Etiket arşivi: kenan taştan

Çocukta Zeka Oluşumu

Dünyada, kıskanmadan insanın kendisinden daha iyi olmasını istediği tek varlık, kendi çocuğudur.

 Bize anne ve babalar tarafından en sık sorulan sorulardan biri de çocuklarının zekâ düzeyi ile ilgili sorulardır.

 –         Acaba eğitimle çocuğumun zekâsı artar mı?

–          Eğitimin yeri, anne ve babadan daha mı önemli?

–          Zekâ sadece doğuştan anne ve babanın genlerinden alınan bir özellik mi?

–          Zekâyı en çok etkileyen faktörler nelerdir?

Bu soruları çoğaltmak mümkün.

Her anne baba haklı olarak çocuğunun rahat, huzurlu, başarılı ve zeki olmasını ister. Bunun içinde onların iyi eğitilmeleri ve başarılı olmaları için ellerinden geleni yapmaya çalışırlar.

Öncelikle vurgulamamız gereken şey; bütün çocukların belli bir potansiyele sahip olarak doğduklarıdır. Ancak bu potansiyelin aktif hale getirilmesi ve var olan yetilerin daha fazla gelişmesi için aileye büyük görevler düşüyor. Çünkü zekânın oluşumunda etkili olan unsurlar arasında;

 –         Annenin hamilelik döneminde yaşadıklarının %20

–          Anne ve babadan geçen genlerin etkisinin %35

–          Doğumdan sonraki çocukların yetiştikleri çevrenin etkisinin %45 olduğu ispatlanmıştır.

İstatistikî verilerden de anlaşılacağı üzere çevrenin zekâ üzerindeki etkisi azımsanamayacak kadar çoktur.  Diyelim bir insanın boyu genlerinde 170 santimetre. O çocuk iyi beslenirse 1.70 santimetreye kadar boyu uzayacaktır. Aksi durumda boyu 1.60 santimetrelerde kacaktır. Zekâ da böyledir. Ortalama insanın IQ´su (zekâsı) 100 civarlarındadır. Çocuğunuzun potansiyel zekâsının 140 olduğunu varsayalım. Çocuk eğitilmediğinde veya olumlu çevresel impulsları alamadığında IQ 100´ler civarında veya daha aşağı seviyede kalacak demektir. Yani aslında var olan potansiyel kullanılmadığı için nakıs kalmış olacak ve deha niteliğindeki çocuğumuz vasat sınırlarda yaşamaya mahkûm olacaktır.

Zekâyı geliştirmenin ilk kuralı kendi potansiyelimizin farkında olmak ve ondan sonraki aşama da baskın olan zekâ tipimizi bilmektir. Bu çocuk eğitiminde de böyledir. Anne-babalar çocuklarının baskın olan zekâ tipini bilirlerse çocuklarının eğitimini ona göre düzenleyebilir ve çocuklarını daha küçük yaştan itibaren kabiliyetlerine göre yetiştirebilirler.

Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi zekâ insana bahşedilmiş muazzam bir potansiyel olmasına rağmen, kullanılmadığı veya uygun eğitimlerden geçirilmediği zaman geliştirilemez ve o muazzam potansiyel kullanılamaz. Bunu bir ülkenin yeraltı zenginliklerine benzetebiliriz. O ülkede istediği kadar çok bor madeni, petrol, altın, gümüş yatakları vs gibi yeraltı zenginlikleri olsun eğer bu zenginliklerin farkına varılmaz veya değerlendirilmez ise o ülke iç ve dış borç batağından kurtulup da sosyal refah düzeyine ulaşamayacaktır. Günümüzde de insanlar kendi ve çocuklarının potansiyellerinin farkına varamadıkları için, normal yaşam standart’ının çok altında bir yaşam sürmektedirler.

Çocuğumuzun zekâsının (IQ) ne kadar olduğunun yanı sıra, nasıl bir zekâ türüne sahip olduğu, onu tanıma ve ona vereceğimiz eğitim açısından çok önemlidir. Günümüzde çocuklarımızın kapasitesini öğrenme adına en çok merak edilen konulardan biridir çocuğun zekâ düzeyi (özelliklede IQ). Oysa yapılan son araştırmalarda zekânın düzeyinden ziyade zekânın tipinin önemli olduğu ispatlanmıştır.

Yalnız burada özellikle yapılmaması gereken önemli bir husus; anne ve babaların çocuklarının baskın zekâ türünü tespit edip ille da ona göre meslek seçmeleri konusunda çocuklarını zorlamamalıdırlar. Çünkü çocuğun zekâ tipi, onun ileride hangi mesleği seçeceğinden çok, hangi yöntemle öğrenebileceğini ortaya koyar. Örneğin çocuğunuzda müzik zekâsı var diye ille de çocuğa müzik aleti almak veya konservatuara yazdırmak zorunda değilsiniz. İki saat matematik çalışıyorsa, bir saat de müzik dinlemesine imkân vermelisiniz.  Eğer anne ve babalar bunu yaparlarsa çocuk matematiği daha çok sevecektir.

Harward üniversitesi profesörü; Howard Gardner’in araştırmasına göre biyolojik temele dayanan sekiz farklı zekâ vardır. Çoklu zekâ teorisi denen bu araştırma her çocuğun bireysel farklılıklarını değerlendirmeyi temel alır.

Zekâ’nın Bölümleri

Sözel Zekâ: Kelimeleri etkili kullanma yeteneğidir. Bu çocuklar dinleyerek öğrenmeyi sever, duygu ve düşüncelerini sözel ifadelerle aktarırlar. Masal, hikâye ya da fıkra anlatmaktan çok zevk alırlar. İyi yazarlar, iyi anlatırlar, kitap okumayı severler. Anne-babanın onu konuşturmaya çalışması faydalı olur. Bu türden daha çok şair, yazar, gazeteci ve politikacı olur.

Sayısal (Mantıksal/Matematiksel) Zekâ: Sayıları akıllıca kullanmak ve sebep sonuç ilişkisi kurabilme yeteneğidir. Eskiden yapılan zekâ testlerinde sadece bu zekâ türü ölçülüyordu. Sebep-sonuç ilişkisi kurmayı ve “neden” demeyi severler, çok soru sorarlar. Bu çocuklar hesap yapmayı, sayı saymayı, mantık yürütmeyi, bir makineyi söküp nasıl çalıştığını görmeyi sever. Dama, satranç gibi düşündüren oyunları oynamaktan çok zevk alırlar. Bilim adamı, matematikçi ve bilgisayar programcısı olma ihtimalleri yüksektir.

Görsel Zekâ: Etrafındaki objeleri hayalinde canlandırma ve değerlendirme yeteneğidir.  Bu çocuklar işittiği bir şeyi değil de, gördüğü bir şeyi daha iyi akılda tutarlar. Yaşıtlarına kıyasla çizimleri ve resimleri güzeldir. Yapboz, labirent gibi görsel faaliyetlerden çok hoşlanırlar. Film ve slâyt gösterileri eşliğinde öğrenmeyi severler. Eğilimli oldukları meslekler; ressam, mimar, fotoğrafçı ve dekoratörlüktür.

Bedensel/Kinestetik Zekâ: Kişinin kendisini ifade etmesinde ve bir şeyler yapmakta bedenini kullanma (dans, mimik, pandomin) yeteneğidir. Yerinde duramazlar, spora ilgileri fazladır. El becerileri gelişmiştir. Çok rahatlıkla tamir işlerini yapabilirler. İyi taklit yaparlar. Bu çocuğa öğretirken atölye çalışması yaptırmak gerekir. Sporcu, aktör, dansçı, heykeltıraşların çoğu bu zekâya sahiptir.

Müzik (İşitsel) Zekâsı: Seslere hassasiyet gösterme kapasitesi ve kendisini müzikle ifade etme yeteneğidir. Nota, solfej bilmeseler bile, melodileri hemen akılda tutarlar. Müzik eşliğinde ders çalışırsa o bilgileri daha iyi akılda tutabilirler. Müzik aleti çalmaya heveslidirler. Müzisyen olurlar.

Sosyal (Kişiler Arası) Zekâ: Başkalarının ruh hallerini, hislerini, duygularını, mizaçlarını anlama kapasitesi ve yeteneğidir. İnsanları tanıma konusunda çok başarılıdırlar. Liderlik özellikleri vardır. Oynayarak, paylaşarak, konuşarak öğrenirler. Onu sosyal ortamlara sokup, sosyal becerilerini geliştirmesine fırsat vermek gerekir. Bu türden daha çok danışman, öğretmen, siyasi lider çıkar.

İçsel Zekâ: Hayal kurmayı, düşünmeyi severler, kendilerinin güçlü ve zayıf yönlerini iyi analiz ederler. Genelde tek başlarına çalışmayı ve oynamayı tercih ederler. İçine kapalı çocuk diye tanımlanırlar. İlgi duydukları şeyler veya hobiler hakkında çok fazla konuşmayı sevmezler. Bu çocukları düşünmeye, oturup kafa yorarak fikir üretmeye,  hayal kurmaya teşvik edebilirsiniz. İçsel zekâya sahip olanlar psikolog ve psikoterapist olmaya daha yatkındır.

 Doğa Zekâsı: Böcekler, hayvanlar, deprem gibi doğa olaylarına karşı ilgi duyarlar. Temiz ve yeşil bir çevre onlar için önemlidir.

Çocuklarımızın daha kolay öğrenmesini istiyorsak bu zekâ türlerini bilip çocuğumuzda baskın olan zekâ tiplerini tespit ettikten sonra eğitimlerini ve öğretimlerini buna göre düzenlememiz gerekir. Örneğin; görsel zekâsı olan çocuklar resimlerle ve video filmleriyle daha kolay öğrenirken, bedensel zekâsı olan çocuklar dokunarak, deneyerek, yaparak daha iyi öğrenirler. Matematik zekâlı çocuklar mantığa dayalı, sebep sonuç ilişkileriyle rahatça öğrenirken, müzik zekâlı çocuklar müzikle, dilsel zekâlı çocuklar ise dinleyerek ve okuyarak öğrenmede daha başarılı olurlar. Sosyal zekâlı çocuklar konuşup, iletişim kurarak, içsel zekâlı çocuklar ise tek başına çalışarak öğrenmekten zevk alırlar.

Zekâ tipi ne olursa olsun her çocuğun kuvvetli ve zayıf olduğu yanları vardır. Çocuk eğitiminde ve öğretiminde tek tip zekâya yönelik programların uygulanması içimizden çıkması muhtemel olan pek çok dahi çocuğun gelişimini engelleyecektir.

Şimdiki aklımız olsaydı; Öncelikli olarak çocuklarımızın baskın olan zekâ tiplerini öğrenir ve bir şeyi onlara anlatacağımız zaman baskın olan anlama tiplerine göre anlatırdık. Üçüne birden anlattığımız ve birinin iyi anladığı diğerinin daha az anladığı konuda daha az anlayanı suçlamaz, bunun sebebinin bizim anlatım tarzımızdan ve çocuğumuzun kişilik özelliğinden kaynaklandığını düşünüp onu daha iyi anlamaya ve onun özelliklerini daha iyi tanımaya çalışırdık.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Çocuk Eğitiminde Şimdiki Aklım Olsaydı Kitabından Alıntıdır.

Toplumsal Salgın: Mutsuzluk

Mutsuzlukta dibe vurmak üzere olduğumuzu tahmin ediyorduk ama son yapılan ülkelere göre mutluluk haritası araştırması bunu bir kez daha teyit etti. “Gallup Araştırma Şirketi” binlerce insanla görüşmüş ve ülkelerin ‘Mutluluk Haritası’nı çıkarmış. 155 ülkede gerçekleştirilen bu çalışmaya göre ülkemiz 103. sırada yer alıyor. Anlayacağınız toplumsal bir buhranın eşiğindeyiz.

Mutsuzuz çünkü bizdeki iletişim adeta illet-işim’e dönüşmüş durumda. Genelde toplumsal iletişimden ama özelde de aile içi iletişimden bahsettiğimi bilmem hatırlatmama gerek var mı?

Küresel ısınmanın, çevresel kirlenmemin hemen her boyutunun konuşulup-tartışıldığı ve çözüm üretmek için büyük meblağların ve zamanın harcandığı günümüzde, çevresel kirlenmeden daha vahim bir kirlenme olan duygu ve düşünce kirlenmesinin önüne geçmek için fazla bir gayretimiz yok.

İnsanla yaşadığı çevre/evren arasında garip bir ilişki var. Bundan dolayı kimi âlimler insan’a “mikro evren” kâinata da “makro insan” demişler. “Makro insan” olan kâinatın bilinmeyen yıldızları, galaksileri, kara delikleri var. “Mikro evren” olan insanda ise içinde keşfedilmeyi bekleyen dünyalar var.

Çağımız insanı kozmoloji adına evrenin en ücra köşelerini keşfe çıkarken, içindeki evrenden habersiz yaşamakta. Nice galaksiler, yıldızlar, Habal teleskopları bu uğurda keşfedilirken insanın kendi iç âlemindeki latifeleri hala keşfedilmeyi bekliyor.

Bunun sebebini siz olsanız ne ile izah edersiniz?

İnsanın içindeki dünyaları keşfe çıkması uzaydaki dünyaları keşfe çıkmasından çok daha zor olması bu meseleyi izah etmek için yeterli bir neden olabilir mi?

İnsanın kendini tanıma sürecinde sıkıntılarla karşılaşması haliyle karşısındaki insanları tanıma sürecine de yansıyor. İşte tam burada durup düşünmek lazım, neden bir hayatı birlikte paylaşmaya talip olan insanlar, yaşadıkları bu hayatı tahrif ediyorlar? Ve birbirlerine bu hayatı zindan ediyorlar?

Aile kurumu paylaşarak üreten bir ocak, bir yuva olması gerekirken, neden tüketerek insan öğüten bir yapı haline dönüşüyor?

Tüm bu soruların cevabını insanın kendini ve karşısındakini tanıma süreci içerisinde aramak gerekir.

Yapılan tüm çalışmalar insanın kendini tanıma sürecinde insan-evren ilişkisinin, insan-insan ilişkisinden daha iyi olduğunu göstermektedir. İnsanın, bir diğer insanı tanıma yöntemi kurduğu iletişimin kalitesi ile belirlenebilir.

Eşler arasında yaşanan ve boşanmayla neticelenen hemen tüm evliliklerin temelinde de işte bu iletişimsizlik yatmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜYİK), verilerine göre Türkiye’de son 15 yılda boşanma oranı %245 artış göstermiştir. Ayrıca evlenme oranları da neredeyse bu oranda azalmıştır. Tüm boşanma sebepleri içinde geçimsizliğin (iletişimsizliğin) oranı %95’ten fazladır. İletişimsizlik hem aşkı, hem evliliği, hem de bütün ilişkileri bitirmektedir.

Eşler arası problemlerin meydana gelmesinde en önemli faktörlerden birisi, eşlerin birbirlerini yanlış tanıması ve yanlış anlamasıdır. Sorunların büyütüldüğü ve kronik hale geldiği ailelerde temel yanlış; eşlerin her biri problemin karşıda olduğuna inanmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda olan eşler, her zaman en doğruyu kendisinin yaptığını, gereken fedakârlığı gösterdiğini, ancak hep haksızlığa uğradığını düşünmektedir. Hâl böyle olunca da sorunların çözülmesi zorlaşmakta ve iş boşanmaya kadar girmektedir.

Aslında bu durumun zannedildiğinin aksine böyle olmadığını Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasıyla izah etmeye çalışalım. Bir gün aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişi Hoca’nın yanına gelir. Birinci adam, olayı kendi açısından güzelce anlatır.

Bunu dinleyen Hoca:

“Haklısın” der.

Sözü alan diğer adam da, kendine göre nasıl haklı olduğunu bir güzel açıklar. Hoca aynı şekilde:

“Haklısın” der.

“Olaya şahit olan Hoca’nın hanımı dayanamaz ve itiraz eder:

“Hocam nasıl olur, ikisine de haklısın” dedin.

Hoca biraz sıkılır ve eşini tasdik etmekten başka çare bulamaz:

“Hanım sen de haklısın.”

Aslında eşler arasındaki olaylar, tıpkı bu fıkrayı andırır. Neredeyse tüm ikili ilişkilerde “yüzde yüz haklı” olan taraf yoktur. Herkes aralarında geçen olayları kendi açısından değerlendirir ve bir bakıma herkes haklıdır.

“Olur, mu canım öyle şey?” dediğinizi duyar gibiyim.

Evet, sizde haklısınız!

İşte insan ilişkileri aynen böyledir. Olaya hangi açıdan baktığınız, olayı çözmeye mi yoksa bitirmeye mi, niyetli olduğunuzu gösterir.

Bugün hala elimizde mutlu evliliği belirleyen kesin ölçütler yok. Bilim bize, “şunlar şunlar olursa evliliğin mutlu olur” şeklinde kesinlik içeren bir açıklama getiremiyor. Daha da önemlisi, “insanları mutlu etmenin yolu bilimden geçmiyor. Bilimi bilmek ise bilge olmayı sağlamıyor.” Bununla birlikte bilimden istifade edebiliriz. İletişim konusunda kendimizi geliştirebiliriz. Fırtınalı bir havada dalgaları kontrol edemeyiz ama o dalgaların üzerinde sörf yapmayı öğrenebiliriz. Önceliğimizi karşımızdaki insanları (özellikle eşimizi) değiştirmeye değil kendi iletişimimizi geliştirmeye verebiliriz. Bu sayede oluşabilecek badirelerden geçmek daha kolay olacaktır. Çünkü her evde zaman zaman biz hekimlerin tabiri ile nabız yükselir, tansiyon düşer. Yani şok belirtileri görülür. Müdahaleniz doğru olmazsa ilişkiniz ölümcül bir safhaya kadar ilerleyebilir veya kronikleşebilir. Çözülmemiş çatışmalar kronik hastalık gibidir. Tedavi edilmeyen hastalık çoğu kez kötüye gider, belirtilerini görmezseniz evliliğinizi bitirebilir. Burada yapılması en uygun müdahale problemlerin sebepleri üzerine yoğunlaşmak yerine, problemlerin çözümleri üzerine yoğunlaşmak olmalıdır. Zaman zaman zorlandığınız yerde evliliğin en önemli yakıtını kullanmaktan çekinmeyin. Evet, evliliğin en önemli yakıtı günümüzde hala, “anlayış”tır.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org / Evliliğinizin Kaçıncı Kilometresindesiniz Kitabından Alıntıdır…

Doktor’un Nurlarla İlk Tanışması (Hatıra)

İslam’ın bilinçli bir şekilde gündemime ve pratiğime yansımaya başladığı ilk yıllarda Risale-i Nurları ben de herkes gibi duymuştum. Risale hakkında içinde bulunduğum çevreler tarafından pek de olumlu şeyler duymamam bu konuda ister istemez bende bir ön yargı oluşmasına neden olmuştu. Yine de ilk zamanlarda zoraki de olsa bazı arkadaşların vesilesiyle derslere katılmış ve Risale dilinin o zamanlar bana ağır geldiğini düşünerek Risale okumayı başka insanlara havale ederek vaz geçmiştim.

O zamanlardan aklımda kalan ve beni en çok sinirlendiren (!) olayların başında; Risale okunurken cemaat içinde bazı insanların kendi kendilerine yüksek bir sesle, hayretengiz bir şekilde ; “Allah Allah!” gibi kelimeler sarf etmeleri ve her fırsatta ceplerinden küçük kırmızı kaplı bir kitap çıkararak, nasıl olurda bu kitaptan bir şeyler okurum tavırlarıydı. Bana göre okunan metinde hiçte insanı cuşu-huruşa getirecek, çok orijinal bir şey yoktu(!)

İslam’ın güncelime girmesinden sonra tam dokuz yıl geçmiş, uzmanlık eğitimini yapmak için Edirne’ye tayin olmuştum. Arkadaşlarla bir akşam sohbet etmek için toplandığımızda, o akşam yeni tanıştığımız bir arkadaş dikkatimi çekmişti. Duruşu, kalkışı oturuşu, edebi beni ilk andan itibaren etkileyen bir arkadaş. Sohbet ilerleyip, konu İslami meselelere gelince muhabbetimiz daha da bir hararetleniyor ve herkes kendi fikrinin ön planda olması için gayret sarf ediyordu. İşin enteresan tarafı yeni tanıştığımız Yusuf kardeş konuya konuşmacı olarak pek müdahil olmuyor dinliyor ve herkes konuşmasını bitirdikten sonra;

Abi müsaade ederseniz ben de fikrimi söyleye bilir miyim?” diye adeta sazı eline alıyor ve yaptığı yorumlarla bizi hayretlere düşürüyordu.

Sohbet bu minval üzere devam ederken, benim yıllardır kafamı karıştıran, ara ara imamlar ve müftüler dâhil sorduğum birçok soruya inanılmaz ikna edici cevaplar veriyordu. Bir ara kendimi kaybetmiş olacağım ki;

Kardeşim sen dahi bir insan mısın? Bu cevaplar nereden aklına geliyor? Müthiş bir yorum bu!” gibi cümleler sarf etmeye başladım. Oysa yapım gereği tartışmalarda enaniyetin de etkisiyle muhatabıma asla böyle şeyler söylemez ve elimden geldiğince onun tezini çürütmek için anti-tezler üretirdim. Ancak bu sefer başkaydı, aldığım cevaplar çok orijinal ve sorduğum sorunun birebir karşılığıydı. Adeta pes etmek zorunda kalmıştım. Oysa İslam’a gönül vereli dokuz yıl olmuştu. Bu süre zarfında İslamsız geçen yılların açığını kapatmak için geceli gündüzlü okuyordum. Buna rağmen böyle orijinal cevaplar duymamıştım. Belli ki muhatabım çok zeki bir insandı. Bu zekâsını kullanarak çok çetrefilli sorulara gündelik yaşantımızdan bizim adiyattan (!) diyebileceğimiz örnekleri, zekâsıyla yorumluyor ve çok güzel bir yere bağlıyordu. Ancak beni daha çok şaşırtan olay onun bana verdiği cevaptı.

Abi bunlar benden değil. Ben bu örnekleri Risale-i Nurdan veriyorum. Risale asrımızın Kur’an…

Bir dakika, bir dakika(!) Sen şimdi bu verdiğim örnekler, bizim bildiğimiz Risaleler de var mı? ”diyorsun.

Evet. Bu ve buna benzer daha nice örnekler asrımızın Kur’an tefsiri olan Risale-i Nurlarda var.

Allah Allah. Kardeşim ben Risaleleri inceledim. Ama senin söylediğin hiçbir örneği göremedim.

Aslında bu cümleyi söyledikten sonra utanmıştım. Çünkü o zamana kadar sadece küçük sözler diye bir küçük kitap almış ve 1. Sözü bile bitirmeden okumaktan vaz geçmiştim. Bana göre dili ağırdı ve bu kitaplardan faydalanmak isteyenlerin yolu açık olsundu. Bana gelince ben daha anlaşılır kitaplar okumalıydım. Zaten öyle de yaptım. Ancak daha anlaşılır kitaplarda bu orijinal cevapları bulamamıştım.

O gün, Yusuf kardeşle anlaştık. Bu günden sonra hafta da bir saat bir araya gelip özel olarak Risale okuyacaktık. Hakikaten öyle de yaptık. Yalnız bir farkla, hafta da bir akşam bir saat planladığımız sohbet, yaklaşık 5-6 saat sürüyordu ve ben zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum.

Kendime özel Risale okumalarımın olmadığı sadece Yusuf kardeşin okuduğu ve yorumladığı bir dersin ertesi gününde Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi çocuk servisinde nöbetçi olduğum bir gece, 20 günlük olduğunu hatırladığım bir bebek getirmişlerdi Çorludan. Gerekli muayene ve tetkikleri yaptıktan sonra bebeğin yatışına karar vermiştik. Bunu babaya izah ettiğimde mütedeyyin olduğunu sonradan öğrendiğim babanın tepkisi isyankâr bir tavır aldı.

Doktor Bey nedir bu bizim gibi insanların başına gelenler? Neden hep belalar benim gibi adamları buluyor? Milletin çocukları gürbüz oluyor bizim gibilerin şu çektiklerine bir bakar mısın?” Bu ve buna benzer cümleleri isyan eden tarzda bir baba vardı karşımda. Ona söyleyeceğim hiçbir cümlenin onu teskin edeceğini zannetmiyordum. Bununla birlikte bir şeyler söylemem gerekiyordu. Kem küm edip birkaç cümle sarf ettikten sonra,ortalığın sakinleşmesini bekledim. Gece saat 01:00 civarlarında babayı koridorun dışında çökmüş üzgün bir halde buldum. Ona birlikte çay içmeyi teklif ettikten sonra, kafeteryaya gittik. Çaylarımızı yudumlarken, dün akşam ki sohbette Yusuf kardeşin bana okuduğu ve yorumladığı benim de daha evvelden bu tip sohbetlerde en kızdığım tavırlardan biri olan “Allah, Allah müthiş bir örnek!” cümlesini sarf ettiren, “Çocuk Taziyenamesi” nden aklımda kalanları acılı babaya anlatmaya başladım. Karşımda sıkıntı ve stresten bitmiş bir adamın birden bire nasıl canlandığını şimdilerde bile hatırlıyorum. Bana dönerek;

Hocam sen müthiş bir adamsın. Sen dâhisin…” gibi bir yerlerden iyi hatırladığım cümleleri sarf etmeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi şaşırmıştım. Sadece dudaklarımdan;

Bunlar benden değil, bu örnekler Risaleler de var.” cümleleri döküldü.

Sonraki nöbetlerde artık fırsat kollamaya başlar oldum. Nerede sıkıntılı bir hasta veya yakınını görsem Yusuf kardeşin bana anlattığı derslerden bir çeşni yapıp dilimin döndüğü hatırımda kaldığı nispette anlatır olmuştum. Bir hasta yakını bir gün bana;

Hocam siz dahi bir insansınız. Bence hastanenin acil servisinin yanına bir oda yapmalılar, hastaları acile alırken hasta yakınlarını da sizinle görüştürmeliler. Onları rehabilite edersiniz. Siz müthişsiniz hocam, müthiş.

O gün yeniden düşünmüştüm. Müthiş olan ben miyim? Yusuf kardeş miydi? Yoksa Risale-i Nurlar mı? Diye. Bu gün cevabını net buldum sanıyorum. Eskilerin dediği gibi “Parmak aya bakarken, parmağa değil aya odaklanmak lazım.

Tabi ki müthiş olan İslam’dı ve bize İslam’ı tanıttıracak tüm meşru eserler… Ha! İkinci kızdığım kırmızı küçük kaplı eserlerin çıkarıp okunması mı? Şimdilerde onu ben de yapıyorum. Ne de olsa “Kınayanda kırk batman bulunur” demiş eskiler.

Uzm. Dr. Kenan Taştan / NurNet.Org