Etiket arşivi: kelam

Biz hayal miyiz? (2)

Maddenin hayaliyeti ile ilgili yazımızda, bu konudaki iddiaları (1) felsefe, (2) tasavvuf, (3) kelâm açısından kuşbakışı ele alarak bu iddiaların yerini belirlemeye çalışmıştık. Vardığımız sonuçlar özetle şu şekilde idi:

  1. İleri sürülen iddia, disiplin olarak kelâm biliminin alanına girmekte, ancak amaç ve yöntem itibarıyla bu bilimle uyuşmazlık göstermektedir.
  2. İddialara tasavvuf kaynaklarından delil gösterilmekte; ancak tasavvufun yöntemleri de izlenmemektedir.
  3. Ne dereceye kadar tutarlı bir görüş olduğu konusu bir yana bırakılacak olursa, bu iddiaların felsefe başlığı altında incelenmesi mümkündür.

Ne var ki, iddia sahipleri, bu görüşün bir felsefî düşünce olarak ele alınmasından hoşlanmamaktadırlar. Her ne kadar iddialarına dayanak olarak bir kısım filozofların sözlerini naklediyorlarsa da, konuyu felsefe zemininde tartışmak istememekte; “Dünyayı beynimizde gördüğümüz konusu bir felsefe değildir” demektedirler.

Aynı şekilde, Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücud hakkındaki sözlerinden de alıntılar yapılarak bu görüş desteklenmekte, fakat sonunda “Bu görüş vahdet-i vücud düşüncesi ile tamamen aynı değildir” sonucuna varılmaktadır.

Böylece, gerek felsefe, gerekse tasavvuf alanında birtakım veriler bir yandan delil olarak kullanılırken, bir yandan da her ikisinden birden teberrî etmek yönünde bir çabayla karşı karşıya bulunuyoruz. Bir bakıma, “Filozoflar bizi doğruluyor; ama biz onlarla aynı şeyi savunmuyoruz. Muhyiddin ibnü’l-Arabî bizi doğruluyor; ama onunla da aynı yerde değiliz” gibi bir kargaşa ortaya çıkıyor.

Peki, o zaman hayaliyetçi görüşün yeri neresidir? Felsefe değil, tasavvuf değil, kelâm hiç değil ise, bu görüşü, biz bu “hayalî dünyanın” neresine yerleştirebiliriz?

Görüş sahipleri, bu soruya “bilim” karşılığını veriyorlar.

O zaman, biz de bilimsel bir teori ile karşı karşıya bulunduğumuzu düşünüyoruz. Ve buna göre teoriyi tartışmak istiyoruz.

Lâkin buna da itiraz geliyor. Diyorlar ki: “Bu teori değil, bilimsel bir gerçektir.”

Ve biz, kendimizi, hayalden ibaret bir dünyanın yegâne somut gerçeği ile karşı karşıya buluyoruz!

Bu da bizi, “teori” ve “gerçek” gibi birtakım terimlerin anlamını tekrar hatırlamaya zorluyor:

Gerçekten de, maddenin hayaliyetini öne süren görüş “bilimsel” bir niteliğe sahip midir? Bir gerçek midir? Bu “bilimsel gerçeğin” dayandığı delil ve yöntemler nelerdir ve ne kadar bilimseldir?

Şimdi de bu sorular üzerinde durarak, bu görüşe bilim içinde bir yer bulmaya çalışacağız.

GERÇEK NEDİR, NE DEĞİLDİR?

Önce “gerçek” kelimesi üzerinde duralım.

Halk arasında her ne kadar “gerçek” sözcüğü zaman zaman “teori” karşıtı bir anlamda kullanılırsa da, bilimde durum daha farklıdır. Teori, herşeyden önce, bilimde saygın bir kavramdır; yahut öyle olması gerekir. Ancak Evrim Teorilerinde kullanılan yöntemler bu işi çığırından çıkardığı için, çok da haksız diyemeyeceğimiz nedenlerle,bu sözcükte “spekülasyon” anlamına doğru bir kayma cereyan etmiştir. Bununla birlikte, kötü örneğin emsal teşkil etmeyeceği noktasından hareket ederek, biz teoriyi yine bilimsel ciddiyeti içinde ele alarak, “gerçek” ile arasındaki farkı belirtmeye çalışacağız.

Gerçeği, elbette ki bilimsel olan ve olmayan şeklinde bir ayırıma tâbi tutamayız. Gerçek, gerçektir ve başkaca bir sıfata ihtiyacı yoktur. Eşyanın yere düştüğü bir gerçektir. Yağmurun buluttan yağdığı bir gerçektir. İnsanın ölümlü olduğu bir gerçektir. Bütün bunların niçin gerçek olduğu ayrı bir konudur; ama bu dünya üzerinde nefes alıp veren her insan, günlük hayatın bunlar gibi yüzlerce gerçeğini bir çırpıda sayabilir ve bütün bunların doğru olup olmadığını tartışmayı kimse aklından geçirmez.

Eşyanın yere düştüğü bir gerçektir; niçin ve nasıl düştüğünü açıklayan “Çekim Kanunu” ise bir teoridir. Çünkü, bir bilimsel teorinin geçirmesi gereken aşamalara uygun olarak, bu teori de uzun ve ciddî gözlemlerin ve hesapların sonrasında bir model olarak geliştirilmiş ve daha sonra defalarca denenmiştir. Daha kestirme bir şekilde ifade edecek olursak, bilimsel teori için, “denenmesi mümkün olan model” tanımını yapabiliriz. Tekrar tekrar denendiği halde bu model hiçbir açık vermiyor ve bütün öngörüler doğru çıkıyorsa, teorinin sağlam temellere oturduğundan söz edebiliriz. Bununla birlikte, bir bilimsel teori, ne kadar deneyden geçmiş olursa olsun, geçerliliğini kaybedeceği bir zaman ve zemine herhangi bir anda rast gelebilir demektir. Nitekim Newton’un ünlü Çekim Teorisi de yüzyıllar boyunca sayısız deneylerden yüz akıyla çıktıktan sonra, en azından bazı vak’alarda yerini daha başka teorilere terk etmek zorunda kalmıştır. Bundan üç yüz sene sonra bu teorinin ne durumda bulunacağı hakkında tahminlerde bulunabiliriz, hesaplar yapabilir, öngörüler ileri sürebiliriz; fakat bu öngörülerden herhangi birinin gerçek olup olmadığını öğrenmek için, üç yüz sene beklemek ve o gün geldiğinde olup bitenleri gözlemekten başka bir çaremiz yoktur.

EVRİME BİLİM FEDA OLSUN!

Bilimsel gerçekler ve teoriler hakkındaki bu tespit genellikle bütün teorileri kapsamakla birlikte, bilim dünyasının imtiyazlı çocuğu Evrim Teorisi sözkonusu olduğunda, kurallar da değişir. Olağan şartlar altında bir teori tanımı içine bile giremeyecek bir model, birbirini taklit eden sayısız bilim adamı tarafından “bilimsel bir gerçek” olarak anılır! Oysa Evrim Teorisinin işleyişi, ana hatlarıyla şu şekildedir:

Bir elinize bir balık, bir elinize de bir kuş alırsınız; “Bu bundan çıkmış” dersiniz.

Bu sözlerde gerçek payı vardır hiç kuşkusuz. Balık da gerçek, kuş da gerçektir. Ama o kadar. Bundan ötesi, bir modeldir. Bu modelin bilimsel bir teori haline gelebilmesi için bazı şartlar vardır ki, bunlardan ikisi vazgeçilmez öneme sahiptir:

  1. Bu model, birtakım öngörülerde bulunmalıdır.
  2. Bu öngörüler test edilebilmelidir. Test etmekten kast edilen şey ise, öngörülerin hem doğruluğunun, hem de yanlışlığının kanıtlanabilir olmasıdır.

Evrim modellerinde gerçekten de birtakım öngörüler bulunmaktadır. Meselâ balık ile kuş arasında milyonlarca, hattâ milyarlarca ara formun bulunması gerektiği, bu öngörüler arasındadır. Ne var ki, bu öngörünün test edilebilmesi için gerekli olan yüz milyonlarca yıllık zamana hiçbirimiz sahip değiliz. Üstelik, geçmişe yönelik gözlemler de bizi böyle bir sonuca götürecek bulgular ortaya çıkarmamaktadır. Bulunan fosiller, nedense her seferinde “evrimini tamamlamış” türlerin fosilleri olmakta; sayıca bunları çok geride bırakması gereken ara formlar ise hiçbir zaman ortaya çıkmamaktadır.

Ve bütün bunlara rağmen, Evrim Modeli, bir teori olabilmek için gerekli evraklarını tamamlayamadığı halde, tartışılamayan ve tartışılması teklif dahi edilemeyen bir “bilimsel gerçek” olarak bilim dünyasında koltuğunu sağlama almış bulunmaktadır.

Evrimciliğin bilim dünyasındaki imtiyazlı durumunu bütün açıklığıyla görenlerin ve bu çifte standarda karşı yaman bir mücadele yürütenlerin başında, Hayal Modelini öne süren dostlarımız gelmektedir. Lâkin, gariptir, onlar da, evrimcilere karşı mücadelelerinde büyük bir isabetle hedef tahtalarına aldıkları ve çürüttükleri bu yöntemi, aynen Hayal Modelinde kullanmak gibi bir tezat içine düşmüşlerdir.

ÇÜRÜTÜLEMEYEN ŞEY BİLİMSEL DEMEK DEĞİLDİR

Tıpkı Evrim Modelinde olduğu gibi, Hayal Modeline temel teşkil eden varsayımlarda da birtakım gerçekler vardır; önce bunları belirlememiz gerekir: Biz, varlıklar hakkında duyu organlarımız vasıtasıyla bilgi alırız; bu bilgileri beynimiz görüntü, koku, ses, dokunma gibi şekillerde değerlendirir. “Gerçek” olarak niteleyebileceğimiz şey buraya kadardır. Bundan sonrasında ise bir model inşa edilmekte ve denilmektedir ki: “Bu algıladığımız şeylerin dışarıda bir varlığı yoktur; var olarak algıladığımız ne varsa hayalden, vehimden, görüntüden ibarettir.” İşte bu sonuca “bilimsel gerçek” adını takmak, bilimin objektif ölçüleri içinde hiçbir zaman mümkün olmaz. Hattâ teori adını vermeye bile, en azından şu andaki bilgilerimize göre, imkân yoktur. Çünkü ortaya atılan iddia, doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanabilir cinsten bir iddia değildir. Bir modelin ise, gerçekten “bilimsel” bir teori muamelesi görmek için, doğruluğu kadar, yanlışlığının da kanıtlanabilmesi gerekir. Eğer buna imkân yoksa, ortada bilimsel bir teori de yok demektir.

Bertrand Russell, “Dünyanın şu andaki haliyle, hafızalarımızdaki bilgiler ve çoraplarımdaki delikler de dahil olmak üzere, beş dakika önce yaratılmış olduğunu iddia edebilirim” diyor. Böyle bir iddiayı çürütebilir misiniz?

Aynı şekilde, Hayal Modeli de, ne ispatına, ne de çürütülmesine imkân bulunmayan bir model olarak ortada durmaktadır. Ama nedense, bu modeli savunan dostlarımız, böyle bir durumdan, “Madem çürütülemiyor; öyleyse bilimsel bir gerçektir” şeklinde bir sonucu çıkarabiliyorlar!

Eğer böyle bir muhakeme geçerli bir muhakeme olsaydı, Hayal Modeli gibi, daha pek çok popüler modelleri de bilimsel birer gerçek olarak kabullenmek zorunda kalır ve bu defa neye inanacağımızı bütünüyle şaşırmış hale gelirdik. Yirmi iki kitabıyla dünyada 60 milyon okuyucuya ulaşan Eric von Daniken’in “aksi ispatlanamayan” modeline göre, Pirî Reis’in haritasını ve Piramitleri de içine alan pek çok insan eserinde, vaktiyle Dünyamıza başka gezegenlerden gelmiş eski zaman astronotlarının emeği vardır. Bu modelin “gerçeklerini” sayacak olursanız, karşınıza Pirî Reis’in haritası ile Piramidler gibi şeylerin mevcudiyeti çıkar. Bunlar vardır ve gerçektir, o kadar. Bütün bunların nasıl var olduğuna dair kaç çeşit model geliştirilebileceği ise, bilgi ve hayalgücü gibi insanî yeteneklere bağlı olan bir husustur. Ancak, bilimsel anlamda bir teste tâbi tutulma imkânı bulunmadığı sürece, bu modeller de ciddîye alınmayı gerektirecek bir değer taşımaz.

Kur’ân’da kıssası anlatılan Zülkarneyn ile ilgili olarak üretilen bilim-kurgu türü modellerde de bu tür spekülasyonların yokluğu çekilmez: Zülkarneyn aslında başka dünyaların adamıdır; çift güneşli bir gezegeni ziyaret etmektedir; karadeliğe düşmek üzere olan gezegen ahalisini kurtarmaktadır… Bu iddialardan hangisinin yanlış olduğunu ispatlayabilirsiniz? Vaktiyle Nasreddin Hoca da benzer bir mantıkla çevresindekilere meydan okumuş ve eşeğinin ayak bastığı yerin, dünyanın ortası olduğunu iddia etmişti. Bu iddianın ispatını isteyenlere verdiği cevap ise hiç yabancımız değil: “İnanmazsanız ölçün!”

Bize dış dünyayı algılamak için verilmiş olan duyularımız ve bu duyularla toplanan bilgileri değerlendirmek üzere verilmiş olan bir de beynimiz vardır. Bunlardan birer “gerçek” olarak söz edebiliriz. Beynimizin gerçek olarak algıladığı şeylerin gerçekten birer gerçek olup olmadığı konusunda ise durum oldukça farklıdır:

Bu konudaki bütün gözlem ve deneylerimiz için duyularımız ve beynimizden başka bir araca sahip olmadığımıza göre, böyle bir soruyu ortaya atmanın da bir anlamı olmaz, vereceğimiz cevabın doğruluğunu tartışmanın da. Onun için, Hayal Modelini savunanlara, “Bu konunun reddi bilimsel olarak mümkün değildir” şeklindeki sözlerinde hak vermemiz gerekir. Ancak hemen ekleyelim: Bu söz, aynı zamanda, “Bu konunun ispatı bilimsel olarak mümkün değildir” anlamını da içermekte ve konuyu bütünüyle bilimin dışına atmaktadır. Bir modelin bilimsel olarak reddi mümkün değilse, o model bilimsel değil demektir; bilimsel bir teori, reddi veya kabulü için test yollarını ardına kadar açık tutmak zorundadır. Bu temel ilkeyi hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir; Evrim aldatmacasına karşı çıkarken buna şiddetle ihtiyaç duyulacaktır.

DOĞRU KAYNAĞI BULMAK

Elimizde beynimizin bize anlattığını test edecek daha üst seviyede bir başka âlet bulunmadığına göre, bu konu, bir inanç meselesi olarak kalacaktır. Yani, insan ya gerçek dünyada yaşadığına, ya da herşeyin hayalden ibaret olduğuna inanmak gibi iki şıktan birini seçecektir. Bu konuda bilimsel deneylerin bize yararı olmayacağı için de, inancımızı belirlerken ya felsefe yapmak veya kutsal ve tartışılmaz olarak benimsediğimiz bir kaynağın hakemliğine başvurmak şıklarından birini tercih ederiz. Felsefe yapmanın sonu yoktur; aksini kanıtlayamadığınız sürece dilediğiniz kadar model üretebilirsiniz. Kutsal bir kaynağın hakemliğine gelince:

Hayal Modelini savunan dostlarımızla bu konuda ihtilâf halinde değiliz. Onlar da, biz de, Kur’ân’ın tartışılmaz hak kitap olduğuna kesin olarak iman etmiş bulunuyoruz. Fakat bu inancın gereği, bir model geliştirdikten sonra Kur’ân’a yönelip ondan destek aramak değil, doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelerek modeli ondan istemek olmalıdır. Özellikle yaratılış konularında Kur’ân âyetlerinin ifadeleri son derece nettir, hiçbir tevile meydan bırakmayacak kadar açıktır; üstelik yüzlerce defa tekrarlanmıştır. (Bu âyetlerden birkaçını daha önceki yazımızda nakletmiştik.) Bu durum da bizi kelâm disiplininin sınırları içine getirmekte ve, eğer bilimsel bir yaklaşım sözkonusu olacaksa, çözümü bu bilimin yöntemleri içinde aramamızı gerekli kılmaktadır. Ne çare ki, Hayal Modeline destek aranırken başvurulan kaynaklar arasında bilgisayar oyunları ve bilim-kurgu filmleri kadar, kelâm ilminin yöntemleri ve muhkem âyetler maalesef yer bulamamıştır.

Bilgisayar oyunlarıyla Hayal Modeli arasında paralellik kurulmasını yadırgamıyoruz. Tam tersine, bu tür benzetmelerin, modeli oldukça iyi bir şekilde yansıttığı düşüncesindeyiz. Ancak böyle bir benzetmeden, sağlıklı bir inanç sistemine destek ummak, en iyimser tabirle söyleyelim, bir hayalperestlikten öteye gidemez. Göklerin ve yeri hak olarak yaratan için yapılacak en uygunsuz benzetme, herhalde, Onu bir bilgisayar oyunu programcısı yerine koymak olacaktır! Âyetler, böyle bir münasebetsizliğin kapısını kesin olarak kapatmıştır:

Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik![1]

Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.[2]

Bilim-kurgu filmlerinde de Hayal Modelinin benzeri senaryolara rastlanmaktadır. Bunlardan, Hayal Modeli savunucularının uzun uzadıya sözünü ettiği Matrix filminde, kelimesi kelimesine bu modelin benzeri tanımlarla karşılaşabiliyoruz:

“Görebildiklerinden, dokunabildiklerinden, tadını alabildiklerinden bahsediyorsun. Onlar sadece beynin yorumladığı elektriksel sinyallerdir. Biz de buna Matrix diyoruz.”

“Bu soluduğun şeyin hava olduğunu mu sanıyorsun?”

“Bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Ağzıma koyduğum zaman, Matrix beynime onun tatlı olduğunu söyleyecek.”

Bilim-kurgu filmlerinin eğlence sektöründe önemli bir yer işgal ettiğini görmezlikten gelemeyiz. Hattâ birtakım felsefî görüşlerin yansıtılmasında da bu eğlence aracından yararlanılabilir hiç kuşkusuz. Ancak akaid konularında bilim kurgu filmlerine başvurmanın iyi bir fikir olduğu inancında değiliz. Çünkü bu iddiaların son derece ciddî ihtilâtları vardır. Eğer bizim çay niyetine içtiğimiz şey çay değil de bir hayal ise, yediğimiz ekmek gerçek değil de bir hayal ise, Kur’ân’ın “mü’minler için canlarından daha üstün” dediği Peygamber bir hayal ise, bütün bunlardan çıkacak sonucu tasavvur etmek tüyler ürperticidir!

Gökten ve yerden nimetlerle bizi rızıklandırdığını söylerken, Allah, bunların birer hayal olduğuna dair en küçük bir imada bulunmuyor. Yoksa Allah bizi Matrix usulü hayallerle avutarak Rezzakçılık mı oynuyor?

Gökleri ve yeri hak ile yarattığını ve bütün bunların bir oyun olmadığını herkesin anlayacağı bir dille bize bildiren Allah, burada bizi bir Matrix oyununa mı getiriyor?

Allah, gökteki güneşi bir lâmba olarak mı oraya yerleştirdi, yoksa bize bir görüntüyü güneş olarak mı algılatıyor?

“O gün semâyı defter yapraklarını dürer gibi düreriz” âyetinde tasvir edilen hadise, gerçek semâdan mı söz ediyor, hayalî bir semâdan mı?

Kur’ân’ın eski kavimlerden verdiği haberler gerçek olarak mı yaşandı, yoksa bütün bunlar birer bilim-kurgu macerası mıydı?

Kur’ân’ın “Âlemlere rahmet olarak gönderdik” dediği Peygamber, gerçek bir varlık olarak mı, yoksa bir hayal olarak mı geldi?

Bu soruların yüzlercesini, binlercesini, hiç tükenmeyecek bir liste halinde uzatabiliriz. Biz daha kestirme bir soru ile konuyu özetlemeye çalışalım:

Bu dinin dayandığı temeller, başta Nübüvvet olmak üzere, hayal mi, gerçek mi?

Veya, daha ürpertici, ama kestirme bir soru:

Allah bizimle oyun mu oynuyor?

ÂLEMLERİ KARIŞTIRMAYALIM

Bilim-kurgu filmlerine ve bilgisayar oyunlarına pek meraklı olan dostlarımız, bu ifadelerin ağırlığı karşısında gücenmesinler. “Konuyu anlamamışlar” gibi, kendilerinin de inanmadıkları savsaklamalarla işi geçiştirmeye de kalkmasınlar ve kendileri, kendi modellerinin sonuçlarını kavramaya çalışsınlar. Kendilerine bu konuda doğru yolu gösterecek olan ışık ne bilgisayar oyunlarında, ne bilim-kurgu filmlerindedir. Eğer vehimlerini ve heveslerini bir yana atar da İslâmın öz kaynaklarına saf bir zihin ve gönülle yaklaşırlarsa, ciddî bir tevbe ve istiğfar yükümlülüğüyle karşı karşıya bulunduklarını görmekte zorlanmayacaklardır. Bu konuda bir ipucunu zikretmeden geçmeyelim:

İslâmî kaynaklarda, özellikle tasavvuf kaynaklarında, “âlem-i misal” şeklinde bir kavramla karşılaşacaklardır. Bu kavram, onların “herşey” zannettiği görüntüler dünyasının, bu gerçek dünyadaki âlemlerden bir âlem olduğunu açıklamaya yetecek ve başka kaynaklarda ışık aramaya ihtiyaç bırakmayacaktır.

***

Ümit Şimşek

Biz hayal miyiz? (1)

Maddenin hayalden ibaret olduğu yolunda, tarih boyunca Doğuda ve Batıda pek çok defalar tartışma konusu teşkil etmiş bulunan bir eski iddia, son birkaç senedir bizim toplumumuzda yine gündeme getirilmiş bulunuyor. Bu defa, iddia, bilimsel bir buluş, ispatlanmış bir gerçek, bir tevhid delili ve bir inanç esası olarak sunuluyor ve bu kimliğiyle, girdiği zihinlerde pek çok soruya yol açıyor:

Biz bir hayal miyiz? Dünyamız hayal mi? Gördüklerimiz  hayal mi? Okuduklarımız hayal mi? Dostlarımız, düşmanlarımız birer hayal mi? Yiyip içtiklerimiz, gezip gördüklerimiz birer kuruntu mu? Şimdiye kadar bildiğimiz ve inandığımız şeyler temelinden yanlış mıydı?

Daha yüzlercesi, daha binlercesi—ve bütün bunların yanı sıra, bir de can alıcı soru:

Herkes ve herşey bir hayal ise, hakikat olan ne?

Ayrıca belirtmeye belki hiç gerek yok; ama, eğer herşey bir hayalden ibaretse, bu konuyu tartışmak da bir hayalin ötesine geçemeyecek demektir. Ancak biz bu görüşü peşin peşin benimsemiş olmadığımız için, hayal peşine düşme endişesine kapılmaksızın, konunun hakikî ve ciddî bir biçimde tartışılması gerektiğini düşünüyoruz.

Böyle bir tartışma, bütün ayrıntılarıyla ve tarihsel seyriyle birlikte ele alınacak olursa, elbette ki bir dergi sütunlarına sığmaz. Ancak konunun temel noktalarını aydınlığa kavuşturmak ve “Bu iddialarda bir gerçeklik payı var mı, yok mu?” şeklindeki bir soruya net bir cevap ortaya çıkarmak için, bu sütunların o kadar da dar gelmeyeceği düşüncesindeyiz.

FELSEFE Mİ, TASAVVUF MU, KELÂM MI?

İçinde yaşadığımız dünyanın gerçek bir varlığa sahip olmadığı yolundaki düşünce, insanlık tarihinin yabancısı değildir. Bu konudaki tartışmalar, bir tarafta Batının, diğer tarafta Doğunun eski din ve felsefelerine kadar uzanır. Tarih boyunca da çeşitli inanç ve felsefe mensupları, eşyanın gerçek bir varlık olmadığı yolunda görüşler ileri sürmüşlerdir. İslâm kültürü içinde ise, bu iddiaların, İslâmın ortaya çıkışından asırlarca sonra, “vahdet-i vücud” ve “vahdet-i şuhud” kavramlarıyla birlikte, tasavvuf akımları içinde ciddî biçimde taraftar bulduğunu görüyoruz. Felsefe ve tasavvufun yanı sıra, kelâmcılar arasında da bu konu, akaidle ilişkisi yüzünden, uzun uzun tartışılmıştır. Böylece, varlıkların hayal ve vehimden ibaret olduğu yolundaki görüşlerin felsefe, tasavvuf ve kelâm (veya akaid yahut usulüddin) olmak üzere üç ayrı alanla ilgisinin bulunduğunu söyleyebiliyoruz. Ancak, her üç açıdan yaklaşım da, diğerlerinden kesin biçimde ayrılan bakış açısı, yöntem ve sonuçları ortaya çıkardığından, bugün tartışılmakta olan hayal modelini incelemeden önce, onun ait olduğu yeri belirlememiz gerekecektir.

Bu konu, gündemimize bir akaid meselesi olarak getirilmiştir; kamuoyunda yol açtığı sorunlar da inançla ilgili tereddüt ve tartışmaları içermektedir. Onun için, söz konusu modelin felsefî dayanakları bulunsa bile, pratikte bizi çok fazla ilgilendirmeyeceği ortadadır. Bu durumda, geriye kelâm ile tasavvuf alanları kalmaktadır. Ancak, tartışılan şeyin bu ikisi arasında nereye oturduğunu kesin sınırlarla belirlemek, göründüğü kadar kolay bir iş değildir.

Bir açıdan bakıldığında, konunun bir tevhid ispat aracı olarak gündeme getirildiğini görüyoruz ki, bu durumda yerini de kelâm ilmi olarak belirlemek gerekiyor. Diğer yandan, iddiaların kaynağına ve ispat biçimine baktığımızda, kelâmın kaynaklarının terk edildiğini görüyoruz. Konunun tasavvufla ilişkisini incelediğimizde ise, bu defa tasavvufun yöntemlerini göremiyoruz. Ve sonunda, kendimizi, felsefe-tasavvuf-kelâm karışımı bir model karşısında buluyoruz.

HAYAL MODELİ VE TASAVVUF

Önce, maddenin bir hayalden ibaret olduğu yolundaki görüşün, İslâm kültüründe, tasavvufa dayandığını dikkate almamız gerekir. Zaten iddia sahipleri de bu konuda delil olarak iki İslâm mutasavvıfını, Muhyiddin ibnü’l-Arabî ile İmam Rabbânî’yi göstermektedirler. Ancak bu iddianın bir doğru, bir de yanlış tarafı vardır. Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin, Allah’tan başka bir varlık kabul etmeyen “vahdet-i vücud” görüşüne sahip olduğu doğrudur; İmam Rabbânî ise, yaratılmışların da haricî bir varlık sahibi olduğunu net bir şekilde ifade etmektedir. İmam Rabbânî’nin tevhidi, vücuda değil, şuhuda dayanan bir tevhiddir ki, vahdet-i şuhud adıyla anılır. Bunu, İmam Rabbânî şu şekilde açıklamaktadır:

Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse, bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temâşâ eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda, onda, güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Buna rağmen, bu insan mutlaka bilir ki, yıldızlar yok değildir; güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. … Güneş doğduktan sonra yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.[1]

İmam Rabbânî’nin, Muhyiddin ibnü’l-Arabî’yi birçok mektubunda bu açıdan tenkit ettiği de bilinmektedir. Meselâ, Mektubat’ının ikinci cildinin birinci mektubunda, “Şeyh Muhyiddin ve izinden gidenlerle aranızdaki fark nedir?” şeklindeki bir soruyu Rabbânî şöyle cevaplandırıyor:

Bu ikisi arasında ne büyük fark vardır! … Onlar gölge varlığın ancak vehim ve hayalde var olduğunu ileri sürüp mücerred teklikten başka hariçte bir mevcudun varlığını kabul etmezken, bu fakir, bu gölgeye ait varlığın hariçte varlığını sabit görüyor. … Eğer bu büyükler, hariçte gölge varlığın, hariçteki asıl varlığın gölgesi olduğunu bilselerdi, hariçte âlemin var olduğunu inkâr etmez, bunu yalnızca vehim ve hayalde var saymazlardı.[2]

Bu durumda, âlemin bir hayal ve vehimden ibaret olduğu yönündeki görüş, iddia edildiği gibi İmam Rabbânî ile Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin ortak görüşü değil, bunlardan sadece Muhyiddin ibnü’l-Arabî’ye ait olan ve diğer İslâm âlimleri gibi İmam Rabbânî tarafından da ciddî şekilde tenkide uğramış bir görüş olarak kalmaktadır.

Bununla birlikte, kim tarafından savunulursa savunulsun, vahdet-i vücud modelinin bir tasavvufî görüş olduğunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, bu durum, birtakım hususları sağlıklı bir incelemenin vazgeçilmez şartları haline getirmektedir.

Birincisi: Bu model, İslâm tasavvufunun bir ürünüdür ve Doğunun veya Batının diğer din ve felsefeleriyle bir ilişkisi yoktur.

İkincisi: Tasavvuf, kendi özellikleriyle, kendi yöntem ve ıstılahlarıyla, başlı başına bir kültürdür ve bu kültürün terimlerini ve olgularını, kendi şartları içinde değerlendirmek icap eder. Seyr, sülûk, zıll, gölge, hayal, vehim, esmâ, sıfât, şe’n, fenâ, keşif, zevk, müşahede, cezbe, tecelliyat, mülk, melekût, misal gibi yüzlerce tasavvufî kavram vardır ki, bir tasavvuf ehlinin hayalden, gölgeden, vehimden, tevhidden söz ettiği zaman neyi kast ettiğini kavrayabilmek için, herşeyden önce, bu kavramlara âşinâ olmak ve onları kendi muhtevâları içinde yerli yerine oturtmak gerekir.

Üçüncüsü: Tasavvufî görüşler teorik bilgileri değil, yaşanan bir hali yansıtırlar. İster vahdet-i vücud olsun, isterse vahdet-i şuhud, bunlar, manevî âlemlerde bir seyir izleyen yolcunun, nice mertebeler kat ettikten sonra erişeceği bir menzili ifade etmektedirler. Öyle bir mevkide bulunanlar, baktıkları yere kâinatın gerisinden değil, kâinatı kendi arkalarına almış olarak bakmaktadırlar; dolayısıyla, şu veya bu seviyede dünya ile herhangi bir bağı bulunan kimselerin böyle bir konuda onları anlamaya veya anlatmaya çalışmaları yahut felsefe ekollerinde bu görüşlerin benzerlerini araştırmaları kadar beyhude bir çaba düşünmek mümkün değildir.

Dördüncüsü: Yukarıdaki maddeden de çıkarılabileceği gibi, tasavvuftan alınan bir görüşün ispatı da, açıklanması da tasavvufun kendi yöntemleri içinde cereyan etmelidir. Bu yöntemler ise, seyir, keşif, zevk, şuhud yöntemleridir. Bu ise, kelâmın, tefsirin, hadisin yahut fıkhın yöntemlerinden çok farklıdır. O yüzden, “Madde hayaldir” şeklinde bir iddia ortaya atıldığı ve bu iddianın kaynağı olarak tasavvuf gösterildiği zaman, bu iddia sahiplerinin, böyle bir deneyimi yaşamış, keşif ve gözlemini gerçekleştirmiş olarak ortaya çıkmış olması ve iddialarının ispat ve açıklamasını da aynı kaynağın tabiatına uygun yöntemlerle yapması beklenmelidir. Yoksa Muhyiddin ibnü’l-Arabî’nin yahut İmam Rabbânî’nin yaşamış olduğu olağanüstü deneyimler üzerinde bizim yirmi birinci yüzyılın dünyasında oturduğumuz yerden ahkâm kesmemiz ve bunları yorumlamaya kalkmamız bir değer taşımayacaktır.

Bugün maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaları savunanlara gelince:

Bunlar, iddialarının İslâm literatüründeki delili olarak tasavvuf kaynaklarını göstermektedirler. Ancak kendilerinin aynı yolu izledikleri ve seyr ü sülûk, keşif ve müşahede yoluyla bu gözlemleri paylaşmış olduklarına dair bir iddiaları yoktur. Hattâ, yapılan nakillerin de ortaya koyduğu gibi, bu kaynakların ve içerdikleri terimlerin doğru bir şekilde anlaşılmış olduğuna dair ciddî bir belirti de yoktur. Bu kaynaklara, daha ziyade, “İslâmî bir dayanak” bulabilme kaygısıyla başvurulduğu anlaşılmaktadır. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, iddialar hem nitelik, hem de yöntem itibarıyla, felsefî bir görünüm arz etmekte ve tasavvufla herhangi bir ilişki ortaya çıkarmamaktadır. Bununla birlikte, akaid alanına girdiği ve—görüş sahiplerinin iddiasına göre—tevhid hakikatinin bir ispat aracı olarak kullanıldığı için, konu ister istemez kelâm disiplininin sahasına taşmakta ve bir de meseleye bu yönden bakmamızı gerekli kılmaktadır.

KELÂM AÇISINDAN

Kelâm ilmi açısından incelendiğinde ise, konuya, bu disiplinin kapsamı, yöntemleri ve kaynakları açısından yaklaşmamız gerekecektir. Önce kelâm ilminin kapsadığı konulara bakalım.

Kelâm ilmi, (1) Allah’ın zâtını ve sıfatlarını, (2) peygamberliğe ait meseleleri, (3) ilk yaratılış ve diriliş itibarıyla mahlûkatın hallerini kapsayan “usul-ü selâse,” yani, üç aslı İslâm kanunu üzere inceleyen bir disiplin olarak tanımlanır.[3] Kâinatın yaratılışını ve mahiyetini ilgilendiren bir model, en azından, usul-ü selâsenin üçüncüsünü ilgilendirdiği için, kelâm ilminin alanında incelenebilir. Ancak, tanımdaki “İslâm kanunu üzere” kaydı bu konuda önemli bir şart olarak durmakta ve meselenin İslâmî bir çizgide ele alınıp alınmadığı hususunda bizi ihtiyata davet etmektedir.

İkinci olarak, kelâm ilminde ispat amacı söz konusudur. Zira, İmam Gazalî’nin ifade ettiği gibi, kelâm ilminin gayesi, “Ehl-i Sünnet akidesini, bid’at ehlinin sebebiyet vereceği zihin karışıklıklarından korumaktır.” Maddenin hayalden ibaret olduğunu öne sürenler, bu iddialarıyla, maddeye tapanların sığınaklarını yok ettiklerini savunmakta ve böylece tevhid inancını ispatlamaya çalıştıklarını öne sürmektedirler. İşte bu yönüyle, konunun kelâm disiplini içinde incelenebileceğini söyleyebiliriz; ancak, burada da Gazalî’nin dikkat çektiği husus ciddî bir soru ortaya çıkarmaktadır: Bu modelin, gerçekten zihinleri karışıklıklardan koruma ihtimali mi daha yüksektir, yoksa sükûn ve selâmet içindeki zihinleri karıştırma potansiyeli mi?

Kelâm ilminin üçüncü özelliği ve şartı ise, Kitap ve Sünnete dayanmasıdır. Bu ilim, ancak Kitap ve Sünnete uyması halinde şer’î ilimlerden sayılmaktadır.[4] İşte burada, maddenin hayaliyeti iddiası en büyük açığını vermektedir. Çünkü, ne Kitapta, ne de Sünnette, remiz veya ima ile dahi olsa, böyle bir modeli destekleyecek bir ifade bulmak mümkün değildirTam tersine, biraz ileride de temas edileceği gibi, Kur’ân’ın muhkem âyetleri, hiçbir hayal ihtimaline açık kapı bırakmayacak netlikte, böyle bir modelin karşı delilleriyle doludur.

Böylelikle, maddenin hayaliyetine dair son zamanlarda İslâm inancı hesabına ileri sürülen model, ne tasavvuf, ne de kelâm ekolleri içinde kendisine bir yer edinememiş bulunuyor. Bu model her ne kadar kendisine tasavvuftan referans almaya çalışsa da, onun yolunu ve yöntemini izleyerek bu noktaya varamıyor; kelâmın yöntemlerini izlemeye kalksa da onun dayandığı yere dayanmıyor. Bu durumda, modelin sığınacağı tek yer olarak felsefe kalıyor ki, bunu da biz tartışma alanımızın dışında tutuyor ve “Gerisini sofistlerle felsefeciler düşünsün” diyerek, konuyu asıl incelenmesi gereken açıdan ele almak ve “Maddenin hayaliyeti iddiası İslâm akidesine uygun düşer mi?” sorusuna cevap aramak istiyoruz.

AKAİDİN KAYNAKLARI VE HAYAL MODELİ

Bu konuda ilk ve son olarak söylenecek ve altı kalın bir çizgiyle çizilmesi gereken bir söz varsa, o da  şudur:

İslâm akaidini, sadece ve sadece Kur’ân ve Hadis belirler. Kur’ân’ın ve Hadisin dışında, İslâm akaidinin hiçbir kaynağı yoktur.

Bu iki kaynak içinde de, akaid konusunda asıl belirleyici olan, Kur’ân’dır; Kur’ân’ın ise muhkem âyetleridir, yani, anlamı açık, net ve kesin olan âyetlerdir. İlk anda çeşitli şekillerde yorumlanmaya elverişli gibi görünen müteşabih âyetler ise, Kur’ân’ın deyimiyle “kitabın anası olan” muhkem âyetlerin ışığında açıklanır. Önceliği müteşabih âyetlere vererek muhkem âyetlere dayanmaksızın onları yorumlamaya çalışmak ise, Kur’ân tarafından, “kalplerinde sapıklığa meyil olanların fitne arayışı” olarak nitelendirilmiştir.[5]

Hadislere gelince, onların akaid konusundaki rolü, genellikle, Kur’ân’ın net ve sağlam temellere oturttuğu inanç esaslarını ayrıntılandırmaktan ibarettir. Bunu da, mütevatir veya meşhur olarak nitelenen ve çok sayıda râvi tarafından rivayet edilen hadisler yapar. Bunların dışında kalan ve âhâd haberler olarak anılan hadisler ise, râvileri ne kadar güvenilir olsalar da, akaid konusunda tek başlarına belirleyici olarak kabul edilmez, ancak bunlar âyet veya mütevatir hadislerle sabit olmuş konuları açıklamakta kullanılabilir.[6]

Akaid belirleyici olarak Kur’ân ve Hadisten başka bir kaynak düşünülemeyeceğine göre, Sahabeden başlamak üzere bugüne kadar gelen ve gelecek olan İslâm âlimlerine bu konuda düşecek olan şey, belirlenmiş olan akidelerin açıklanması, ispatı, şüphe ve tereddütlere karşı korunması gibi işler olacaktır. Onun dışında, akaid esaslarına taallûk eden ve daha önce Kur’ân ve Hadiste açıkça belirtilmemiş bir hususta, ne kadar büyük ve tartışılmaz bir kişiliğe sahip olursa olsun, hiçbir İslâm âliminin görüşü, kendi başına bir belirleyici unsur olarak ileri sürülemez ve yorumlanamaz.

KUR’ÂN NE DİYOR?

Bu tesbitin ışığında, ilk olarak yapılması gereken şey, maddenin hayaliyeti ile ilgili iddiaları Kur’ân’a arz etmek olacaktır. Bu konuda Kur’ân’dan açık bir cevap almak hiç de zor olmaz; çünkü Kur’ân, yüzlerce âyetinde yaratılıştan, yaratıştan, yaratılmış olanlardan ve onların geçmiş ve gelecek hallerinden söz etmekte, açık ve anlaşılır tasvirlerde bulunmaktadır. Kur’ân’ın hangi sayfasını açsanız, içinde yaşadığımız âlemden birşeyleri somut olarak bir veya birkaç âyette bulursunuz. Bütün bu tasvirleri bir araya getirdiğiniz zaman, kendinizi dünyadan âhirete, zerreden yıldızlara, görünen âlemden görünmeyen âlemlere kadar herşeyiyle son derece canlı ve gerçek bir dünyanın içinde bulursunuz. Pek çok âyette ise, şuna benzer ifadelerle, bütün bunların hak ve hakikat olduğu ayrıca vurgulanmıştır:

Görmedin mi: Gökleri ve yeri, Allah hak olarak yarattı.[7]

Güneşi bir ışık, Ayı bir nur yapan ve yıllarınızı sayıp hesabınızı bilesiniz diye ona menziller takdir eden de Odur. Allah bütün bunları başka birşeyle değil, ancak hak ile yarattı.[8]

Biz göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Eğer bir oyun edinmek isteseydik, onu kendi katımızdan edinirdik![9]

Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun oynamak için yaratmadık. Bütün bunları Biz ancak hak ile yarattık; lâkin çokları bunu bilmez.[10]

Onlar ki ayaktayken, otururken yahut yatarken, her hallerinde Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin, bizi ateş azâbından koru.[11]

Bütün bu muhkem âyetlerde, hak sözünün tekrar tekrar teyid edilerek geçmesi, bu sözcüğün anlamına uygun düşmeyen her türlü anlayış ve yorum için kapıyı ebediyen kapatmış bulunmaktadır. Hak kelimesiyle dünyada hiçbir zaman bağdaşmayacak iki kavram düşünmek gerekirse, bunlar herhalde vehim ve hayal olmalıdır. Tefsir ilimlerinin temel usullerinden birisi, Kur’ân âyetlerinden herhangi biri üzerinde yapılan yorumların, aksine açık bir karine olmadıkça, “âyetin zahir mânâsına ters düşmemesini” gerektirir. Eğer yapılan yorum akaid konusunda ise, âyetin zahirine ters düşmemek de yetmez; öne sürülen yoruma, Kur’ân’ın başka âyetlerinden ayrıca şahit de getirmek gerekir.[12] Çünkü, Kur’ân, İslâm akaidinin temellerini hiçbir tereddüt ve kuruntuya meydan bırakmayacak bir açıklıkla tespit etmiştir. Eğer âyetlerin bir yerinde, âlemin hayalden ibaret olduğu görüşüne imkân verecek bir ifade varsa, bu mutlaka daha başka birçok âyetle de desteklenmiş olmalıdır. Oysa gerçek bunun tamamen tersi yöndedir: Yaratılmış olanların gerçek bir varlığa sahip olduğu üzerinde bu kadar vurgu yapıldıktan başka, daha yüzlerce âyette, pek çok varlığın adı sayılarak onların yaratılışına dikkat çekilmekte, bunların hikmetleri anlatılmakta ve insanın hizmetine sunulmuş oldukları bildirilmektedir. Daha da ötesi, bir kısım hakikatlere dikkat çekerken, Kur’ân, söz konusu varlıklardan bazılarına yemin ederek sözlerine başlamaktadır. Bu durumda insan sormaz mı:

Acaba Allah, hayal ve kuruntuları mı “hak ile yarattığından” söz ediyor?

Veya hayal ürünü gökler ile hayal ürünü yerdeki hayalleri mi Allah bize “göklerin ve yerin âyetleri” diye takdim ediyor?

Veya “Sizin hizmetinize sundum” dediği hayallerle mi bizi avutuyor?

Yahut “Gökteki ve yerdekiler Onu tesbih eder” derken, Allah, kendisine sunulan hamd ve tesbihlerin de birer vehimden olduğunu mu söylemek istiyor?

Yoksa Allah, hakikî bir varlığı olmayan hayaller üzerine mi yemin ediyor da Ulûhiyetinin izzet ve celâlini—hâşâ—bir vehim oyuncağı yapıyor?

BİR GARİP HAYALPERESTLİK

Maddenin hayaliyetiyle ilgili iddiaların en ilginç yönlerinden birisi, bu iddiaların bir tevhid delili olarak sunulmak istenmesidir. Madde diye birşey olmadığı anlaşılınca maddenin bir gücü de kalmayacak, böylece bütün kudret ve kuvvetin Allah’a ait olduğu kabul edilecektir! İyimser bir görüşle, bu bir çözüm olarak telâkki edilebilirdi. Nihayet, arabalar olmazsa trafik sorunu, okullar kapanırsa eğitim sorunu olmaz. Aynı mantığı izleyerek, maddenin olmadığı yerde, maddenin yaratıcılığından da söz etme imkânının kalmayacağı öngörülebilir. Keşke iş bu kadarla kalsaydı! Ama herşeyin bir vehim olarak algılandığı bir hayalî âlemde, olmayan şeyin yaratıcıya ihtiyacını kim nasıl ispat edecek? Veya bu yaratıcı, vehmî bir yaratıcı yahut vehimlerin yaratıcısı olmaktan öteye gidebilecek mi?

Herşeyin bir hayalden oldğuunu ispat etmeye çabalayan şu tasvirlere bir göz atalım:

“Çay içerek yakın bir dostu ile sohbet eden bir insan, sıcak çay bardağından eli yanınca hemen bardağı elinden bırakır. Ancak burada da söz konusu kişi, bardağın sıcaklığını gerçekte elinde değil beyninde hisseder. Aynı insan çayın tadını ve kokusunu da beyninde algılar, görüntüsünü ise beyninde seyreder. Fakat insan, zevkle içtiği çayın aslında beyninde bir algı olduğunu hiç fark etmeksizin, bardağı kendi dışında ve maddesel bir gerçek zannederek yine görüntüsü beyninde oluşan arkadaşı ile sohbet eder. … Bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.[13] Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda başınızı kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi içinde mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz. Oturduğunuz koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu kolların asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz. … Algıladığımız herşeyin beynimizde meydana geldiği bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçek olmasına rağmen, insanların çoğu, beynimizin dışında bu görüntülerin asılları olduğunu zan ve iddia ederler. Bu, hiçbir zaman ispatlayamayacakları bir iddiadır. Ayrıca, maddeyi dışarıda var zannetseler bile, daha önce de belirtildiği gibi beynimizin dışında ne ses, ne ışık, ne de renkler bulunmaktadır. Işık, dışarıda enerji dalgaları veya enerji paketçikleri şeklinde bulunur ve ancak retinaya çarptığında bildiğimiz ışık kavramı ile karşılaşırız. Benzer şekilde dışarıda ses de yoktur.”

Kuruntu bir kere kurulmaya başladıktan sonra nerede duracağını kimse kestiremiyor. “Bardak gerçek değil; beyindeki görüntüden ibaret.” Peki, beyin? O da gerçek değil. “Tadı, kokuyu, sesi, ışığı, gerçek olmayan beyin algılar.” Ya tad, koku, ses, ışık? Onlar da gerçek değil. Özetle, vehim diyen dilimizin, hayal gören beynimizin kendisi de dahil olmak üzere, hiçbir şey yok âlemde. Hattâ âlem de yok; hattâ “şey” de yok. Var denecek ne varsa, hepsi bir hayalden, bir kuruntudan ibaret. Muvahhid sofistlerimiz bize böyle bir kâinat modeli tasvir ediyorlar.

Eğer “Bundan ne çıkar?” diyorsanız, bu kafayla akaid sorunlarını çözmeyi ve bu dini yaşamayı bir deneyin isterseniz:

Vehimden ibaret bir dünyada, bize inen Kur’ân’ın gerçekliğinden nasıl emin olabiliriz?

Haydi, bu sorunu aştık ve vehim sıfatını, sadece elimizdeki mushafın maddesine yakıştırmakla kurtulduk diyelim. Daha ilk sayfasını çevirdiğimiz zaman, kendisini bize Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi isimleriyle tanıtan Allah, acaba bu isimlerle neyi murad etmiş olabilir dersiniz?

Hayalden ve vehimden ibaret bir dünyada, bu isimlerin tecellîlerinden ve mazharlarından söz etmek hiç de kolay olmayacaktır. Eğer—Allah Resulünün yaptığı gibi—bağrına yavrusunu basmış bir anneyi bir rahmet nümunesi olarak gösterecek olursanız, bu, iki kuruntusal varlık arasındaki vehmî bir ilişkiden başka neyi ifade edebilir? Eğer “âlemler” lâfzı hayalî âlemleri ifade ediyorsa, “Âlemlerin Rabbi” neyi anlatır?

İsterseniz, şöyle bir âyeti, bu hayal kuramı ışığında anlamaya çalışalım:

Gökten bir su indiren de Odur. Biz herşeyi o suyla bitirdik; sonra ondan yeşillikler bitirdik; o yeşilliklerden de daneleri üst üste dizili başaklar çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuğundan ise birbirine bitişik, bol salkımlar, üzümlerden bağlar olur; zeytin ve nar yetişir ki, onlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Onlara bir meyve vermeye başlamışken bakın, bir de olgun hallerine. İşte bunda, inananlar için âyetler var.[14]

Bütün varlığın vehim haline dönüştüğü bir dünyada, âyetin bize gök, yağmur, yeşillik, dane, başak, üzüm, hurma, zeytin, nar, ham ve olgun meyve olarak tasvir ettiği şeyleri de ister istemez birer hayal ve kuruntu olarak anlamamız gerekecekse eğer, Kur’ân’ın hak kitap oluşu ve hak ile nazil oluşu neyi ifade edecektir?

Kur’ân, Kâbe’yi ziyaret etmeyi emrederken bizi hangi hayalî binanın peşine düşürdü? Hayalî bedenlerimizle kıldığımız namazlarda bizi Beyt-i Haram yerine hangi vehme yöneltiyor?

Kur’ân’ın anlattığı kıssalar da mı hayal? İsâ, Mûsâ, Lukmân, İmrân, İbrahim, İshak, Meryem, Sâmirî, Firavun, sihirbazlar, Ebu Leheb, Âd Kavmi, Salih’in devesi, Lût Kavminin başına yağan taşlar, Bedir’de mü’minlere gönderilen melekler, Uhud’daki şehidler, hep beynimizde olup biten hayallerden mi ibaretti?

Ya hergün salât ü selâm gönderdiğimiz Peygamber?

Yoksa o da Allah’ın elçisi olarak algıladığımız bir hayaletten başka birşey değil miydi?

Yoksa—yoksa, Kur’ân’daki Allah’ı tanıtan ifadeler, bize hayal ve kuruntudan başka birşey olmayan âlemleri gerçekmiş gibi algılatan illüzyonist bir tanrı modeli mi resmediyor?

***

Konunun “bilimsel” yönü ise bir sonraki yazıda inşaallah!

ÜMİT ŞİMŞEK

***

[1] Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1997), s. 295-6.

[2] Hayreddin Karaman, İmam Rabbânî ve İslâm Tasavvufu (İstanbul: Nesil Yayınları, 1992), s. 265.

[3] Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi (İstanbul: Damla Yayınevi, 1991), s. 48.

[4] Talât Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1988), s. 89-90.

[5] Kur’ân, 3:7.

[6] Bu konuda tafsilât için, bk. Muhammed Gazalî, Kur’ân’ı Anlamada Yöntem (Ankara: Sor Yayıncılık, 1993), s. 190-2.

[7] Kur’ân, 14:19. Benzer ifadelerin, “hak” kelimesiyle tekrarlandığı diğer âyetler için, bk. 6:73; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39; 45:22; 46:3; 64:3.

[8] Kur’ân, 10:5.

[9] Kur’ân, 21:16-7.

[10] Kur’ân, 44:38-9.

[11] Kur’ân, 3:191.

[12] Cemaleddin el-Kasımî, Kur’ân’ı Anlamak: Tefsir İlminin Temel Meseleleri (İstanbul: İz Yayıncılık, 1990), s. 58-9; Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları (İstanbul: M. Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1991), s. 286-7.

[13] “Biz nane yemedik” demek için bu kadar tekellüflü tevillere hiç de ihtiyaç yoktu!

[14] Kur’ân, 6:99.

İmam Rabbani Kimdir? Rahmetle Anıyoruz… (23 Aralık 1624)

mektubatı-rabbaniyeİmam-ı Ahmed Rabbani Hazretleri, Hindistan’da yetişen en büyük veli ve alim. “Silsile-i aliyye” denilen İslam alimlerinin yirmi üçüncüsüdür.

İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel’abidin’dir. Lakabı Bedreddin, künyesi Ebü’l-Berekat’dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan’ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu.

İmam-ı Rabbani ismiyle tanınmıştır. İmam-ı Rabbani, Rabbani alim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kamil, olgun alim demektir. Hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddid-i elf-i sani”, ahkam-ı İslamiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, “Sıla” ismi verilmiştir.

Hazret-i Ömer’in soyundan olduğu için ,”Faruki” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendi” denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sani Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendi’dir. (kuddise sirruh)

İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerimi ezberledi. Sesi güzel olduğundan, Kur’an-ı Kerimi bülbül gibi okurdu. İlminin çoğunu babasından, bir kısmını da zamanının meşhur alimlerinden öğrendi. Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere ait küçük kitapları ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri’den ilim öğrendi. Mevlana Kemaleddin meşhur alim Abdülhakim-i Siyalkuti’nin de hocası olup, zamanının en yüksek alimi idi. Bazı hadis kitaplarını da Şeyh Yakub-ı Keşmiri’den okudu. Kadı Behlul-i Bedahşani’den; hadis, tefsir ve bazı usul ilimlerinde icazet, diploma aldı. On yedi yaşında iken tahsilini tamamlayıp, bütün ilimlerden icazet aldı. Tahsili sırasında, Kadiri ve Çeşti büyüklerinin kalblerindeki feyz ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, talebelere ilim öğretmeye başladı.

Bu sırada; Risalet-üt-Tehliliyye, Redd-i Revafid, İsbat-ün-Nübüvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, sür’at-i intikali, zekasının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, memleketinde ilim ve edep öğretmeye isteklileri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan aşıkları, onun ilminden ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydavi Tefsiri, Sahih-i Buhari, Mişkat-i Mesabih, Avarif-ül-Me’arif, Üsul-i Pezdevi, Hidaye ve Şerh-i Mevakıf gibi bazı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselamın dinini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının padişahlarını, vali, kumandan, alim ve hakimlerini, çok tesirli mektupları ile, dine, sünnetiseniyyeye teşvik ediyor, çok alim ve veli yetiştiriyordu. Allahuteâlâ ona öyle manevi ilimler ihsan etmişti ki hocası Baki-billah da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu. Hatta bir gün geldiği zaman, İmam-ı Rabbani’yi kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmam-ı Rabbani hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince üstadı; “Fakir Muhammed Baki.” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevazu ile karşıladı.

İmam-ı Rabbani Hazretleri, benzeri az yetişen, müstesna bir İslam alimi ve büyük bir mürşid-i kamildir. Peygamber Efendimiz (asv)’in vefatından bin sene sonra da İslam düşmanları dine, imana insafsızca saldırmışlardı. Allahuteâlâ kullarına acıyarak, İmam-ı Rabbani gibi bir müceddid yarattı. Ona derin ilimler ihsan eyledi. Onun vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı batıldan ayırıp, çok kalblerden batılı kaldırdı. Bu yüce İmam’ın mektup ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyaya ışık saldı. Yani Allahuteâlâ onu, Peygamber efendimizden bin sene sonra, din-i İslamı yenilemek ve kuvvetlendirmek için göndermişti.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin dine yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri, sağlam, ikna edici delillerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehlisünnet itikadının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin kalktığını gören bazı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira etmeye başladılar.

Bunun için bazı kimselerin cefa oklarına, eziyet ve iftiralarına hedef oldu. Nice alimlerin, fadılların, kamillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp, etrafına ve hizmetine koşuşmaları ise, hasedlerini daha da artırdı. İmam’ı tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Mesela, Cüneyd-i Bağdadi, Bayezid-i Bistami gibi büyük meşayihi aşağı görüyor diyerek, cahil tabakayı aldattılar.

Zamânının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî Hazretlerine “Sıla” ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir.

Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennet’e girer.” buyrularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin Cem’ül-Cevâmi kitabında vardır.  İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bir mektubunda; “Beni iki deryâ arasında “Sıla” yapan Allah-u teâlâya hamd olsun.” diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel hiç kimsenin almadığı söylenir.

İmam-ı Rabbani Hazretlerinin fıkıh meselelerinde ilmi çoktu ve her meseleye anında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usul-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyatının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda bazı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftabih yani fıkıh alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri fetvalara, daima uymaktı. Bazı fıkıh alimlerinin caiz dediği, bazılarının mekruh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. “Bir meselenin yapılmasında ve yapılmamasında, helal ve haram olmasında ihtilaf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.” buyururdu.

İmam-ı Rabbani Hazretleri 1615 (H.1024) senesinde, elli üç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayatım hakkındaki kaza-yı mübremin altmış üç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler.” buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber Efendimize (asv) tabi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu hususta Hazret-i Ebu Bekr’e, Hazret-i Ömer’e ve Hazret-i Ali’ye de uymuş oluyordu.

1623 (H.1032) senesinde Ecmir’de iken; “Vefat etmemin yakın olduğuna dair işaretler, alametler görülmeğe başladı.” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına mektup yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır.” buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyanın gözlerinin nuru kıymetli oğulları, bu mektubu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzuruna kavuşunca, bir gün, bu yüksek oğullarını hususi odaya çağırdı. Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyaya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı. Öbür dünyaya gitmek icab ediyor, gitme ve yolculuk alametleri görünmeğe başladı.”

Vefatı 1624 (H.1034) senesi, Safer ayının yirmi sekizi, kuşluk vakti vaki oldu.

Eserleri:

1)Mektubat: Mektubat, üç cild olup, beş yüz yirmi altı mektubunun toplanmasından meydana gelmiştir. Kelam ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun marifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.

Mektubat’ın birinci cildi 1616 (H.1025) senesinde talebelerinin meşhurlarından Yar Muhammed Cedid-i Bedahşi Talkani tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üç yüz on üç (313) mektup vardır. Bu cildin son mektubu, Muhammed Haşim-i Keşmi’ye yazılmıştır. İmam-ı Rabbani Hazretleri birinci cildin son mektubunu yazınca; “Muhammed Haşim’e gönderilen bu mektupla resullerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshab-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üç yüz on üç mektupla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.

İkinci cildi ise 1619 (H.1028) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütni tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esma-i Hüsna yani Allahuteâlânın Kur’an-ı Kerim’de geçen doksan dokuz ismi sayısınca doksan dokuz (99) mektup vardır.

Üçüncü cild de İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra 1630 (H.1040) senesinde talebelerinden Muhammed Haşim-i Keşmi tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur’an-ı Kerim’deki surelerin sayısınca yüz on dört (114) mektup vardır. Her üç cildde toplam beş yüz yirmi altı (526) mektup vardı. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin vefatından sonra on mektubu daha üçüncü cilde ilave edilmiştir. Böylece toplam mektup adedi beş yüz otuz altı (536) olmuştur.

Mektubat’daki mektupların birkaçı Arabi, geri kalanların hepsi Farisidir. Çeşitli zamanlarda basılmıştır.

2) Redd-i Revafıd: Farisi olup, Rafızileri reddedeneserdir. Arapça’ya da tercüme edilmiştir.

3) İsbatün-Nübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir Ayrıca Arapçası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.

4) Mebde’ ve Me’ad,
5) Adab-ül-Müridin,
6) Ta’likat-ül-Avarif,
7) Risale-i Tehliliyye,
8) Şerh-i Ruba’ıyyat-ı Abd-il-Baki,
9) Mearif-i Ledünniye,
10) Mükaşefat-ı Gaybiyye,
11) Cezbe ve Süluk Risalesi.

Sorularla İslamiyet

İslam’ın Toplumu Kucaklaştıran Emir ve Tavsiyeleri…

Toplum olarak birlik beraberliğimizi güçlendirmenin önem kazandığı bir devreden geçmekteyiz.

Böyle devrelerde Peygamber Efendimiz’in (sas) bizi kucaklaştıran emir ve tavsiyelerine daha fazla ihtiyaç duyup uygulama lüzumu hissetmeliyiz.

Geçmişte halka mal olmuş fakat şimdilerde zayıflamış gibi görünen bu önemli emir ve tavsiyeleri bir bakıma tazeleyerek dikkatinize sunmaya çalışacağım bugün.

İlginizi çekmek için konulara sorularla girmek istiyorum:

1- Toplumun her kesimiyle sevgi saygı köprüsü kurmak istiyor musunuz? Sakın bunun çok zor olduğunu sanmayın. Yeter ki vardığınız her yerde ilk sözünüz ‘önce selam sonra kelam’ olsun. Bunun için bakın Efendimiz (sas) Hazretleri ne buyurmaktadır:

– Toplum içinde ilk sözünüz önce selam sonra kelam olsun!.. Tanıdığınız tanımadığınız herkese selam verin, aranızda selamı yayın…

Evet, İslam’da selam, toplumun her kesimiyle kurulan ilk dostluk köprüsüdür. Bu köprü asla yıkılmaz. Çünkü Müslümanlar bu köprüyle irtibat kurarlar birbirleriyle.
‘Önce selam sonra kelam!’

Selamını veren sevap almış, duyup da almayan günahla kalmış demektir.

2- Allah’ın sevdiği kamil bir Müslüman olmak istiyor musunuz? Öyle ise toplumda incinip incittiğiniz kimselerle üç günden fazla küs ve dargın durmayın. Bunun için de Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

– Kamil Müslüman, toplum içinde üç günden fazla küs durmayan Müslüman’dır!

Demek ki kırdığımız, yahut da kırıldığımız kimselerle en fazla üç gün dargın ve kırgın durabiliriz. Daha fazlası bize de yakışmaz, Müslüman toplumun fertlerine de…

Şayet kamil manada Müslüman olmak isteniyorsa tabii…

3- Toplumda sevilen ve sayılan bir Müslüman olmak istiyor musunuz?

İstiyorsanız, çevrenizdeki insanları sevin, sevdiğiniz insanlar tarafından da sevilmeye değer verin.

Efendimiz (sas) Hazretleri, bu konuda da şöyle buyuruyor:

-Mümin çevresini sever, sevdiği çevresince de sevilir!..

Ancak hadisin sonundaki ikaza da dikkat edin:

– Çevresini sevmeyen, sevmediği için de sevilmeyen müminde hayır yoktur!

Öyle ise toplum içinde çevremizi sevmeli, çevremizce sevilmeye de değer vermeliyiz.

4- Maruz kaldığınız küçük günahlarınızın sararmış yapraklar gibi dökülmesini istiyor musunuz? Öyle ise karşılaştığınız dostlarınızla önce elinizi uzatıp musafaha yapacak kadar yakınlık gösterin, sıcak davranın. Bu konuda da Efendimiz (sas) Hazretleri’nin uyarısı şöyledir:

– Karşılaşan iki mümin el uzatıp da sevgi ile musafaha ederlerse, ağaçların sararmış yapraklarının döküldüğü gibi küçük günahları dökülür! Günahsız olarak ayrılırlar birbirinden.

5- Zorda kaldığınız yerlerde Allah’ın yardımının size de ulaşmasını mı istiyorsunuz?

Öyle ise siz de çevrenizde sıkıntıda kalanların yardımına koşun. Bunun için de Efendimiz (sas) Hazretleri şöyle buyuruyor:

– Allah kuluna yardım eder, kul kardeşine yardım ettiği takdirde!

Evet, Efendimiz (sas) Hazretleri toplum içinde karşılıklı tutum ve tavırlarımızı böyle tespit ve tavzih etmekte, insanları da bu tutum ve tavırları uygulayarak içinde yaşadığı toplumla kucaklaşmaya davet etmektedir.

Ne dersiniz, insanları toplumla kucaklaştıran bu gibi sosyal insani ve İslami davranışları her yerde yaşamalı ve yaymalı değil miyiz? Özellikle birbirimize selam vermekten bile çekinir hale geldiğimiz yabancılaşma ve çözülmelerin başladığı şu devrelerde bu türlü sıcak yakınlaşma örneklerine daha çok ihtiyacımız yok mu?

Bazı çevrelerin çekindiği İslam, bizi uzaklaştırıyor mu, kucaklaştırıyor mu?

Ahmed Şahin
Zaman

 

İmam-ı Azam Ebu Hanife Kimdir?

İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müçtehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı (80/150 – 700/767).

Ebû Hanife, Kûfe’de hicrî 80 yılında doğdu. İslâm’in hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti.

Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Sa’bî’nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir ögrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdi fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife’nin de bu itikâdi tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir.

Ebû Hanife’nin yaşadığı yer ve çağda itikâdi fırkalar çoğalmış, bir sürü sapık fırkalar ortaya çıkmış, Emevi hükümdarlarının Ehl-i Beyt’e zulmü devam etmiştir. Mantığı çok kuvvetli olan Numân b. Sâbit hiçbir fırkaya bağlanmadan ilim tahsilini ilerletti ve kelâm ilmine yöneldi.

Ebû Hanife ilimle uğraşırken ticareti de bütünüyle bırakmadı. Bu, onun helâl rızık kazanmasını sağladığı gibi, ticarî kazancını ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanmasını, bağımsız bir ilim meclisi kurmasını da sağladı. Ebû Yûsuf’un parasının bittiğini söylemesine ihtiyaç bırakmadan o Ebû Yusuf’u murâkabe eder, yardımda bulunurdu. Gücü yetmeyen talebelerinin de evlenmesini sağlardı (Zehebî, a.g.e, 39). Bir çokları ticarette Ebû Hanife’yi Ebû Bekir’e benzetirdi; çünkü o bir malı satın alırken, sattığı zamanki gibi emânet kâidesine uyar, kötü malı üste, iyisini alta koyardı, muhtaç satıcıyı sömürmezdi.

Bir defasında bir kadın, satmak üzere ona bir ipek elbise getirdi. O, fiyatını sordu. Kadın yüz dirhem istedi. Ebû Hanife, değerinin yüz dirhemden fazla ettiğini söyledi. Kadın yüzer yüzer artırarak dört yüze çıktığında Ebû Hanife, daha fazla edeceğini söyleyince kadın, “Benimle eğleniyor musun?” demişti. Ebû Hanife de, “Ne münasebet, bir adam getirin de fiyat takdir ettirelim” dedi. Adam çağrıldı ve fiyatı takdir etti: Ebu Hanife o malı beş yüz dirheme satın aldı. Bu olay o zamandan beri halk arasında günümüze kadar anlatılarak, ticarette dürüstlüğe dâir bir darb-i mesel haline gelmiştir.

Ebû Hanife vakar sahibi bir insandı. Tefekkürü çok, konuşması az, Allah’ın hudûdunu olabildiğince gözeten, dünya ehlinden uzak duran, faydasız ve boş sözlerden hoşlanmayan, sorulara az ve öz cevap veren çok zeki bir müçtehiddi.

Fıkhi sistematik hale getirip bütün dünyevî meselelerin leh ve aleyhteki biçimlerini ortaya koyarak ve sağlam bir akîde esası çıkararak doktrinini meydana getirmiştir. Ebû Hanife’nin binlerce talebesi olmuş, bunların kırk kadarı müçtehid mertebesine ulaşmıştır (el-Kerderî, Menâkibu’l-Imâm Ebû Hanife, II, 2i8).

Müçtehid öğrencilerinden en meşhurları Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan es-Seybânî’dir. Ebû Hanife’nin fıkıh okulu, talebelerine verdiği dersler ile ondan fetvâ istemeye gelen halk için verdiği fetvâlardan meydana gelmiştir. Ders verme usûlü eski filozofların diyalektik akademi derslerini andırmaktadır. Bir mesele ortaya atılır; bu, talebeleri tarafından tartışılır ve herkes görüşünü söyler; en son olarak İmam, delil ve istinbat ile bir karara ulaşılmasını sağlar ve kararı delillerden ayırarak veciz cümleler halinde yazdırırdı. Bu sözleri en yakın müçtehid talebeleri tarafindan sonradan mezhebin fıkıh kaideleri haline getirilirdi. Onun ilim meclisi bir istişâre, bir diyalog merkezi, bir hür düşünce okulu idi.

Ebû Hanife’nin halkın sevgi ve saygısını kazanmasında; fetvâlarının her yerde haklı olarak tutulmasında; ilmi, ihtilaflardan arındırıp halka selefin yaptığı gibi bilgi aktarması, fitnelere bulaşmaması ve takvası etkili olmuştur. Onun talebelerine verdiği öğütlerde, ilimde hür düşünce ve araştırmanın yollarının tutulması, câhil ve mutaassıplardan uzak durulması gibi önemli kayıtlar vardır.

Ebû Hanife kimseye “benim görüşüm en doğrudur” demedi; hattâ, kendisinin de bir görüşü olduğunu ama daha iyi bir görüş getirene uyacağını söylerdi. Yine o, talebelerine kendisinden her işittiğini yazmamalarını, çünkü yarın görüşünü değistirebileceğini ifade ederdi. Demek ki, hiç bir zaman kendisi mezhebî taassub içinde olmamıştır.

Aktif bir şekilde olmasa da döneminin siyasî hareketlerine katıldı. Hayatının bir bölümü Emevilerin, bir bölümü Abbâsilerin hâkimiyetinde geçti. Her iki dönemde de siyâsal iktidara karşıydı. Onun siyâsetini ehl-i beyt taraftarlığı belirliyordu. Ehl-i beyt’e büyük muhabbeti vardı. Abbâsîler iktidara geldiklerinde ehl-i beyt’i gözeteceklerini söylemişlerdi. Ancak onların iktidara geldikten bir süre sonra ehl-i beyt’e zulmetmeye devam ettiklerini görünce, onlara da karşı çıktı. Derslerinde firsat buldukça iktidarı tenkid etti. Her iki siyasal iktidar devrinde de kendisinden şüphelenilmiş, onu kendi taraflarına çekmek, halk nezdindeki itibarından yararlanmak için kendisine kadılık görevini teklif etmişlerse de o, her iki dönemde de teklifleri reddetmiş ve bu sebepten dolayı işkenceye uğramis, hapsedilmiştir (Ibnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Târih, V, 559).

İmam, takvâsı, ferâseti, ilmî dürüstlüğü ve görüşlerini iktidara karşı kullanması ile halkın büyük sevgisini kazandı. Abbâsi yönetimi ile hiçbir zaman uyuşmadı, uzlaşmadi. Ticaretten kazandığı helâl rızıkla ilmini destekledi. Hattâ o, Zeyd b. Ali’nin imamlığına zımnen bey’at etmişti.

Hz. Ali (r.a.)’in torunlarından Muhammed en-Nefsü’z Zekiye ile kardeşi İbrahim’in Abbâsilere isyan etmeleri ve şehîd olmaları karşısında Ebû Hanife Irak’ta, İmam Mâlik Medine’de açıkça iktidarı tenkit etmişler, bu yüzden ikisi de kırbaçlatılmış, işkence görmüş ve hapsedilmişlerdir. Ebû Hanife alenen halkı ehl-i beyt’e yardıma çağırdığı için hapsedildi ve her gün kırbaçlatıldı. Bunun sonucunda yetmiş yaşında şehitler gibi öldü. Zehirletildiği de rivâyet edilir (en-Nemeri, el-Intika, 170). Bağdat’ta, Hayruzan mezarlığına defnedildi, cenazesinde binlerce insan hazır bulundu.

Ebû Hanîfe önceleri Kelâm ilmiyle uğraşmış ve birtakım tartışmalara katılmış olmasına rağmen cedelcilerin iddialı üslûbundan uzak kalmıştır. İçtihadlarını değerlendirirken kendisi şöyle demiştir: “Bu bizim reyimizle vardiğimiz bir sonuçtur. Kimseyi reyimize zorlamaz, kimseye ‘bunu kabul etmeniz gerekir’ demeyiz. Bizim gücümüz buna yetiyor, bize göre en iyisi budur. Bundan daha iyisini bulan olursa buyursun getirsin onu kabul ederiz” (Zehebî, a.g.e., 2i).

Kendisine tâbi olacak kimselere de şu tavsiye ve ikazda bulunmuştur: “Nereden söylediğimizi (verdiğimiz hükmün delil ve kaynağını) tetkik edip bilmeden bizim reyimizle fetvâ vermek hiçbir kimse için helâl olmaz.” O, bir tek kişi ya da mezhebin İslâm’ı kuşatmasının mümkün olmadığını biliyordu. Ne Ebû Hanife ne başka bir İmam, kendi içtihadı hakkında böyle bir iddiada bulunmuştur. Onlar hep sahih sünnetin asıl olduğunu, sahih sünnet ile sözleri çatıştığı takdirde sahih sünnet ile amel edilmesi gerektiğini öğrenci ve izleyicilerine özenle tavsiye ve ikaz etmişlerdir.

Şamil İslam Ansiklopedisi