Etiket arşivi: kişisel gelişim

Bir insan Kazanma Metodu Olarak; “Tevbe…”

Bazen çocuk eğitiminde fıtratı/yaratılışı unuttuğumuzu düşünüyorum. “Ağaç yaşken eğilir!” mantığıyla bu işe sarılanlar, yaşı eğmeye çalışırken, o tazeciklerin çok dalını da bilmeden kırıyorlar. Hedef ‘eğmek’ olunca, kırılanlar çok da umurlarında olmuyor çünkü. Fıtrat yön vermiyor o zaman eğitime. Allah’ın yarattığı (fıtrat), yön verilen oluyor, köreltiliyor. Herkes aynı marangozhaneden çıkmış mobilyalar gibi. Fikir aynı, not aynı, tavır aynı… Bizi, birbirimizden yalnız numaralar ayırıyor: 354 Ahmet, 355 Turan, 356 Türkan, 357 Salih… Sistem bizi yalnız bu kadar farklı görüyor. Yahut da yalnız bu kadar farklı olmamıza müsaade ediyor.

Karne dönemlerini hatırlıyorum aradan yıllar geçse bile. Zayıflarından ötürü akşam eve gitmeye korkan çocukların sokaklarda fink attığı cuma akşamlarını unutamıyorum. Kimisi, elindeki tükenmez kalemle zayıflarını iki gibi yapmaya çalışıyor. Kimisi, karnesini yırtıp “Bana karne vermediler ki!” yalanına replik hazırlıyor. Ağlayanlar var. Bildiğin, okulun merdivenlerine oturmuş; “Ben bu karneyi nasıl evdekilere gösteririm?” diye ağlayanlar var. Kimisi daha da çekingen. Olabileceklerden o kadar korkuyor ki, kafasında ölmek ama eve gitmemek var (Allah korusun). O kadar kötü birşey olarak görüyor karneyi. Hayatının dönüm noktası gibi görüyor. Sanırsınız, ahirette hesabı bu karneden görülecek. Cennet/cehennem bu notlarla belirlenecek.

Neden mi böyle oluyor? İşte karneyi aynen öyle lanse ettiğimiz için sevgili büyükler. Bunu biz yapıyoruz. Koca koca hayatları olacak çocukları; minik minik karnelerde, evraklarda boğuyoruz. Büyük ruhları, hayalleri; küçük notlarla, mizanlarla ölçüyoruz. Diyeceksiniz ki; “Sistem böyle, başarılı olmak için notlarının iyi olması şart.” Peki, sizce bu sistem Allah’ın insan kazanma sistemi mi? Yoksa bizim garip icatlarımızdan birisi mi?

Geçtiğimiz ay Nesil Yayınları’ndan okuruyla buluşan Tevbeyi Yaşayanlar’ı okurken aklıma bunlar geldi hep. Yazarı Said Demirtaş’ın peygamberler tarihinden tutun asr-ı saadete, oradan günümüz yaşanmış örneklerine kadar bir dizi kırılgan hayatı konu ettiği bu kitap, aslında her ebeveynin okuması gereken cinsten.

Mesela orada Bişr-i Hafî ve Fudayl b. Iyad gibi iki örnek var ki; gerçekten manidar. Birisi, yaşadığı şehrin meşhur sefihlerinden; diğeri yaşadığı yörenin en namlı eşkıyalarından. Birisi, alkole düşkünlüğüyle herkese illallah dedirtecek kadar meşhur bir içici; diğeri bütün kervancıların kendisinin korkusundan yaka silktiği bir yolkesici. Ama en nihayet vardıkları nokta ne oluyor? İkisi de yaşadıkları dönemin meşhur velilerinden olarak hayatlarını tamamlıyorlar. Belki kullar çoktan geçiyor onlardan, ama Allah asla vazgeçmiyor.

Tevbeyi Yaşayanlar’da anlatılan kıssalar, hayatın içinde rastladıklarım ne kadar farklı birbirinden. Biz, çocuklarımızdan ve çevremizdeki insanlardan ne kadar da çabuk vazgeçiyoruz aslında. Sanki kapı tekmiş gibi ve o kapıyı kaçırmak tüm kapıları kaçırmakmış gibi muamele ediyoruz. Allah, insanı, yüz kapılı bir saray hükmünde yaratmışken biz o kapılardan yalnızca bir tanesinin—belki sistem tarafından dayatılan bir tanesinin—açılmamasıyla çocuklarımıza eziyet ediyoruz. Yıl boyunca, karne zamanına kadar psikolojik bir gerilimin eşiğinde bekletiyoruz onları. Peki nereden biliyoruz Allah’ın o saraya o kapıdan girilmesini istediğini? Belki de Allah o çocuğa başka bir gelecek planlamış. Yok mudur okulda başarısız olup da hayatta mühim yerlere gelen? Veyahut hayatta mühim yerlere gelmeyiversin; hayatta mühim yerlere gelmek, iyi insan olmanın tek şartı mıdır? Yok mudur sıradan ama iyi insan olan?

Böylesi bir okuma için Tevbeyi Yaşayanlar kitabını hepinize tavsiye ederim. “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmak” olarak İmam Gazalî’den rivayet edilen hadisin bir rengini belki bu kitapta yakalayabilirsiniz. Allah’ın insanlara ne kadar çok fırsat verdiğini farkederek siz de sevdiklerinize hayatlarında mutlu olmaları için daha fazla fırsat verebilirsiniz. Ve en önemlisi; onlardan bu kadar kolay vazgeçmezsiniz. Çünkü Allah, umut kesmeyi yasaklamıştır. Yalnız kendisinden değil, çocuklarınızdan da…

 Ahmet AY

twitter.com/yenirenkler

Başarılı Olmanın İki Sırrı: “Sabır ve Sebat”

O kadar çok “kişisel gelişim” ve “başarı” kitabı pompalandı ki, herkes ister istemez etkilendi… Tabii gençler daha fazla etkilendiler. Sadece Amerikan menşeli “gelişim” kitapları değil, devlet de gençlerini başarıya zorluyor, sınavdan sınava koşturuyor.

Sanki hayat “başarı”dan ibaret! Sanki hayatta başarıdan daha önemli şeyler yok: İman gibi, ebediyet gibi, mutluluk gibi, sevgi gibi, aşk gibi, huzur gibi, aile gibi, duygu gibi…

Ve daha pek-çok şey…

basariBaşarı “makam”, “para” ve “güç” getirebilir, ama bunlar “mutlu” ve “huzurlu” bir hayat için yeterli değil.

Bir sürü ortaokulda, lisede, üniversitede konferanslar verdim. Gelen sorular arasında “Nasıl başarılı olunur?” sorusu başı çekiyor.

Kimse huzur ve mutluluğun yolunu keşfetmeye meraklı değil. Sanırım yetişme tarzından kaynaklanıyor.

Biz çocuklarımızı “adam” olmaya değil, “başarılı” olmaya yönlendiriyoruz. Ancak nasıl başarılı olunacağını söyleyemiyoruz.

Oysa bunun da bir mantığı var ve biz bu mantığı “başarılı” olmuş insanların hayatlarında bulabiliriz…

Öncelikle peygamberlere bakın: “Artık bitti” denilen yerde, sadece imanlarına dayanarak yeniden dirilişi gerçekleştirdiler.

Osman Gazi’ye bakın: “Yapılamaz” denileni yaptı ve hiç yoktan bir devlet kurdu…

Fatih Sultan Mehmed, “alınamaz” denileni (İstanbul) aldı ve devletini imparatorluk burcuna yükseltti…

Selçuklu ve Osmanlı hükümdarlarını bu açıdan bir daha inceleyin: Göreceksiniz ki, başarıya ulaşmanın yolu “sabır” ve “sebat”ı içselleştirmekten geçiyor.

Bunun dünya tarihinde de pek çok örneği var: Meselâ dünyayı değiştirenlerden biri olarak kabul edilen Thomas Alva Edison’un (1847-17 Aralık 1931) hayatına bakın: “Yağ ve fitil olmadan ışık olmaz” diyenlere karşı, “olacak” dedi, “ben dünyayı ampulle aydınlatacağım!”

Herkes onunla alay ederken, o laboratuarına kapanmış, gecesini gündüzüne katıp çalışıyordu. Fakat aksilikler de peşini bırakmıyordu. Bir ara laboratuarında yangın çıktı ve tüm notları yanıp kül oldu.

Herkes Edison’un, “Artık her şey bitti, bu iş olmuyor, zaten ben de yaşlandım” demesini beklerken, o yapacağı yeni başlangıçların heyecanını yaşıyordu.

Edison’un kararlılığını (sebat) okuyamayan genç bir gazeteci yanına yaklaştı ve haline acıyarak, “Çok geçmiş olsun üstat” dedi, “maalesef tüm emekleriniz yandı.”

Çok şükür tüm hatalarım ve yanlışlarım yandı” diye karşılık verdi Edison, “artık sıfırdan başlayabilirim!”

“Yeni başlangıç”ların heyecanını yaşayan Edison, 67 yaşındaydı. Ne yakınıp dövündü, ne de matem tuttu. “Yandım-yıkıldım” nutukları da atmadı. Hiç vakit kaybetmeden yeni bir laboratuar tuttu ve büyük bir heyecanla yeniden çalışmaya başladı.

Öyle bir “yeni başlangıç” yaptı ki, her şeyini kül eden yangının üzerinden henüz bir ay geçmeden, ilk fonograf cihazını yapmayı başardı.

Özetle söylemek gerekirse: Başarının iki ayağından biri “sabır”, ikincisi “sebat”tır!

Yavuz Bahadıroğlu / moralhaber.net

Yardım etmek kişisel gelişimdir..

Muhtaç durumdaki isanlara yardımcı olmak, yardın edende kişisel gelişimi temin eder. Malı Allah yolunda infak etmek, sadece infak edilen malı değil, infak edeni de bereketlendirir.

Bakara 261. ifadesiyle, “habbe gibidir” o infak edenler. Habbe, meyvesi ve tohumu aynı olan hububat için kullanılır. Buğday, arpa, pirinç, mısır gibi… “Hububat”ın tohumları meyve olarak yine kendi tohumlarını verir.

Sözgelimi bir elma çekirdeğinde olduğu, meyve çekirdekten farklı bir şeye dönüşmez. İnfak eden insanlar da “hububat” tohumları gibi, başak verdiğinde yine aynı görünürler. Gözle görülmez biçimde çoğalmışlardır. Bire yedi yüz katlanmışlardır. Bu yüzden infakla çoğalan mal ya da kişilik üzerinde gözle görülür bir değişiklik gözlemlenmeyebilir. İnfakın çoğaltması, üste üste ekleme biçiminde değildir, istiflemeyle açıklanamaz. Toplama işleminden daha başka bir şeye tabi olur infak ehlinin kişiliği ve serveti.

Maaşına zam yapılmayabilir ama bereketlenir. Servetinin fiyatı artmayabilir ama değerlenir. Malı infak ederken, Rabbimizin çoğaltmayı vaad ettiği infak edenin kişiliğidir. Bir tür kişilik genişlemesi yaşar Allah için veren. Kişiliği başak verir, dallanıp budaklanır, meyveye durur Şahsiyeti birden bine çıkar. Kelimenin tam anlamıyla bir “kişisel gelişim” yaşar. Peki ya nasıl?

Bakara 261’in ardından gelen ayetler sarih biçimde verir bu sorunun cevabını: “Allah yolunda mallarını harcayan ve sonra iyiliklerini başa kakıp (muhtaç kişinin duygularını) inciterek (bu) harcamalarının değerini düşürmeyenler mükâfatlarını Rableri katında bulacaklar; onlar için artık ne korku vardır, ne de üzülürler.

Dikkat edilirse, ayetin öncelikle dert ettiği harcanan malın niceliği değil, veren kişinin niteliğidir. İyiliği başa kakmamak bir erdemdir. Ki bu erdemi ancak bir başkası için kendimizden bir şey eksiltmeyi tercih ettiğimizde ortaya çıkarırız. Başa kakmamanın test edilmesi için vermekten başka bir eylem alanı yoktur. Kişi, harcadığı malla ihtiyacını gördüğü kişinin başına kakmamalı ve ayrıca onun kişiliğini ezecek bir incitmede bulunmamalı. Yani, çok mal verse bile, azıcık da olsa başa kakmamalı ve incitmemeli. Yoksa, vermesi infak sayılmaz. Demek ki, infak, kişiyi verdiği mal üzerinden kalite sahibi yapmayı hedefliyor. Malını bir muhtaca verirken, başa kakmamayı öğrenirse, başa kakmayan biri olarak yeni baştan inşa edilir yeryüzünde. Muhtaç olması nedeniyle zaten incitilmeyi hak ettiğini düşünen birini incitmemeyi gönüllüce tercih ederse, kendisi incitmeyen biri olmayı başarmış olur. Malla erdem inşa etmek. Ne güzel!

Kişi sahip olduğu mal üzerinden değer kazanabilir demek ki. Elindekilerle kişiliğine kalite katabilir. Mal sahibi olmak isterken, arzu ettiğimiz tam da bu değil midir? Ne kadar çok şeyimiz varsa, o kadar değerli sayarız ya kendimizi! Ne kadar pahalı arabamız varsa, o kadar el üstünde tutulmaya değer görürüz ya kendimizi! İşte bu yanlış hesapla yüzleştirir bizi Rabbimiz. Malı elinde tutmak, üst üste yığmak, istiflemek, kişiyi malın hizmetçisi yapar. Az olan malı çoğaltmak için sürekli koşturur. Değerli olan kişiliğini daha az değerli olanın peşinde harcatır. Malı çok olsa bile, çok olanı elde tutmak ya da daha da çoğaltmak için kişiyi kendi malının dilencisi eyler.

Hesabın doğrusu şudur: Bir malın sahibine kazandırabileceği en yüksek değer ancak infak sayesinde ortaya çıkar. Elinde tuttuğu ile değil, elinden çıkarabildiği ile gerçekten sahip olur kişi. Üst üste yığdıkları sayesinde değil, gönüllüce terk ettikleri sayesinde “adam” olur. Öbür türlü olsaydı, kişi kendi değerini mala endeksler ve malın değeri kadar aşağılamış olurdu kendisini. Dahası, servetinin hizmetinde koşturan biri olarak, bir tür “madde bağımlılığı” ile eksilirdi, kişiliğinden kaybederdi. Malını Allah “ver!” dediği için verebilen, Allah’ın kendisine verdiğini bilir. Malı verir, Allah’ı alır. Malından Allah için vazgeçebilen, Allah’ın vazgeçilmezi olduğunu fark eder. Böylece en önemli kişisel darlıktan kurtulur. Malın dilencisi olmaktan çıkar. Servete karşı bağımsızlığını kazanır. Servete değil serveti veren Allah’a muhtaç olduğunu idrak eder. Böylece “değerini” tükenebilen, eskiyebilen ve eksilebilen mallarının yanında değil; hiç terk etmeyen, asla eksilmeyen “Rabbi katında bulur.

İnfak ehlinin kazandığı değerin görüntüsünü ayet son cümleyle verir: “Onlar için ne korku vardır ne de hüzünlenirler.” Yani, kendi varlığının ve sürekliliğinin malının yanında değil Rabbi katında olduğunu öğrenen kişi, gelecekte kaybedecekleri yüzünden yaşayacağı korkudan kurtulur, geçmişte kaybettiklerinden dolayı hüzünlenmez, üzülmez. Çünkü artık gelecekte başına gelecekleri kuşatan ve bilen Vasî ve Alîm bir Allah’la tanışmıştır. Çünkü geçmişte yitirdiklerini yine kendisine verebilecek, sadece bildiği ve hatırladığı geçmişini değil; kendisinin bilmediği ve bilinmediği, “anılmaya değer bir şey bile olmadığı” geçmişini kuşatan ve bilen Vasî ve Alîm bir Allah’la buluşmuştur. Hem de malı sayesinde! Hem de parasıyla! Mal ve paranın kazandırabileceği daha değerli bir şey var mı ki? İnfakın gayesi, kişiyi malın bağımlılığından kurtarmaktır. Malı üzerinden kişiliğinin prim yapacağı yanılgısını düzeltmektir. Kişi, malını verdiği için başa kakıyorsa ve malını verdiği kişiyi incitiyorsa, yine malı üzerinden kendisine üstünlük payı çıkarıyor demektir. Malı üzerinden büyüklenmeye devam edecekse, verse de vermese de fark etmez. Hatta, vermekle kibirleniyorsa, vermemesi hakkında daha hayırlıdır.

Bakara 263. ayetin uyarısı bu yöndedir: “Gönül alıcı bir söz ve başkasının eksiğini gizlemek, peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır; ve Allah Ganîdir Halîmdir.” Bir diğer ifadeyle, “inciteceksen verme!” diyor Rabbimiz. “İncitmeyen bir kişilik sahibi olmanı, malını benim yolumda harcamandan daha çok önemsiyorum!” diyor zımnen. Çünkü Ganîdir Allah; senin verdiğin mala da, senin vermene de muhtaç değildir. Fakiri ve muhtacı senin verdiğin olmaksızın da besleyebilir, sevindirebilir. Aksine, vermeye muhtaç olan sensin Allah değil! Bedeli senin şımarman ve büyüklenmen olan bir vermeyi dilemiş olsaydı Allah, senin yaptığın yanlışı yapmış olur, malını kişiliğinden daha çok önemsemiş olurdu. Oysa, kişiliğin malından daha önceliklidir. Allah malını eksiltmeni seni kazanmak için, senin kazanman için istiyor. Bununla birlikte, bu gerçeği anladığın güne kadar seni bekleyecek kadar da Halîmdir Allah. Senin muhtaçlara mal verirken kestiğin başa kakma ve ezme cezasını, Allah şimdilik sana kesmiyor, sabrediyor.

Çünkü sen “ben” dediğin ve “benim” dediğin her şeyinde Allah’a muhtaç olduğun halde, Allah sana yaptığı bunca iyiliği ne başına kakıyor ne de seni verdikleriyle incitip eziyor. Aksine, sana verdikleri hepten seninmiş gibi senden nezaketle vermeni istiyor, vermeni bekliyor. Kendisi muhtaç olduğu için değil; sen muhtaç olduğun için. İnsanın “daha çok” adam olması, “daha çok” mal sahibi olmasından da, “daha çok” mal vermesinden de daha önceliklidir Allah için.

Malını çoğaltmayı kendi kişiliğini bereketlendirmenin önüne koyanların hali “üzerinde azıcık toprak bulunan yumuşak bir kayanın hali gibidir; bir sağanak vurunca cascavlak kalıverir“ler. [Bakara, 263] Yani, kişiliği bereketlenmemiş insanın yüzündeki maske, kaya üzerindeki toprak gibi hemen dökülüverir. Verir gibi görünebilir ama başa kakmama ve incitmeme sınavını kaybeder. Ne kadar çok verirse versin, kendi kişiliğini geliştirmemişse, üzerindeki cömertlik makyajı hemencecik sıyrılıverir. Serveti üzerinden Allah'[ın rızasın]ı bulmuşsa, “verimli topraklar üzerindeki bahçe gibi” olurlar, bir sağanak vurunca, ürün iki misli artar.” [Bakara, 263] Ayetin “sağanak” diye ifade ettiği, yeryüzündeki toprağı alt üst eden, karıştıran, çamurlaştıran bir gelişmeye denk gelir insanın dünyasında. Yani, sahip olduklarımızın biz istemeden eksilmesi, elimizden çıkması, bize isabet eden musibettir, sağanaktır. İşte böyle bir durumda, kişiliğini katlamış olanlar “verimli toprak” gibi daha çok ürün verirler. Kaybettikleri mallar üzerinden malları çoğaltan ve eksilten Allah’ı kazanırlar. Ama bir de “toprak“mış gibi görünenler var ki, malları çok da olsa, kişilikleri azdır. Servetleri kendilerini güçlendiriyor / güçlendirecek sanırken, gerçekte servetlerinin tükenebilirliği kadar zayıftırlar.

Bir eksilme sağanağı geldiğinde, mallarıyla birlikte kişilikleri de silinip gider. Bir anda çözülürler; dağılıverirler.

Çözülmemek için malla bağları çözmek gerek. Dağılmamak için, kişiliği servete bağlamamak gerek.

Değil mi?

Senai DEMİRCİ

18 Beden Dili Taktiği ile Daha Kaliteli Bir İletişim

Beden dili iç dünyamızın dışarıya açılan kapısıdır. Bu yüzden çevremize olumlu mesajlar vermek için beden dilini kullanmayı bilmek gerek. İşte size hayat kurtaran birkaç tavsiye:

1. Kollarınızı ve bacaklarınızı çaprazlamayın: Bu hareket savunmacı ve tetikte görünmenize yol açar. Kollarınızı da bacaklarınızı da serbest bırakmalısınız. Fazla yayılmadan tabi!

2. Göz kontağı kurun ama gözünüzü dikip bakmadan: Konuştuğunuz kişilerin gözlerine bakın. Bu onların size güven duymasını sağlar. Ama çok dikkatli ve gözünüzü ayırmaksızın bakmamaya çalışın; bu ise muhatabınızı tedirgin eder.

3. Kendinize ait bir yeriniz olmasından çekinmeyin: Rahat oturun, köşenize büzülmeyin, “oturduğum ya da beklediğim bu yer şimdilik benim” imajı verin. Kollarınız, bacaklarınız, gözdeniz eğreti değil rahat dursun.

4. Omuzlarınızı rahat bırakın: Gergin olduğumuz zaman tüm yük omuzlarımıza binmiş gibi omuzlarımızı düşürürüz. Bu bitmiş, tükenmiş ve çaresiz görünmemize neden olur. Omuzlarınızı bir süre öne arkaya hareket ettirerek rahatlatın, omuzlarınız ve boynunuz dik olsun. Tabi abartmadan ve yapaylığa kaçmadan…

5. Muhatabınızı anladığınızı belli edin: Karşınızdaki kişi konuşurken onu dinlediğinizi gösterir şekilde başınızla onaylayabilirsiniz. Ama abartmayın; yoksa Ağaçkakan Woody damgası yersiniz.

6. Başınızı dik tutun: Ama yapmacık değil rahat ve doğal bir şekilde…

7. Muhatabınıza yönelin: Karşınızdaki kişinin sözlerine önem verdiğinizi belli etmek için ona yönelin ve hafifçe ona doğru eğilin. Bu esnada rahat olduğunuzu göstermek için de ara sıra arkanıza yaslanın. Çok fazla öne eğilmeniz onay beklediğiniz veya çaresiz olduğunuz, çok fazla arkaya yaslanmanız da küstah ve mesafeli olduğunuz mesajını verir.

8. Gülümseyin: Bazı şeyleri hafife almayı bilin; olayların arka yüzündeki mizahî yönü görün. Rahatlayın, gülümseyin. Pozitif olursanız insanlar sizi dinlemeye daha gönüllü olurlar. Ama kendi şakalarınıza gülen ilk kişi siz olmayın. Bu çaresiz ve kaygılı olduğunuzu gösterir. Bir kişiyle tanıştığınızda da gülümsemeyi ihmal etmeyin, ama bu gülümseme yüzünüze yapışmasın, aksi takdirde samimi görünmezsiniz.

9. Yüzünüze dokunmayın: Bu tedirgin ve endişeli olduğunuzu, aynı zamanda dikkatinizin dağıldığını gösterir.

10. Gözleriniz yere değil karşıya baksın: Yere ya da muhatabınızın dışında çevredeki başka şeylere bakmayın. Başınızı dik, gözleriniz karşıda olsun; ama önünüzü göremeyecek kadar da uzakta değil…

11. Sakin olun, aceleci davranmayın: Hızınız çok şey anlatır. Mesela yavaş yavaş yürüyorsanız bu sizi sakin, özgüvenli ve stressiz gösterir. Diyelim ki biri size sesleniyor, boynunuzu son hızla aniden o yana çevirmek yerine yavaş ve sakin bir şekilde yönelirseniz daha kendinden emin bir duruş sergilersiniz.

12. Kıpırdanıp durmayın: Parmaklarınızı çıtlatmak ya da masaya vurmak, boynunuzu kıtlatmak, bacaklarınızı sallamak gibi gerginliğinizi belli eden tik benzeri hareketlerden kaçının. Bu imajınızı zedelemekle kalmaz, karşınızdaki kişinin dikkatinin dağılıp rahatsız olmasına yol açar.

13. Ellerinizi güvenli bir şekilde kullanın: Ellerinizi yüzünüzde gezdirmek ya da bir yere vurmak yerine konuşmanızı güçlendirici araçlar olarak kullanın. Anlattıklarınızın etkisini artırmak için abartıya kaçmadan ellerinizle açıklamalarınıza güç katın. Tarif ettiğiniz bir şeyin büyüklüğünü, etkisini ifade etmek için uygun el hareketleri kullanabilirsiniz. Ancak ellerinizin oradan oraya savrulmasını önleyin, onları kontrol etmeyi bilin.

14. İçeceğinizi göğüs aşağısında tutun: Sohbet sırasında elinizde çay, kahve ya da meyve suyu gibi bir içecek varsa bunu göğüs hizasında ya da çenenize yakın bir yerde tutmanız sizi savunmacı ve mesafeli bir kişi olarak gösterir. Bardağı daha aşağılarda, örneğin bel hizanızda tutun.

15. Omurganızın nerede bittiğinin farkında olun: Çoğumuz sırtımızı dik tutup başımızı öne eğerek dik oturduğumuzu sanırız. Ancak omurgamız zannettiğimiz gibi boynumuzda değil daha yukarıda, başımızın arka kısmında biter. Oturuşunuzda bu bilgiyi göz önünde bulundurun ve sırtınızın yanında başınıza da dik tutun.

16. Muhatabınızla aranızdaki mesafeyi dengeleyin: Karşınızdaki kişiyle aranızdaki mesafe 1 metreden az olmasın. Bu mesafe yakınlık derecesine ve konuşulan konuya göre değişir ama rutin kural budur. Muhatabınızın kişisel alanına dâhil olmayın, aksi takdirde sıkılmasına ve dikkatinin dağılmasına yol açarsınız. Bu durumda uzun bir sohbet de hayal olur.

17. Aynalayın: Muhatabımızla aramızda iyi bir iletişim oluşmuşsa, farkında olmasak da birbirimizin vücut hareketlerini aynalarız. Siz de bunu bir kural haline getirin. Muhatabınız size doğru eğilmişse siz de eğilin, size gülümsüyorsa siz de gülümseyin. Tabi aşırıya kaçmadan! Ama her hareketini hemen peşi sıra tekrarlamak tuhaf bir atmosfer yaratacaktır. Burada da ölçüyü kaçırmamaya özen gösterin.

18. Pozitif yaklaşım geliştirin: Olumlu, açık ve rahat olun. Hissettiğiniz her şey beden dilinize, oradan da muhatabınıza yansır. Bu yüzden duygularınızı yönlendirin, pozitif düşünceler besleyin.

Henrik Edberg