustad Bediüzzaman’ın şöyle haykırdığını işitiyoruz:
 

“Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyet ile imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil, tefrik etsen mahvsın! Bütün senin mâzideki mefâhirin İslâmiyet defterine geçmiş; bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desîseleriyle o mefâhiri kalbinden silme!”

O günkü fitnenin bir başkası şimdi sahneleniyor. O halde aynı ikazı Türk yerine Kürt kelimesini koyarak şarktaki din kardeşimize, mâzideki silâh arkadaşlarımıza, Osmanlının önemli bir rüknü olmakla Garbı titreten kahraman vatandaşlarımıza yine Üstadın dilinden okumamız gerekmiyor mu?

Gerekiyor. Hem de mazidekinden kat kat fazla vurgulayarak.

Irkçılık dendi mi hemen akla iki millet gelir: Yahudi ve Alman. Üstün ırk safsatasma kendini en fazla kaptıran Yahudiler, diğer milletleri hayvandan da aşağı görürken, hatta onlara zulmetmeyi, haksızlık etmeyi sevap sayarken, Almanlar da Hitler’in bayraklaştırdığı Alman ırkçılığın sarhoşluğuyla cihana hâkim olma hayâline kapıldılar ve dünyanın huzurunu altüst ettiler. Ne gariptir ki, bugün memleketimizi parçalamaya dönük faaliyetlerin arkasında, bu iki ırkçı milletin desiseleri, entrikaları, propagandaları ilk sıraları alıyor.

Irkçılığın bu iki temsilcisinden daha ön sırada biri var. Bu felsefe, temelde ona dayanıyor: şeytan

Aslıyla övünmeyi, başka asıldan gelenleri hor görmeyi o başlatmıştı.

“Onu topraktan yarattm, beni ise ateşten,” diyerek Hz. Adem’e (a.s.) secde etmemişti. “Ateş topraktan üstün. Öyle ise ben kendimden daha aşağı birine nasıl secde edebilirim,” diyerek isyanını müdaafaya kalkışmıştı.

Şimdi ise, hepsi topraktan yaratılanlar arasında yine aynı şeytan mantığının hüküm sürdüğünü görüyor ve üzülüyoruz. Bu ters mantık, bu yanlış değerlendirme, sahibini ancak şeytanın yanına götürür. Zira, bu düşüncenin mûcidi odur, patenti ona âittir.

Geliniz, ne Yahudiyi dinleyelim, ne İngilizi, ne Fransızı, ne Almanı, ne de Şeytanı.

Kur’ânı dinleyelim, Resûlullahı (a.s.m.) dinleyelim. Ve bu asırda, bu yaramızın büyük çilesini olanca ağırlığıyla çeken Bediüzzaman’ı dinleyelim.
 

Allah Kelâmı’ndan

Hucûrât Sûresinde ezelî hüküm ve İlâhî emir:

“Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler. Öyle ise, kardeşlerinizin aralarını ıslâh edin.”

Allah ne Türkleri, ne Kürtleri, ancak mü’minleri birbiriyle kardeş ediyor. Mü’min olmayan bir insan, mü’min babasına vâris olamıyor. İman gidince, maddî, uzvî ve ırkî bağlılık bir işe yaramıyor.

“Kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de istemeyen (kâmil) mü’min olamaz,” buyuran Allah Resûlü (a.s.m.) bu âyetin amel ve his âlemimize nasıl aksedeceği hususunda yol gösteriyor bize.

Mü’minler birbirlerini böylesine sevmeleri gerektiği halde şu veya bu sebeple aralarına kin ve husumet girerse, bu takdirde ne yapılacaktır?.

Ayet-i kerimenin devamı bunu âmir:

“Kardeşlerinizin arasını ıslâh edin.” Onları sulha, sükûna kavuşturun. Düşmanlıklarını dostluğa, muhabbete, uhuvvete çevirin.

Evet Kur’ân’ın hükmüne göre mü’minler kardeş. Hepsi bir tek âile, tek cephe. Onların arasına nifak sokanlar ise bilerek veya bilmeyerek karşı cephe nâmına çalışmış olmuyorlar mı?

Zaten tatbikat da böyle. Aramıza tefrika sokmak isteyenler tarihî hasımlarımız: Haçlı zihniyeti, küfür örgütleri, nifak locaları…

Onlar vazifelerini yapıyorlar tıpkı şeytan gibi. Ateşin vazifesi yakmaktır, ama elimizi korumak da bize düşüyor.

Bugün aramıza sokulmak istenen bu fitneye karşı çıkmak ve mü’minler arasındaki muhabbet bağlarını arttırmak büyük bir cihat. Bizi, düşman kardeşler haline getirmek isteyenlerin heveslerini kursaklarında koymak hepimiz içirı en ileri bir vecibe.

Hûd Sûresinden ulvî bir ders:

Nûh (a.s.), “Ey Rabbim! Şüphesiz, oğlum da benim âilemdendir (Benim ehlimdendir)” diye tufan hâdisesinden onun kurtulmasını istediğinde, İlâhi cevap şöyle gelir: “Ey Nûh, o senin âilenden (ehlinden) değildir” ve Nûh (a.s.) oğlunu gemiye almaktan menedilir. Demek ki; insanın inanmayan, isyan eden oğlu onun ehli sayılmıyor. Öyle ise inanmayan arkadaşı da onun dostu, kardeşi olamaz.

Bu hakikatı hiçbir tevile imkân vermeyecek kadar net biçimde ortaya koyan bir Allah kelâmı:

“Ey iman edenler, babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfrü imana tercih etmişlerse, dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zâlimlerin tâ kendisidir.” (Tevbe Sûresi, 23.)

“Ancak mü’minler birbirinin kardeşidirler,” âyet-i kerimesinde ders verilen ince ruhun, derin şuurun bir başka ifadesi. İnanmayan babanız sizin dostunuz değil. Ve onları dost edinmek zâlimlik. Onları dost edinen insan, hakikatı çiğnemiş, zulmetmiştir. Allah’ın ona bir ihsanı olan sevgi hissini yanlış yerde kullanmış, zulmetmiştir. Yanlış bir tercihle kendisini Cehennem’e sokmaya sebep olmuş, nefsine zulmetmiştir. Onun sevgi hanesinde küffar, mü’mine ağır basmış ve o adam bu büyük adaletsizliği işlemekle zâlim olmustur.

Mahşer, mutlak aziz olan Allah’ın huzurunda herkesin zilletini ilân ettiği müstesna meydan. Mâlik-i Yevmiddin olan Allah haber veriyor:
 

“O gün ne mal, ne evlât bir fayda vermez. Allah’a kalb-i selim ile gelenler müstesna.” (Şuarâ Sûresi, 88-89.)

Irk yakınlığının en birinci basamağı, en ileri seviyesi evlâtla baba arasındaki münasebet değil midir? Bu âyet, bu yakınlığın o meydanda para etmeyeceğini haber veriyor bize. Artık hangi ırkçılıktan bahsediyoruz. O gün kimsenin ne malına, ne mülküne, ne de kazandığı evlât sayısına bakılmayacak.

O gün tek geçer akçe var: kalb-i selim.

Allah’a teslim olmuş, Onun her emrine râm olmuş, temiz ve hâlis bir kalb. Ondan başkasına bağlanmamış bir gönül. Bu gönül kimde bulunursa bulunsun; Arapta olsun, Acemde olsun makbûldür.

Ve Cennet, kalb-i selim sahiplerinin varacağı mükâfat menzili. Orada her mü’mine, ihlâsına, ameline, ahlâkına, gayretine, himmetine göre makam verilecek. Ondaki bütün tabakalar bu esaslara göre. Orada her ırkın ayrı bir makamı yok.

Irkçılığı men eden âyet-i kerimeyi bir kez daha hatırlayalım:

“Ey insanlar! Muhakkak ki Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi millet millet, kabile kabile yaptık ki, tanışıp kaynaşasınız. Allah katında en şerefliniz Ondan en çok korkanınızdır.” (Hucûrât Sûresi,l3.)

Allah Resûlünden (a.s.m.)

Şimdi de Allah Resûlünü dinleyelim: İns ve cinnin o yegâne rehberi, ırkçılık hakkında, “asabiyyet-i cahiliyye” tabirini kullanmış ve onu İslâm öncesi, Asr-ı Saadet öncesi cehalet devrinden, fetret devrinden kalma çirkin bir dâva olarak görmüş ve göstermiştir. Bu vadide pekçok hadis-i şerifleri mevcut. Bunlardan birisi şöyle:

“Ümmetimin helâk olması üç şeyden ileri gelecektir: Kaderiye (Kişi kendi fiilinin yaratıcısıdır, cümlesinde ifadesini bulan, kaderi inkâr dâvâsı.); unsuriyet dâvâsı (ırkçılık) ve dînî meselelerde gevşeklik etmek.” (Taberanî, Mu’cemü’s-Sağir,158.)

Bir diğer hadîs-i şerif: “Asabiyet dâvâsına kalkışan, onu yaymaya çalışan, bu dâvâ uğrunda mücadele eden kimse bizden değildir.” (Ebu Davud, Edeb,121.)

Efendimizin bir başka hadisleri:

“Kim hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere ölür.” (İbni Mâce, Fiten, 7.)

Bu son hâdis-i şerifi iyi değerlendirdiğimizde kavmini sevmekle kavmiyetçilik dâvâsı gütmenin ayrı şeyler olduğunu anlarız. İslâmın yasakladığı, Allah Resûlünün şiddetle men ettiği, “kavmiyetçilik dâvâsında bulunmak,” diğer Müslümanlara hor bakmak, İslâmı bölüp parçalamak ve takvanın dışında bir başka fazilet ve üstünlük ölçüsü getirmekle İslâmın ruhuna ters düşmektir. Yoksa, her insan akrabasını sever, onlara iyilikte bulunur. Yani sıla-i rahim yapar. Bu hususta Allah fermanında nice teşvikler vardır. İnsanın içinde şayadığı milletini sevmesi, onlara acıması, onların hatasını düzeltmeye çalışması ecdadının mâzideki iftihar verici hallerini hatırlayıp onlara lâyık bir evlât olmak için gayret göstermesi, ırkçılıktan tamamen ayrıdır.

İslâm ırkı reddetmez, ırkçılığı men eder.

Buna bir misâl olarak cinsiyeti verebiliriz. Kur’ân-ı Kerim, bizim kabile kabile yaratıldığımızı da haber veriyor, erkekli dişili yaratıldığımızı da.

Biz ne ırkları inkâr ediyoruz, ne de cinsiyeti. Erkeklerin ve kadınların ayrı birer cephe kurarak mücadeleye girmeleri halinde nasıl âile kökünden yıkılırsa, ırk dâvâsı güderek parçalanmak da millet mefhumunu, devlet mefhumunu yaralar ve bizi düşmanlarımız karşısında zayıf düşürmekten başka bir şeye yaramaz.

Allah Resûlünün ırkçılık hakkındaki beyanlarını Vedâ Hutbesi ile noktalayalım.

Resûlullah Efendimiz (a.s.m.), 23 senelik tebliğ ve irşad hayatını tamamlamaya yakın olduğu günlerde son haccını, vedâ haccını yapar ve oradan îrâd ettiği eşsiz hutbesiyle Müslümanlarm dikkatini ana meselelerde bir kez daha yoğunlaştırır. Irkçılık âfetine de bu hutbede dikkat çekilmesi ayrıca bir önem arz eder.

Hutbenin bu bölümünde şöyle buyrulur:

“Ey İnsanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”

Bediüzzaman’dan

Şimde de, Yücelerden Yüce Peygamberimizin (a.s.m.) devrimizdeki büyük vârisini dinleyelim.

Lütuf ve merhamet sahibi Rabbimizin her asra ettiği ayrı ayrı ihsanlardan şu dehşetli asrımıza düşen büyük hisse.

“Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum” diyen, büyük bir iman, gayret ve himmet çağlayanı: Bediüzzaman.

İngiliz meclis-i meb’usanmda, müstemlekât nazırının, elindeki Kur’ân-ı Kerim’i göstererek, “Bu Kur’ân Müslümanlarm elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız” dediğini haber aldığında, gayreti imaniyesi şiddetle feverana gelen; “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim” diyen eşsiz ve yılmaz mücâhid.

Gençlerin kalbinde imanı, Kur’ân’ı hâkim kılmak için kaleme aldığı risaleler sebebiyle sürgünden sürgüne gönderilen, hapishane hapishane dolaştırılan, böylece çile yönüyle de tam bir Peygamber vârisi olduğunu fiilen isbat eden bir sabır kahramanı.

Bu müstesna zat, Müslümanlara musallat olabilecek her türlü maddî ve manevî hastalıklara karşı reçete yazmakla ömür geçirmiş-imansızlıktan ahlâksızlığa, ihtiyarlıktan hastalığa kadar. Bu hamiyetine, bu himmetine, bu gayretine karşılık kendisine, “Seksen küsûr senelik hayatımda dünya zevki nâmına bir şey bilmiyorum” dedirten en çirkin muamelelere muhatap olmuş. İşte bu İslâm kahramanı, müminlerin arasında kardeşliğin tesisi için harika bir risale kaleme almış: Uhuvvet Risalesi. Ve yine bu uhuvvetin en büyük düşmanı, bu birlik ve beraberliğin öldürücü zehiri olan ırkçılığa, Mektûbat adlı eserinde özel bir “mebhas” ayırmış.

Bu “mebhas’ta, ırkçılık hakkındaki âyet-i kerimeyi harika bir misâlle izah ettikten sonra şöyle buyurur:

“Hey’eti içtimaiyye-i İslâmiyye, büyük bir ordudur. Kabâil ve tavâife inkısam edilmiş. Fakat binbir birler adedince cihet-i vahdetleri var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir, bir bir bir… binler kadar bir bir.

İşte bu kadar bir birler, uhuvveti, muhabbeti, vahdeti iktizâ ediyorlar. Demek kabâil ve tavâife inkisam, şu âyetin ilân ettiği gibi teârüf içindir, teâvün içindir; tenâkür için değil, tehasüm için değildir.”

İslâm kardeşliğin mükemmel bir şekilde işlendiği bu mebhas, şu dua ile son bulur:

“Rahmet-i İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünki, Cenab-ı Hak bin seneden bire Kur’ân’ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını, muvakkat ârızalarla, inşaallah, perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.”

Üstadın ırkçılık hakkında yazdıkları, bu mebhasa münhasır değil. Birçok lâhika mektuplarında ve mahkeme müdâfaatında bu büyük âfeti yer yer nazara verir.

İşte bunların birisi:

“Câmiü’l-Ezher, Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gbi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise daha büyük bir darü’l-fünûn, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri menfî ırkçılık ifsâd etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile “inneme’l mü’nimûne ihvetün,” Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişâfına mazhar olsun.” (Emirdağ Lâhikası II. s. 195.)

Dinî ilimlerle fennî ilimlerin birlikte okutulacağı bir üniversitenin şarkta açılması için büyük gayret gösteren Üstad, yukarıda bir kısmını naklettiğimiz mektubunun bir yerinde, “Elli beş senedir Risali-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım” buyurur.

Yukarıdaki satırlar devrin Reis-i Cumhuruna ve Başvekiline yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Mektubun girişi de çok enteresandır:

“Kabir kapısında ve seksen küsür yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir bîçare garip ihtiyar der ki….”

O halinde bile vatan ve milletin birlik ve beraberliğini, âlem-i İslâmın ittihadını, kavmiyetçiliğe kapılmamasını dert edinmiş ve devlet erkânını bu vadide ikazdan geri durmamış.

Aynı mektuptan ibretli bir bölüm:

Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: “Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?” Dedi: “Ben Müslüman bir Türkü fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü, tam imana hizmet ediyorlar.” Bir zaman geçti; (Allah rahmet etsin) o talebem ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksül’amel ile, o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: “Ben şimdi gayet fâsık hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, sâlih bir Türke tercih ediyorum.” Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.
Bu ifadelerden hepimizin çıkaracağı dersler vardır.

Gerçekten de Türk milletini samimi olarak sevenler, bu milletin İslâma hizmetlerini tam takdir edenlerdir.

Mektupta Türkçülük akımının aksül’amel olarak Kürtçülüğe hizmet ettiğine dikkat çekiyor. Bu noktada çok ihtiyat ve temkin gerek. Biz ecdadımızı kuru bir ırkçılık namına değil, Bediüzzaman’ın tabiriyle, İslâmiyetin bayraktarı olmaları cihetiyle sevebiliriz. Yoksa, dedemizin âlim olması, bizi cehaletten kurtarmadığı gibi, ecdadımızın İslâma yaptığı hizmetler de bizim tembelliğimize gevşekliğimize, gayretsizliğimize kefaret olmaz.

Çare

Bugün şarkta uyandırılmak istenen fitneyi önlemenin tek yolu, Bediüzzaman’a kulak vererek bu milletin fertlerini İslâm kardeşliği ile birbirine rabtetmekten geçer.

“Milliyetimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet, aklı iman ve Kur’ân’dır,” hakikatını bütün ruhlara zerketmekten geçer.

“Şarkı intibaha getirecek din ve kalptir. Akıl ve felsefe değil,” ihbarına hakkıyle kulak vermekten geçer.

“Şarkın fıtratına muvafık bir cereyan veriniz, yoksa sa’yiniz ya hebaen gider veya muvakkat sathî kalır,” emrine râm olmaktan geçer.

“Bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terk edip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez,” tehdidini, geç kalınmış da olsa, büyük bir hassasiyetle ciddiye almaktan geçer.

“Asabiyyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden, gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkep bir macundur,” teşhisini iyi anlayıp, bu zehirli macuna sırt çevirmekten geçer.

Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in’ikas edip dalgalanan bir ziyâdır ” hakikatına gönül verip bu ziyanın bütün kalplere hâkim olması için sabır ve cehd ile gayret etmekten geçer.

Bu vesileyle, İstiklâl Marşı şairimiz merhum Mehmed Âkif’i de anmadan geçemeyeceğim.

Şu coşkun, coşkun olduğu kadar sitem dolu ve sitem dolu olduğu kadar da ızdırap yüklü ifadeler, o büyük şairimizin ırkçılık âfetinden ne kadar dertli olduğunu en güzel şekilde ifade etmiyor mu?
 

Hani milliyetin İslâm idi, kavmiyet ne?
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine!
Arnavutluk ne demek, var mı şeriatta yeri?
Küfr olur başka değil, kavmini sürmek ileri
Arabın Türke, Lazın Çerkeze yahut Kürde
Acemin Çinliye rüçhanı mı varmış, nerde?
İslâmiyette anasır mı olurmuş, ne gezer?
Fikr-i milliyeti tel’in ediyor Peygamber
En büyük düşmanı: Ruh-u Nebî, tefrikanın
Adı batsın onu İslâma sokan kaltabanın.
Geliniz bu duaya birlikte âmin diyelim.
 

Uhuvvet Risalesi’nden
(Bediüzzaman)

Yazarın, konu içinde kısaca temas ettiği ve Bediüzzaman Hazretlerinin Uhuvvet Risalesi’nden alman bazı bölümleri aynen takdim ediyoruz.

Sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşâne bir alâka telâkki edirsin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârâne bir münâsebet hissedersin. Halbuki, imânın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği Esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münâsebetleri var.

Meselâ: Her ikinizin; Hâlikınız bir, mâlikiniz bir, Mâbûdunuz bir, Râzıkınız bir. Bir bir, bine kadar bir bir… Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, Kıbleniz bir. Bir bir, yüze kadar bir bir… Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir. Ona kadar bir bir… Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde; şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren öremcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.

***

Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimâiye ve kalb-i islâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:

“Hâricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak,” olan bir maslahat-ı içtimâiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları halde, şu cemâat-ı İslâmiyeye hizmet dâva edenlere ne olmuş ki; birbiri arkasında tehâcüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz’i adâvetleri unutmayıp, düşmanların hücumuna zemin hazırlıyorlar. Şu hal bir sukuttur, bir vahşettir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hiyanettir.

***

Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilâfınızdan istifade eden zâlimlere karşı “İnneme’l mü’minûne ihvetün” kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malûmdur ki; iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk, ikisini de döğebilir. Bir mîzanda iki dağ birbirine karşı muvazenede bulunursa, bir küçük taş, muvazenelerini bozup onlarla oynayabilir; birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner; az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. (Mektûbat, s. 262.)

Sorularlaİslamiyet

‘Artık Yeter!’ Dememiz Gerekiyor…

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Hakkari’nin Yüksekova ilçesinin Dağlıca kesiminde dün gece meydana gelen terör saldırısına ilişkin açıklamada bulundu.

Kenya heyetini kabul eden Diyanet İşleri Başkanı Görmez, gazetecilerin Dağlıca saldırısına ilişkin soruları üzerine “Millet olarak her ferdimizin, Doğulusuyla, Batılısıyla, Güneylisiyle, Kuzeylisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla her birimizin bilhassa 30-40 yıldır bu millete yönelmiş ölüm şebekesine karşı ‘Artık yeter’ dememiz ve hep birlikte bu ateşi söndürmek için üzerimize düşen görevleri hakkıyla yerine getirmemiz gerekiyor” dedi.

Allah’ın rahmeti ve mağfiretinin hak olduğu kadar gazabı ve kahrının da hak olduğuna vurgu yapan Başkan Görmez, şunları söyledi;

“Dünyadaki mazlumların umudu, ülkemizi ateşin içine çekme teşebbüsleri Allah’ın izniyle tutmayacaktır…”

Bu gece milletçe aldığımız haberler dolayısıyla büyük hüzünler yaşadık. Öncelikle şunu açıkça ifade etmek isterim, coğrafyamızın ateşler içinde yandığı bir zaman diliminde dünyadaki bütün mazlumların, mağdurların, mahrumların milletimize umut bağladığı bir zamanda milletimizi, ülkemizi bu ateşin içine çekme teşebbüsleri Allah’ın izniyle tutmayacaktır.

“Doğulusuyla, Batılısıyla, Güneylisiyle, Kuzeylisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla her ferdimizin, bu millete yönelmiş ölüm şebekesine, ‘Artık yeter’ dememiz gerekiyor…”

Millet olarak her ferdimizin, Doğulusuyla, Batılısıyla, Güneylisiyle, Kuzeylisiyle, Türküyle, Kürdüyle, Arabıyla her birimizin bilhassa 30-40 yıldır bu millete yönelmiş ölüm şebekesine karşı ‘Artık yeter’ dememiz ve hep birlikte bu ateşi söndürmek için üzerimize düşen görevleri hakkıyla yerine getirmemiz gerekiyor. Hz. İbrahim’in ateşini söndürmeye giden karınca misali her birimize bu konuda ayrı ayrı görevler düşüyor. Bilhassa akıl, iman, vicdan, izan sahibi her insanın bu ölüm şebekesine karşı varlığımıza, birliğimize, huzurumuza, barışımıza, kardeşliğimize karşı on yıllardır kast eden bu ölüm şebekesine karşı her bir Müslüman’a, her bir kardeşimize, her bir vatandaşımıza vazifeler düştüğünü açıkça ifade etmek istiyorum.

“Huzurumuz, güvenliğimiz, birliğimiz ve beraberliğimiz için hayatını kaybeden bütün ciğerparelerimize, şahadet şerbetini içen şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum…”

Bizim varlığımız, huzurumuz, güvenliğimiz, emniyetimiz, birliğimiz, beraberliğimiz için hayatını kaybeden bütün ciğerparelerimize, yavrularımıza, şahadet şerbetini içen bütün şehitlerimize öncelikle Allahtan rahmet diliyorum. Onların anne babalarına, sevenlerine ve bütün acılara rağmen birlik beraberlik kardeşlikte ısrar eden milletimize baş sağlığı diliyorum.

“Allahın merhameti, adaleti, mağfireti ne kadar hak ise gazabı, laneti, kahrı da o kadar haktır…”

Allahın merhameti, adaleti, mağfireti ne kadar hak ise gazabı, laneti, kahrı da o kadar haktır. On yıllardır bir taraftan bu ülkenin eli kalem tutacak çocuklarını dağlara götürüp onlardan kardeş katili yapanlar sonra onlarla birlikte yine bu ülkenin çocuklarının canlarına beyhude davalar uğruna kast edenler, Allahın ‘Kahhar’ ismiyle kahrolacaklarından hiçbir şüphemiz olmasın. Hep birlikte milletin her ferdi köylüsüyle, şehirlisiyle, öğretmeniyle, imamıyla, mühendisiyle, müftüsüyle hangi vazifeleri yapıyorsak yapalım hep birlikte ülkemizi kuşatan bu fitne ateşini söndürmek için elimizden gelen her türlü vazifeyi yerine getireceğimize olan inancımı ifade etmek istiyorum.

“Dünyanın tüm mazlum, mağdur, mahrum insanlarının duaları bu milletin arkasındadır…”

Henüz biz de sizler gibi kaç ciğer paremiz, kardeşimiz şahadet şerbetini içti bilmiyoruz ama bir kişi bile olsa öncelikle Allahtan rahmet diliyorum. Mazlum ve mağdur dünyadan gelen ve ülkemizi ziyaret eden dünyanın bütün mağdur, mahrum insanların duaları bu milletin arkasındadır.

“Bütün bu acıları, fitneleri hep birlikte aşacağız ve ülkemizi ateş çemberine çekme teşebbüsleri Allahın izniyle ve bizim güçlü iradelerimizle tutmayacaktır…”

Bütün bu acıları, fitneleri hep birlikte aşacağız ve ülkemizi, milletimizi, coğrafyamızı kuşatan ateş çemberlerine çekme teşebbüsleri Allahın izniyle ve bizim güçlü iradelerimizle her birimizin yüce yüksek dualarıyla inşallah tutmayacaktır.

diyanet.gov.tr

Hastalığımızın İlacı; “Kardeşlik, Birlik, Sevgi”

Batı âlemi, barış içinde her gün ilerleme kaydediyor. Enerjisini büyümekte harcıyor.

Batılı ülkelerde çocuklar, okullarına endişesiz gidiyor.

Çarşılarda, pazarlarda kavga yok. Çekişme yok.

Problemlerini konuşarak hallediyorlar.

Birbirlerinin hayatına kastetmek için örgütlenmiyorlar.

Para birliği kurdular. Askeri birlik kurdular. Büyüyorlar.

***

İslam âlemine bakın.

Her tarafta kan ve gözyaşı. Her bir grup diğerini katletmek için fetva peşinde.

Pazar yerlerinde, alışveriş yerlerinde bombalar patlıyor.

Sadece Suriye’de hayatını kaybeden insan sayısı 300 binin üzerinde.

Konuşarak değil, vuruşarak hesaplaşıyorlar.

Her tarafta yığınla kutuplaşma var.

İslam âlemini birileri karıştırıyor.

Yıllardır unuttuğumuz kan ve acıyla tanışıyoruz.Yazık oluyor.

Bu haliyle İslam âlemi, İslam’a zarar veriyor.

İslam’ın temiz yüzünü temsil edebilme çabalarımızı sıfırlıyor. Korkunç kötü görüntü veriyorlar.

Müslümanlar, Müslümanların silahıyla ölüyor.

Ve gide gide iş, kan davasına dönüşüyor.

Üzülüyoruz.

Daralıyoruz.

Çaresizce dua ediyoruz.

Bu girdaptan çıkmak zorundayız. İslam âlemi, pusulayı yitirdi. Mesele artık dinden referans bulmayı da geçti. Nefisler, egolar, menfaatler dinin çok önünde.

Otoritesiz bir ümmet olduk.

Dur dediğinde; sözü dinlenecek, bir kabullenilmiş dini otorite yok.

Müslümanların parası pul olmuş. İtibarı mezat olmuş.

Siyasi güçleri harman olmuş.

***

Bundan bir çıkış olmalı. “Ya Rab!Bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?” diye haykıran Mehmet Akif gibi diyecek hale geldik.

“Mahşerde mi bu biçarelerin yoksa felahı.”

“Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun”, cümleleri ta boğazımıza kadar geliyor.

Mehmet Akif böyle seslenmişti.

Biz de biliyoruz ki bir felah olacak. Elbette bu kaos bitecek. Güzel günler gelecek. İslam âlemi huzurlu günlerine dönecek. Devran değişecek. Ümitsiz olmamak lazım.

İslam âlemi ‘Moğol’ istilası gördü. Yok oldu sanılacak günler yaşadı.

Hatırlayın hani…

Huneyn günü, sahabenin bir an dağılması ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) 10 bin kişilik düşman ordusu arasında 80 kişiyle yalnız tek başına ayakta kaldığı bir anda, bazılarının, Muhammed’in (s.a.v) işi bitti, bu bozgun ta denizde bitecek dediği bir anda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) cesaretiyle zafere dönüşmüştü.

Aynısı yine olacak. Ümitsizlik yok. Daralma yok. Havlu atmak yok. Elbette mevsim değişecek. Elbette her hesabın üzerinde Rabbın hesabı var. Elbette her hesabın bir kaderi var. Ve bu hesaba karar veren bir Rabb var.

***

Bu dağılmayı, bu süreci, bu fitneyi, planı, bu projeleri, bu karanlık elleri birlikte, düşmanlığı durdurarak..

Sevgiyle;

Kardeşlikle;

Kucaklaşarak durdurabiliriz ancak. Bu kaos, bu karanlık kalkacak elbet.

Aşacağız bu günleri.

İslam âlemi; birbirleriyle kanlıbıçaklı olanlar, kanı durduracak ve dinlemeyi öğrenecekler. Veya tarihe kapkara, İslam’a zulmeden İslam evlatları olarak kazınacaklar.

Gülümsemeyi hatırlayacak günler gelmeli. Eller kin ve nefretle sıkılmamalı. Yumruk olmamalı. Dua için semaya açılmalı.

Yüce Allah yumruk olmuş sıkılı ellere değil, açılmış ellere rahmet indirir.

Nihat Hatipoğlu

Prof. Dr. Faruk Beşer : “Bu Ateş Herkesi Sarar!”

2005’te bendenizden Hoca Efendi’nin fıkıh anlayışına dair bir makale yazmam istendiğinde bunu Hak adına kabul etmiştim. Sonra onu bir kitapçığa çevirdiler. Şöyle düşünmüştüm: Bu insan Allah için hizmet yapıyor. Eğer haddim olmayarak benim bu kadarcık desteğim de işe yarayacaksa, kim ne derse desin, bunu yapmalıyım.

Yanlış yapmadım, beni hayal kırıklığına uğratanlar yanlış yaptılar.

Şimdi de aynı duygularla diyorum ki, on yıldır Tayyip Erdoğan’ın ve temiz arkadaşlarının yaptığı hizmetler ortada. O halde Haktan yana olmayı gaye edinen partili partisiz herkes, kendi kametine bakmadan ona destek olmalıdır. Müminse, ayrıca gece gündüz dua da etmelidir. Sadece ülkesini seven birisi ise o da teşekkür etmelidir. Eğer böyle yapmazsa nankörlük etmiş olur.

Dur durak bilmeden bütün bir millet için bütün bir ümmet için hayatını ortaya koymuş, kelle koltukta koşturuyor. Biz kahvaltımıza başlarken bir yerde konuşmasını canlı izliyor, yatarken bir başka yerdeki nutkuna şahit oluyoruz.

Ekonomik kalkınma mı dersiniz, sağlık mı dersiniz, belediyecilik mi dersiniz. Yoksa garibanların, inananların, dindarların kendilerini yeniden insan hissetmeye başlamalarını mı, önlerinin açılmasını mı söylersiniz, özgürlükleri, demokratik açılımları mı sayarsınız. Dış itibarımızı mı hesaba katarsınız.

Son on yılda Hakka hizmet adına, halka hizmet adına hükümetin yaptıklarıyla, cemaatin otuz yılda yaptıkları kıyaslanırsa insaflı olanların farkı görmemesi mümkün değildir. Kaldı ki, bu son on yılda cemaatin katlanarak gelişmesini sağlayan da yine hükümettir.

İçinde olmasam da cemaati genellikle takdir eden, Hoca Efendi’yi seven birisi olarak hep şöyle eleştirilerle karşılaşıyordum: Cemaatin ABD ile, CIA ile MOSSAD ile çalıştığı iddia ediliyor, bunu nasıl izah edersin? Ben de şöyle diyordum: Dediğiniz doğru olabilir, ama siz dünyaya açılıyor ve bir dünya aktörü oluyorsanız yollarınız başka aktörlerle çakışacak. Win, win deyip yürüyeceksiniz. Üç verip beş alırsanız kârlısınız. Ya dünya ölçeğinde bir ufkunuz ve iddianız olmayacak, ya da buna mecbur kalacaksınız.

Ama şimdi görüyorum ki, şeytana parmağını kaptıran kolunu da kaptırır sözü çok anlamlı imiş. Sizi dış dünyaya açanlar, içte bunun bedelini, hem de fazlasıyla isteyebilirlermiş.

Cemaatin Allah rızasından başka bir şey düşünmeyen saf ve temiz bir erler ordusu var. Gel denince gelen, git denince giden, boğaz tokluğuna hizmete koşan hasbî insanlar. Ama yukarılardaki ilişkilerden kuşkulanmakta artık herkes haklı.

Şu top sakallılarla, tesettürlü yazarlara kirli diyen güruhla, kimin tarafı olduğu ve kimlerin neden kurduğu belli olmayan gazete ile koçlarla çakallarla, Gezicilerle aynı safta, omuz omuza olanlardan ve bunu yaparken de aslında hizmeti tüketenlerden endişelenmemek safdillik olur.

Ricciardone’nun ellerini ovuşturarak, ‘imparatorluğun çöküşünü izleyeceksiniz‘ demesi kanımıza dokunuyor, onurumuzu kırıyor. Benim tanıdığım cemaat bu safta ve saflıkta olamaz.

Şu anda sağır sultan dahi biliyor ki, Türkiye’nin bu kadar büyümesinden, gelişmesinden rahatsız olan güçler onu tökezletmek için planlar yapıyorlar. Haksızlığa uğramış olsa bile bu kumpasla birlikte olmak asla affedilemez.

Keşke hükümet bu tuzağa, dershaneleri kapatma gibi savunulması zor bir yolla karşılık vermeseydi.

Varsa yolsuzluklar da hükümetin beynindeki urlardır. Umarım bu vesile ile bu urlara da operasyon yapılır ve gövde tekrar eski sağlığına kavuşur. Ama bu durum, Hz. Ali’nin dediği gibi, hiçbir zaman hak bir sözün batıl için söylenmesini meşru kılmaz.

Hakan Fidan’a, Beşir Atalay’a İrancı suçlamaları duyuyor ve bunun şifresini çözemiyordum. İrancı olsalar ne yapacaklar, Türkiye’ye Şiilik mi getirecekler diye merak ediyordum. Meğer işin içinde başka şeyler varmış, Türkiye İran ve Kuzey Irak’la ABD ve İsrail’in işine gelmeyecek çok büyük ekonomik ilişkilere giriyormuş. Meğer Türk istihbaratının kendi başına hareket etmesi birilerini fena rahatsız ediyormuş.

Ben Hoca Efendi’nin bedduasını da şöyle anlamak istiyorum:

İsim vermediğine göre şunu kastetmiş olabilir:

Dini mübini İslam’a karşı tuzaklar kuran, bu milletin kalkınmasını istemeyen, birliğini ve dirliğini bozmak isteyen, Kur’an ifadesiyle, ‘süvarileriyle ve piyadeleriyle’ saldıran, içte ve dışta gaflet ve dalaletleriyle bu oyuna ortak olan, tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp eden ne kadar hain varsa, Allah’ım, sen onların ocaklarına ateş sal...’.

Böyle ise ben de buna âmin diyorum.

Ayrıca zayıf bir ihtimal de olsa, Hoca Efendi’ye hala bazı ilişkilerin olduğu gibi anlatılmadığını düşünüyorum. Yoksa elinde dosyalarla bunu anlatmaya giden önemli bir zatı New York’ta havaalanından FBI neden derdest geri çevirsin?

İnananlar olarak kolumuzun kanadımızın daha çok kırılmaması için eğer kabul buyururlarsa hala kendilerine bir âkıl heyetin gönderilmesinin faydalı olabileceğini düşünüyorum. Yoksa bu yangın hepimizi saracak, ortak düşmanımız kârlı çıkacaktır. ‘Sulhta hayır vardır‘.

Prof. Dr. Faruk Beşer

MU Ilahiyat Fakultesi / Islam Hukuku