Etiket arşivi: kibir

Kibir Nedir?

Kibir; insanın servet, makam, ilim, ibadet, soy, güzellik ve kuvvet gibi her hangi bir meziyetinden dolayı kendini başkasından üstün görme hastalığıdır. Hak ve hakikati kabul etmemektir.

Kibrin çok dereceleri vardır. Bazısı vardır ki, insanı küfre kadar götürebilir. Şeytan, gurur ve kibrinden dolayı Allah’ın huzurundan kovuldu ve ebedi cehenneme düçar oldu. Şeytana aldanan ve Cenab-ı Hakk’ın rububiyet sıfatını taklide cesaret eden Firavun suda boğulurken, Nemrut da bir sineğe mağlup olmuş ve elim akıbete uğramışlardır. Nitekim Cenab-ı Hak bir hadis-i kudside: “Kibriya ve azamet hususunda kendisiyle çekişecek kimseyi cehenneme atacağını” haber vermiştir.

Kibrin ne kadar tehlikeli ve çirkinolduğu bir ayette şöyle ifade buyrulur: “Kibirli davranarak insanlardan yüzünü dönme, çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.

Bir başka ayette de; “Cehennem, kibirliler için ne çirkin, ne kötü bir yerdir.” buyrulmuştur.

Yine başka bir ayette ise şöyle buyrulur: “Hem, kibirli kibirli yürüme! Zira ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin..

Büyüklük ve azamet kainatı ve içindeki bütün mahlukatı yoktan var eden Cenab-ı Hakk’a aittir ve O’na layıktır. Bir kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “ Kalbinde zerre kadar kibir bulunan bir kimse cennete giremeyecektir.” Binaenaleyh az bir kibrin ahirette böyle büyük bir cezası olursa acaba Firavun ve Nemrut gibi bu hususta haddi aşanların durumu nice olacaktır. Bu hadis-i şerifte ifade edilen kibir, Allah’a ve Peygamberlere karşı yapılan kibirdir.

Kibrin sebebi, cehalet ve muhakeme noksanlığıdır. Halık-ı Azim’in kudret ve azametini düşünen ve bilen bir insan, hiç kibir ve gurur tehlikesine düşer mi?

Akl-ı selim sahibi bir insan hayal ve vehimden ibaret olan kibrin ne kadar manasız olduğunu anlar. Eğer kişiyi gurur ve kibre sevkeden, onun ceddinin ve neslinin şeref ve fazileti ise bu kendisine bir şeref kazandırmaz. Soyu ile övünmek ahmaklıktır. Kabil, Hazret-i Âdem’in oğlu idi, ancak babasının Peygamber olması, onu küfürden kurtarmadı. Nuh (a.s)’un oğlu da babasının peygamberliğini kabul etmeyerek ebedi felakete sürüklendi. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır: “Atalarınız ile övünmeyi terk edin

Eğer insan kendinde var olan kudret, servet ve marifetten dolayı gurur ve kibre giriyorsa, bu da pek manasızdır ve büyük bir cehalettir. Zira, bir insan fil kadar kuvvetli ve kaplan gibi cesaret ve şacaatli olamaz. Sonsuz kudret sahibi olan ve kendisindeki bu nimetleri ona ihsan eden Cenab-ı Hakk’a karşı böyle bir harekette bulunmak en büyük felakettir. İnsan ne kadar kuvvet ve iktidar sahibi olursa olsun, bunların bir gün mutlaka elinden çıkacağını düşünse kesinlikle gurur ve kibre düşmez. Akıllı insan kendisinde bulunan maddi ve manevi nimetlerin Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi olduğunu bilmeli, bir anda yazı kışa, kışı yaza çeviren Allah’ın bu nimetleri elinden her an alabileceğini unutmamalıdır ki, gurur ve kibre düşmesin. İnsan bütün bu nimetleri Allah’ın ikramı olarak görür ve şükür ile mukabele ederse bu hastalığa düşmez.

Eğer kişi, gençliğinden ve hüsn-ü cemalinden dolayı gurur ve kibre düşüyorsa bilmelidir ki, bu geçlik ve güzellik kısa bir zaman sonra elinden çıkar, yüzü kırışır, saçı ağarır ve beli bükülür. Gençliğinden ve güzelliğinden bir eser kalmaz.

Eğer onu gurur ve kibre götüren akıl ve zekasının çokluğu ise, bu durum da onun akılsızlığına delildir. Ama ne yazık ki, insan kendisinde bulunan bütün nimetlerin fani olduğunu bildiği halde, yine de o zavallı kibir ve azameti elinden bırakmaz. Zengin ise fakirleri, rütbe sahibi ise idare ettiği kimseleri, ilim sahibi ise kendinden aşağı mertebede olanları hakir ve küçük görür, fahr eder, gurur ve kibre düşer.

Eğer kişi ilim ve faziletinden dolayı kibre giriyorsa, bilmelidir ki, o ilim de Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanıdır. Kibir ile ilim bir arada bulunmaz, bunların bir kişide cem olmasına taaccüp edilir. İmam-ı Gazali Hazretleri ilminden dolayı gururlanan kişiler için şöyle der; “ Böyle bir kimse ilme vakıf olmadığından ve cehlini ilan etmiş olacağından ona teessüf olunur. İlim silah gibidir. İlim, kibirlinin kibrini izale eder, tevazu ise, ehlinin itibarını ve derecesini artırır. İlmi ile kibirlenmek, büyük bir felakettir.” Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Âlimin afeti, kendini büyük görmesidir

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:

Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar.

Aciz, zaif ve fakir olan insana yakışan tevazu ve tezellüldür. Zira insanın izzeti Cenab-ı Hakk’a karşı zilletindedir; şükür ve secdesindedir. Akıllı insan mütevazi olur, akibetinin ne olacağını düşünerek gurur ve kibre düşmekten kurtulur. Dünyanın fani ve geçici zevk ve sürurlarına aldanıp tekebbür etmez. Zira, dünyevî makamlar, kuvvet ve servetler fânidir, geçicidir.

Tevazu öyle ulvi bir meziyettir ki, insanı Allah’a yaklaştırır, O’na dost eder ve diğer insanların da muhabbetini kazandırır. İnsan tevazu sayesinde aklen ve ruhen terakki eder ve kalben de huzur bulur. Onda şefkat, merhamet ve edep gibi bir çok hisler meydana gelir. Bu haliyle diğer insanlara bir numune-i misal olur. Tevazu göstererek gurur ve kibirden kurtulan insan şeref ve itibar sahibi olur. Allah dostlarının kalplerini nazargâh-ı İlahi bilir ve onları incitmemeye gayret eder.

Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağda ve sert toprakta mahsul yetişmez. Aynı şekilde hikmet de, mütevazı olanın kalbinde yerleşir, kibirlinin gönlünde yerleşmez.

Bediüzzaman hazretleri gurur ve kibirin ağır bir yük ve tavazunun ise çok lezzetli ve mükafatlı olduğunu veciz bir şekilde şöyle ifade eder:

Gurur ve kibirde öyle ağır yük var ki, mağrur adam herkesten hürmet ister ve istemek sebebiyle iskiskal gördüğünden, dâimâ azap çeker. Evet, hürmet verilir, istenilmez. Hem, meselâ, tevâzuda ve terki-i anâniyette öyle lezzetli bir mükâfât var ki, ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.

Tevazu sahiplerinin özelliklerinden biri, bir ayette mealen şöyle ifade buyrulur: “ Ve rahmanın –halis- kulları onlardır ki, yer yüzünde mütevaziane bir halde yürürler ve cahiller onlara hitabettikleri vakit “ selametle” derler.

Evet, tevazu ehli olanlar, azamet-i ilahiyeyi düşünerek kibir ve gururdan kaçınırlar. Kendi acizlik ve fakirliklerini bilerek rıfk ile hareket ederler. Hiç kimseye karşı mütekebbirane ve hodfuruşane bir vaziyet almazlar. Birtakım cahil ve sefih kimseler o mütevazi zatlara karşı hoş olmayan davranışlarda bulundukları zaman, onlar fena bir tarzda mukabelede bulunmazlar.

Bir insanın gurur ve kibir hastalığından kurtulmasının bir çaresi de hüsn-ü zan sahibi olmasıdır. Hüsn-ü zan bir kimse hakkında iyi niyetli olma halidir. İnsanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmak sünnettir. Hüsn-ü zan muhabbetin en büyük vesilesi olduğu gibi, kişinin kibir ve gurudan kurtulmasının da çaresidir.

Çünkü insan kendi hatalarını ve günahlarını çok iyi bildiği halde, karşıdaki insanın işlediği günahlarından tam manasıyla emin değildir.

Mehmet Kırkıncı

Kibir nedir nasıl izale edilir?

Kibir, kendini karşıdakinden üstün görmektir. Kibir olması için veri olması lazım ve iki kişiye ihtiyaç vardır, kendisi bir makamda olacak, karşıdakide bir makamda olacak, kendini ondan üstün görecek. Eldeki veriler makam, mevkii, mal, mülk, ilim, evlat, bir güzellik, artı bir noktadır.

Kibir Allah’a, Peygamberlere ve insanlara yapılır. En kötüsü Allah’a yapılan kibirdir. Bunu asilzadeler, makam ve mevkii sahibi kişiler yapar, ibadet ettikleri zaman, yükselmek yerine alçalıp diğer insanlarla bir olacağını düşünürler. Firavun ve Nemrut gibi… Peygamberlere yapılan kibre en uygun örnek; İsrailoğullarıdır. Yahudilerin Peygamber katili olmalarının altında yatan kibirdir. Yine Mekkeli müşriklerin, peygamberliği bir yetime yakıştıramamalarının, adını mecnuna çıkarmalarının altında yatan da kibirdir. İnsanlara yapılan kibre en uygun örnek ise iblistir. İblis’in bir kula, Hz. Adem’e secde etmemesinin, soluğu cehennemde almasının altında yatan da kibirdir.

Bir kapıyı çalarız,”kim o“,sorusuna verdiğimiz “ben“im cevabının altında yatan benlik duygumuzu ön plana çıkaran da kibirdir. Azıcık damarına basılmasın insanoğlunun,”sen kimsin, benim kim olduğumu biliyor musun?” belli ensesi kalın, adamı dayısı var, istediğini söyleyebilir, söz meclisten içeri. Hak yerini bulsun diye yapılması gereken söz düelloları üstün gelmek için yapılıyor, tuhaf! Her şeyden önce hakka karşı böbürlenmek, insana karşı yapılmış en büyük hakarettir. Hepimizin diğer insanlardan alacağı bir öz vardır, ben bilirim havasına girince o özü alamayız. Maalesef karşımızdakini sırf cevap vermek için dinliyoruz. Haklı olduğuna ısrar azim, haksız olduğuna ısrar kibirdir, bazen doğru olana çok ısrar etmekte kibre giriyor. “Nasıl olurda benim dediğimi kabul etmez, doğruyu söylüyorum” diye hiç öfkelenmeyelim, Peygamberler dinlenmemiş, Allah’a itaat edilmemiş, bizi dinlememişler çok mu?

*Kibir, dini kemal ve dünyalık kemal diye ikiye ayrılır. Dini kemal, ilim ve ameldir, ilim artınca sancılar artar, bizim ancak kibrimiz artıyor, bu gerçek ilim değildir. Esas ilim bize aczimizi bildiren Allah’a yaklaştıran ilimdir, bunun dışındaki fen, kimya fizik, tıp insanda sadece kibir uyandırır, çünkü zor ilimlerdir ve bununla ilgilenen de başarılı insanlardır, doğal olarak ayrı bir havaya girebilirler, bu ilimleri uhrevi ilimlerle birleştirirsek o zaman bunu yenebiliriz. Çünkü insanda tevazu hissini uyandıran, Allah’a kulluk ve ibadet yollarını öğreten uhrevi ilimlerdir. Yine kişi ameliyle övünmemeli başkasını küçük görmemelidir, kendisinin ne geçmiş sevapları yüzünden bu hal onda mevcuttur, ne de bir başkasının geçmiş günahları yüzünden o kişi o haldedir.

*Dünyalık kemal ile kibir ise asalet, güzellik, kuvvet, servet, etrafındaki adamların ve yardımcıların çokluğuyla yapılır. Asilzadeler ilimli insana tenezzül etmez “sen kimsin de bana akıl veriyorsun” diye üstünlük yapmak ister. Güzellik ile kibir, bu daha çok kadınlarda görülür. Servetiyle kibir yapanlar genelde tüccar ve esnaflardır, fakirleri küçük görürler, asıl göremedikleri ise fakirliğin faziletidir, bunu bilmezler. Adam ve yardımcı çokluğu ile kibir yapanlar, bunlarda kavmi, aşireti, akrabası, çoluk çocuğu ile övünürler ki Kur-an’da bununla ilgili ayetlerde çoluk çocuğun hiç bir fayda vermeyeceği belirtilmiştir.

*Kibrin sebebi: Kendini beğenmek, karşıdakine kin duymak ve çekememezlik, riya ve gösteriştir. Karşımızdakine herhangi bir sebepten kızıyoruz, kine dönüşüyor, sonra o kişiden öğüt gelince dinlemiyoruz, hakkı söylüyor olsa bile kabul etmiyoruz, çünkü bizi geçeceğini düşünüyoruz. Eğer suçluysak özür dilemiyoruz. Birde çekemediklerimiz var hasedimizden dolayı o kişiden faydalanmıyoruz, ondaki iyi olan her şeyin elinden gitmesini istiyoruz fakat haset etmek haddi aşmaktır, haddi aşmak şirktir, şirk ise: “Allah’ım sen nimetini kime vereceğini bilmiyorsun” demektir.

*Kibrin alametleri: Surat asıklığı, başı dikmek, yaslanmak, ses tonu, yürüyüşü, duruşu, hareketleri, mimikleri, kendini beğenmek, davete icabet etmemek, küçük gördüğü insanın yanında oturmamak, hasta ve engelli insanlarla konuşmamak, oturup kalkmamak, süslenmektir… Efendimiz: “Güzel elbise gönülde kibri uyandırır” buyurmuşlardır.

O zaman bakalım, kibri nasıl izale edebiliriz?

*Her şeyden önce kibrin Allah’a ait olduğunu düşüneceğiz. Yani insanın evveli yokluk, başlangıcı bile yokluk, sonra Allah var etti ve niteliklerini verdi, neyi kibre malzeme ediyorsun? Bunu bileceğiz.

*Peygamberimizin ahlakını okuyarak tevazu göstereceğiz.

*Hakim Bin Nizam “ben İslam’a girerim ama, ayakta namaz kılarım, secde etmem” demiştir. Alim olduktan sonra bu düşüncesi değişmiştir. Kıyam, ruku ve secde kibri kırmak için vardır, namazlarımızda daim olacağız.

*Hakkı söyleyenin sözünden ağırlanmayacağız, onu tebrik edeceğiz. Eğer yalnızken tebrik ediyor kalabalıkta tebrik etmiyorsak riya(iki yüzlülük) vardır, yalnızken de tebrik etmiyorsak kibir vardır bunu kıracağız.

*En önde oturma sevdamızdan vazgeçecek bazen de ön koltuğu başkasına devredeceğiz.

*Yoksulların arasına karışacağız.

*Hep güzel süslü poşetlerle değil de bazen çirkin siyah bir poşetle yola çıkacağız.

*Yalnızken bile hep güzel süslü kıyafetler giyinmek kibirdir, içeride de bazen sade kıyafetler tercih edeceğiz, içeride hep çirkin dışarıda hep güzel giyiniyorsak riya vardır, buna da dikkat edeceğiz. Elbette ki ilk defa görüşeceğimiz insanların karşılarına temiz ve yeni kıyafetlerimizle çıkmak en doğrusu çünkü “insan kıyafeti ile karşılanır, uğurlanırken ahlakı ile uğurlanır” diye bir söz vardır.

*Tevazu sahibi olacağız, ne çok tevazulu olup zillete düşeceğiz, ne de kibre yol açacak kadar gaddar olacağız. Her şeyin en güzelini yapma hırsı kibirdir, emsallerimizden çok öne geçmemeye çalışacağız. Gelişi güzel tevazu olmaz, ancak ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermek, davete icabet etmek, giyinişi yürüyüşü, nasihati tatlı dilli ve orta kararlı olmalıdır. Tevazulu olmak bize kolay geliyorsa, zorlanmadan yapıyorsak bu gerçek tevazudur. Kolaylıkla yaptığımız şey bizim ahlakımızdır. Rastgele ortalara gülücükler saçıyorsak bu gerçek tevazu değildir. Zira mümine zillet yakışmaz tevazunun altına düşmemeliyiz. Yapmacık tevazu zillettir, zillet tevazunun en alt kademesidir.

*Kendimizi fazla beğenmeyeceğiz, kendimizi her konuda yeterli görürüz, ilerlememiz durur, gayrete girmeyiz.

*Amellerimizi Allah görür gibi ihlâs ile yapmalı başkasına kanıtlamaya çalışmamalıyız. Kanıtlarımızı Allah’a sumalıyız.

*Marifet iltifata tabidir, yinede ne kendimizdeki marifetleri fazla açıklayacağız ne de başkalarının marifetlerini çok öveceğiz. Sonunun kibre gittiğini unutmayacağız.

* İman nimetine bile kibirlenmeyeceğiz, nice âlimler fasık olarak ölmüştür, müminlerde mürtet(dinden çıkmış)olarak ölebilir, gün gelir fasıklar mümin olabilir unutmayacağız.

*İlim sahibi olcağız. Bilmiyoruz, bilmediğimizi de bilmiyoruz.

*İlmimizin, amelimizin, elimizdeki donanımlarımızın Allah’tan geldiğini, istediği anda bizden çekip alabileceğini bilecek, Allah’ın bu lütuflarını kendimize mal etmeyeceğiz, şükür içinde olacağız. Aldığımız bir nefeste bile bir rolümüz yokken, gün gelip elimizdeki bu verilerin yok olabileceğini gündemimize alacağız. Bütün bu kibre vesile olan verilerin Allah’tan bağımsız bir benlik duygusu geliştirdiğini, fark edeceğiz, anında elimizden alınabilineceğini, hatta hiç verilmemişte olabileceğini, aklımızdan çıkarmayacağız.

İşte kibri izale etmenin yöntemleriydi bunlar. Daha başka özel bir formül sihirli bir değnek yok ki değdirdiğimizde kibri yok etsin… Formül basit, tespit et kendini, kolayına gelen bir maddeden başla…

Serpilay Çilingir / Milat Gazetesi

Kibir Özgüven Değildir

Kişisel gelişim konusunda son zamanlarda uzmanların sıklıkla bahsettiği konulardan birisi “özgüven”dir. Özgüven; en basit ifadesiyle, bir insanın kendi yeterliliğine olan inancıdır. Kişinin gelişimini destekleyen, karşılaştığı problemlerle mücadele etmesini kolaylaştıran, ona enerji ve motivasyon veren ferdî bir özelliktir. Kendi becerileri ile ilgili müspet idrâki olan kişinin başladığı işi bitirmesi daha kolaydır.

Özgüvenin temeli, çocukluk yıllarında atıldığı için, ebeveynlerin geliştirici tutumlar sergilemesi çok önemlidir. Bir anne-babanın davranışları çocuğunun temel özgüvene sahip olup olmamasına sebep olabilir. Çocuğa, yaşına uygun sorumluluklar vermek, kendi yeteneklerini keşfetmesi için yardımcı olmak, onun başarılarını takdir edip ön plana çıkarmak; çocuklarını kendilerine güvenen fertler olarak yetiştirmek isteyen ebeveynlere tavsiye edilen destekleyici tutumlardan bazılarıdır.

Bu konu hakkındaki yazılar, genellikle özgüvenin gerekliliğinden ve eksikliği durumunda karşılaşılan problemlerden bahseder. Özgüven eksikliği durumunda kişi, kendi yeterliliğine inanmaz, bir işi başarabileceğine güvenemez. Başaramayacağını düşündüğü bir iş için teşebbüste bulunmaktan kaçınır. Kendisini ifade etmesi gereken ortamlarda çekingen ve ürkek duruşu ile dikkat çeker. Özgüven eksikliği ile karşılaşmamak için ebeveynler çocuklarına güven vermek için çabalar dururlar, hatta diğer ebeveynlerle yarış hâlinde çocuklarına daha fazla güven yüklemek isterler.

Bu yazıda, ebeveynlerin dikkatini çekmek istediğim farklı bir konu var. Vermeye çalıştığınız özgüvenin eksikliği kadar fazlalığı da sıkıntı oluşturacak bir durumdur.

Özgüven fazlalığı ile kişi, kendisini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyorsa, kibir içeri sızmaya başlamış demektir. Özgüven ve kibirlilik durumu, aynı davranış şeklinde görülebilir; her iki hâlde de kişi bir işi başaracağına inanır, ama arada duygusal açıdan oldukça büyük farklar vardır. Özgüven, kibir değildir; kibir özgüvenin yaramaz kardeşidir. Kibirli bir insanın, özgüveni olduğundan bahsedemeyiz. Ancak kibir ve özgüven duyguları farklı hislerle benzer davranışlara sebep olabilir. Kişi kendi davranışına sebep olan bu iki duyguyu ayırt edemeyebilir.

Bu iki duyguyu birbirinden ayırt edebilmek için onları daha yakından tanımalıyız. Özgüven sahibi kişi, başarısını çabasına, emeğine atfederken; kibirli kişi başarısını kişisel özelliklerine atfeder. Meselâ özgüven sahibi kişi “Çalıştığım için başardım” derken kibirli biri, “Akıllı olduğum için başardım!” der.

Özgüven sahibi kişi, başarısızlığını da çabasının ve emeğinin eksikliğine atfeder, kibirli kişi ise başarısızlığını sebebini dış sebeplerde arar; “Yeteri kadar çalışmadığım için başaramadım.” demek yerine “Sorular saçma olduğu için başaramadım!” demek gibi… Kendisine bir türlü hatayı yakıştıramaz.

Dolayısıyla özgüven sahibi kişi, başarısızlığından ders çıkarır ve hatasını düzeltebilir, ama kibirli kişi yanlışının sebebini göremediği için hatasını da düzeltemez.

Özgüveni olan kişi etrafında pozitif bir atmosfer oluşturur, başkalarının güçlü yanlarını kabul eder, takdir eder. Kibirli kişi ise, başka birisinin kendisinden daha üstün olabileceğini kabullenemez, etrafındakileri küçümser, aşağılar. Özgüveni olan kişi, kendinden emindir; kibirli kişi ise ikinci olma ihtimalinin tedirginliği içindedir.

Özgüven ve kibir hâlleri arasındaki ince çizgi dikkate alınmayarak çocuk yetiştirirken bilinçsizce özgüven tohumları serpmek, yine hüsranla sonuçlanabilir. Ahlâken insanoğluna hiç de yakışmayan kibir, yanlış takdir ve teşvik tutumları ile ebeveynler tarafından pekiştirilmektedir.

Çocukların gelişiminde pozitif davranışların devamlılığını sağlamak için sunulan takdir ve teşvikler çok önemlidir; çocukların ahlâklı, disiplinli olmasına ve içtimâî davranışlar geliştirmesine yardımcı olur.

Fakat yetişkinlerin takdir ifadelerinin çocuğun kişiliğine değil, çabasına yönelik olması çok önemli bir konudur. Meselâ küçük çocuklar severek çizdikleri resimleri heyecanla âilelerine gösterirler; burada âilenin takdiri çocuğunun emeğine, dikkatine, kullanılan renklerin uyumuna yönelik olması gerekmektedir.

Zira çocuğun yeteneğine, zekâsına yönelik yapılan takdir ifadeleri (“Sen çok yeteneklisin…”, “zaten sen çok akıllısın…” gibi) çocuğun benlik duygularının güçlenmesine, yani enâniyet hissetmesine, dolayısıyla kibirlenmesine sebep olur.

Aynı mantıkla olumsuz davranışlardan duyulan memnuniyetsizliği belirtmek için kullanılan eleştiri oklarının da çocuğun kişiliğine yönlendirilmesi, çocukta özgüven eksikliğine sebep olur. Mesela ilkokul birinci sınıftaki bir öğrencinin okumaya başlamakta arkadaşlarından geç kalması durumunda, ebeveynin çocuğa akıllı olmadığını söylemesi, hayat boyunca çocuğun akademik becerilerine güvensizlik oluşturmasına sebep olabilir. Bunun yerine çocuğun çalışmalarının pek de yeterli gelmediğini söylemek daha doğru bir tenkid/eleştiri şeklidir.

Özgüven, daha çok âile ortamında kazanılan; okul ortamında ise eğitimciler tarafından pekiştirilebilen bir özelliktir. Bir çocuğun güvenli olup olmamasındaki esas şekillendirici güç, âilelere aittir. Âileler, bazen özgüven duygusunu hiç önemsemeyip sindirilmiş çocuklar yetiştirmekte; bazen ise özgüvenli fertler yetiştirmek amacıyla istemeden onlara kibirli olmayı öğretmektedir.

Fazla üstelenen özgüven gelişimi ile ebeveynlerin hem emekleri boşa gitmekte, hem de bir müslümana en yakışmayacak “kibir” elbisesini, kendi elleri ile kıymetli çocuklarına giydirmektedirler.

Her haslette olduğu gibi özgüven konusunda da ölçüyü tutturmak için, özgüven eksikliğine ya da fazlalığına duyarlı bir terbiye metodu takip etmek gerekmektedir.

Psikolog Tuba Sökmen

Çağımızın Önemli Bir Hastalığı: Gurur

Gurur, çağımız insanının en önemli hastalıklarından biridir. Kendini biraz güçlü hissetmeye başlayan, biraz gücü ve itibarı artan, biraz cebi ve cüzdanı dolup mal mülk sahibi olmaya başlayan, biraz makam mevki sahibi olup, biraz şan şöhret elde edenler hemen dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp gurur hastalığına yakalanıveriyor ve kendini diğer insanlardan üstün görmeye başlıyor.

Zira çağımızda insanoğlunun kendine duyduğu güven zirveye ulaşmış ve beşeriyetin katettiği gelişmeler insan enesini adeta nemrutlaştırmaya başlamıştır. İnsanoğlu büyüklüğün sadece Allaha mahsus olduğunu unutur ve büyüklük davasına cüret eder olmuştur. Gurur hastalığı maneviyatı zayıf insanlara mahsus olmayıp, maalesef dindarlık iddiasındaki kişiler bile bu amansız hastalığa düçar olmaktadır.

Lügat ta kibir, aciz, kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak, boş yere güvenmek ve kendini başkalarından üstün tutmak anlamlarına gelen gurur, Kuran’da ve Hadis-i şeriflerde telin edilmiş ve insanlar şiddetle sakındırılmıştır. Cenab-ı Hakk, Kuran-ı Kerim’de;

“Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar bütün ayetleri görseler yine de inanmazlar; doğru yolu görseler, yol olarak benimsemezler… (el-A’râf, 7/146). “Allah bü yüklük taslayanları sevmez” (en-Nahl, 16/23).

“Kim, Allah’a kulluktan, O’na ibadetten çekinir ve büyüklenirse, bilsin ki, (Allah) kıyamette herkesi huzurunda toplayacaktır” (en-Nisâ, 4/172).

“Însanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini de alçalt. “ (Lokman, 31/18). Buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz’de; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerine göre; Gurur ile insan maddi manevi kemalat ve mahasinden mahrum kalır,eğer gurur saikasıyla başkasının kemalatına tenezzül etmeyip kendi kemalatını kafi ve yüksek görürse,o insan nakıstır. Zira Bediüzzamana göre, ”Zaaf gururun madenidir.” Zayıf insanlar açıklarını kapatmakla gurur ve kibire kapılırlar. Kibirli insanlara bakıldığı zaman çoğu sonradan görme oldukları ve sosyal hayatta işgal ettikleri makam ve mevkinin ehli olmadıkları anlaşılır.

“Büyük Görünme Küçülürsün! Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem’iyet-i beşerde, içtimaî binada, görmek görünmek için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek, uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu’la tekavvüs edecek, eğilecek. Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…” (Lemaat)

İnsan ruhunu çeşitli tezahürleriyle körelten zararlarına Kur’an-ı Kerîm’in genişçe bir açıdan baktığı kibir, maddî hayatta zararın ve kaybın sebebidir. Kibir örneklerinde gördüğümüz gibi büyüklenenler henüz dünyada iken, hareketlerinin cezasını çekerek helâk olmuşlardır.

“Evet, gurur ile, insan maddî ve mânevî kemâlât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemâlâtına tenezzül etmeyip kendi kemâlâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslâf-ı izâmın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama mâruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar. Halbuki, eslâf-ı izâmın kırk günde yaptıkları bir keşfiyatı, bunlar kırk senede bulamazlar.” (Mesnevi-i Nuriye, Katre)

Bediüzzaman, Risale-i Nur’da insanı gurur hastalığına yakalanmaktan veya aşağılık kompleksine kapılmaktan kurtaracak çok sağlam bir ölçü veriyor:

“Ey insan! Kur’anın desâtirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın mâsivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünki mahlûkat, Mâbudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukîyet nisbetinde de birdirler.” (Lemalar, 17. Lema)

Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören bahtiyardır. Tam toprak gibi mahviyet ve terk-i enaniyet ve tevazu-u mutlakta bulunmak şarttır. (Bediüzzaman, Hizmet Rehberi)

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org