Etiket arşivi: kısaca hayatı

Uluğ Bey Kimdir? (1393-1449) (Kısaca Hayatı)

Uluğ Bey, 22 Mart 1393 tarihinde Sultaniye’de doğmuştur. Asıl adı Mehmet Torgay´dır. Timur‘un torunudur, Annesi Gövherşad ise ünlü Türk komutanı ve devlet adamlarından olan Gıyaseddin Tarkanın kızıdır. Dünyaya geldiğinde dedesi Timur büyük bir seferdeydi. Timur torunu olduğunu haber alınca çok mutlu oldu. O kızgın ve sert başbuğ, yerini nurlar saçan birisine bırakmıştı. Aldığı esirleri öldürmeyerek bağışladı, böylece Muhammed Taragay,  doğumuyla birçok insanın hayatını kurtarmış oldu. Dedesi Timur tarafından çok sevilmesi nedeniyle kendisinde “Uluğ Bey” denilmiştir.

11 yaşında iken Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş ve Arapça diline mükemmel konuşuyordu.

13 yaşında iken Horasan ve Maveraünnehir eyaletlerine hakan naibi oldu. Başkent seçtiği Semerkant’ta, müstakil bir hükümdar gibi hareket etti.Boş zamanını kitap okumak ve bilginlerle ilmi konular üzerinde konuşmakla geçirirdi, okuduğu kitabı kelimesi kelimesine hatırında tutacak kadar belleği vardi

Babası hükümdar Muînüddin Şah Ruh´un ölümü üzerine hükümdar oldu. 38 yıllık saltanatı sırasında matematik ve astronomi ile yakından ilgilendi. İnceleme için Çin’e kadar heyetler gönderdi. Uluğ Bey Semerkant’ta bir medrese, bir de rasathane yaptırdı, medresenin kapısına ”İlim tahsil etmek her Müslümana farzdır” hadisini yazdırdı.

Matematikçi, astronom, tarihçi ve şair olan Uluğ Bey, Mesud el-Kâşî, Ali bin Muhammed (Ali Kuşçu) gibi bilginleri sarayına topladı.

Uluğ Bey, astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri ilmi üzerinde de geniş çalışmalar yaptı.

Uluğ Bey ülkeler fethetmekten ziyade, gökyüzü âleminde araştırmalar yapmayı, gök kubbenin sırrını çözmeye çalışmayı tercih ediyordu.

Uluğ Bey zamanında yeni astronomi aletleri yapılmış, eski aletler geliştirilmiş, gökyüzünün bir de haritasını yapmayı başarmıştı.

İlhanlılar zamanında yapılan rasatları tekrar gözden geçiren ve 12 yıl boyunca rasat yapan Uluğ Bey, 1437’de, büyük eseri Uluğ Bey Zici’ni yazdı. Bu eser, daha önce yazılan ‘zic’Ierin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Uluğ Bey’in bu eseri 1665’te Oxford’da İngilizce ve 1853’te de Fransızca olarak basıldı.

Bu eserin asıl kopyalarından biri Irak ve İran savaşlarından sonra Türkiye’ye getirilmiş ve halen Ayasofya kütüphanesindedir.

Milletrerarası Astronomi Derneği de Ay yüzeyindeki bir kratere onun adını verdi. Beş ülkenin astronomlarından oluşan bir komisyonun hazırladığı Ay Haritasında, üç Türk astronomunun adları da yer alır. Bunlar Uluğ Bey, Beyruni ve Nasireddîn Tûsî’dir.

Kozmografya konusunda yazdığı bir kitap da günümüze kadar, birçok ilmî araştırmalara kaynak olmuştur. Uluğbey’in Sarayı’nda çalışanlar içerisinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinden, özellikle İstanbul’dan çok sayıda bilim adamları, mimarlar, sanat temsilcileri vardı. Yani Uluğbey, Türkistan’da yaşasa da, onun tüm çalışmaları Anadolu ve diğer Türk elleri ile sıkı bağlıydı. Rastlantı değildir, onun ölümünden sonra saraydaki bilim adamları Anadolu’ya gelerek burada Osmanlı’nın bilimsel gelişimine katkıda bulundular.

Uluğ Bey “İlmin hükümran olduğu bir ülkenin ferdi olmayı hükümdar olmaya tercih ederim.” sözüyle ilme verdiği önemi en iyi şekilde anlatmıştır.

Oğlu Abdüllatif Mirza, o iyi yürekli, âlim ve kâmil babanın oğlu değilmiş gibi, Uluğ Bey ile taban tabana zıt karakter taşıyan bir insandı. Babasına baş kaldırıp yenilmesinden sonra, onun verdiği manevî dersi alamamıştı. Serbest kalır kalmaz derhal yeni bir darbenin hazırlıklarına koyuldu. Babası Uluğ Bey’e tekrar baş kaldırdı ve onun üzerine tekrar saldırdı.

Bu ikinci savaşta Uluğ beyin emrindeki kuvvetler yenildi. 54 yaşındaki baba, âsi oğlunun eline esir düştü. Uluğ Bey, oğluna göstermiş olduğu anlayış ve merhameti ne yazık ki ondan göremedi. İsyankâr evlât, savaşın galibi kumandan olarak, babasını 25 Ekim 1449 tarihinde ölüme mahkûm etti. Kendisini mahkum eden oğluna “Ata sözünü emr-i vacip bilir misin, bilmez misin, senin bileceğin bir şey. Fakat son nasihatimi dinle: İstersen babanı katlettir, istersen Maveraünnehir’den sürersin. Bu da senin bileceğin bir şey. Ama senden son dileğim, babanın ilim yolunda yaptığı işlere, onun talebe ve üstadlarına ilişmemendir.” demiştir.

Oğlu baba katili olmak istemiyordu, fakat etrafindakiler bırakmıyordu, kurulan plan üzerine Uluğ Bey hacca gönderilecek ve yolda katlettirilecekti. Ölüm, Uluğ beyi Hacca giden yolda yakaladı ve o kutsal yere gidemeden  27 Ekim 1449 yılında kiralanan katil tarafından öldürüldü. Dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi.

Uluğ Bey bugün Türk-İslam dünyasının, aynı zamanda tüm dünyanın en ünlü astronomu, bilim ve devlet adamı olarak kalmaya devam ediyor. Doğduğu vatanı Özbekistan’da onun adı ebedileştirildi ve her yıl doğum ve ölüm günü özel törenlerle kutlanmaktadır.

Derleyen; Çetin KILIÇ

NurNet.Org

 

Kaynaklar;

Demlenet
1000kitap
Paradoxfan
Gelişen beyin
Biyografi
Cevapbizde

Sokullu Mehmet Paşa Kimdir? Kısaca Hayatı

Bosna’nın Vişegard Kazasına bağlı Rudo Nahiyesinin Sokkuloviçi köyünde doğmuştur.

Sokollu Bey neslinden yani Şahin Oğullarından gelmektedir. 1512 bazı tarihçilere göre 1506 yılında dünyaya gelen Sokollu’nu ilk adı Bayo Sokoloviç’di. Bu nedenle Balkan halkları arasında Mehmed Paşa Sokoloviç olarak anılır.

1519 yılında Yeşilce bey tarafından devşirilerek Edirne Sarayına getirilmiş, Mehmet adı verilerek Türk ve Müslüman kültürü ile yetiştirilmiştir. Ardından İstanbul`a gönderildi. Topkapı Sarayı`nın Enderun Bölümünde çeşitli görevlerde bulundu. 1541`de Kapıcıbaşılığa yükseldi. 1546`da saray hizmetlerinde başarılı olanların dış göreve atanmaları yolundaki gelenek uyarınca Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Görevde iken Trablusgarp Seferi`ne katıldı, İstanbul Tersanesini genişletti ve yeniledi. 1549`da vezirliğe yükselerek Rumeli Beylerbeyliğine atandı.

Avusturya ile 1547`de imzalanan barış antlaşmasının bozulması üzerine Sokollu Mehmet Paşa 1551`de Erdel üzerinde yapılacak seferin komutanlığına getirildi. 80.000 kişilik orduyla Erdel`e giren Sokollu Mehmet Paşa önemli kaleleri aldı.

Kanuni Sultan Süleyman 1553`te Sokollu Mehmet Paşa`yı Rumeli askerlerinin başında Anadolu`ya gönderdi. Aynı yıl başlayan Nahçıvan Seferinde Sokollu komutasındaki Rumeli askerleri büyük başarı gösterdiler. Sefer dönüşünde Sokollu üçüncü kez vezirliğe yükselerek kubbealtı vezirleri arasına katıldı.

Semiz Ali Paşa`nın sadrazamlığa yükselmesiyle ikinci vezir olan Sokollu, onun 1565`de ölmesiyle sadrazamlığa getirildi. Yaşı hayli ilerlemiş olan Kanuni çok güvendiği Sokullu`ya geniş yetkiler vermişti. 1561`de üçüncü vezir iken Kanuni Sultan Süleyman`ın torunu ve Sultan II. Selim`in kızı İsmihan Sultan ile evlendi.

Kanuni Sultan Süleyman’ın son vezir-i azamı olmuştur. Hem Osmanlı İmparatorluğu’nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği nedenleriyle en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri kabul edilir.

İki metreyi aşan boyu ile aynı zamanda en uzun boylu Osmanlı sadrazamı idi. Bu sebeple “uzun boylu” manasındaki “Tavil” lakabı ile anılması bir o kadar yaygındır.

Sadrazamlık Dönemi

Toplam 14 yıl, 3 ay, 17 gün Osmanlı Devleti’nin sadrazamlığını yapmıştır.

Kanuni Sultan Süleyman`ın son seferi olan Zigetvar kalesi fethini, padişah öldükten sonra o idare etti. Kanuni Sultan Süleyman`ın ölümünü 40 gün kadar gizleyerek tam bir basiret örneği göstermiştir.

II. Selim döneminde sürekli sadrazamlıkta kaldı ve devlet işlerini idare etti. Sokollu 1568`de Avusturya ile 8 yıl süren bir barış antlaşması imzaladıktan sonra doğuya yöneldi. Amacı Osmanlı egemenliğini Asya`da ve doğu denizlerinde de güçlendirmekti. Portekiz`in Hint Okyanusu`ndaki artan etkiniğine karşın Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi`ndeki Osmanlı gemilerinin sayılarını attırdı. Hindistan ve Endonezya ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Sokollu ayrıca Tunus`u Osmanlı himayesi altına sokarak, Kuzey Afrika`yı da denetlemek istiyordu. Ama Piyale Paşa ve Lala Mustafa Paşa gibi karşıtların etkisiyle Divan 1570`de Kıbrıs`ın alınması kararını aldı. Sokollu Venediğe karşı böyle bir savaşın Avrupa`yı kendilerine karşı birleştireceği görüşündeydi. Ama Lala Mustafa Paşa Divan`a uyarak 1571`de Kıbrıs`a çıktı.

Haçlı Donanması`nın misillemesinde Osmanlı donanması İnebahtı`da yenildi. Alınan ağır yenilgi karşısında Osmanlılara gelen bir Venedik elçisine “Biz sizden Kıbrıs`ı alarak kolunuzu kestik, siz ise donanmamızı yenmekle yalnızca sakalımızı kestiniz; unutmayın ki, kol bir daha yerine gelmez, ama sakal eskisindende gür çıkar.” dedi. Gerçekten de Sokollu`nun dediği oldu ve Venedikliler barış istemek zorunda kaldılar. Daha sonra Osmanlı Donanması Tunus`u İspanyollardan aldı.

Sokollu 1574`te ölen II. Selim`in yerine geçen III. Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürdü. Sokollu Fas`ı Portekiz akınlarından kurtardı.
Sokollu Mehmet Paşa sadrazamlığı boyunca usta bir siyasetçi olarak öne çıkmış, birçok askeri ve siyasal başarının elde edilmesinde birinci derecede rol almıştır. 60 yıllık devlet hizmeti sırasında da hiçbir görevinden alınmamış, daima bir üst göreve atanmış olması da ayrı bir özelliğidir.

Sokollu bir tanesi İstanbul`da, diğerleri Lüleburgaz(Kırklareli), Havsa (Edirne) ve Payas (Hatay)`ta bulunan beş külliyesi, imparatorluğun hemen her yanına yayılmış eserleri vardır.

Sokollu Mehmet Paşa’nın Lüleburgaz’a bu külliyeyi yaptırması ile ilgili hoş bir anekdot aktarılır. Devşirme olarak önce Edirne sarayına, oradan da Topkapı sarayına getirilen Mehmet Paşa’nın bu yorucu yolculukta yolu Lüleburgaz’a düşer. Çok yorgun ve bitap düştüğü bir anda Lüleburgaz’da bir kadının yiyecek vererek onu doyurduğunu unutmayan paşa, seneler sonra Osmanlı’nın en güçlü devlet adamlarından biri olduğunda kursağından geçen o lokmaların vefasını Lüleburgaz’a bu külliyeyi inşa ettirerek gösterecektir.

Don ve Volga ırmakları arasında bir kanal açarak Osmanlı donanmasına Hazar Denizi yolunu açma, Süveyş Kanalı`nı açma, İzmit Körfezi-Sapanca Gölü-Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz`e alternatif bir boğaz açma gibi çağının ötesinde projeleri vardı. Don-Volga kanalı için gerekli işgücü seferber edildi, ancak hava şartları nedeniyle çalışmalar sürdürülemedi. Süveyş Kanalı düşüncesiyle ön adım olarak Sudan zaptedildi. Ancak bu proje de sonuca ulaşamadı. Devlet teşkilatı içinde de önemli düzenlemeler yapmıştır.

Osmanlı döneminde aldığı kritik kararlar, kazandığı zaferler ve yaptığı projelerle siyasi tarihimize damga vuran sadrazamlardan biri hiç şüphesiz Sokollu Mehmet Paşa’dır.

Her gece âdeti olduğu üzere abdestini yeniler, teheccüd namazını kıldıktan sonra hazinedar Hadım Hasan Ağaya bir miktar kitap okuturdu. O gece Hasan Ağa’ya, “Sultan Murad’ın Kosova’da şehid edilişini anlatan yeri oku” buyurdular.

Hasan Ağa takip ettikleri Osmanlı tarihi eserinden Murad Han’ın zaferini ve sonunda şükür için meydan yerini gezerken bir Sırplının din yolunda savaşanlar sultanını habersizce hançerleyerek şehid ettiğini tasvir eden satırları okurken, Sokollu’nun gözleri yaş içinde kalmıştı. Ellerini kaldırdı. “Yarabbi bana da böyle bir devlet nasip eyle” diyerek dua etti. 12 Ekim 1579 yılında derviş kılığına girmiş bir yeniçeri tarafından hançerlenerek öldürüldü. Ayasofya’da akşam ezanı okunurken yaşlı sadrazam ruhunu teslim etti. Eyüp`te defnedildi.
Ulema, şehid-i hükmi iken şehid-i hakiki hükmünü verdiler, gasl ettirmediler.

Çetin KILIÇ

www.NurNet.Org

Kaynak:

  • Murat Kutlu
  • Biyografi
  • Bilgi dünyası
  • Türkçe bilgi
  • Sorularla Osmanlı
  • Trakya gezi

O Hem Muzafferdi, Hem de Arslandı!

Vefatının yıldönümü (vefat 2 Ağustos 2007) münasebetiyle Muzaffer Arslan Ağabeyimizi rahmetle anıyoruz.

Muzaffer Arslan kimdir?

Muzaffer Arslan ağabeyimiz 1928 senesinde Erzurum’un İspir İlçesinin Gaziler Köyünde dünyaya geldi. 1950 de İzmir’e taşındı, aynı sene Risale-i Nurları İzmir’de tanıdı. Alsancak DDY’de üç sene çalıştıktan sonra, 1954’de istifa edip ayrıldı. Manisa’da askerlik yapmakta olan Abdullah Yeğin ağabeyin teklifiyle 1954 başlarında Manisa’ya yerleşti.

Artık, bu andan itibaren kendi dünyasını, insanların âhiretleri için feda etmeye karar vermişti. Tıpkı Üstad’ı Bediüzzaman gibi. Bundan sonra bütün mesaisi Kur’an ve iman hizmetlerine aitti.

Muzaffer Arslan seyyar olarak Risale-i Nur dağıtma işine başlayarak, bütün Türkiye’yi il il; kasaba kasaba; köy köy dolaşmaya başladı. Her yerde Risale-i Nurları neşrediyor, mahiyetini insanlara anlatarak dağıtıyordu. Bütün bunları Hz. Üstadla veya Üstadın yanındaki talebelerle sık sık görüşerek, istişareyle yapıyordu.

Dile kolay, iki elinde, iki ağır tahta bavul ile bütün Anadolu… Hem de senelerce, bir ömür boyunca… Yaşlanınca herkesin midesi aşağı sarkarken, onunki göğüs kafesine çekilmiş. Cerrahpaşa’daki Doktorlar hayret etmişler; “herhalde o ağır valizlerden olacak” diyor kendisi… Muzaffer ağabey gittiği birçok beldede; ya soruşturma geçirdi, ya karakollarda sabahladı veya hapishanelerde yattı. Ama o her seferinde, kaldığı yerden devam etti. Allah için geriye dönüş gemilerini yakmıştı… Bereketler saçarak hep ilerledi… Mübarek Anadolu insanının kalplerine nur tohumlarını ekti.

O, bugün onlarca yayınevinin ve bir o kadar da kargonun yaptığı Risale-i Nur dağıtım hizmetini tek başına yaptı… Hem de ateş çemberi içinde… Tek başına… Takipler, baskınlar, hapisler onu yıldıramadı…

Olağanüstü bir istidada sahip olduğu halde; mal-mülk, para, evlad, evlilik konularını hiç gündemine sokmadı. O zamanlar hizmet yolunda yürümek çok sıkıntılı ve zahmetli idi. Bazen yol parası bile bulamadı, yamalı gezdi, dükkânlarda yattı, hatta aç bile kaldı. Fakat O, şunu iyi anlamıştı: “…hizmet-i Kur’aniyede bulunana; ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Ta ihlâs ile ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.” (Lem’alar 43) O şimdi bizim nazarımızda, hem “Muzaffer”dir, hem de “Arslan”dır. Yani ismiyle müsemmadır.

Elbette, O müşfik Üstad, böyle bir talebesinden razıydı. Rıza-i İlâhi için yaptığı fedakârca hizmetlerini her seferinde tebessümle tebrik ediyor, dualarla teşvik ediyordu.

Muzaffer Arslan’ın aşağıda okuyacağınız hatıraları bir cihette kendi hayatı; bir cihette de nur hizmetlerinin Anadolu’daki büyüme, yayılma serüvenidir. Anlattıkları sadece bir kesittir, birkaç örnektir. Şayet bir gün Nurculuğun Anadolu’da yayılma serüveni yazılacaksa, bence temel kaynaklardan birisi Muzaffer Arslan olmalıdır. Hatıralar okununca görülecek ki şaşırtıcı bir hafızası var. İfade kabiliyeti çok mükemmel, ağır ağır fevkalade fasih konuşuyor Muzaffer Ağabey.

“Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı

1968 senesinde İzmir Patlıcancı yokuşunun sonunda bulunan, Mustafa Birlik ağabeyin evinde yapılan mutad Salı derslerinden birine gitmiştim. Muzaffer Ağabeyi ilk defa orada görmüş, dinlemiş ve çok etkilenmiştim. O gün İhlâs Risalesini açıklayarak okuduktan sonra, az sayıda bulunan cemaate şöyle bir soru sormuştu: “Neden Kur’andaki sûre’nin birinin adı İhlâs?” Beklemeden kendisi cevap verdi: “Çünkü bu sûre’de Allah (CC) sadece kendi sıfatlarını anlatıyor.” Muzaffer Ağabeyle görüşmemiz kırk senedir devam ediyor. Zannedilmesin ki bu hatıraları kolayca aldım kendisinden. Defalarca teşebbüsümden sonra, ancak 21 Nisan 2006’da İzmir Şirinyer’deki mütevazi evinde, nasip oldu. Bir de evimdeki bir derse iştirak etti, orada da ilave hatıralar aldık. Fakat hep perde arkasında kalmayı sevdiğinden ve fevkalade mütevazi kişiliğinden dolayı, bu iş epeyce gecikmiş oldu. “Kayda değer bir şey yok” deyip beni hep atlatmıştı.

Bu kudsî hizmetin 1950 senesinden sonraki seyrini kısmen hülasa eden veya perdeyi aralayan bu hatıraların merakla okunacağını tahmin ediyorum. Anlattıklarından çıkarılacak çok dersler var.

Velhasıl: Muzaffer Ağabey, Anadolu’nun sinesine nur tohumlarını serpen çok kıymetli ağabeylerimizden biridir. Allah kendisine sağlıklı, uzun ömürler versin… Âmin.

(Bu hatıraların son kısmını; 18 Nisan 2007 tarihinde, Muzaffer Arslan Ağabeyin, evimde iştirak ettiği bir ders arasında almıştım. O gün kayıt işleri tamamlandı. İşte bu tarihten 3,5 ay, yani tam 105 gün sonra, bu yıldız adam ebedi âleme kaydı gitti… Yıldızlara veya Hâfız Ali, Hâfız Mehmed Gül… gibi yıldızların yanına uçtu gitti… kim bilir belki tahta bavullarını oralarda da taşıyordur… Şahsen benim hiçbir şüphem yok.

Senelerce hâtıralarını vermemişti. Yalnız bana değil, bu kadar geniş ve teferruatlı bir şekilde hiç kimseye verdiğini duymadım. 105 gün kala izin vermişti. Bu çok manidar değil miydi? “Artık burada işim bitti… Yakında gidiyorum… nasıl olsa görmeyeceğim, artık neşredebilirsiniz”mi… demek istemişti acaba?.. Bence öyle demek istedi.)

Nazım Ocak’ın Diliyle Muzaffer ARSLAN Ağabey

Av. Gültekin Sarıgül’ün sitayişle bahsettiği 1960’lı yılların kahraman talebelerinden Nazım Ocak, katıldığı ilk derslerden birinde, Muzaffer Arslan’ın ağzından Beşinci Şua dersini dinler. Bu dersi Nazım Ocak bakınız nasıl anlatıyor: “Hayatımı ilgilendiren o satırlar Muzaffer Aslan Ağabeyin ağzından döküldükçe kalbimin, aklımın ve ruhumun en ücra köşeleri etkileniyordu. O gece çok şey değişmişti. Ben de bayağı değişmiştim. Hayata yeni atılmıştım; dünyaya niçin ve neden geldiğimin sırrı tebarüz etmişti.

O geceyi de bu ulvi sohbette geçiren Nazım Ocak eve döner. İsmini dahi üç gün sonra öğrendiği bu ağabeye bir yemek vermek için hazırlanır. Üçüncü gece yine aynı evde İktisat Risalesi okunur. Ve mevcut eserlerden alır. Ders sonrası bu ağabeyle tanışmak için yanma ulaşır, elini öpmek ister. Elini öptürmeyen Muzaffer Arslan abi ile kucaklaşır.

Nazım Ocak bakınız Muzaffer Arslan’ı nasıl tarif ediyor:

“Bize 15 gece ders okuyan, yılmayan, korkmayan bir cesaret abidesi nur naşiri, nur talebesi bir kahraman.

Risale-i Nurları ilden ile, dilden dile taşıyan az bir nafakaya razı olarak diyar diyar koşup bu ulvi hakikatları bu nurlu kitapları yılmadan, sebatla, feragatla dağıtan Erzurum’un İspir kazasında doğmuş, Bediüzzaman Said Nursi’ye teslim olmuş ve sahabe misal bir aşkla dolaşan bu zat Muzaffer Arslan idi.”

“Bundan sonra Muzaffer Arslan öz ağabeyim olmuştu” diyen Nazım Ocak her yıl Sivas’a gelen 15 gün misafir olan Muzaffer Arslan’dan çok istifade eder. Artık nurları okumaya başlayan Nazım Ocak DDY işine de devam eder.

Muzaffer Arslan ağabeyin gelmesi ile hareketlenen Nazım Ocak ve birkaç arkadaşı 15 lira aylıkla bir ev kiralarlar. Evlerden topladıkları eskimiş sergileri bir hasır alıp eve sererler. Bir odun sobası temin edip Sivas’ın o şiddetli soğuğunu bu derslerin harareti ile tadil etmeye çalışırlar.

Kaynak: Ömer Özcan (Ağabeyler Anlatıyor); Rahmi Erdem (Bediüzzaman ve TalebelerininHukuk Mücadelesi)

Seyyid Salih Özcan Ağabey Kimdir? (1929-2015)

1929 Şanlıurfa Akçakale doğumlu olan Salih Özcan ağabey uzun süredir yoğun bakımdaydı. Bu gece Hakkın rahmetine kavuşan Salih ağabeyin cenaze programı daha sonra belirlenecek.

Salih Özcan ağabeyin kendi dilinden hayatı

“Üstad, ‘Annem Hüseynî, babam Hasenî’dir’ dedi.”

“1949 yıllarında Hulûsi Ağabey (Yahyagil) bize, Üstad Bediüzzaman’dan bahseder ve Küçük Sözler’den okurdu. Afyon’da olduğunu söyler ve bizi Üstadı ziyarete teşvik ederdi.

“O sene liseyi bitirdim. Tatilde Emirdağ’a Üstad’ın ziyaretine gittim. Dedem bana o zaman izin vermişti. Mehmed Çalışkan’a giderek beni Üstada götürmesini istedim. Üstad bizi kabul etti. Dizlerinin üzerinde doğruldu, kalktı, ‘Gel, Seyyid Salih! Gel’ diye beni kucakladı. Ellerinden öptüm, başımdan tuttu. Dedemin, Hulûsi Ağabeyin selâmlarını, hürmetlerini söyledim. Yanımızda bulunan Mustafa Acet’le Mehmet Çalışkan’ı dışarı çıkarttı. ‘Ben yüzbinlerce seyyidi beklerken sen geldin’ dedi. Ben kendilerinin seyyid olup olmadıklarını sordum. ‘Annem Hüseynî, babam Hasenî’dir’ dedi. Sonra da, ‘Ben de seyyid sayılır mıyım?’ diye tebessümle sordu. Ben de, ‘Hem de çift taraftan seyyidsiniz’ dedim.

“İstanbul’da üniversiteye gireceğimden bahsettim. Orada Nur talebeleri olduğunu, onlarla tanışmamı söyledi. Daha sonra kendilerine Urfa’dan mektup yazmıştım. O zaman Vahdeddin Gayberî’yle bir kısım kitaplarını ve eşyalarını göndermişti. Kendisine gidip gelen Urfalılara, Urfa’ya geleceğini söylerdi. Sonra Ceylân Çalışkan geldi. Dedem, ‘Sana misafir arkadaş geldi’ diye Ceylân Çalışkan’a çok alâka gösteriyordu. İlk zamanlar bizde misafir kalmıştı.

“Ankara’da toplantılarımız olurdu. Bu toplandılara Demokrat Partnin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri’nin babası, Prof. Münif Çelebi, Osman Nuri, Kemal Kalkan Paşa, Mahmud Yazır, Nail Pertev Paşa ve Cevat Çağrı gibi zatlar da katılıyordu. Sohbetlerde sık sık Bediüzzaman’dan söz edilirdi.

“Ali Ekber Şah’ın Üstadı ziyareti”

“O sıralarda Türkiye’ye Pakistan Maarif Nâzır Vekili Seyyid Ali Ekber Şah gelmişti. Cihan Palas Otelinde kalıyordu. Tevfik İleri, misafirin Üstadı ziyaret etmek istediğini, bizim alâkadar olmamızı, ancak kimsenin duymamasını söyledi.

“1952 yılında idi. Mehmed Gemalmaz’la birlikte misafiri de alıp Emirdağ’a gittik ve bir otele indik. Üstad’ın acele bizi beklediğini bildirdiler. ‘Hemen gelsinler’ demiş. Beraberce gittik. Üstad, Ali Ekber Şah için bir sandalye istedi. Hamza Emek hemen bir sandalye tedarik edip geldi. Üstad, ‘Seyyid Salih tercümanlık yapsın.’ diyerek benim tercümanlık yapmamı emretti. Konuşmasında, Risale-i Nur hareketini ve hizmetlerini, İslâm dünyasının durumunu anlattı. Ben tercüme ediyordum. Ancak mevzu gittikçe derinleşiyordu. Öyle bir noktaya geldi ki, ben tercüme etmekte güçlük çekmeye başladım, hattâ işin içinden çıkamaz oldum. Bu sırada Üstad iki dizinin üzerine doğruldu ve çok fasih bir Arapça ile konuşmaya başladı. Ben öylesine fasih ve beliğ bir Arapça konuşma dinlemedim.

“Seyyid Ali Ekber Şah, ‘Beni talebeliğe kabul eder misiniz?’ dedi. Üstad ona, ‘Seni yirmi senelik kardaşlığa kabul ediyorum.’ cevabını verdi. Üstadı Pakistan’a davet etti. Orada kendi emrine her türlü imkân, rayo istasyonu ve matbaa tahsisi edebileceklerini söyledi. Üstad buna karşılık şöyle cevap verdi:

“Kardaşım, Ali Ekber Şah! Bu hizmetleri göğüs göğüse yapmak icap ediyor. Siperin arkasında hizmet olmaz. Esas hastalık burada başladı. Ben Mekke’de de olsam buraya gelirdim. Asıl hizmet buradadır, cephe buradadır.’

“Üstad Hazretleri Ali Ekber’e eserlerinden verdi. Osman Çalışkan ve Dr. Tahir Barçın’la birlikte Üstad’ın yanından ayrıldık.

“Ali Ekber Şah’ı uğurlama”

“Seyyid Ali Ekber Şah, Üstadı ziyaretten son derece memnun olmuştu. Devamlı olarak, bu ziyaret imkânını bahşettiği için Allah’a hamd ediyordu. O geceyi beraberce otelde geçirdik. Üstad hakkındaki kanaatlerini sordum. ‘Bu zat sırf Kur’ân’dan konuşuyor. Bu kadar fasih ve beliğ olarak Kur’ân lisanını konuşan sadece bu zatı gördüm.’ diye cevap verdi.

“Sabahleyin Üstad’ın yanına gittim. Bana, ‘Keçeli, keçeli! Bu zatın devlet adamı olduğunu söylemedin. Görüşmemiz yeter.’ deyince ben çok üzüldüm. Adam, Üstadı tekrar ziyaret etmek istiyordu. Üstad kabul edemeyeceğini söyleyince, ‘Eyvah, bir daha göremeyecek miyim?’ diye ağlamaya başladı.

“Emirdağ’dan otobüsle ayrılacağımız sırada, bir de baktık ki, Üstad onu uğurlamaya gelmiş. Otobüste yan yana oturdular. Yedi-sekiz kilometre kadar beraberce gittiler. Ali Ekber tekrar görüşebilmekten dolayı çok memnundu. ‘Allah’a şükür, sizi bir daha gördüm’ diye seviniyordu.

“Ayrılacakları sırada Üstada bir kese altın vermek istedi. Ayrıca bir de ipek kumaş takdim etmek istiyordu. Altının hizmetlerde kullanılmasını, kumaşın da Nur talebelerinin ayaklarının altına serilmesini arzu ediyordu. Üstad uygun bir lisanla kabul edemeyeceğini bildirdi.

“Ali Ekber’i uğurladıktan sonra Zübeyir Ağabey çıkageldi. Üstad Zübeyir Ağabeye hitaben, ‘Bir veziri yolcu ettik, başka bir veziri karşıladık’ diye iltifatta bulundu.

“Ali Ekber Şah, ülkesine döndükten sonra Üstad’la alakalı çok sitayişkâr konuşmalar yapmıştı. El-Cumhuriyet gazetesinde de, ‘Risale-i Nur, Kur’ân’ın tercümanıdır’ diye yazdı. O sırada Üstada, Pakistan Dostluk Cemiyetini kurmak istediğimizi söyledik. ‘Beis yok, kurun’ dedi.

“Benim kabrimi kimse bilmeyecek!”

“1954 yılının yazı idi. Emirdağ’da Mustafa Acet, Sâdık ve ben, Üstad’la birlikte dağa çıkıyorduk. Bir ağacın altına gelince, Üstad orada yarım saat kadar durdu ve tefekkür etti. Sonra bizi yanına çağırdı ve şunları söyledi: 

“Keçeli, keçeli! Kimse benim kabrimi bilmeyecek. Sen de bilmeyeceksin. Ben senin memleketinde vefat etmek isterim. Halilullahın civarında ölmek isterim.’

Üstad’ın bu sözlerini Mustafa Acet yazmıştı.

“Menderes’i desteklemek lâzım”

“Bir ara ben, ‘Bu Menderes çok münafıktır’ diyerek aleyhinde konuşmaya başladım. Üstad hiddetle, ‘Sus, keçeli! Menderes’e böyle deme. O çok hizmet etmek istiyor. Fakat mâni olanlar var.’ cevabını verdi. Bunun üzerine ben, ‘Biz bir parti kuralım. Biz başa geçelim’ dedim. Üstad,

‘Eğer bugün Bayar bana dese, ‘Said gel, buraya otur,’ ben şiddetle reddederim. Bir cemiyette yüzde yetmiş dindar olmazsa, İslâmiyet nâmına başa geçmek cinayet olur. Memuru, mebusu senden olmadıkdan sonra İslâmiyete büyük zarar olur. Biz bütün kuvvetimizle Menderes’i desteklememiz lâzım ki, Halk Partisi iktidara gelmesin. Halk Partililerin yüzde doksan beşi masumdur. Kabahat yüzde beşindir.’

“Üstad Millet Partisinden bahsederek, ‘O partide çok münafık var. Kuvvet dindarların elinde değil’ dedi. Üstad bunları anlatırken bana da takılıyordu:

‘Sen benim yanıma geldiğin zaman, bütün siyasî damarlarımı oynatıyorsun. Benim param olsa, seni her sene hacca gönderirim. Sen Kutb-u Âzamın elini öpüp, ona Risale-i Nur’dan bahsedeceksin.’

“Daha sonraki yıllarda Seyyid Alevî Mâlikî’ye Üstad’dan bahsettim, Beşinci Şuâ’yı okudum. ‘Hâzâ sahih,’ yani, ‘Bu gerçekten doğrudur’ dedi. Üstadı sordu, vefat ettiğini söyledim. ‘Hayatta olsaydı, ziyaret eder elini öperdim’ dedi. Beni nerede görse, Bediüzzaman’ın talebesi olarak iltifat eder, yanına oturturdu.

Tarihçe’deki resimler

“Tarihçe-i Hayat’taki resimlerin baş kısımlarını çizerek başı gövdeden ayırırdı. 1955′ İhlâs Risalesi’ni bastırmıştım. ‘Bârekellah, perdeyi yırttın. Seni tebrik ederiz’ dedi. 

“Emirdağ’a, ‘Eddâî’nin bulunduğu formayı götürmüştüm. Üstad’la yolda karşılaştık. ‘Oradaki yetmiş dokuz değil, daha büyüksünüz. Bunda da hata var’ dedim. ‘Keçeli, bu doğrudur. Karışma sen. Bu böylece kalsın’ dedi. 

Vehhâbîlik bahsi

“Vehhabîlik meselesini Üstada sordum ve Mektubat’ta onunla alâkalı kısmın konmamasının münasip olacağını düşündüğümü söyledim. ‘Evet, bu bahis risalelerini İslâm âlemindeki intişarına mâni olur. Sonradan bu mesele izale olur.’ dedi. “

Seyyid Salih Özcan’ın Üstada yazdığı mektup

Salih Özcan’ın Gençlik Rehberi mahkemesinin beraetle neticelenmesinden sonra Urfa’dan İstanbul’a, Üstad Bediüzzaman’a yazdığı bir mektup:

“Çok muhterem, çok aziz, çok mubarek, çok müşfik ve bütün yüksek sıfatların mazharı olan Üstadım Efendim Hazretleri,

“Evvelan: Çok mübarek el ve ayaklarınızdan tazimatla kana kana öper, dua-yı âlîlerinizi bütün ruhumla niyaz eylerim.

“Saniyen: Mahkeme beraatının bütün âlem-i İslâmda yapmış olduğu akislerin ve sevinçlerin elbette bir âciz talebelerinizi de en az o kadar sevindirmiş ve Allah’a hamd ederek, Risale-i Nur’un bir zafer-i azîmi olarak telâkki etmeleri ve istikbale ait parlak ümitler müjdelemiştir. 

“Salisen: Hazret-i Üstadımız Efendimiz, birçok mecmua ve gazetelerde Risale-i Nur’un bazı parçalarını, bazen değiştirerek yazdıklarını ve hattâ maalesef istismar ettiklerini görmekle müteessir oluyoruz. Bu halleri Hazret-i Üstadımıza arz etmenin elzem olduğuna kanaat getirdik. Bütün bizleri arındıran bu hadiseler karşısında, buradaki üniversiteli Nurcular, kendi aralarında toplanarak, Büyük Nur isminde bir mecmuayı çıkarmak fikrine vardılar. Fakat bu fikri fasıl haline getirmeden önce, Hazret-i Üstadımıza arz etmeyi zarurî bulduk. Bu hususta, yüksek emirlerinize müntazırız, Efendim Hazretleri.

“Sevgili Üstadım; Risale-i Nur’a hizmet için, hakikata hizmet için, kusurlarımı af buyurarak en münasip şey ne ise Rabb-ı Rahim ihsan buyursun. Ve Risale-i Nur’un mübelliğ-i âzamı, istihdam-ı Nuriye ve Nur’ların merkez-i hakikîsi olan sevgili Üstadımdan emir ve fermanını el açarak bekliyorum. Hangi surette istihdam emir buyurulursa, İnşaallah lütf-u İlâhî ile muntazırım, Efendim Hazretleri. Bütün kardaşlarımız ayrı ayrı selâm ve hürmetlerini arz ederler.”

El-Baki Hüve’l-Baki
Kusurlu talebeniz:
Seyyid Salih (Özcan)

Kaynak: RisaleHaber

Hz. Osman (R.A.) Kimdir?

Hazreti Osman (ra) 580 yılında Taif’de doğdu. Kureyş’in zengin Ümeyye oğulları ailesindendir. Babasının adı Affan’dır. Peygamberimiz (sav)’den 9 yaş küçüktür.

Hazreti Osman (ra)’ın feraset sahibi bir teyzesi vardı, kendisine “Sen bir peygamber kızıyla evleneceksin, ona vahiy gelmeye başladı” dediğinde boş konuşmayan teyzesinin anlattıklarını arkadaşı olan Hazreti Ebu Bekir(ra)’e anlattı. Hazreti Ebubekir (ra) “Teyzen doğru söylemiş, Yâ Osman, sen akıllı adamsın, ben kendisinin peygamber olduğuna inandım, îmân ettim. Gel seni de huzûruna götüreyim, sen de îmân et” deyip beraberce Resûlullah(sav)’ın huzûruna vardılar. Allah Resulu (sav) Hazreti Osman’a;

-Yâ Osman, Hak teâlâ seni Cennete misâfirliğe davet eder. Sen de bu daveti kabûl et! Ben bütün insanlara hidâyet rehberi olarak gönderildim.

Hazreti Muhammed(sav)’in yaptığı bu davet üzerine, büyük bir şevkle kelime-i şehâdet getirip, Müslüman olmuştur.

Başarılı bir tüccar, giyimi kuşamı seven bir gençti. İlk Müslümanlar’ın genellikle önemsiz kimseler olması yanında, Hazreti Osman(ra) gibi her yönüyle önemli bir kişinin Müslüman olması büyük yankı ve tepki uyandırdı.

Ailesinden, teyzesi ve üvey kız kardeşinden başka kimse müslüman oluşunu desteklememiştir.

Peygamber (sav) gelen vahiy üzerine kızı Rukiye’yi Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Rukiyye, Bedir savaşından sonra vefât edince (Peygamberimiz (sav) kızının cenazesine yetişememiştir), Peygamberimiz(sav) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü de Hazreti Osman(ra)’a nikâhladı. Bu bakımdan ona, Peygamberimiz(sav)’in iki kızıyla evlenme nimetine kavuşmuş olduğu için, iki nûr sahibi manâsına “Zinnûreyn” denilmiştir.

Hazreti Osman (ra), Hazreti Rukiyye hasta olduğu için katılamadığı Bedir savaşı hariç tüm savaşlara katılmıştır.

622 yılında Habeşistan’a göç etmiş, tüm varlığını orada bırakıp Mekke’ye geri gelmiş daha sonrada Medine’ye hicret etmiştir. Medine’de Ebu Talha(ra)’nın yanında kalan Hazreti Osman(ra), Ensardan hiç yardım kabul etmemiştir, kısa sürede kendi evini alan Osman (ra) tüccarlıktaki maharetini göstermiş, daha önce çiftçilik yapan Medine’lilere tüccarlığı öğretmiş, musevilerin elinde olan ticaret müslümanların eline geçmiştir.

644 yılında halife olan Hazreti Osman (ra) 12 yıl gibi uzun bir zaman halifelik yaptı. Dört Büyük Halife’den en uzun süre halifelik yapan Hazreti Osman(ra)’dır.

Halifelik döneminde İslam devleti genişlemiş, Horasan, Hindistan, Mâverâünnehir, Kafkasya, Kıbrıs adası ve Kuzey Afrika’nın birçok yerleri onun zamanında feth edilmiştir. Donanma kurmuş, ekonomik reformlar gerçekleştirmiştir. İlk islam parasını basmış, bütün masraflarını karşılayarak Kabe ve Mescidi Nebeviyi genişletmiştir.

Hazreti Ebubekir(ra) zamanında toplatılıp kitap haline geirilen Kur-an’ı Kerim Mushaflarını çoğaltıp önemli merkezlere göndermiştir.

Peygamberimi(sav) kendisine 40 gün komşuluk yapan Hazreti Osman(ra)’ın su şıpırtısını bile duymadığını buyurmuştur.

Hazreti Muhammed sav) kendisinden halifeliği terk etmesini isteyeceklerini fakat halifeliği bırakmamasını tembihlemiş, yrıca kendisini Cennette arşın nurundan yaratılmış bir huinin beklediğini müjdelemiştir.

Hazreti Osman(ra) çok sıkılgan birisidir. Peygamberimiz(sav) evinde yatağında uzanmış vaziyette iken, sırasıyla Hazreti Ebu Bekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) içeri girip müşküllerini halledip çıkmışlardı. Bir müddet sonra Hazreti Osman(ra) kapıyı çalıp içeriye girmek için izin istediğinde Allah Resulu (sav) yatağından kalmış, üzerini toplamış Hazreti Aişe validemiz’e de üzerini toparlamasını emretmişlerdir. Hazreti Osman(ra) müşkülünü halledip çıkınca Hazreti Aişe validemiz Hazreti Osman(ra)’a neden böyle davrandığını sorduğunda Allah Resulu(sav) “Osman(ra) çok utangaçtır, beni öyle gördüğünde müşkilatını söylemeden gideceğinden çekindim” buyurmuşlardır.

Peygamberimiz(sav)kızı Rukiye’ye Ey benim kızım! Osman’dan gökteki melekler hayâ ederler. Ey canım kızım, Osman’a çok saygı göster. Çünkü, Eshâbım arasında, ahlâkı bana en çok benzeyen odur buyurmuştur.

Bir defasında Medîne’de kıtlık vardı. O sırada Hazreti Osman(ra)’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı gelmişti. Eshâb-ı kirâm satın almak için yanına gittiler. Hazreti Osman(ra) dedi ki:

– Sizden daha iyi alıcım var ve sizden daha fazla veren var, ona vereceğim.

Eshâb-ı kirâm durumu Hazreti Ebû Bekir(ra)’e bildirip dediler ki:

– Kıtlık zamanında böyle yapması uygun olur mu?

Hazreti Ebû Bekir(ra) buyurdu ki:

– Hazreti Osman(ra) Resûlullah(sav)ın damadı olmakla şeref kazanmıştır ve Cennette onun arkadaşıdır. Siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim.

Hazreti Ebû Bekir(ra), Hazreti Osman(ra)’ın yanına gidip durumu anlatarak buyurdu ki:

– Yâ Osman, Eshâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüşler.

Hazreti Osman(ra) şu cevabı verdi:

– Evet ey Resûlullah(sav)ın halifesi, onlardan iyi alıcı olan, bire yediyüz veriyor. Onlar bire yedi veriyor. Biz bu buğdayı bire yediyüz verip alana verdik.

Bundan sonra yüz deve yükü buğdayı Medine’de bulunan fakirlere, Eshâb-ı kirama bedava dağıttı. Yüz deveyi de kesip fakirlere yedirdi. Hazreti Ebû Bekir(ra) bu işe çok sevinip, Hazreti Osman(ra)’ın alnından öptü.

Hazreti Osman(ra) muhtaç olanlara bol bol yemek yedirirdi. Fakat kendisi evde sirke ve zeytinyağı yerdi. Yola giderken, devesinin arkasına kölesini de alırdı.

Müslümanlar, Medîne’ye hicret ettikleri zaman, su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusundan başka içilecek su yoktu. Bu kuyu da bir Yahûdîye âit idi.

Yahûdî, Müslümanları zor durumda bırakmak için, kuyudan her zaman su vermiyordu.

Verdiği günlerde de çok yüksek fiyatla sattığı için herkes alamıyor, fakir Müslümanlar çok sıkıntı çekiyorlardı.

Peygamber efendimiz, bu durumu gördükçe üzülüyordu. Kuyuyu satın alıp, Müslümanlara sebil edecek kimsenin, Cennette karşılığını kat kat alacağını müjdeliyor, açıkça Cenneti va’dediyorlardı. Bu müjdeyi işiten Hazreti Osman(ra), hemen Yahûdînin yanına varıp, pazarlığa başladı.

Yahûdî, Müslümanların mecbûren bu kuyuyu satın alacaklarını bildiği için, ödenmesi mümkün olmayan bir fiyat istedi. Bu duruma Hazreti Osman(ra) çok üzüldü. Fakat ne yapıp yapıp bu kuyuyu satın alarak Resûlullah(sav)ı memnun etmek istiyordu. Yahûdîye dedi ki:

– Senin dediğin fiyatla bu kuyuyu ben satın alamam. Sana bir teklîfim var. Gel seninle beraber ortaklaşa bu kuyuyu işletelim. Böylece kuyu elinden çıkmamış olur. Kuyunun yarı hissesini bana sat. Birgün sen, birgün ben kuyuyu işletelim.

Yahûdî, işin neticesinin nereye varacağını anlayamadı. Teklîf çok hoşuna gitti. On iki bin dirheme kuyunun yarı hissesini verdi. Kuyunun başında bir gün Yahûdî, diğer gün Hazreti Osman(ra) durup, su veriyorlardı. Yahûdî yine yüksek fiyatla suyu satıyor, Hazreti Osman(ra) ise bedava olarak veriyordu. Müslümanlar, sıra Hazreti Osman(ra)’a geldiği vakit, o günün ihtiyaçlarını aldıkları gibi, ertesi günün ihtiyaçlarını da doldurup gidiyorlardı.

Dolayısıyla ertesi gün Yahûdîye gelen olmuyordu. Yahûdî oyuna geldiğini anladı. Fakat iş işten geçmiş oldu. Sonra gelip, kuyunun diğer yarısını da aynı fiyatla Hazreti Osman(ra)’a satmak istedi. Fakat Hazreti Osman(ra) kabûl etmedi. Bir müddet sonra tekrar gelip, daha aşağı bir fiyat teklîf etti. Hazreti(ra) Osman yine kabûl etmedi. Biliyordu ki, Yahûdî mecbûren bu kuyuyu satacaktı. Çünkü başka çâresi yoktu. Daha sonra Yahûdinin ısrârına dayanamıyarak, ucuz bir fiyatla diğer yarısını da satın aldı. Böylece kuyunun tamamı Müslümanların ihtiyaçları için sebil edildi. Peygamber efendimiz(sav), bu habere çok sevinip Hazreti Osman(ra)’a hayır duâ ettiler.

Fethedilen yerlerdeki halk seve seve Müslüman oluyordu. Böylece Müslümanların sayısı milyonları buldu. Müslümanların bu kadar çoğalması, her milletten insanın bulunması sebebiyle, karışıklıklar da baş göstermeye başladı. Münâfıklar, Müslümanların arasına fitne tohumları ekmeye başladılar.

Yemenli bir Yahûdî olan, Abdullah bin Sebe Onüç bin kişilik bu çapulcu takımı ile Medîne’ye kadar yürüyüp Hazreti Osman(ra)’ın evini kuşattılar âsîler duvarı atlayarak içeri girdiler. Hazreti Osman(ra) Kur’ân-ı kerîm okuyordu, Muhammet bin Ebubekir, Hazreti Osman(ra)’ın sakalından tutarak: “Şimdi seni elimden hiç kimse alamaz!..” diye bağırdı.

Hazreti Osman(ra), Muhammet bin Ebubekir’in yüzüne bakarak yavaş bir sesle: “Baban bu halini görse, ne kadar utanır, ne kadar üzülürdü…” deyince, Hazreti Ebubekir(ra)’in oğlu utancından kaçtı. Diğer üç suikastçıdan biri kılıcını Hazret Osman(ra)’a sallayarak şehîd etti. Hazreti Osman(ra)’ın kanı, okumakta olduğu Kur’an’ın üzerine sıçradı. Hazreti Osman(ra) Son nefesini verirken şöyle duâ etti:

– Yâ Rabbî, Ümmet-i Muhammedi, tefrikadan, fitneden koru! Bunu üç defa tekrarladı.

İsyancılar iki gün Medine’ye egemen oldular. Korkusundan kimse sokağa çıkamıyordu. Hazreti Osman’(ra)ın cesedi iki gün olduğu yerde kaldı. iki gün sonra 12 sahebe gece karanlığında Hazreti Osman (ra)’nın yanına gidebildiler, elbisesi kan içersindeydi beyaz elbisesi beyaz saçı beyaz sakalı kana bulanmıştı o çoktan iftara gitmişti Allah Resulu (sav)in yanındaydı çok özlediği dostların yanındaydı çile bitmişti . Onu yıkamadılar şehitti çünkü elbisesini çıkarmadılar kanla gidecekti hesaba. Medine mahzundu. 83 yaşındaki rahmet bereket insanı tek başına Tebük’ü satın alan adam Allah Resulu(sav)nun Uhud dur bakalım üstünde şehit var dediği adam, garip bir şekilde toprağa verildi. Allah nasip ederde birgün Medine’ye gittiğinizde Hazreti Osman(ra)’ı ziyaret edin, dua edin duasını alın.

Allah bizleri Hazret Osman (ra)’ın şefaatine nail etsin amin…

Çetin Kılıç / Lüleburgaz

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1. Kütübü sitte

2. Sevgi Kutupları

3. enfal.de

4. turk.ch

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız