Etiket arşivi: kısaca hayatı

Abdullah İbn Abbâs (ra) Kimdir?

Abdullah ibn Abbas 619 yılında Mekke’de doğmuştur. Babası, Hz. Peygamberimizin (sav) amcası Hz. Abbas; annesi ise Hz. Hatice’den hemen sonra Müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübabe’dir. Müminlerin annesi Meymune’nin kız kardeşidir. Aynı zamanda Halid ibnu Velid’in teyzesinin oğludur. Abdullah’ın adını Peygamber Efendimiz(sav) koyarak, kendi terbiyelerinde yetiştirmişlerdir.

Babası Hz. Abbas, Abdullah doğar doğmaz onu Hz. Peygambere götürmüş, Rasûlullah (sav) de onu kucağına alarak: “Allahım! Onu dinde fakih kıl. Kitabının açıklamasını ona öğret” diye dua etmiştir.

Gençliğinde de Peygamber efendimiz tarafından birkaç kez başı okşanarak: “Allah’ım! Bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona tevil ve tefsir’i öğret. Allah’ım! İnsanoğluna verdiğin her ilim ve hikmeti bunun göğsünde topla diye dua etmiştir.

Yaşının küçük olmasından dolayı Rasûlullah’ın evine ve özellikle teyzesi olan Hz. Meymune’nin hücresine rahatça girip çıkardı. O naklettiği hadis, tefsir ve fıkıh ilmine vukufu ile tanınır. Abdullah İbn Mes’ud, Onun için: “O, Kur’ân-ı Kerim’in tercümanıdır, müfessirlerin sultanıdır” demiştir.

 Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur Külliyatının Mektubat adlı eserinde, Abdullah ibn Abbas (ra)’dan dan şöyle bahseder;

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hz. Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) bir perde (mülâet) altına alarak; “Ya Rabbi! Bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Onları bu perdeyle örttüğüm gibi, sen de onları Cehennemden öylece koru.” deyip dua etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları “Âmin, âmin” diyerek duaya iştirak ettiler. Yine aynı eserde Bediüzzaman, “Hz. Peygamberin duası öyle makbul olmuş ki, İbni Abbas ‘tercümanü’l-Kur’ân’ ünvan-ı zîşânını ve ‘habrü’l-ümme,’ yani ‘allâme-i ümmet’ rütbe-i âlisini kazanmış. Hattâ çok gençken, Hazret-i Ömer onu ulema ve kudema-yı Sahabe meclisine alıyordu” diyerek, Hz. Abdullah’ın duayı nebevi ile kazandığı makamları ifade etmektedir.

Abdullah ibn Abbas Yaşının küçüklüğüne rağmen yaşlı sahabelerle bir arada bulunmuştur. Yaşlı sahabelerin Nasr suresinin tefsiri konusunda herhangi bir düşünceleri olmayınca Hz. Ömer ;Yaşının küçük oluşu konuşmana engel olmasın diye buyurunca, Abdullah İbn Abbas bu surede Rasûlullah (sav)’ın ecelinin yaklaştığını işaret eden ifadelerin olduğunu söylemiş ve Hz. Ömer de onu tasdik etmiştir.

İbn Abbas’ın son derece disiplinli ve muntazam çalışma sistemi vardı. İşlerini titizlikle belli bir plan dâhilinde düzenlerdi. Bu planına önce kendi aynen uyardı. Haftanın belirli günlerinde geniş halk kitlesine dini ilimlerle ilgili dersler, dini ilimler dışında Arap dili, şiiri ve edebiyatı üzerinde etraflı konuşmalar yapardı.

 Afrika’daki Bizans genel valisi Georgios ve adamlarıyla ilmî tartışmalar yapmıştır. Georgios ve etrafındakiler O’nun akıl, zekâ, fikir kuvvetini ve ilim kudretini görerek: “Bu insan Arapların en derin âlimidir.” sonucuna varmışlardır.

Müşkilü’l-Kur’ân (Kur’ân-ı Kerim’in derinliklerine inme, bulma, çözme ve güçlükleri giderme) konusunu da ilk ele alan yine İbn Abbas’tır.

Birçok sahabeden ders ve bilgi almış, Hz. Osman’ın şahsına çok bağlı olup onun zamanında devlet kademelerinde görev almıştır, Hz. Osman’ın şehâdetinden önce evinin etrafında nöbet bekleyen büyük sahabelerin çocuklarıyla birlikte bulunmuş ve Halife’yi isyancılara karşı korumaya çalışmıştı. Cemel ve Sıff’ın savaşlarında Hz. Ali’nin yanında yer almıştır. Basra Valiliğinde bulunmuş valiliği sırasında kendisine atılan bir iftiraya dayanamayıp görevinden ayrılarak Mekke’ye gitmiş ve ömrünün sonuna kadar burada ilimle uğraşmıştır.

 Hz. Hüseyin’in Küfe’ye gitmek üzere yola çıkıp Kerbelâ’da şehit edilmesi Abdullah b. Abbas’ı bir hayli üzdü ve üzüntüsünden gözlerini kaybetmiştir.

İçki bütün fuhuşları doğurur. Günahların en büyüğüdür.”

Allah bir kulu sevdiğinde, mescide kayyum eder. Sevmezse hamama hizmetçi eder.”

Her hadisi herkese söylemeyin, aklı alacak adama söyleyin.”

Çocuklarınızın ilk sözü “Lâ ilâhe illallah” olsun gibi 1660 hadis rivayet eden,  en çok hadis rivayet eden yedi kişiden beşincisi âdeta zamanın bir ansiklopedisi olan Abdullah ibn Abbas, 687 yılında Taif’te yetmiş yaşındayken teslim-i ruh etti. Cenaze namazı Hazret-i Ali’nin oğlu Muhammed ibn-i El-Hânefiyye tarafından eda olundu. Kabrine indirilirken, Muhammed ibnül-Hanefiyye:”Kasem ederim ki, hatifin sesi bu dakikada İbn-i Abbas’ın ruhuna: “Ey içi yakın ve itminan ile dolu olan ruh, sen Rabbinden hoşnut, Rabbin senden hoşnut olduğu halde onun nezdine dön!’ demektedir.” dedi.

 Allah kendisinden razı olsun. Âmin.

Çetin KILIÇ/Lüleburgaz

www.NurNet.Org

Kaynaklar:

Hadis Ansiklopedisi, sevde’de, Risale-i Nur Külliyatı, islamiyet. gen.

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.a.) Kimdir?

Müellifler Hz. Hasan ve Hz Hüseyin (r.a.) menkıbelerini beraber sunmuşlar ayırmamışlardır. Bu birliğin sebebi bir çok menkıbelerde müşterek olmalarıyla açıklanır. Bunlar sevgili Peygamberimiz(sav)’in mübarek iki torunlarıdırlar ve ayırmak mümkün değildir.

Hz. Hasan ve Hz Hüseyin, Hz. Peygamber(sav)’in torunları, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın çocuklarıdırlar. Hz Hasan 625, Hz Hüseyin ise tam bir yıl sonra 626 yılında Mekke’de doğmuştur. Hz. Fatıma, ile Hz. Ali’nin evliliklerinden Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep isimlerinde çocukları dünyaya gelmiştir. Muhassin, doğumunun hemen akabinde vefat etmiştir .Hz. Peygamber’in torunları olan bu çocuklar onunla birlikte güzel günler geçirerek onun eğitim ve terbiyesinden nasiplenmişlerdir

Hasan ve Hüseyin isimlerinin cahiliye döneminde bilinmediği ve ilk olarak Hz. Peygamber(sav) tarafından torunlarına verildiği bilinmektedir. Hz Ali çocuklarına harb ismini koymak istese de Peygamberimiz(sav) müsaade etmemiştir.

Hz. Peygamber(sav)’in, torunları Hasan ve Hüseyin’in doğumundan sonra kulaklarına ezan okuduğu ve her biri için de akika kurbanı kestirdiği, her ikisinin de doğumlarının yedinci günlerinde sünnet edildiği ve saçlarının kesilip ağırlığınca gümüş tasadduk edildiği bilinmektedir.

Ehl-i Beyt’inden en sevimli olanlar kimlerdir?” diye sorulunca Hz. Peygamber: “Hasan ve Hüseyin’dir.” diye cevap vermiştir. Aayrıca onlar “Cennet ehli gençlerin efendileridir” buyurmuştur Onları bulduğu her fırsatta kucağına alıp öpmüştür.

Yine bir gün Rasûlullah (sav)’ın Hasan’ı öptüğünü gören Akra b. Hâbis ona: “Benim on çocuğum var ama daha hiç birini öpmedim.” deyince Hz. Peygamber: “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur. Başka bir rivayette ise “Allah senden rahmet duygusunu almışsa ben ne yapayım.” demiştir.

Hz. Peygamber (sav) halkın arasında iken dahi onları omuzlarına almış ve gezdirmiştir. Ebu Hureyre (ra) onun bir omzunda Hz. Hasan, diğer omzunda Hz. Hüseyin, bir ona bir diğerine oyun yaparak yanlarına geldiğini ve “Kim onları severse beni sever, kim de onlara buğzederse bana buğzeder.” dediğini nakletmiştir.

Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayette onların Hz. Peygamber(sav)’in huzurunda güreşirlerken Rasûlullah (sav): “Haydi Hasan!” diye heyecana ortak olunca Hz. Fatıma: “Niçin ‘Haydi Hasan’ diyorsun?” diye sormuş. O da: “Cebrail de ‘Haydi Hüseyin’ diye sesleniyor da onun için.” Buyurmuştur

Hz. Peygamber(sav)’e hurma dolu bir sepet getirilmişti.. Onlardan biri bir hurma tanesini alarak ağzına götürdü. Rasûlullah (sav) bunu görünce onun ağzından hurmayı çıkarmış ve: “Sen Âli Muhammed’in sadaka yemediğini bilmiyor musun?” demiştir.

Hz. Hasan’ın baş ve göğüs arası, Hz. Hüseyin’in de göğüsten aşağısının, Hz. Peygamber’e çok benzediğini ifade edilmektedir.

Resulullah(sav) ”Ben size temessük edip sıkı sarıldığınız takdirde dalalete düşmekten korunacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan her biri diğerinden daha büyüktür: Kitabullah, bu semadan arza uzanan Allah’ın ipidir Diğeri Ehli Beytim olan yakınlarımdır bu iki şey Kevser havuzunun başında buluşuncaya kadar birbirinden ayrılmayacaktır bu iki şey hakkında benden sonra nasıl davranacağınıza iyi bakın” buyurarak “Kitaba uyup emirlerini tatbik edin nehiylerinden kaçının Al-i Beytimin yoluna uyun onlar sizi hidayete ulaştırır dalalete düşmezsiniz “diye vasiyette bulunmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri Lemalar adlı eserinde “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karâbetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve verâset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok mehdî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) gayb-âşinâ kalbiyle, dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temâşâ eden ve yerden Cenneti gören ve zeminden gökteki melâikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisâtı gören, hattâ Zât-ı Zülcelâlin rüyetine mazhar olan nazar-ı nuranîsi, çeşm-i istikbal-bînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdîleri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmesinden, Şah-ı Geylânî’nin hisse-i azîmesi var.”buyurmuştur.

Bediüzzaman,bahsin devamında Resulu Ekremin(sav) ümmeti Al-i Beyti etrafında toplamaya ehemmiyet verdiğini belirtikten, Al-i Beytin “sünnet-i seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Ali Beyt” olduğuna dikkat çektikten sonra şunu söyler: “işte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnet’e ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadisiye bildirilmiştir. Demek ki Al-i Beyt’ten vazife-i risaletçe muradı Sünneti seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.” demiştir.

Hz. Ali, Haricîler tarafından bir suikastla şehit edilirken, Hz. Hasan Müslümanların kanlarının dökülmemesi için hilafetten feragat ederek Muaviye’ye biat etmiştir. Muaviye’nin vefatından sonra onun oğlu Yezid’e biat etmeyen Hz. Hüseyin ise, Kerbela’da aile halkından 19 kişi toplam 72 kişiyle birlikte şehit edilmiştir. Onların karşı karşıya kaldığı bu üzüntü verici durumlar o gün olduğu gibi günümüze kadar devam eden süreçteki bütün Müslümanların gönüllerini dağlamış, onlara olan sevgi, saygı ve bağlılığı bir kat daha artırmıştır.

Hz Hasan’ın ölüm sebebi ise zehirdir; Hanımı Ca’d zehir içirmiştir kırk gün sonra 669 tarihinde Medine’de vefat etmiştir vefatından önce Hazreti Aişe’den izin isteyip Rasûlullah (sav)’in yanına gömülmek istemiş Hz Aişe izin vermesine rağmen iktidardaki Emevi ailesi buna razı olmamış Hz Hüseyin^de huzursuzluk çıkmaması için ısrar etmemiştir. Hz Hasan’ın vasiyeti esnasında “mani olurlarsa Baki’ul Garkad’a defnedin “sözü üzerine Baki’ul Garkad’a defnedilmiştir.

Allah, Hz. Hasan(ra) ve Hazreti Hüseyin(ra)’a rahmet eylesin bizleri hakkıyla ehli beyte uyan kullarından eylesin yollarından giden ümmet eylesin amin…

Çetin KILIÇ / LÜLEBURGAZ

www.NurNet.Org

KAYNAKLAR:

1) Hadis Ansiklopedisi

2) Risale-i Nur Külliyatı

3) Son Peygamber

Not: Ümmetin Yıldızları ve En Güzel Örnekleri Olan Sahabelerin Hayatları İçin Tıklayınız

Mustafa Sungur Abi Kimdir? (1929-2012)

1929’da Eflâni’de doğdu. Kastamonu Gölköy Enstitüsü mezunudur. Evli ve yedi çocuk sahibir. Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin en yakın talebe ve hizmetkârlarındandır.

Bediüzzaman’ın önde gelen talebelerindendir. Uzun süre kendisinin hizmetinde bulunmuştur. İlerlemiş yaşına rağmen 1946 yılından bu yana Risâle-i Nurları aynı aşkla okuma ve yayma hizmetine devam etmiştir. Bediüzzaman’ın mânevî evlâdıdır. Mustafa Sungur, 1929 yılında bugün Karabük’e bağlı olan Eflani’de doğdu. Uzun yıllar burada kaldı. İlkokulu burada okudu. Daha sonra Kastamonu Gölköy’de bulunan Köy Enstitüsüne kayıt oldu. Okulda çalışkanlığıyla dikkat çekti. Öğrenciliği boyunca çok sayıda kitap okudu.

Köy Enstitülerinde dine karşı takınılan olumsuz tavra rağmen, dine meyilli olan Mustafa Sungur bu eğilimini devam ettirdi. Aile büyüklerinden de gördüğü destekle mânevî yönünü takviye etmeye çalıştı. Köyünde bulunan İbrahim Hoca’dan dînî dersler aldı. Enstitüden mezun olduktan sonra eğitimine devam etmek istedi. Amacı, yüksek tahsil yapıp öğretmen veya müfettiş olmaktı. Ancak, babası buna izin vermedi.

Mustafa Sungur, köy enstitüsünden mezun olduktan sonra, köyde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğrenciliği sırasında bilgi sahibi olmaya başladığı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’u, bu öğretmenliği sırasında, Emirdağ Lâhikası’nda “Hafız Ali’nin tam varisi” olarak vasıflandırılan ve ismi çok zikredilen Ahmet Fuat Efendi ile Safranbolulu Keçeci Mehmet Efendi vasıtasıyla 1946 yılında tanıdı. Çalışlar Köyü’nde öğretmenliğini sürdürürken Bediüzzaman Said Nursî’yi ziyaret etti.

Mustafa Sungur’a önce Şemsettin Yeşil’in kitapları verilir. Bilindiği gibi bu kitaplarda Risâle-i Nur’dan kaynak gösterilmeden alıntılar yer almaktaydı. İntihal yazıları öğrenen Bediüzzaman Hazretleri buna bir şey dememişti. Bir toplantı için Safranbolu’ya giden Mustafa Sungur, burada bulunan Hüsnü Bayram’ın babası olan Hıfzı Bayram Efendi’yle tanıştı. Hıfzı Bey kendisine formalar halinde bazı yazılar verip okumasını söyledi. Verilen formalar, Risâle-i Nur’dandı. Bediüzzaman’ın eseri olduğunu öğrendi. Böylece Safranbolu’da hem Risâle-i Nur, hem de talebeleriyle tanışmış oldu.

Risâle-i Nur’u tanıyıp Bediüzzaman Hazretleri hakkında bilgi sahibi olan Mustafa Sungur, talebe olmak için büyük bir heyecan yaşamaktaydı. Daha önceden yaşadıklarını da ara sıra dile getirerek Bediüzzaman’a mektuplar yazmaya başladı. Bu mektuplardan bazıları lâhikalarda yerini aldı. Heyecanla talebeliğe kabulünü beklerken, Bediüzzaman’ın gönderdiği mektupta kendi ismi de zikredilmekteydi: “Nurun küçük kahramanlarından Mustafa Sungur ve Rahmi’nin az bir zamanda eski harfle, Mustafa Sungur’un gayet mükemmel, Meyve’nin 11. Meselesi Hatimesi ile Rahmi’nin Gençlik Rehberi’ni eski harflerle güzelce yazmaları ve Kastamonu’dan gelen kitaplarım içinde bize göndermeleri, hakikaten benim için yeni biraderzadelerim bir Abdurrahman ve Fuad dünyaya gelmiş gibi beni memnun ediyor.” Bu ifadeler kendisi için çok büyük değer taşımaktaydı.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman Hazretlerini görmek için 1947 Eylül’ünde teşebbüse geçti. Yol masrafı için gereken parayı borç edindi. Çalışlar Köyü’nden atla önce Eflani’ye, oradan da 7-8 saat süren bir yolculuktan sonra Safranbolu’ya gitti. Buradan Karabük’e ve yorucu bir tren yolculuğundan sonra Ankara’ya vardı. Ankara’dan Eskişehir’e yine trenle gitti. Buradan da Emirdağ’a hareket etti. Günlerce süren yolculuktan sonra Bediüzzaman ile görüşme şansını elde etti. Bediüzzaman; evli olup olmadığını sordu. Ancak, daha önceden evlenmişti. Bekâr olsaydı yanına alacağını söyledi. “Ceylan bir Sungur, Sungur bir Ceylan” diyerek iltifatta bulundu. Çünkü, Ceylan epey zamandır kendisine hizmet eden önemli bir talebesiydi.

Bediüzzaman’ın talebelerinin kaldığı evde bir gece kalan Mustafa Sungur ertesi gün oradan ayrıldı. Ayrılmadan önce Bediüzzaman kendisine 25 kuruş para gönderdi. Buradan ayrılıp Isparta’ya gitti ve buradaki talebelerle de tanışma fırsatını elde etti. Isparta’dan döndükten bir yıl sonra, Afyon dâvâsında (1948) Bediüzzaman’ın tevkif edildiğini öğrendi. Babasının imamlık yaptığı Aydın Kasaplar Köyüne gitti. Bir süre burada kaldıktan sonra Afyon’a geçti. Afyon’a geldiğinde henüz mahkeme başlamamıştı. Bu arada Bediüzzaman ve talebeleri tutuklanmış, bir süre tutuklu kalan talebelerden bazıları serbest bırakılmıştı. Mahkeme günü Bediüzzaman Hazretleri ile görüştü.

Dinî kitap okumak ve Bediüzzaman’la görüşmenin suç sayıldığı o dönemde tutuklananlar kervanına Mustafa Sungur da katıldı. O da tutuklanıp Afyon hapsine kondu. Tarihçe-i Hayat’ta bu konudan şöyle bahsedilir; “Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, birtek suç delili bulunamıyor. Fakat, ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme -güyâ kanaat-i vicdâniye ile- Bediüzzaman’a yirmi ay ve müdakkik bir âlime on sekiz ay, yirmi iki kişiye de altışar ay hüküm veriyor; diğerlerini de, “Bunlar Bediüzzaman’ı büyük bir mürşid olarak bilmişler ve içlerindeki derûnî boşluğu doldurmak için Risâle-i Nur’u okumuşlar” diye berâet veriyor; hüküm alanları da, “Bediüzzaman’ın kurduğu gizli cemiyete yardım etmişler” diye cezalandırıyor; hükmü derhal infaz edip, hepsini tevkif ediyorlar.”

Memuriyetten atılan Mustafa Sungur bir süre, tahliye edilip serbest bırakılan Bediüzzaman ve talebeleriyle birlikte kaldı. İlk defa uzun bir süre Bediüzzaman’ın yanında kalmaktaydı (1949). Bu sırada Mustafa Sungur’un babası Mehmet Efendi, memuriyetten ayrıldıktan sonra yanına gelmediği için oğlunu Bediüzzaman’a şikâyet etti. Bediüzzaman baba İmam Mehmet Efendi ile bir süre sohbet etti. Bu görüşmenin ardından Mustafa, babasının yanına gitti.

Aydın’da bir süre babasının yanında kalan Mustafa Sungur, buradan İstanbul’a geçti. Sebilürreşad’ı çıkaran ve daha önceden Bediüzzaman’a dost olan Eşref Edip’le görüştü. Akabinde köyüne geri döndü. Ailesinin yanına uğradı. Ev halkıyla helâlleşip tekrar Emirdağ’a doğru yola çıktı. Ankara’ya varınca Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki ile görüştü. Görüşmede Başkan, Bediüzzaman’dan övgü ile söz eder: “Ben dünyada Abdülmecid (Bediüzzaman’ın kardeşi) gibi âlim görmedim… Üstadın ilmi zaten hesaba girmez, vehbîdir…” Bu arada yayınlanmak üzere Risâle-i Nur takdim edilir. Ancak, yayınlatma işi gerçekleşmez.

Mustafa Sungur, Bediüzzaman’ın verdiği görev ve hizmetleri yerine getirmeye başladı. Bu gaye ile çeşitli yerlere gönderildi. Emirdağ ve Ankara arasında gidip geldi. Bu arada Danıştay’da açmış bulunduğu dâvâ ile ilgili olarak bir davet alır. Bediüzzaman Hazretleri kendisini küçük bir köye muallim olarak göndermek istemediğini söyler. Kendisi de dâvâ için Ankara’ya gider. Ancak, müracaatı gecikmiş gerekçesiyle işleme konmaz. Ankara’dan eli boş olarak Emirdağ’a döner.

Bediüzzaman bir süre sonra kendisini tekrar Ankara’ya gönderir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışan Osman Nuri Efendi’ye iletilmek üzere bir mektup verir. Bu görevlerin dışında daha başka bir çok alanda hizmet görür. Risâle-i Nur nüshalarının çoğaltılıp dağıtılması işinde de bulunur. Bediüzzaman, bir çok siyasî simaya da mektup yazarak talebeleriyle ulaştırır. Başbakan ve bakanlara mektuplar gönderir.

Mustafa Sungur Samsun’da neşredilen Büyük Cihad adlı gazeteye Ankara’dan yazılar gönderir. Bu yazıların neşrinden sonra dâvâ açılır ve 19 Şubat 1953 yılında tutuklanır. Bir süre Ankara’da hapis yatar. Hapisten çıktıktan sonra memleketi Eflani’ye gider. Buradan tekrar Isparta’ya Bediüzzaman’ın yanına gider. Askerlik hizmeti hariç, Bediüzzaman’ın vefatına kadar yanında kalarak hizmet eder.

Risâle-i Nur’u tanıdığından beri hizmetini devam ettiren ve ilerlemiş yaşına rağmen iman hizmetini sürdürmüş olan Mustafa Sungur’un adı Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde geçmektedir. Bediüzzaman Hazretleri 1946-58-59 yıllarında birkaç kez yazdığı vasiyetnâmesinde Mustafa Sungur’un da ismine yer vermiş, kendisi için övgü dolu ifadeler kullanmış “Sungur benim evlâd-ı mâneviyemdir” demiştir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin 1946, 1958 ve 1959’da birkaç defa yazdığı vasiyetnamelerinde adı zikredilen Mustafa Sungur’un Şerife, Ahmed Said, Muhammed Nur, Saide Nur, Aynur, Cihannur, Nurullah adında yedi çocuğu vardı. Bedüzzaman’ın vefatından sonra kendisini tamamen Risale-i Nur sohbetlerine adadı.

1954 yılından 1960’a kadar doğrudan Bediüzzaman’ın hizmetinde bulundu. Bu süre içinde Risale-i Nur’u ve hizmet düsturlarını bizzat Üstaddan ders aldı.

Rabbim ahirette beraber olmayı nasip etsin.

Kaynak: Risaletalimhaber.com

Sa’d b. Ebî Vakkas (R.A.) Kimdir?

Sa’d b. Ebî Vakkas (ra) 592 yılında Mekke’de doğmuştur, künyesi Ebû İshâk’dır. Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkas’dır

Rasûlüllah (s.a.v)’in annesi ve Sa’d b. Ebî Vakkas(ra) Zuhreoğullarından olduğu için Rasûlüllah (s.a.v) O’na “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifatta bulunmuştur.

Sa’d (r.a) İslâm’a girişine sebep olan olayı şöyle anlatır: ‘Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise (ra), Ali b. Ebî Talib(ra) ve Ebû Bekir(ra)’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; ‘Bir saat kadardır’ dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah (s.a.v) gizlice İslâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâm’ı kabul ettim.”

Sa’d (r.a), 17 yaşında Müslüman oldu. Müslüman olduğunda henüz namaz farz kılınmamış idi.

Sa’d(ra)’ın Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d(ra) ona; ‘Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim‘ demişti.

Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Sa’d, annesini çok seviyor ve bu duruma çok üzülüyordu. Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeyi göndermişti: ‘Bununla beraber eğer, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşmak için seninle uğraşırlarsa, o zaman onlara itaat etme. Dünya işlerinde onlara iyi davran…‘ (Lokman, 31 / 15).bu ayeti kerime Sa’d(ra)’a teselli vermişti.

Sa’d(ra), müşrikler tarafından da diğer Müslümanlarla birlikte saldırı ve işkencelere maruz kalmıştır.

Mekke’de Müslümanlar, Mekkeli müşriklerin saldırılarından emin olmak için ibadetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d(ra) eline geçirdiği bir deve kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm’da Allah için akıtılan ilk kan budur. Allah yolunda ilk kan akıtan ve ilk ok atma şerefi Sa’d (r.a)’a aittir.

Uhud savaşında, müşriklerin üstünlüğü ele geçirdiği ve Müslümanların paniğe kapılarak dağıldığı esnada Rasûlüllah (s.a.v)’in yanından ayrılmayıp gövdelerini siper ederek onu korumaya çalışan bir kaç kişiden birisi Sa’d b. Ebi Vakkas (r.a) idi.

Sa’d (r.a), ok atmakta mahirdi ve hedefini şaşırmıyordu. Rasûlüllah (sav) ona ok veriyor ve şöyle diyordu: “At Sa’d, Anam babam sana feda olsun.” Övgü, rıza ve hoşnutluğu ifade eden bu kelimeleri, Rasûlüllah (sav) ana ve babasını bir arada zikrederek başka hiç kimse için kullanmamıştır. Uhud günü tek başına bin ok attığı rivayet edilmektedir

O, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin fethi ve diğer gazvelerin tamamına katılmıştır.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, bir çok birliklere de kumandanlık etmiştir. Bunlardan biriside İran imparatorluğunu çökerten Kadisiye ordusunun kumandanlığıdır.

Bu savaşta İran Ordusunda 120 bin kişi vardı. Bunların 30 bini zırhlı ve birbirinden ayrılmaması için zincirle bağlı idiler. Ayrıca İran Ordusu’nun ön saflarına filler yerleştirilmişti. İslâm Ordusu ise 34 bin kişi idi. Kisra’nın sarayları ve hazineleri Müslümanların eline geçmişti. Bu harbte Müslümanlar 2000 şehit verdi

Küfe şehrinin kurucusu Sa’d(ra)’dır. Küfeden önce Medayin’de ikamet ettiler fakat buranın havası sahabelere yaramamıştı. Benizleri saramıştı. Oradan Küfe’ye inmişlerdir. Küfe şehri 40 bin insanın yaşayacağı şekilde inşa edilmiştir. Sa’d (ra)’ın yaptırdığı hükümet konağı 7-8 asır ayakta kalmıştır. Orada yöneticilik yaptığı süre içerisinde ahalisine şevkatli bir anne gibi davranmış, haklarının zerresini bile gözetmiştir.

Sa’d (r.a), Buvat Seferine katılmış, bu seferde Peygamberimizin (aleyhisselâm) sancağını taşımıştır. Hudeybiye antlaşmasında bulunmuş, şahit olarak anlaşmayı imza etmiştir.

Sa’d (r.a), Hazreti Osman(ra) döneminde yönetimden uzak kaldı. Medine yakınlarındaki Akik vadisinde bulunan çiftliğindeki evine yerleşmiş ve ziraatle uğraşmaya başlamıştır. Fitne devrinde hiçbir tarafta teşriki mesai yapmamış tamamen tarafsız kalmıştır. Hazreti Ali(ra) Sa’d(ra)’ın bu durumunu “Sa’d(ra) ile İbni Ömer(ra) iyi hareket ettiler” diyerek tasdik etmiştir.

Hazreti Osman(ra) şehit edildikten sonra kendisine halifelik teklif edenlere Sa’d(ra) şöyle diyordu: ‘Bana, iki gözü, dili ve iki dudağı olan ve şu kâfirdir, şu mü’mindir diyen bir kılıç getirilinceye kadar asla halife olmam.”

Muaviye kendisini davet ettiğinde; “Hayatımda üç kez ağladım Allah Resulu(sav)nün irtihal ettiği gün, Hazreti Osman(ra)ın şehit edildiği gün, şimdide de hakka ağlıyorum.” Ayrıca kendisine müminlerin emiri denmesini isteyen Muaviye’ye “Ben bunu kabul etmem” diye cevap vermiştir

Sa’d (r.a), güçlü bir kişiliğe ve siyasî desteğe sahip olduğu halde, riyaset çekişmelerinin içine girmekten ömrünün son günlerine kadar kaçınmıştır.

Peygamberimiz(sav) “Allahım! Sa’d dua ettiği zaman onun duasını kabul et” diye dua buyurmuş, bundan sonra insanlar Sa’d(ra)ın bedduasından korkar olmuştur. O’nun iki silahı vardı; “mızrağı” ve “duası”.

Sa’d (r.a), hakkında dört âyet nazil olmuştur. Eshâb-ı kirâm arasında en cesur ve kahraman olanlardandır, İslâm binasının sağlam temeller üzerine oturtulmasındaki temel taşlardan birisidir. 270 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rasûlûllah’dan bir rivayette bulundu mu, artık o meseleyi bir başkasına sormazlardı.

Sa’d(ra), heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi. Çok sevimli biri idi. Allah korkusundan çok ağlardı. Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu.

Sa’d (r.a), 675 yılında ikâmet etmekte olduğu Medine’nin dışındaki Akik vadisinde başı oğlunun dizlerinde iken ağlayan oğluna “Ağlama oğul Allah bana azab etmez ben cennet ehlindenim” dedikten bir müddet sonra kendisinden önce Allah’a kavuşan dostlarının yanına gitmiştir.

Sa’d(ra) son vefat eden muhacirdir.

Cenazesi Medine’ye getirilmiş ve Mescid-i Nebi de kılınan namazdan sonra, Bâkî mezarlığına defnedilmiştir. Vasiyeti üzerine Bedir’de sırtında olan cübbesi ile gömülmüştür.

Allah (cc) Sa’d bin Ebu Vakkas(ra)’dan razı olsun bizleri de Peygamber (sav)’in ve Sa’d bin Ebu Vakkas(ra) şefaatine nail etsin, Amin…

Çetin KILIÇ/LÜLEBURGAZ

Kaynaklar:

1)Sevgi Kutupları

2)Ümmetin Yıldızları

3)Hayatüs Sahabe

4)Ehli Sünnet Büyükleri