Etiket arşivi: kaza

Kazaya Rıza Göstermek ve Kadere Teslim Olmak Nasıl Olur?

Kazaya rıza göstermek ve kadere teslim olmak; İslâm ve Îmânın şiarıdır. Bu durum söylendiği kadar kolay olmasa da işin künhüne yani aslına ve özüne inilirse bizim için daha kolay olacaktır.

Hangi fiilin kaderi tenkid etmek hangi fiilin de kadere tesim olduğunu bilmek gerekir. Şöyle ki; “Teşekki, kaderi tenkit ve teşekkür, kadere teslimdir.” (Şualar, s. 318) Yani şikayet etmek, kaderi tenkit etmektir. Ve teşekkür etmek de kadere teslim olmaktır.

Koronavirüs de diğer her şey gibi Cenâb-ı Hakk’ın taht-ı tasarrufunda ve yed-i kudretindedir. Bunu bilip, düşünmeli ve “kaderi tenkid”e varan şikayetlerimize dikkat etmeliyiz.

Musibetlere karşı kader ve kaza noktasından bakış açımızı ifade eden kilit cümle işte budur; “…kazaya rıza, kadere teslim İslâmiyet’in bir şiarıdır.” (Mektubat, s. 86) Burada bir ince noktada vardır ki; “…teslim İslâmiyet…” art arda geçmesidir. Nitekim İslâmiyet kelimesi de mânâ olarak S-L-M kökünden türemiş ve teslimiyeti de içinde barındıran bir kelimedir. “Boyun bükerek teslim olmak. Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasakları.” (Abdullah Yeğin, Yeni Lügat, İslâm Maddesi) İşte bu “kazaya rıza” göstermek ile “kadere teslim” olmak ancak ve ancak hakikat olan “İslâmiyet’in bir şiarı” olabilir.

Bu musibetlere tedbiri alıp tevekkül eden insanlar, “…kemal-i teslimiyet ve rıza ile rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası, s.109)

Ve Enbiyalar yani Peygamberler (Aleyhimüsselam) bize her konuda hüsn-ü misal oldukları gibi bu konuda da bize hüsn-ü misal yani güzel örnektirler. Musibetlere karşı tavır olarak başta Efendimiz Fahr-i Kainat Aleyhissalâtü Vesselâm ve Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm bize rehber olmalıdır. Hz. Eyyüb (as)’ın misali ile ilgili 2. Lem’a muhakkak mütalaa edilmelidir. [Kur’ân-ı Kerîm’de geçen peygamber kıssalarına bakış açımızı ve almamız gereken derslerin neler olduğunu şu 2 risaledeki 2 Nebi’nin (as) kıssasında görmekteyiz; 1. Lem’a – Yunus (as) ve 2. Lem’a – Eyyüb (as) misallerine bir de bu vecheden okumalıyız.]

Eyyüb (as) bakalım ne için Cenâb-ı Hakk’a münâcâtta yani Allah’a yalvarmak ve kurtulmak için duada bulundu;

“Hazret-i Eyyüb aleyhisselâm münâcatında istirahat-i nefsi için dua etmemiş, belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcat ile –birinci maksadımız– günahlardan gelen manevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için ubudiyete mani olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizane, müştekiyane bir surette değil belki mütezellilane ve istimdadkârane iltica edilmeli.” (Lem’alar, s. 14)

Hz. Eyyüb (as)’ın yukarıda geçen ifadelerinden de anlaşıldığı üzere “zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mani olduğu zaman ubudiyet için şifa talep eylemiş.” Bizlerde Cenâb-ı Hakk’a yönelip dua ediyoruz ki; “Ya Rabbi!.. Bu virüs bizim camilerde Cuma Namazı kılmamıza, bir araya gelip seni konuşmamıza ve Îmân Kur’ân hakikatlerini okuyup birbirimize anlatmamıza mani oldu. Bizi zahirde umûmî musibet, hakikatte ise bir uyarı nevindeki bu virüsten kurtar ve bizleri muhafaza eyle. Âmin.”

Musibete tevekkül ile yaklaşırsan ne olur peki? Buyrun onu da yerinden öğrenelim;

“Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle; adâvet musalahaya, husumet şakaya döner; adâvet küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.” (Lem’alar, s. 15)

 

Verilen misal çok yerindedir. Nasıl ki birbiriyle mücadele eden ve karşı karşıya gelen iki hasımdan birisi diğerine gülümseme ile karşılık verirse; aralarındaki düşmanlık gider barışa, çekişme ve kin ise şakaya döner. Bu şekilde düşmanlık küçülür, mahv olup yok olur. Aynen bunun gibi de musibete karşı tevekkül ile davranmak ona karşı istimal edeceğimiz silahımızdır.

 

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Şualar eserinde de şu tabirler çok yerindedir; “…tevekkülle bu musibeti karşılamak…” (Şualar, s. 346) Evet, demek ki bize düşen ‘tedbir dairesindeki tevekkül’ ile musibeti karşılamalıyız.

 

Îmân kuvvetine göre kişi de, musibete karşı tavır değişmektedir. Mesela Bediüzzaman Hazretleri’nin şu sözü bir misaldir; “Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.” (Şualar, s. 346) Yani başına gelenlerin hepsini hoş görüp, ayırt etmeden kabul etmek gerekir.

 

Bu konu ile ilgili Emirdağ Lâhikası 1’de Niyazi-i Misrî’den bir alıntı yapılır. Önce o beyit ve izahını yaptıktan sonra, Risale-i Nur’da o yerin devamındaki alıntıyı nazara verelim;

 

“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azap,

Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi.”

(Niyazi-i Mısrî, Bizi Anlayan Şiiri)

 

İzahı şu şekildedir; “Cenâb-ı Hakk’ın tecellîleri arasında fark görmeyip, kahrı da lutfu da bir bilenler, hem dünyâ hem de âhiret azâbından kurtulur. İşte bizi ancak onlar anlayabilir.”

 

Mevzu bahis beyit, Risale-i Nurlarda aktarıldıktan sonra şöyle denilmiştir; “Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir.»

(Emirdağ Lâhikası 1, s. 86)

 

Burada geçen “bu tercüman”, Üstad Bediüzzaman Hazretleri’dir. Demek ki Allah’tan gelen kahrı da lütfu da bir şey gibi kabul edip “her şeyi hoş görerek”, her şeyde güzel bir cihet görmüştür. Bu şekilde “katreyi” yani damlayı “umman” Yani okyanus, “âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylem”eye muvaffak olmuştur; Allah’ın izniyle ve yardımıyla.

 

Buradan alacağımız derslerden birini şu vecize bize özetlemektedir; “İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir.” (Sözler, s. 349) Demek ki başa gelebilecek hâdisat yani hâdiseler ne kadar büyük ve tazyikler, baskılar, sıkıntılar da ne kadar dehşetli olursa olsun bunlara karşı “imanın kuvveti” ile mukabele edebiliriz. Akla Merhum Mehmed Akif’in “Birlik Şiiri”ndeki şu mısraları geliyor;

“Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz.

Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz…”

“Değil mi cephemizin sinesinde iman bir;

Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;

Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz,

Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz!” (Mehmed Akif Ersoy, Birlik Şiiri)

 

Kadere rıza, kazaya teslim konusunu Allah rahmet eylesin eskilerimiz ne de güzel işlemişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin meşhur “Tefvizname”sinde de dediği gibi;

“Hep işleri fâyıktır,

Birbirine lâyıktır,

Neylerse muvâfıktır;

Mevlâm görelim neyler,

Neylerse güzel eyler!” (Erzurumlu İbrahim Hakkı, Tefvizname)

 

Cenâb-ı Hakk’ın işleri konusunda çok güzel nazmedilmiş. Allah’ın yaptığı işler “fâyıktır” yani yücedir, alîdir. Ve birbirine de “lâyıktır.” Çünkü O Allah (Celle Celaluhu) ki ne eylerse “muvâfıktır” yani birbirine uygun ve münasiptir. Bu nedenle ondan gelen her şey için dememiz gereken şudur; “Mevlâm görelim neyler, Neylerse güzel eyler!”

 

Bu konu ile ilgili Risale-i Nur Külliyatı’nda şu şekildeki ifâdeler tam da konuya ışık tutmaktadır;

«Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi “Mevla görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” De, pencerelerden seyret, içlerine girme.» (Mektubat, s. 249)

 

Cenâb-ı Hakk’tan lutüf gelince o bizim Rabbimiz de, bir musibetin gelmesi zamanında -hâşâ- Rabbimiz değil mi?

 

Aynı hakikate işaret olarak Eşrefoğlu Rûmî de şöyle diyor;

“Ey lütfu hem kahrı güzel,

Senden hem ol hoş, hem bu hoş.” (Eşrefoğlu Rumî)

 

Bu sözler akla Yunus Emre’nin meşhur “Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri”ni getiriyor, değil mi? Bir daha der-hatır edelim o güzel şiiri;

 

“Cana cefa kıl ya vefa

Kahrın da hoş, lutfun da hoş,

Ya derd gönder ya deva,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Hoştur bana senden gelen:

Ya hilat-ü yahut kefen,

Ya taze gül, yahut diken..

Kahrın da hoş lutfun da hoş.

 

Gelse celalinden cefa

Yahut cemalinden vefa,

İkiside cana safa:

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ger bağ-u ger bostan ola.

Ger bendü ger zindan ola,

Ger vasl-ü ger hicran ola,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ey padişah-ı Lemyezel!

Zat-ı ebed, hayy-ı ezel!

Ey lutfu bol, kahrı güzel!

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Ağlatırsın zari zari,

Verirsen cennet-ü huri,

Layık görür isen nari,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş.

 

Gerek ağlat, gerek güldür,

Gerek yaşat gerek öldür,

Aşık Yunus sana kuldur,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş” (Yunus Emre, Kahrın da Hoş Lütfun da Hoş Şiiri)

 

Bu derin mânâlardan feyiz almalı ve dehşete kapılmadan, üzerimize düşenleri yapmalıyız.

 

Mesnevi-i Nuriye eserinde geçen şu yer ise îmân, Kader ve teslimiyeti selamet ile mükemmel bir şekilde bağdaştırmıştır; “…imana gel ki elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevi-i Nuriye, s. 112)

 

Kendine Kur’ân-ı Kerîm’i mürşid ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’i rehber alan Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri ise bize büyük bir ders vermektedir; “…Hâlık’ıma hadsiz şükür ederim ki her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi, tam sabır içinde şükrettirdi.” (Kastamonu Lâhikası, s. 19-20)

 

Burada geçen “her derdin en kudsî dermanı olan imanı ve iman-ı bi’l-kaderden, kazaya rıza ilacını imdadıma gönderdi” yeri dikkat çekicidir. Demek îmân ve îmânın esaslarından birisi olan kadere îmân her derdimize en kudsî dermandır. Ve kazaya rıza göstermek de bize ilaç hükmündedir.

 

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

 

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.” Sırrıyla

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

 

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” Kaidesinin sırrıyla,

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

 

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Mealinde.

 

Bizler için şimdi her şeyin iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki manasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici haller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.

 

Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahate bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.”» (Şualar, s. 401-402)

 

Bu düstur bize hayat düsturu olmalıdır;

«“مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”»

 

Bizim Allah’a (cc) ve kadere îmânımız var ise bu korku ve endişemiz nedendir?

 

مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَر

“Kadere iman eden gam ve hüzünden emin olur.”

Sırrına dair Tarihçe-i Hayat eserinde geçen şu yer mühimdir;

 

“Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedarlıktan azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet, merhamet-i ye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhaniyeden habersiz olduğundan, rikkat-i cinsiye sebebiyle nev-i beşerle alâkadar olduğundan, kendi eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleri ile dahi müteellim olup azap çekiyor.”(Tarihçe-i Hayat, s. 314)

 

خُذُوا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ اَحْسَنَهُ

“Her şeyin güzel cihetine bakınız.” kaidesi ile ilgili de bir diğer kaide irtibatlıdır;

“Her şeyin iyisine bak.” (Sözler, s. 41)

 

Başa gelen bütün hastalık, musibet ve zahiren kötü görünen her ne varsa biz her şeyin iyi cihetine, güzel yönüne bakmak ile mükellefiz.

 

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin meşhur şu sözü tam da konumuza bakmaktadır;

“Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” (Mektubat, s. 537)

 

Peki bu hastalık ve musibetlerin güzel ciheti nasıl olur? Nasıl bu musibetler ve hastalıklar güzel olabilir? Bunun cevabı da şudur;

“Evet, her şey ya hakikaten güzeldir ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibarıyla güzeldir.” (Mektubat, s. 427)

 

Yani zahirde bazı şeyler çirkin görülebilir. Lakin onlar da neticeleri itibari ile güzeldir. En basitinden hiç ölümü hatırına getirmek istemeyen insan oğluna, göz ile görünmeyen mikroskobik bir canlı ile Allahu Teâlâ (cc) ölümü hatırlatıyor. Buna bir çok şeyi de kıyas edebilirsiniz.

 

اَلَّذ۪ينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ اَحْسَنَهُ اُولٰٓئِكَ الَّذ۪ينَ هَدٰيهُمُ اللّٰهُ وَ اُولٰٓئِكَ هُمْ اُولُوا الْاَلْبَابِ

Gayet kısacık bir meali: “Sözleri dinleyip en güzeline tabi olup fenasına bakmayanlar, hidayet-i İlahiyeye mazhar akıl sahibi onlardır.” Meâlindeki Âyet-i Kerîmeye dair de şu izah yerinde olur;

 

Mevzu bahis Âyet-i Kerîme, Zümer Sûresi, 18. Âyet-i Kerîmedir. Bu Âyet-i Kerîmenin kısa tefsir ise şöyledir;

 

«Râzî, bu âyetten yola çıkarak, aklın en iyi ve en doğru olanı ayırt etme konusundaki yetkisini iman, ibadet ve hukukî uygulamalara kadar bütün konulara genellemiş; insanın her konuda aklî kanıta (hüccetü’l-akl), eleştirel düşünmeye (nazar) ve mantıksal çıkarıma (istidlâl) değer vermesi gerektiği yönünde geniş açıklamalar yapmıştır. (Fahreddin Râzî, Tefsir-i Kebir, XXVI, 260-262) Râzî’ye göre “Bir insan akıllı ve kavrayışı güçlü değilse belirtilen gerçek bilgileri zihninde toplaması da mümkün olmaz.”» (Kur’an Yolu Tefsiri, c. 4, s. 608)

 

Akıllı insanın tarifi şudur;

“Âkıl odur ki ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.” (Şualar, s. 402)

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

Diye ölen kişinin haberini aldığımızda söylediğimiz Âyet-i Kerîme’nin bir kısmını hatırlayalım. Bu Âyet-i Kerîme’nin tamamının meâli ise şudur;

«Onlar ki, kendilerine bir musîbet geldiği zaman: “Muhakkak ki biz, Allah’a âidiz ve muhakkak ki biz, ancak O’na dönücüleriz!” derler.» (Hayrat Neşriyat Meâli, Kur’ân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Yani burada Cenâb-ı Hak (cc) bize tavsiyede bulunuyor. Başınıza bir “musîbet geldiği zaman” böyle deyin diye diyor. Sadece lafzen değil mânen de bunu demeli ve bu hakikatleri anlamalıyız.

 

Bu Âyet-i Kerîmeye şu şekilde de mânâ verilebilir;

Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. (Diyanet İşleri Meali Yeni, Bakara Sûresi, 156. Âyet-i Kerîme Meâli)

 

Evet mü’minlerin yapması gerekeni bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in lisanı ile beyan ettik.

 

Bu durumlarda şekva yani şikayet yerine rıza ile karşılamamız gerekiyor. Başına bir dert gelir ise “Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamak…” mü’minlerin yapması gerekendir. (Kastamonu Lâhikası, s. 128)

 

Peki bu musibetlerin bize vermek istediği mesaj nedir? Allah niçin bu zahirde musibet görünen şeyleri veriyor? Diye aklımıza soru gelebilir. Cevabı da şu misal ve devamındaki hakikattir;

 

« Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.

 

Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman

 

اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

 

söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.» (Mesnevi-i Nuriye, s. 120)

 

Bizi bizden daha çok düşünen ve seven bir Allah’ımız var! Bundan şüphemiz mi var ki endişe, korku, merak ile kendimize zarar verip; kaderi tenkid mânâsına gelen şikayetlerde bulunuyoruz?

 

Şairin dediği gibi;

«Kimseden ummam inâyet, hâfızım olsun Hudâ,

Ben tevekkül eylerem: ‘Fallahu hayrun hâfizâ’ (*)»

[Şiir Seyrî’ye aittir. (*) “Allah en hayırlı muhafaza eden ve koruyandır.” (Yusuf Sûresi, 64. Âyet-i Kerîme Meâli)]

(Osman Nuri Topbaş, Îmândan İhsâna Tasavvuf, s. 485’ten naklen)

 

“Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçmak” diye dilimize giren bilinen ve meşhur bir kıssa vardır;

«Hz. Ömer (r.a.) bir yolculuktayken, gitmek üzere oldukları Şam’da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişâreler netîcesinde Şam’a gitmekten vazgeçmiştir. Aslında Cenâb-ı Hakk’ın ve Hazret-i Peygamber’in emrine daha muvâfık olan bu ihtiyat ve tedbir karşısında sahâbeden Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.), Hz. Ömer’e (r.a.):

 

“–Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sormuş, Hz. Ömer (r.a.) ise, o âlim ve fâzıl sahâbîden böyle bir suâli beklemediği için:

 

“–Keşke bunu senden başkası söyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, Allâh’ın kaderinden, yine Allâh’ın kaderine kaçıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı çorak bir vâdiye inseler ve sen verimli yerde otlatsan Allâh’ın kaderiyle otlatmış; çorak yerde otlatsan yine Allâh’ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?”» (Buhârî, Tıb, 30)

 

Rızık ve Ecel

İlahi kaza ve kader, bütün fiillerimize taallûk ettiği gibi, rızık ve ecelimize de taallûk etmiştir. Her şey gibi, rızık ve ecel de o İlâhî takdirden hariç kalamaz. Şimdi bu iki konuyu ana hatlarıyla ayrı ayrı inceleyelim.

1. RIZIK

a. Rızık ve Taksimatı:

Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi, Rezzâk, yâni rızık vericidir. Allah’ın diğer isimleri yanında Rezzâk isminin tecellîsi de O’nun takdiri ile olmaktadır. Hak Teâlâ, Hâlık (yaratıcı) ismini tecellî ettirmekle atomlardan sistemlere, çiçeklerden yıldızlara, mikroplardan arslanlara kadar çeşitli varlıklar yarattığı gibi, Rezzâk ismini tecellî ettirmekle de bütün hayvan nev’ilerine muhtelif rızıklar yaratmıştır. Her gün mesaiye başlayan sayısız kuşların, böceklerin, balıkların ve diğer hayvanların, hayatlarının devamlarına vesile olacak rızıklarını arayıp bulmaları, rızık dağıtma hâdisesinin başıboş ve tesadüfî olmadığını, bu dağıtımın ancak bir Rezzâk-ı Zülcemâl’in İlâhî takdiri ile yapıldığını göstermektedir.

“Ve her zîruhun rızkı tayin ve tahsis edilip kaza ve kader levhasında yazıldığına hadsiz deliller var.”

Rızık taksimatı asırlar arasında da sözkonusudur. Her asırdaki insanlar ve hayvanlar kendilerine takdir edilen nimetlerle rızıklanmışlar ve dünyadan göçüp gitmişlerdir. Asırlar değişmiş, rızıklar ve rızıklananlar değişmiş, lâkin Rabbimiz yeni rızıklar ve rızka muhtaçlar yaratarak Rezzâk ismini daima tecellî ettirmiştir ve ettirmektedir. Rezzak isminin tecellisi Cennette de devam edecektir.

Şu kâinatta lütuf ve ihsanla dağıtılan rızıklardan faydalanan her bir hayat sahibi kendi çapında küçük bir kâinattır. Onun içinde de rızık bekleyen çeşitli âzalar ve her âzada muhtelif hücreler vardır. Arslanın rızkı ile balığın rızkı ayrı ayrı olduğu gibi, insan bedeninde de meselâ, bir göz hücresiyle beyin hücresinin rızkı birbirinden farklıdır. İşte, aldığımız gıdaların midemizde taksim edilmesi, her bir âzaya, hücreye lâyık ve münasip rızkın gönderilmesi ne kadar büyük bir rezzâkiyet hakikatidir! Bu hâdisenin her an, her hayat sahibinde meydana geldiğini düşündüğümüzde Rezzâk isminin azametli tecellisine bir derece bakabiliriz.

İşte, rızkın asırlar, nev’iler, âzalar ve hücreler itibariyle bu hârika ve hassas taksimatı Hâfız-ı Zülcelâl’in takdiri iledir. Bu İlâhî takdir, insanlar arasında da hikmetle bir rızık taksimatı yapmıştır. Her insanın ömrü boyunca alacağı rızık, Cenâb-ı Hak tarafından tâyin ve takdir edilmiştir. Kimse kimsenin rızkını yiyemez, sözü bu mânâyı ifâde etmektedir. Bu sözü, rızık takdir edildiğine göre, çalışmanın bir mânâsı yoktur, şeklinde anlamamak gerekir. Bu anlayış, İslâm’ın tevekkül esasına zıttır. Her hayat sahibi gibi biz de rızkımızın ne şekilde takdir edildiğini bilemediğimize göre, rızkın sebeplerine teşebbüs etmekle görevliyiz. Şu farkla ki, bu teşebbüsü biz irademizle yaptığımız halde, bir kuş veya bir arı aynı işi bir nev’i ilham ile yapmakta ve rızkını aramaktadır. Helâl dairede kalmak şartıyla, rızık için her türlü teşebbüsü yaptıktan sonra elde ettiğimiz netice için, Allah’ın takdiri böyle imiş, demek durumundayız.

b. Helâl ve Haram Rızık:

Bu dünya bir imtihan meydanı olduğundan, insan helâl ve haram rızık kazanmakta serbest bırakılmıştır. Tercih insana aittir. Lâkin Cenâb-ı Hak, insanlara helâl rızık kazanmalarını emretmiş, haram rızıktan onları men etmiştir. Bu hakikat, ilm-i kelâm âlimleri tarafından; “Zât-ı Akdes’in helâle rızası var, harama rızası yoktur,” şeklinde ifâde edilmiştir. Bazı kimseler bu ifâdeyi yanlış değerlendirmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın haramla rızıklanmamıza rızası olmamasını, O’nun haramı yaratmaya rızası olmadığı şeklinde anlamaktadırlar. Bunun neticesi olarak, Allah’ın rızası olmadan hiçbir şey vücuda gelmeyeceğine göre, yukarıdaki ifâde yanlıştır, demektedirler. Hâlbuki şerrin işlenmesi şer olduğu halde, yaratılması şer değildir. Yâni, ‘Kesb-i şer şerdir, halk-ı şer şer değildir.’ Meselâ, Cehennem’in yaratılması şer değil, hayırdır. Fakat oraya gitmeye sebep olan fiillere teşebbüs etmek şerdir. Hak Teâlâ Hazretleri’nin o fiilleri işlememize rızası yoktur. Nitekim onlardan bizi men etmiş ve azab ile tehdit buyurmuştur. Lâkin insanların bu tehditlere rağmen söz konusu fiillere teşebbüs etmeleri hâlinde, Cenâb-ı Hak, o fiillerin yaratılmasını İlâhî iradesiyle takdir etmektedir.

2. ECEL

a. Ecelin Mânâsı:

Ecel, vakit ve müddet mânâsına geldiği gibi, vaktin bitimi ve müddetin sona ermesi mânâsına da gelmektedir. Vakit tâyin edilmiş şeyler için, müeccel ifâdesi kullanılır. Her şey gibi insan ömrünün müddeti ve sonu da Allah tarafından takdir ve tâyin edilmiştir.

Ecelin takdiri, insan ömrüne bir müddet tâyin edilmesi demektir. Bu bakımdan ecel birdir, değişmez. Hastalıklar ve haricî müdahaleler ölüm için ancak birer zahirî sebeptirler.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:

“Ehemmiyetli bir hikmet için, zahir nazarda mübhem ve gayr-ı muayyen tevehhüm edilen eceller ve rızıklar, ibham perdesi altında kaza ve kader-i ezelînin defterinde mukadderat-ı hayatiye sahifesinde her zîhayatın eceli mukadder ve muayyendir; tekaddüm, teahhur etmez.57

Kur’ân-ı Kerîm’inde ecelle ilgili bazı ayetleri takdim edelim:

“O öyle bir Rab’dır ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra (her birinize) bir ecel tayin etmiştir.”58

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”59

“Hiçbir toplum ecelini geçmez ve ondan geri de kalmaz.”60

“Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Fakat onları belli bir süreye kadar erteler. Ecelleri geldiği zaman ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”61

“Allah insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır.”62

b. Ecel-i Kaza, Ecel-i Müsemmâ:

Ecel, ilm-i kelâm âlimleri tarafından ecel-i kaza ve ecel-i müsemmâ olmak üzere iki kısımda incelenmiştir. Ecel-i kaza, insanın dünyada yaşadığı müddet demektir. Ecel-i müsemmâ ise, insanın ölümüyle başlayıp kıyâmete, haşre kadar uzanan ve hesap gününde muhasebesinin tamamlanmasıyla son bulan müddettir.

Ölüm, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Ruh, insan bedenine girmeden önce hayat sahibi olduğu gibi, bedenden çıktıktan sonra da hayatı devam etmektedir. İşte, ruhlar âleminde yaratılan ve âhirette hayatı ebediyen devam edecek olan insan ruhunun, bu dünyada beden içerisinde geçirdiği müddete ecel-i kaza, ölümle başlayıp mahşerde hesabının tamamlanmasına kadar olan müddete ecel-i müsemmâ denmektedir.

Ecelin, vaktin bitimi mânâsına göre, ecel-i kaza dünya hayatının, ecel-i müsemmâ ise kabir âleminin sona ermesidir. Diğer bir ifâdeyle, ecel-i kaza kabir âleminin, ecel-i müsemmâ ise âhiret âleminin başlangıcıdır.

c. Sadakanın Ömrü Uzatması:

Sadaka, zengin Müslümanların servetlerinin bir kısmını, sırf Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine ikramda bulunmaları ve mallarından tasadduk etmeleridir.

Zekât İslam’ın şartlarından biri olup, hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmış ve otuzdan fazla ayette zikredilmiştir.

Zekât ve sadaka, Allah’a iman ve muhabbetin derecesini artırır; huzur ve saadetin kaynağı olur. Toplum hayatındaki intizam ve asayişi temin eder. Toplum hayatını zehirleyen hased, kin ve nefret gibi kötü hasletleri ortadan kaldırır. Çünkü insanların yükselmesine engel olan ve o toplumu isyan ve ihtilaf gibi felaketlerden muhafaza eden en tesirli ilaç sadaka ve yardımlaşmadır. Böylece, fakirlerden ve yardıma muhtaç olanlardan zenginlere karşı hürmet, itaat ve muhabbet meydana gelir.

Cenab-ı Hak, hikmetiyle kimi insanları zengin, kimini de muhtaç etmiştir. Zenginleri malla, fakirleri de sabırla imtihana tabi tutmuştur. Bütün bunlar ilahi hikmetin birer muktezasıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bir hurmanın yarısı ile de olsa cehennemden korunun! Onu da bulamazsan taltif ve güzel söz ile…”

Evet, sadaka, cehennem ateşine bir perdedir. Sadaka, insanın başına gelebilecek bir çok bela ve musibetlerden onu muhafaza eder.

Bir başka hadis-i şerifte ise:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, -ki Allah, helalden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.”

buyurmuşlardır.

Evet, toprağa atılan bir çekirdeğe bedel, senelerce meyve veren bir ağacı, bir yumurtadan bir tavus kuşunu ve bir damla sudan büyük bir veliyi yaratan Allah, elbette ki, insanların yaptığı hayır ve hasenatın karşılığını da kat kat verecektir.

Yahya Bin Muaz: “Sadakadan başka ağırlıkta dünya dağlarına denk gelecek hiçbir ‘dane’ düşünemem.” demiştir.

Ancak, böyle mühim sevaplara nail olmanın şartı, verdiği sadakadan dolayı minnet ve eza etmemek ve gururlanmamaktır. Yoksa taş üstüne atılan ve zayi olan bir tohum gibi, o sadaka ve yapılan iyilik de zayi olur. Bu husus Kur’an’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır. Allah, Gani’dir, Halim’dir.” 63

“Ey iman edenler, sadakalarınızı, başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Tıpkı malını insanlara gösteriş için dağıtan; Allah’a ve ahiret gününe inanmayan herif gibi. Artık onun durumu, üstünde biraz toprak bulunan ve üzerine bir sağnağın inip kendisini bütün yalçınlığı ile ortada bıraktığı bir kaya gibidir. Böyle kimseler, yaptıklarının hiçbir yararını görmezler. Allah, inkârcılar topluluğunu doğru yola çıkarmaz.”64

Cenab-ı Hak, sadaka veren mü’minleri şöyle meth-ü sena etmektedir:

“Mallarını gece gündüz; gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar varya, onların Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” 65

“Şüphesiz sadaka veren erkek ve kadınlara ve Allah’a güzel ödünç verenlere, verdikleri kat kat artırılır; bir de onlara pek hoş bir mükâfat vardır!” 66

“Mallarını Allah yolunda harcayan, verdiklerinin arkasından başa kakmayan ve gönül incitmeyen kimselerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”67

Başkalarını teşvik etmek için sadakanın açıktan verilmesi uygun olsa da en güzeli ve en efdali onu gizli vermektir. Hatta bazı büyük zatlar, sadakaların başkalarının aracılığıyla vermişlerdir ki, sadakayı alan kimse kendilerine karşı mahcup olmasın. Bir ayette bu husus şöyle ifade edilmektedir:

“Sadakaları açık verirseniz, o ne iyi ve eğer onları gizler de fakirlere öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” 68

Sadaka ile ilgili bu kısa bilgilerden sonra, sadakanın ömrü uzatması meselesine değinelim: Bazı kimseler Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in:

“Sadaka belâyı def eder ve ömrü uzatır.”

hadîs-i şerifini ileri sürerek, ömrün uzayabileceğini ve dolayısıyla da ecelin değişebileceğini iddia ederler. Önce şunu belirtelim ki, sadakanın ömrü uzatmasının hakikati ne olursa olsun, neticede insanın ölümü söz konusudur ve bu ise Allah’ın malûmudur. Bu noktadan, onun ölüm vakti ve dolayısıyla da ömür müddeti Allah tarafından takdir edilmiş olup bunun değişmesi mümkün değildir. Meselâ, bir kimsenin verdiği bir sadaka ile ömrünün iki yıl uzadığını farzedelim. Bu şahsın sadakayı verirse ömrü elli sene, vermezse kırk sekiz sene, şeklinde olsun. Cenâb-ı Hak o şahsın sözkonusu sadakayı vereceğini bildiği için ömrünü elli sene olarak takdir etmiştir. İşte bu ecel değişmez.

Yukarıda takdim ettiğimiz hâdîs-i şerîf ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü’minleri hayra teşvik etmekte ve aralarındaki sevgi bağlarını sadaka ile perçinlemektedir. Sadakanın belâyı def etmesi, Allah-u Zülcelâl’in lütfu ve ihsanıdır. Verdiğimiz sadakaların ne gibi belâların def’ine vesile olduğu ise, bizim meçhûlümüzdür. Verdiğimiz sadakalarla ve yaptığımız hayırlı hizmetlerle başımıza gelecek birçok belâların def’ine sebep olmaktayız. Vücuda gelmediği için bilemediğimiz bu belâların def’i, bizim için ayrı bir nimettir. Sadakanın ömrü uzatmasını kelâm ilminin büyük âlimlerinden Teftazânî Hazretleri, Şerh-i Akaid adlı eserinde çeşitli yönleriyle izah etmiştir:

Ömrün uzamasından maksat, ömrün bereketlenmesidir. Âhirete hayır ve hasenat için verilmiş bir sermaye olan insan ömrünün uzaması, bu sermaye ile daha çok kâr elde etmek mânâsınadır. Buna göre ömrün müddetinde bir değişme olmasa da, sadaka yoluyla mahsulünde bir artma olması ömrün uzaması demektir. Bunu bir misâl ile açıklamaya çalışalım. Bir ağacın her baharda dört bin meyve verdiğini ve ömrünün on sene olduğunu farzediniz. Cenâb-ı Hakk’ın ağaca lütuf ve ihsanıyla baharlardan birinde dört bin yerine sekiz bin meyve verdirmesi hâlinde, ağacın ömrü mânen bir yıl uzamış demektir. İşte sadaka da insan ömrünün verimini artıran güzel bir vasıtasıdır. Ve bu mânâda ömrü uzatmaktadır.

Yukarıdaki hakikati Teftazânî Hazretleri şu şekilde ifâde etmiştir:

Sadaka, ömürden maksûd-u ehem (en önemli gaye) olan şeyi ziyade ediyor (artırıyor). O da amel-i sâliha ile kemâle ermektir. Çünkü insanlar nefislerini kemâle ve iki dünya saadetine salih ameller ile getirebilirler.

Sadakanın ömrü uzatmasının diğer bir mânâsı, rızıkta berekete ve ömrün huzur ve sürûr ile geçmesine vesile olmasıdır.

Başka bir mânâ da ömrün uzaması, ölümden sonra hayır ve hasenat defterinin kapanmamasıdır. Bilindiği gibi, sadaka mal yanında ilim ve irfan ile de olmaktadır. Mü’minlere faydalı bir eser neşreden bir âlimin sevap defteri ölümüyle kapanmaz. Bu ise onun ömrünün uzaması demektir. Zira ömrü uzadıkça hayır ve hasenatına devam edecek olan o zât, aynı işi ölümden sonra da yapabildiğine göre mânen hayattadır demektir.

Ayrıca, Müslümanların vücuda getirmiş oldukları kütüphaneler, kervansaraylar, medreseler, vakıflar, çeşmeler ve medreseler de hayır defterinin kapanmamasına sebeptir. Bütün bunlar İslamiyet’in emretmiş olduğu tasaddukun, lütuf ve ihsanın birer neticesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“İnsan ölünce amel defteri kapanır. Ancak üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i cariye, kendisinden faydalanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih evlat.”

Mehmed Kırkıncı

Dipnotlar:

57. Şualar
58. En’am Suresi 6/2.
59. A’raf Suresi 7/34.
60. Hicr Suresi 15/5.
61. Nahl Suresi 16/61
62. Zümer Suresi 39/42.
63. Bakara Suresi, 2/263.
64. Bakara Suresi 2/264.
65. Bakara Suresi, 2/274.
66. Hadid Suresi, 57/18.
67. Bakara Suresi, 2/262.
68. Bakara Suresi, 2/271.

Ah Keşke

Dediklerine göre Ay’ın hep tek yüzünü görürmüşüz. Arka yüzü bir türlü dünyaya çevrilmezmiş. Kaderi de ay gibi görüyor olmalıyız.

Olanıyla biliyoruz kaderi. Olduğu kadarıyla görüyoruz. “Olmasaydı…”lar Ay’ın arka yüzü gibi gözümüzden uzağa düşüyor. “Ya o kurşun bir santim sağdan geçseydi…” diye başladığımızda düşünmeye, hayalimizin eli ayağı zifiri karanlıkta birbirine dolaşıyor. “Olan olmuştur bir kere…” Kurşunun kalbine değdiği sevdiğimiz, birkaç santimlik farkla, birkaç saniyelik tevafukla bu dünyadan göçmüştür. Olan olmuştur ve nasibimize düşen de olmuş olandır. Hayatta bir kereliğine olan neyse odur; sonra dosya kapanır. Hayat, kurşunun “ah keşke…” dediğimiz yerin bir santim solundan akar. Kan da oradan akar, zaman da oradan akar. Zamanı geriye doğru alıp, kurşunu bir santim sağdan ve bir santim soldan koşturacak iki seçenekli bir hayatı yaşamamıza izin yok. Kanı da zamanı da geri akıtamayız. Bir sağa bir de sola doğru çatallanan iki tane kader yok; yazgının dal uçlarından bize düşenleri biliyoruz sadece. Olan olunca oluyor. Binlerce “keşke…“nin emzirdiği, milyonlarca yakıcı “ah!”ın özlediği “öbür türlü olsaydı”lar olmadan kalıyor, kuruntumuzun elinde boynu bükük, solgun bir çiçek gibi duruyor.

O solgun, o yetim çiçeği yeniden tebessüme getirmek için neler neler yapmazdık değil mi? Gece gündüz toprağına varıp sulardık, yapraklarını neredeyse kirpiklerimizle okşardık. Yeter ki “böyle olan” değil de, “şöyle olsaydı…” diye dediğimiz öbür kader tomurcuğu açıversin: “Kurşun atardamarın bir santimcik, sadece bir santimcik sağından geçseydi ya… Ya geç ateş edilseydi ya da birkaç saniye önceden hareket etseydi kaza kurşunuyla vurulan genç kız. Çocuklarının renklerini beğenmediği bayramlıklarını değiştirmek için yeniden caddeye çıkan kadın, az önce geçseydi bombanın patladığı yerden ya da çocukları bayramlıklarını beğenmiş olsaydı. Kırmızı ışık 15 saniye geç sönseydi de, arabanın çarptığı çocuk çoktan kaldırıma çıkmış olsaydı. Kamyonun altına giren otomobildeki aile, üç dakika sonra çıksaydı mola yerinden ya… Annesi elinden daha sıkı tutsaydı Dilara’nın… Yahut komşusuna bıraksaydı Dilara’yı. Şehit olan delikanlı, rapor alsaydı da, bir sonraki celp döneminde askere gitseydi ya…”

O kadar çok ki “olsaydı…”larımız. O kadar çok “keşke çiçeği” var ki avuçlarımızda. O kadar yakıcı “ah!..”larımız var ki yüreğimizde.

Bir de şöyle düşünelim: Şimdilerde “keşke…”lerimizin ucunda özenle beslediğimiz ve süslediğimiz o “öbür türlü olsaydı”lar olsaydı, onların bu türlü değil de, öbür türlü olduğunun ayırdında olacak mıydık? “Böyle” olmasaydı kader, “öyle olsaydı…”ların güzelliğini görebilecek miydik? Kaderin biricik çizgisi içinde olup bitenler sayesinde fark ediyoruz öbür türlü olabilecekleri… Olan olmuş olmasa, “olsaydı”lara özlemimiz de olmayacaktı.

Sözgelimi, ardından ağladığımız, “şimdi burada olsa nelerimi vermezdim…” diye hayıflandığımız sevdiğimizin kaderi onu “şimdi burada” eylemiş olsaydı, onun şimdi burada olmasına vereceklerimiz bu kadar olur muydu? Böyle olmasaydı da öyle olsaydı, öyle olmasının böyle olmasının alternatifi olduğunu görebilecek miydik? Hepimizin yüreğini yakan gül yüzlü Dilara rögar kapağından düşmemiş olsaydı, bizi bunca acıyla tanıştırmamış olsaydı, “Aaa, şu kız değil mi rögar kapağından düşecekken düşmeyen kız” diye parmakla gösterebilecek miydik onu? Damatlığını almak için gittiği çarşıda bomba birkaç dakika geç ya da birkaç metre ötede patlasaydı, şimdi aramızda yaşayacak ve bugünlerde düğünü olacak delikanlıyı tanıyabilecek miydik meselâ… İki yıl önce, Mekke’de, çocuklarına hediye almak için gittikleri dükkanın çökmesiyle bu dünyaya veda eden hemşire hanımlar, birkaç dakika erken çıkmış olsaydı dükkandan, ne onları ne de çocuklarının mahzun yüzlerini hayâl bile edemeyecektik şimdilerde…

Böyle yaşıyoruz kaderi. Böyle biliyoruz. Böyle çekiyoruz acısını ve sancısını. “Öyle olsaydı..”ları da, böyle olduğu için söyleyebiliyoruz, özleyebiliyoruz.

Öyleyse, şimdi siz siz olun, böyle olan kaderinizi sevmeyi öğrenin. Kurşunun göğsüne hiç uğramadığı sevdiğinizi bir daha kucaklayın. Bombanın hiç uğramadığı sokaklarda güle oynaya yürüyerek eve dönen çocuklarınızı daha çok sevin. Birkaç saniye sonra ya da önce sevdiklerinizle altında kalabileceğiniz kamyonun karşı şeritte seyrediyor olmasına şükredin. Her bir çocuğu çukura düşmekten son anda kurtarılmış bir çocuk sevinciyle seyredin.

Şimdi, şu anda, “ah keşke böyle olsaydı” diye ağlayacaklarınız, şimdi sizin “böyle oluyor” da farkında değilsiniz.

Keşke, farkında olsaydınız..

Senai Demirci

Olay Yerinden Kaçış….

İnsan çok şeyi unutur. Şemsiyesini unutur mesela… Yağmur biter, şemsiye de bir köşeye atılır. İnsan, ayakkabısını kapıda unutur sözgelimi; aralarındaki bağ kapıya kadardır, kapıdan içeride ayakkabısız da olabilir insan.

Cüzdanını bile unuttuğu olur insanın; eni konu paradır eksilen, parasıyla arasında kan bağı yoktur, çalışırsa yenisi bir daha gelir, gelirse de harcar, seve seve eksiltir. Kimliğini de kaybedebilir insan; hiç önemli değil, “hüviyetimi kaybettim, hükümsüzdür” diye ilan verir, yaşamaya devam eder. Kimliksizlik kendisini de “hükümsüz” eylemez .

Peki ya, kalbini kaybedebilir mi insan? Bir şemsiye gibi bir kenara fırlatıp yeni yağmurlara kadar hatırlayamadığı olur mu kalbini? Eşikte bıraktığı ayakkabı gibi kalbiyle de bağlarını kolayca çözer mi? Parası gibi midir insanın kalbi? Hemencecik harcanabilir mi? Kalbini kaybeden bir adam, çalışarak yeniden kazanabilir mi kalbini? Sahibince bulunamadığı için herkese “hükümsüzdür” diye duyurulmuş kalpler var mıdır kaldırımlarda?

Hadi itiraf edelim; unuttuğumuz bir kalbimiz var… Göğsümüzde, kendi halinde çırpınıp duran bir kalp.. Uzattığı elini havada bırakmışız gibi utandırılmış.. Yüzünü bize döndüğünde tanımazlıktan geldiğimiz bir yabancı olmuş. Unuttuğumuz, hükümsüz bir kalp. Kapı dışarı ettiğimiz bir kalp… Köşeye fırlatıp attığımız bir kalp..

Alkollü bir sürücünün kaldırımda yürürken öldürdüğü ikiz kardeşinin ardından acıyla konuşuyor Yeliz: “Bunları hep televizyonda seyrederdik; şimdi bizim başımıza geldi.” Demek ki, televizyonda seyircisi olduğumuz cinayetler, kazalar, kayıplar o kadar yakmıyor canımızı. Oysa, “televizyonda seyredilebilir” olan her şey, “başımıza gelebilir” olma özelliği de taşıyor. “Bir başkası”nın başına geleni “bir başkası” olarak seyrettiğimiz her defasında, kendimizin de “bir başkası”nın gözünde “bir başkası” olduğumuzu unutuyoruz. Bir gün “bir başkası” olma sırası bize de gelecektir. Yeliz’i şaşırtan da bu. Seyrettiğimizi değdirmiyoruz kalbimize.. Yahut değdirmek istediğimizde kalbimizi yerinde bulamıyoruz. O anda “hükümsüz” oluyor…

Çok değil, birkaç hafta sonra “Filiz Koç” diye yazıversem, kimse hatırlamayacak... Evine birkaç yüz metre kala, hiç hesapta yokken sarhoş bir sürücünün arabasının burnunda parça parça dağılan Filiz’in ardı sıra bıraktığı boşluğa birkaç dakikacık olsun değdiremedik kalbimizi. Haberler diyor ki: “Alkollü sürücü iki kadını ezip kaçtı…” Kalbimize değdirmeyelim diye yazılmış sanki: “iki kadın sadece; üç değil, dört değil, dört yüz hiç değil!” “Ucuz atlatılmış” edasında kurulmuş cümle.. Ama İsminaz Koç için “bir kadın” değil yitirilen: “Kazadan on dakika önce beni aradı, ‘Anneciğim ne yapıyorsun?’ dedi. Ben de ‘Aç mısın kızım? Senin sevdiğin yemeği yaptım’ dedim. ‘Anneciğim hemen geliyorum’ dedi ve telefonu kapadı… Yavrum her gün geldiği yoldan işinden evine geliyordu. Ben ne yapacağım onsuz?”

On dakika sonra, annesiyle sofraya oturacak bir evlat olunca ezilen, kalbimizi hatırlıyoruz yeniden… “Ben ne yapacağım onsuz?” diyeceğimiz biri eksilmeyince yanımızdan yöremizden, haberler, gazete sayfasında taş gibi sessiz nefessiz duruyor; TV ekranından bize taşmıyor, yuvamıza bulaşmıyor, kalbimize dolaşmıyor.

Haber devam ediyor: “Sürücü Oktay G., kaldırımda yürüyen Filiz Koç’a (24), ardından yaklaşık 150 metre ilerideki Ayten Akdoğan’a (34) çarptı. Filiz Koç ile Ayten Akdoğan olay yerinde can verirken, sürücü Oktay G. aracıyla olay yerinden kaçtı.” Hiç şüphesiz “Ayten Akdoğan” adı da unutulmayı hak ediyor. O da bir “kadın”… Ama Merve ile Melike için “bir kadın” değil Ayten Akdoğan; bir “anne”. Anne “ömür boyu”dur; bir anlık haber gibi gelip geçmez gözümüzden, gönlümüzden.. Hangi birimiz, hiç olmazsa birkaç saatliğine, olmadı bir kaç dakikalığına, 13 ve 14 yaşlarındaki iki çocuğun kalbini göğsüne koyup hiç hak etmedikleri “annesizliğe” dokunmaya yanaşır? Annesizlik ki, okul dönüşü evin kapısı her açıldığında karşına çıkan kocaman bir boşluk, anlamsız bir sessizliktir. Annesizlik ki, sesini hatırladığında, yüzünü hayallediğinde, sözlerini tekrarladığında, fotoğrafına baktığında, çocuk kalbinde hiç dinmez hüzündür, hiç susmaz ağlayıştır. Annesizlik ki, başka çocukların annelerini her gördüğünde yeniden alevlenen bir hüsrandır, yeniden başlayan bir hasrettir.

Nerede kalbim? Nerede kalbin? Nerede kalbimiz?

Bu tür haberlerin bir şablonu var ve ne yazık ki bundan sonra da tekrarlanacak ve işe yarayacak gibi: “Falanca falanca olay yerinde can verirken, sürücü feşmekanca aracıyla olay yerinden kaçtı.”

Sadece sürücü feşmekanca mı? Hepimiz kalbimizi de alıp olay yerinden kaçtık.

Senai Demirci

Hizmet Yolunda Şehadetin Ardından !..

Aziz kardeşlerim,

Bu defa motorlu kayık içinde Eğirdir’den Barla’ya giderken denizin dehşetli, emsalsiz fırtınası leyle-i Kadirdeki dehşetli hastalık gibi, zahmet noktasını kaldırıp büyük bir rahmete vesile olduğunu sizlere müjde veriyorum. Altı arkadaşla beraber şehid olmak, yedi ihtimalden altı ihtimalle deniz bize geniş bir kabir olmak için zemin hazırlandı. Fakat o hal altında, mükerrer tecrübelerle yağmurun Risale-i Nur’la alâkadarlığı ve şimdi çok zamandır yağmura şiddetli ihtiyaç olduğu bu zamanda Risale-i Nur’un gizli düşmanlarının tehlikesinden ve geniş plânından kurtulmasına bir işaret olarak o dehşetli hâletimiz bir sadaka-i makbule hükmüne geçtiği remziyle, o rahmet-i İlâhîden gelen emr-i Rahmânîyi imtisalindeki iştiyakla yağmurun bir annesi olan bu deniz, o rahmete dair emr-i İlâhîyi gayet heyecanla ve iştiyakla, acelelikle getirmek için, bir şefkat tokadı nevinden Nur talebeleri olan bizim başımızı tokatla yüzümüzü ve gözümüzü yağmurla okşadı.

Biz bu hâleti zahiren hiddet, mânen şefkatkârâne okşamak nev’inde gördük. Ben daha fırtına ve yağmur başlamadan evvel hiss-i kablelvuku ile, hazine-i rahmete bir anahtar olacak dehşetli ve heyecanlı bir musibet hissettiğimden, mütemadiyen Cevşen’i ve Şâh-ı Nakşibend’in virdini okuyordum. Denizin o dehşeti içinde kemâl-i şevkle o mübarek denizi kabir olarak kabul ediyordum. Böyle kaza ile vefat eden şehid hükmünde olduğu gibi, şehid de velî hükmünde olmasından, altı arkadaşıma acımadım. Yalnız içinde bulunan çocuğa bir parça acıdım. O kayığın makinesi bozulduğu ve yelkeni de, rüzgâr onun aksiyle geldiği için fayda vermediğini ve denizin mevcleri de pek büyük, evvelâ kayığa ve zahiren bize hücum etmesiyle beraber kayığın içine girmediği için, kemâl-i sabır ve şükürle karşıladık ve sâlimen sahile çıktık. “Elhamdü lillâhi alâ külli hal” dedik.

Said Nursi

Emirdağ Lahikası-2 (198)