Etiket arşivi: Kenan Demirtaş

Kavramları bilmek neden önemli?

Masamda çok kıymetli bir çalışma var. Nesil Yayınları’ndan çıkmış. Roman değil. Eğlencelik değil. Taş gibi ilim. İsmi: Risale-i Nur’un Tariflerine Göre Istılahlar ve Anahtar Kelimeler. Başında Kenan Demirtaş abinin bulunduğu bir heyetin yıllarca süren emeğinin ürünü. Eserin sayfalarını karıştırmak beni geçmişe götürdü. Yıllar öncesine… Bu hassasiyeti yıllar önce yine Kenan abi öğretmişti. Söz Basım’da sayfa altı sözlük çalışması yapılırken (ki o çalışma aynı zamanda bu son meyvenin de ilk adımlarını oluşturuyordu) gözetilmiş bir hassasiyetti bu. Kenan abi, o dönemde de, külliyat çalışmasını yürüten ekibin başında bulunuyordu ve öğle yemeklerinde, çay aralarında, belki muhatabını bulabildiği her yerde çalışmanın inceliklerini aktarıyordu. “Ne gerek vardı buna?” diyebilirsiniz, eğer böylesi araştırma ekiplerinde görev almamışsanız.

Başarının sadece ‘kazandırılan parayla’ ölçüldüğü yerlerde insanların yaptıklarınızı takdir edebilmeleri için niteliğinizi sizin onlara anlatmanız gerekir. (Çünkü ellerine tutuşturacağınız nicelik/para yoktur.) Onlardan bu nitelikli gayreti beklerseniz sonuçlarından ızdırap ve pişmanlık duyabilirsiniz. Muhtemelen Kenan abi de yaptıkları nitelikli işin kıymetinin (eğer anlatılmazsa) takdir edilemeyeceğinin farkındaydı ki, bulabildiği her fırsatta çevresindekilere detaylarını/güçlüklerini aktarırdı.

2000’lerin başları. Ben, bu çalışmalar başlatıldığında, Nesil Yayınları’nın sevkiyatında çalışıyordum. Ve evet, hakikaten bulunduğum yaş, bilgi düzeyi ve konum itibariyle Söz Basım’ın ne denli önemli/girift birşey yaptığını takdir edebilmem imkansızdı.

Bu saded harici bahsin ardından öğrendiğim hassasiyeti aktarayım. Bir gün Kenan abiye (yukarıda altını çizmeye çalıştığım türden) bir cahil cesaretiyle şöyle söyledim: “Bu sözlük çalışmalarında uğraştıracak ne var ki? Kelimenin geçtiği yerler ve anlamı belli zaten. Yeri bulunur, altına konulur, biter gider. Neden bu kadar uğraştırıyor sizi?”

Bu cümleleri kullanmadım elbette. Fakat demek istediğim buydu. Çay ocağındaydık sanırım. Kenan abi sözlerimi sabırla dinledikten sonra (o çalışmayı yürütmenin nasıl güç birşey olduğunu kısmen takdir edebildiğim şu anda bu dinleyişin dahi bir ‘sabır işi’ olduğu kanaatindeyim) gülümseyerek dedi ki: “Öyle basit değil.” Dedim: “Neden değil?” Dedi ki:

“Aynı kelimenin birçok anlamı vardır. Bunlardan bazısı ıstılahîdir ki ancak metnin hakkında olduğu ilim dalıyla ilgiliysen karşılığını anlarsın. Bazıları ise lügat anlamıdır. Bunların içinde bile müellifin muradının ne olduğunu metnin genelinin hakkında bilginle anlayabilirsin. Bazısı ise örfîdir. Sözlükte anlamı başka olsa da halk arasında karşılığı başka birşey olabilir. Onu da ancak müellifin yaşadığı dönemi ve dili anlayarak çözebilirsin….”

Daha bunlar gibi bir sürü kıymetli şey anlattı Kenan abi. Hepsi aklımda kalmadı ki size nakledeyim. Hasılı: Ayaküstü cahilliğimizi de ders almış olduk. Zaten insan birşeyi öğrenmeden önce o konudaki cahilliğini öğrenir. Ben de metin altı sözlük çalışmalarında gözetilmesi gereken hassasiyete dair çok güzel şeyler öğrendim. Kenan abiye de, o gün ve bugün, bana öğrettiği böylesi kıymetli ölçüler nedeniyle dua etmekteyim. Allah ömrünü bereketli ve uzun kılsın. Kendisini ve ekibini ancak katında takdir edebileceği hayırlarla mükafatlandırsın.

Bu bende neyi başardı? Ona geleyim: Bu bakışaçısı zenginliği, bana, aynı yazarın metinlerini okurken bile aslında statik bir yüzeyi değil, dinamik bir fikri rasat ettiğimi gösterdi. Müellif de bir insandı ve değişiyordu. Kendisi değiştiği gibi yazdığı konular da değişiyordu. Belki bu müellifin uzmanı olduğu pek çok konu vardı ve böylesi her konuda yazarken o ilmin kavramlarını/kelimelerini kullanıyordu. Bir ilimde farklı bir ıstılahî/terimsel karşılığı olan kelime, diğer ilimde farklı bir anlama gelebiliyordu. Bir yerde kelimeyi sözlük anlamıyla kullanırken, diğer yerde aynı kelimeyi ıstılahî bir karşılıkla kullanabiliyordu.

O ilmin ehli olmayan okuyucuları ise (ben gibiler yani) aynı kelimeyi görmekle bahsedilenin aynı şey olduğunu sanabiliyorlardı. Bu da bazı anlam kaymalarına sebep oluyordu. İslamî ilimlerle bağlarımızın bu kadar koptuğu bir dönemde Bediüzzaman’ın fikir dünyasına eser eser, metin metin, kavram kavram, kelime kelime uyanmak/ulaşmak hakikaten güç bir işti.

Konuyu açması bakımından bir örnek vereceğim. Bu örnek, benim kafamı da uzun yıllar kurcalayan bir mevzuya dair. Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz’da diyor ki:Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki, zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların şüphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said, bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lâfzın delâletine ve işârâtına ehemmiyet vermiş.

Nur talebeleri içerisinde bu kısım nasıl anlaşılıyor genelde? (Lüften bu metni nasıl anladığınızı veya size nasıl anlatıldığını kafanızda/hafızanızda şöyle bir netleştirin ve bir süre tutun.) Şöyle birşey değil mi: Risale-i Nur’un usûl ve üslûbu, soruyu veya sorunu dillendirmeden ona cevap vermek üzerinedir. Çünkü soruyu ve sorunu dillendirmek safî zihni bulandırır. O yüzden mümkün mertebe soruları gündem yapmadan cevap vermek doğrudur.

Aşağı yukarı kafanızdaki şeyin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü yıllar yılı ben de böyle ders aldım/işittim sohbetlerde. Fakat hep de şunun ikirciğinde kaldım: Bediüzzaman’ın Münazarat gibi daha birçok metni vardı ki hep soru/cevap üslûbu içinde gidiyordu. Hatta müellifin ifadesiyle ‘şeytanla münazara’ veya ‘ehl-i dalaletin şahs-ı manevisiyle (vekiliyle) münazara’ edilen yerler vardı. Buralarda Bediüzzaman soruları anmaktan çekinmiyordu. Bilakis kendisi soruları naklederek cevaplarını veriyordu. O halde bu nasıl bir işti? Bir yerde soru sormadan cevap vermeyi öneren (hatta bunun metodu olduğunu söyleyen) müellif, diğer yerde niye böyle tersi bir iş yapıyordu? Bunu çok sordum. Tatmin edici bir cevap alamadım. Ta ki yine bir gün Kenan abiyle muhabbet edene kadar…

Bir gün, beni eve bırakırken, yolda İslamî ilimlerin, yani tabir-i diğerle geleneğin, gözettiği hassasiyetlerden bahis açıldı. Bana dedi ki Kenan abi:

“Eski ulemanın, değil sadece metodlarında, kelime seçimlerinde bile harkulade hassasiyetler var. Sana bir misal vereyim: İlm-i kelam eserlerinde ehl-i sünnet âlimleri kendi delillerini söyledikten sonra, farklı düşünen bid’a fırkaların düşüncelerini/dayanaklarını zikredip cerhederken onlarınkine ‘delil’ demezler. ‘Şüphe’ derler. Yani karşı tarafın düşüncesini neye dayandırdığını izah sadedinde, ‘İşte Mutezile falan ayeti kendine şu şekilde delil yapıyor’ demezler. ‘Mutezilenin şüphesi’ derler. Ona delil muamelesi yapmazlar. Çünkü ona da delil, kendisininkine de delil derse, bu durduğu yerin neresi olduğunu netleştirmez. Kendisininkine delil onunkine şüphe diyorsa, belli ki, bu insan ehl-i sünnet âlimidir ve durduğu yer bellidir. Bediüzzaman da ‘bitarafane muhakeme’ eleştirisini yaparken aslında ehl-i sünnetin bu hassasiyetine dayanıyor.”

Kenan abi bana bu meseleyi anlatadursun, benim kafamda ampuller yanmaya, hatta patlamaya başladı kardeşlerim. İlm-i kelam ıstılahında böyle bir ayrım olduğunu, ‘şüphe’nin sadece bizim anladığımız lügavî karşılığının değil, ‘muarız düşüncenin hak verilmeyen delili’ gibi bir manaya da gelebildiğini ilk kez duyuyordum. Bu, Bediüzzaman’ın Eski Said döneminde yazdığı bir tefsir olan İşaratü’l-İ’caz’ın önüne neden böylesi bir not düştüğünü de bana açıklıyordu.

Demek ki; burada kastedilen, muarız düşüncenin sorusunu zikretmek değildi. Muarız düşüncenin kendisini nasıl bir delile/şüpheye dayandırdığını, kendisini neyse savunduğunu izah etmekti. Ki paragrafın tamamını hatırlayınca bu mana nasıl da cuk diye oturuyordu:  Münafıklar hakkındaki âyetleri izah ile en ince nükteleri beyan etmiş; fakat mütalâacıların zihnini bulandırmamak için mahiyet-i mesleklerini ve istinat noktalarını mücmel bırakmış, izah etmemiş. Zaten Risale-i Nur’un mesleği odur ki…

İşte, Ehl-i Sünnetin mirasına, İslamî ilimlerin kavram dünyasına aşina olmamızın neden gerekli olduğuna güzel bir örnek. Yıllardır ‘soru sorulmasından’ veya ‘soruların nakledilmesinden/zikredilmesinden’ bu ifadelerden hareketle rahatsızlık duyanların da kulakları çınlasın. Bediüzzaman’ın o kadar soru/cevap yolu takip ettiği metin varken, bu metni ‘Soruları zikretmemek lazım’ şeklinde anlamayı seçenler, kötü niyetli değiller belki, ama Risale-i Nur’u besleyen/yetiştiren mirasa aşina olmadıklarını da gösteriyorlar. Ve asl-ı hakikat eksiltiyorlar. Ki ben bunu ancak Medine’de tefsir eğitimi almış bir Kenan abiden duyduklarımla farkedebiliyorum. Başkalarının böyle bir şansı da yok. Hasılı: Bediüzzaman’ın da altını çizdiği gibi, Risale-i Nur medresenin malıdır. Medrese ilimlerine aşina olmazsak onu hakkıyla anlayabilmemiz zor.

Ahmet AY – risalehaber.com

İslâm kadını nereye çıkardı, gelenek nereye indirdi?

– I –

 

Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor:

“Cahiliyet devrinde kadına hiçbir değer vermezdik. İslâm gelip Allah’ın onlardan bahsettiğini görünce, onların üzerimizde bazı hakları olduğunu gördük.”[1]

Hz. Ömer’in oğlu Hz. Abdullah ibnu Ömer de (r.a.) biraz farklı bir itirafta bulunuyor:

“Biz Resulullah devrinde kadınlara söz söylemekten ve dilediğimiz gibi davranmaktan, hakkımızda vahiy iner korkusuyla çekinirdik. O vefat edince istediğimiz gibi konuşup davranmaya başladık.”[2]

Bir sonraki kuşakta ise değişim daha bir belirginleşiyor. Hz. Ömer’in torunu ve Abdullah’ın oğlu Bilâl, kadının mescide gitmesine bile izin vermiyor:

Abdullah ibnu Ömer, Resulullah’ın “Birinizin hanımı mescide gitmek için izin talep ederse ona engel olmasın” buyurduğunu haber vermişti. Abdullah’ın oğlu Bilâl, “Allah’a yemin olsun, biz onlara engel olacağız” dedi. Bunun üzerine Abdullah ona yaklaşıp öyle hakaretâmiz sözler sarf etti ki, böylesini hiç işitmedim. Sonra şunu ekledi:

“Ben sana Resulullah’tan haber veriyorum, sen ise durmuş ‘Vallahi engel olacağız’ diyorsun!”[3]

İki kuşak içinde kendisini belli eden değişim, sonraki yüzyıllarda daha da aşikâr hale geldi ve sonunda kadın, Kur’ân ve Peygamberden ziyade geleneklerin belirlediği bir yerle yetinmek zorunda kaldı. Prof. Dr. İbrahim Canan’ın deyimiyle, “Kur’ân ve Hz. Peygamberin, kadının yeri hakkında çok sık uyarılarına rağmen, Peygamber sünnetindeki uygulama, İslâm cemiyetinde maalesef istenen ölçüde yerleşemedi ve müessese haline gelemedi.”

Prof. Dr. Yaşar Kandemir ise, Peygamberimizin davetinde kadın-erkek ayrımı yapmadığını belirtiyor ve kadını aşağılayan davranış ve anlayışların dine dayandırılmak istenmesini “hadisleri anlamama problemi” olarak nitelendiriyor:

“Peygamber Efendimiz İslâmiyeti tebliğ ederken kadın-erkek ayrımı yapmadı. Hem erkeklerden biat aldı, hem kadınlardan. Namaz kılarken arkasında hem erkekler, hem kadınlar saf bağlayıp durdu. Allah’ın buyruklarını gerektiği gibi uygulamaya hem erkekleri, hem kadınları davet etti. Allah’ın Resulünün kadınların aleyhinde sayılacak veya onları aşağıladığı söylenecek birtek hadisi yoktur. Olsa olsa hadisleri anlamama problemi vardır.”

İslâm tarihiyle hangi düzeyde olursa olsun meşgul olmuş herkes, Hz.Peygamberin, kadınların insan sayılmadığı bir dönemde geldiğini bilir. Bu şartlar altında iken dahi, Hz. Peygamberden, kadınları aşağılayan veya ikinci sınıf insan düzeyinde gören bir söz veya davranışın işitilmediğine, hadis uzmanları dikkat çekiyorlar. Prof. Dr. İbrahim Canan, bunun da ötesinde, hadisin kadın ile erkeği denk tuttuğunu şu şekilde açıklıyor:

“Hz. Peygamber ‘Kadınlar erkeklerin denkleridir’ buyurmuştur.[4] Burada ‘denkler’ olarak çevirdiğimiz kelime şakîk’tir – yani aynı bütünden bölünen parça. ‘Şak etmek’ dilimizde birşeyi ikiye bölmek mânâsında kullanılır. Nitekim İbnu’l-Esîr, en-Nihâye’de şakîk kelimesinin çoğulu olan şakaikkelimesini ‘ahlâk ve tabiatça benzerleri, emsalleri’ diye anlar ve açıklar: ‘Sanki kadınlar erkeklerden şaklanıp ayrılmışlardır, zira [hadiste geldiği üzere] Hz. Havvâ, Hz. Âdem’den yaratılmıştır. [Örfte] şakik, anne-baba bir kardeş demektir.”[5]

FARKLILIK VE ÜSTÜNLÜK

Prof. Dr. Canan, kadın-erkek arasında bulunan farklılıkların birbirini tamamlayıcı olduğuna, bu farkların cinslerden birini diğerine üstün kılmadığına dikkat çekiyor:

“İslâm, kadın ve erkek arasındaki farklılığı esas kabul eder, ‘Erkek kadın gibi değildir’[6] der. Ancak bu farklılık, birini üstün, diğerini aşağı kılan, manevî ve hukukî değerini yükselten veya alçaltan bir farklılık olarak algılanamaz. Esas ve öz olarak aynı ibadetlerle yükümlüdürler, insanlara ve Allah’a karşı aynı sorumluluklara sahiptirler. İşledikleri suçların cezaları eşit olduğu gibi, şahıslarına karşı işlenen cinayetlerin cezaları da eşittir. Aradaki farklılık, hayatta gerçekleştirecekleri öncelikli vazife ve misyondan ileri gelmektedir. Kadın öncelikle annedir. O halde, bu gayeye uygun fizikî ve psikolojik farklılıklarla donatılmalıdır. Esasen insanı kadın kılıp erkekten ayıran bütün fizikî, maddî farklılıkların buradan ileri geldiği söylenebilir. Keza kadınlarda farklı yansımalara sebep olan hassasiyet ve hissîlik (duygusallık) durumları da bununla izah edilebilir: Kısacası, çocuklar sınırsız bir şefkate muhtaçtır ve bu da kadınlara verilmiştir.”

Prof. Dr. İbrahim Canan, kadın-erkek arasındaki bu farklılığın her zaman ve zeminde korunmasının gerekli olduğunu belirtiyor:

“Hz. Peygamber, kadın ve erkek arasındaki yaratılıştan gelen farklılıkların ve dışa yansıyan farklı görüntülerin korunmasını emreder. Kadınlara benzemeye çalışan erkeklerle erkeklere benzemeye çalışan kadınlar bu yüzden kınanmıştır. Kılık-kıyafette, süs ve süslenmede, yürüyüşte, konuşmada kadına ait olan tarzların, renklerin, modaların erkeğinkinden farklı olması esastır.[7] Bundandır ki, Hz. Peygamber kendisine bir kadının perde gerisinden uzattığı bir mektubu ‘Bu kadın eli mi, erkek eli mi bilemiyorum’ diyerek almaz. Uzatanın ‘Kadın eli, ya Resulallah’ demesi üzerine de ‘Eğer kadın olsaydın tırnaklarını [kına ile] değiştirirdin’ cevabında bulunur.”[8]

[Devamı var]

KENAN DEMİRTAŞ

 

[1] Buharî, Libas: 31; Müslim, Talâk: 31.

[2] Buharî, Nikâh: 81; İbn Mâce, Cenâiz: 6.

[3] Buharî, Cum’a: 12, Ezan: 162, 166, Nikâh: 116; Müslim, Salât: 134 (442); Ebû Dâvud, Salât: 53; Tirmizî, Salât: 400; Muvatta’, Kıble: 12.

[4] Ebû Dâvud, Tahâret: 95.

[5] İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 2:492.

[6] Âl-i İmrân, 3:36.

[7] Bu hususta çeşitli örnekleri hâvi açıklamayı Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye kitabında yazdık: s. 359-362. (İ. Canan).

[8] Müsned, 4:70.

İmam-ı Rabbani Risale-i Nur’dan haber verdi

Araştırmacı Yazar Kenan Demirtaş “Kur’ân ve Bediüzzaman” konulu konferansta yaptığı konuşmada Kur’ân-ı Kerimin ve İmam Rabbani Hazretleri gibi mühim zatların Risale-i Nur’dan haber verdiğini anlattı.

Birinci Şua’da Bediüzzaman’ın bir suale verdiği cevapları hatırlatan Demirtaş “Risaleler Kur’ân’ın manasını bize güçlü delillerle anlatır” dedi ve şunları nakletti:

Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’ân’ın bâhir bir burhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’câz-ı mânevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuâı ve o mâden-i ilm-i hakikatten mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i mâneviyesidir.

Demirtaş, bu ifadeleri izah ederken, “Risale-i Nur, Kur’ân bahrinin bir reşhasıdır” sözünü açıklama sadedinde, Faslı Tefsir Profesörü Merhum Ferid El- Ensârî’nin şöyle bir benzetmesini anlattı: “Bal kavanozunun üzerinde, balın bileşenleri, yani prospektüs yazılıdır; bu kadar şundan, şu kadar bundan var diye. Yani prospektüs o balı tarif eder. İşte bir kısım tefsirler, ayette şu var, bu var diye onun bileşenlerini, içeriğini gösterir. Bu tarz tefsirlere lafzî tefsir denir ki, anlattıkları elbette doğrudur. Ancak Risale-i Nur öyle yapmaz. Bal kavanozunun kapağını açar, sizin ağzınıza bir kaşık bal koyar ve der ki, ‘işte bunun içinde bu var.’ ” Evet, Risale-i Nur, Kur’ânî hakikatleri tattıran, onun manevî bir tefsiridir…

Lakin ümid edilir ki, bin sene geçtikten sonra bu gizli devlet tekrar teceddüd eder de galebe çalar ve şüyu bulur. Aslî kemâlât tezahür eder, zılliye olanlar ise istitar eder, gizlenir. Hazret-i Mehdi de (aleyhi’r-rıdvan ), aslî olan bu yüksek kemâlâta revaç verir, yayar.”

Burada asıl ile zıl arasındaki farkı anlatan Demirtaş, “Güneş asıldır, güneşin aynadaki yansıması zıl’dir. Kur’an-ı Kerim hep aslı gösterir. Meselâ, “Deveye bakmazlar mı? Nasıl yaratılmış. Yere bakmazlar mı? Nasıl döşenmiş” buyurur. Eserlerde tecellî eden Şems-i Ezelîye baktırır.

İşte Kur’ân’ın manevî bir tefsiri olan Risale-i Nur, eserin ardındaki Fâile, yani gölgenin aslına baktırıyor; Kitap ve Sünnet ile gidilen ve velâyet-i kübrâ denilen Nübüvvet kemâlâtının yoluna bağlıyor.

İmam-ı Rabbaninin Mektubat’ından devamla, “Ey oğlum! Rasülullah’a (aleyhi ve alâ âlihi’s-salâtü vesselâm) tam uyan bir kimse, tebaiyetle nübüvvet makamının kemâlâtını bitirdiği zaman, makam mansıp ehlinden ise, ‘İmâmet Makamı’ ile şereflendirilir. Vilâyet-i Kübra kemâlâtını bitirince de, ‘Hilâfet Makâmı’ ile şereflendirilir.

Zıl (gölge) derecelerinde, İmâmet makâmına uygun olan, “Kutb-u İrşât Makamı“dır. Hilâfet makamına uygun olan ise, ‘Kutb-u Medar Makamı‘dır. Aşağıda bulunan bu iki makam, sanki yukarıda olan o iki makamın gölgeleri gibidirler.

“Nübüvvet makamına ve velâyetine uygun olan ilim ve marifetler, Peygamberlerin (aleyhimü’s-salavâtü vetteslîmât) şeriatlarıdır. Peygamberlerin dereceleri ayrı ayrı olduğu için, o derecelerin miktarına göre şeriatları da birbirinden farklı olmuştur.

Evliyanın velâyet makamına uygun olan marifetleri; onların tevhid ve ittihadı bildiren ilimleri; ihata ve sereyan haberleri; yakınlık ve beraberlik; aynalık ve zılliyet; şühûd ve müşâhede gibi sözleri tasavvufçuların şathiyatıdır. Kısacası, Enbiya marifetleri, ‘Kitap’ ile ‘Sünnet’tir; evliya marifetleri ise, ‘Füsûs’ ile ‘Fütûhat-ı Mekkiyye‘dir.

“Evliyanın velâyeti, kurbiyettir ki, kulun dereceler kat edip Allah Telâya yakınlaşmasıdır. Peygamberlerin velâyeti ise akrebiyettir ki, Allah Teâlâ’nın kula olan yakınlığının inkişaf etmesidir.

“Evliyanın velâyeti, Şuhûda delâlet eder. Peygamberlerin velâyeti, nisbet-i meçhûleyi ispat eder.

“Evliyanın velâyeti, akrebiyeti, yani Allah Teâlâ’nın kula yakınlığını anlayamaz; cehalet ve hayret nedir, bilemez. Peygamberlerin velâyeti, akrebiyet var olsa da, yakınlığı ,uzaklığın kendisi olarak görür; şuhûdu, gaybın kendisi olarak addeder.”

Kenan Demirtaş, bu konuyu açıklama sadedinde, Sözler kitabı, Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalından “Reşha” misalini örnek olarak verip, konuşmasını sona erdirdi.

Konferansa katılan Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden Mehmet Fırıncı Ağabey de yaptığı kapanış konuşmasında Risale-i Nur’un hem dünya hem ahiret hayatını insanın en güzel şekilde yaşamasını temin eden Kur’ânî bir yol olduğunu söyledi. Ve İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin Risale-i Nur hakkındaki ilgili mektubunu yaklaşık yirmi sene önce Üstadın hâlis talebesi Sungur Ağabeyden işittiğini belirtti.

Moral Haber

Bedeli en yüksek para: İsraf

Bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

Nasıl ki, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de kainatın dengesinin bozulmasına sebep oluyor. Gereksiz yere tüketilen her litre su, alınan fazladan her kıyafet, küremizi daha fazla ısıtıyor ve hem onda yaşayanlara hem de o yaşayanları Yaratan’a karşı büyük bir zulüm oluyor. Efendimiz’in (a.s.m.) lüks içinde yaşadığı için bir sahabenin namazını kılmayacak kadar önem verdiği israf hem Kur’an’da hem de hadislerde katî bir şekilde yasaklanmıştır.

İsraf, “yeme, içme, giyim kuşam, alış veriş, uyku ve istirahat, hatta konuşup yazmak gibi her türlü hâl ve davranışta sınırı aşmaktır” diye tarif ediliyor. Âyet ve hadislere baktığımızda, bütün israfların yasaklandığını, bazılarının haram, bazılarının da mekruh sayıldığını görüyoruz.

Peki, israf neden yasaklanmış ve bu yasağın hikmetleri nelerdir? Başta Üstad Bediüzzaman’ın İktisat Risalesi olmak üzere İslâmî kaynaklarda özetle şu cevaplara rastlıyoruz:

İsraf, öncelikle kâinattaki hikmete zıttır. Çünkü kâinat tam bir hikmetle yaratılmış ve hiçbir şeyde asla israfa yer verilmemiştir. Meselâ, kafamıza o kadar çok organ ve parça yerleştirilmiş ki, sayısız görevleri başarıyla görüyorlar. Şayet her birine tırnak kadar bir yer verilseydi, kafamız Ağrı Dağı gibi büyük olurdu. Hâlbuki öyle olmamış, her biri maksada ne kadar yarayacaksa, ona o ölçüde yer verilmiş. Hiçbir şekilde israfa gidilmemiştir.

İşte bizden istenen de, kâinata konan bu hikmete uymak. Meşru maksatlarımızı görecek ölçü ne kadarsa, o ölçüde tüketmek ve sınırı aşmamak.

İsraf nimeti küçümsemektir

İsraf, şükre de zıttır. Bunu vicdanımızla da hissedebiliriz. Meselâ, birine bir hediye verilse, o da verenin gözü önünde onu çöpe atsa; hiç şüphesiz o hediyeyi küçümsemiş olur. Hatta diliyle teşekkür etse bile, bu tavrıyla teşekküre zıt bir davranış sergilemiş olur.

Cenâb-ı Hakkın sonsuz rahmetiyle verdiği nimetleri israf etmek de, o nimetleri küçümsemek anlamını taşır. Hem israf kanaatsizliği doğurduğu için çalışma şevkini kırar. İnsanı tembelliğe atar. Şükredeceği yerde devamlı şikâyetçi olur.

Ayrıca israf, Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiği nimeti küçümseme anlamını taşıdığı için de, o nimetten mahrum olmaya sebep olur.

Sonra israf, nimetlerdeki İlâhî rahmete karşı bir saygısızlıktır. Çünkü insanlar bile, acıdığı muhtaç birisine bir miktar para verse, o da o parayı kumara verse, elbette onlar bundan hoşlanmazlar. “Acıdık, para verdik. O da bizim merhametimizi kötüye kullandı, saygısızlık etti” derler.

İsraf, aynı zamanda bereketsizliğin de sebebidir.

Manevî bir dilencilik

Ayrıca israf, beden ve çevre sağlığını da bozan sebeptir. Nasıl ki, fazla yiyip içmek, içki ve uyuşturucu gibi haram olan israflara girmek beden sağlığını bozuyorsa, ihtiyaç fazlası tüketim de çevre dengesinin bozulmasına sebep olur (Aşırı tüketimin çevre dengesini ne kadar bozduğunu, artık ilim adamlarından sıradan insanlara kadar herkes tartışıyor).

Hem israf, manevî dilencilik zilletine düşüren bir sebeptir. Yani insan, gelenek görenek gibi sebeplerle zorunlu ihtiyaç olmayan şeyleri alıp tüketmeye başlarsa, gelir gider dengesi bozulur. Başkalarından borç para almaya kendini mecbur hisseder ve manevî dilenciliğe ve sefalete düşer.

Efendimiz müsrifin namazını kılmadı;

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir süre, zorunlu ihtiyaçların üstüne çıkarak tereffüh (lüks) için borç alan ve bu borçla ölen kimselerin cenaze namazlarını kılmamış, Sahabelere “onun namazını siz kılın” buyurmuştur.

Özellikle bu zamanda israfta harcanan para çok pahalıdır. Karşılığında bazen haysiyet, namus rüşvet olarak alınabiliyor. Bazen de dinin kutsal değerleri alınıyor, sonra değersiz bir para veriliyor.

  • İsraf, sefahatin, sefahat de sefaletin kapısıdır.
  • İsraf, nimet içindeki lezzetleri hissedememenin sebebidir.
  • İsraf, nimetlerdeki lezzetin tadını alamamanın da sebebidir.

Daha bunlar gibi pek çok sebep ve hikmet sıralanmıştır ki, bunlardan israfın ne kadar şer olduğu ve insanı şerre götürücü önemli bir sebep olduğu açıkça anlaşılıyor. Kur’ân ve Sünnet her türlü şerri yasakladığı gibi şeytanların at kişnettiği israf alanını da yasaklamıştır.

İsraf şeytanların kardeşidir

Kur’ân şöyle buyuruyor:

Ey âdemoğulları! Yiyin için fakat israf etmeyin. Allah israf edenleri sevmez.” Çünkü “israf edenler şeytanların kardeşleridir.

Peygamber Efendimiz de (a.s.m.) şu sözlerle israfı, ihtiyaç fazlası tüketimi yasaklamıştır:

Yiyiniz, sadaka veriniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.

Bu hadis-i şerifte sadakada bile israf olabileceği belirtilmiştir. Şayet insan başkasına muhtaç olacak ve sefalete düşecek kadar sadaka verirse, bunun da israf olabileceği belirtilmiştir.

İnsan ne kadar zengin olursa olsun ve ne kadar bol nimetler içinde bulunursa bulunsun, yine de ihtiyacını giderecek kadar harcama yapmalıdır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) şu uyarısı, israf alanının ne kadar geniş olduğu konusunda oldukça dikkat çekicidir:

Resulullah (a.s.m.), abdest almakta olan Sa’d’a uğramıştı. ‘Bu israf da ne?’ buyurdular. Sa’d, ‘Abdestte de israf olur mu?’ dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ‘Evet! Akan bir nehir üzerinde olsan bile!’ cevabını verdi

İsraf hem candan hem maldan ediyor

İmam Nevevi’nin de ifade ettiği üzere, İslâm âlimleri bu ve benzeri hadislerden hareketle, abdest alırken fazla su kullanılmasını, deniz kenarında bile olsa “mekruh” saymışlar ve bu konuda görüş birliğine varmışlardır.

Hanefî mezhebinde, kişinin kendisine ait olan veya kullanılması mubah olan suda israfın tahrimen mekruh, mescitlere vakfedilen sularda ise, israfın haram olduğuna hükmetmişlerdir. Bu yasakta İslâmiyet’in başka maksatları bulunduğu için, suyun nehirde bedava akması gibi fevkalâde bolluğu, ondan ihtiyaç fazlası harcamanın mekruh olmasını ortadan kaldırmıyor. Buradaki İlâhî maksatlardan biri, kişiye, günde beş defa israfın kötülüğünü hatırlatmak, bir değeri de tabiata olan saygıyı gönüllere yerleştirmektir diyebiliriz.

Günümüzde bu saygının gönüllerden silinmesi sebebiyle çevreye ne kadar zarar verildiğini, yaşanan çevre felâketleriyle artık daha iyi anlıyoruz. İhtiyaç fazlası tükettiğimiz her şey bize bütün zararlarıyla geri dönüyor. İklim değişikliğinden hava ve toprağa karışan zehirlere kadar birçok şey hayatı olumsuz etkiliyor. Bazen de hem candan hem de maldan oluyoruz.

Hem varlığa hem de Allah’a karşı zulüm

Şu hadis-i şerif de, israfın bir kötülük, bir haddi aşma ve bir zulüm olduğunu belirtmesi bakımından ibretlidir:

“Hz. Peygamber (a.s.m.), kendisine abdest hususunda soru soran bir bedeviye, organlarını üçer defa yıkamak suretiyle abdest almayı fiilen gösterdikten sonra, ekler, ‘Abdest böyle alınır. Kim buna ilâvede bulunursa kötü yapmış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur.’”

Hadiste geçen “zulmetmiş olur” tabiri düşündürücüdür. Bu hadisi açıklayanlar “sevaptan mahrum kalmakla kendine zulmetmiş olur” anlamını çıkarırlar. Bizim de, israfa girdiği için varlığa zulmetmiş, emanete ihanet ettiği için de mülkün gerçek sahibi olan Allah’a karşı bir zulüm işlemiş olur anlamını çıkartmamız mümkündür.

Evet, abdest alırken bile suyu israf etmek kötülük, haddi aşmak ve zulüm olursa, başka şeylerde yaptığımız harcamalar, elbette daha fazla dikkat gerektiren hususlardır.

Kenan DEMİRTAŞ