Etiket arşivi: kıssa

Gıybet Yapacaksan Anneni veya Babanı Yap!

kissaHerkesin İstifade edeceği bir Peygamber kıssası

Peygamberler bizim için birer rehber ve yol göstericidirler. Her bir Peygamberin hayatı bizim için hikmet ve ibret verici olaylarla doludur. Bu olaylar karşısında onların tavrı bize örnek olmakta ve o gibi hadiseler bizim de başımıza gelirse bizde onlar gibi olalım ve öyle davranalım diye onların başından geçen olaylar bize nakledilir. İşte bu ibretli ve hikmetli kıssalardan birisi eski çağlarda beni İsrail peygamberlerinden birisinin başına geliyor ve şöyle bir hadise bize de ders olsun diye rivayet ediliyor.Şöyle ki:

Cenabı Hak bir Peygamberine vahi ile şöyle diyor. Sabah kalkıp dışarı çıkarak yol almaya başla ve yolculuk esnasında karşına çıkacak beş şey olacak. O beş şeyi şu şekilde karşıla ve muamele eyle.

1-Karşına çıkan birinci şeyi yiyip yutacaksın.

2-Karşına çıkan ikinci şeyi de saklayacaksın.

3-Karşına çıkan üçüncü şeyi de koruyacaksın.

4-Karşına çıkan dördüncü şeyi üzmeyeceksin.

5-Karşına çıkan beşinci şeyden de kaçacaksın.

O nebi bunları dinledikten sonra Bismillah der ve yola çıkar. Yolda giderken yol onu bir dağa götürür ve karşısına birinci olarak koca bir dağ çıkar.

O nebi bunu görünce şaşırır ve kendi kendine der.

Allah Allah bu dağ nasıl yenilir ve yutulur. Sonra olsun dedi madem Rabbim böyle emretti mutlaka bunda bir hikmet bir sır saklıdır. Ben bana söyleneni yapayım der ve koca dağı yemeye niyet ederek dağa doğru ilerler. O dağa doğru yemek için gittikçe dağ küçülür. Nihayette dağ bir lokma kadar olur. O da onu alır ve yer. Yerken de o dağ tatlı bir yiyecek gibi olur.

Yoluna devam eden nebinin önüne bu sefer altından bir leğen çıkar. Bunu görünce dedi. Bunu saklamam söylenmişti. O leğeni aldı ve toprağa gömerek sakladı. Yola devam ederken döndü geriye baktı. Gördü ki, o leğen sakladığı yerden çıkmış. Tekrar geri döndü ve o leğeni yine sakladı. Yoluna devam ederken yine geriye baktı. Yine o altın leğenin çıktığını görünce “ Fesubhanallah”  dedi  ve tekrar döndü o leğeni sakladı. Leğen yine saklandığı yerden çıkınca o nebi. Ben üzerime düşeni yaptım ve sakla denen şeyi sakladım. Fakat o sakladığım yerden hep çıktı. Vardır bunda da bir hikmet dedi ve yola devam etti.

Yolculuğuna devam eden nebinin bu sefer karşısına atmacadan kaçan bir serçe çıktı. Serçe korkmuş bir şekilde nebiye sığındı. Ve ne olur bana yardım et atmaca beni yakalarsa yer dedi. O nebi biraz düşündü ve üçüncü karşıma çıkanı koru denmişti. Serçeyi aldı ve koynuna koyarak onu sakladı. Derken dördüncü olarak atmaca yanına geldi ve o nebiye şöyle dedi.

Sen Allahtan korkmaz mısın?  Neden benim rızkımı elimden  aldın. Nebi. Bana öyle emredildiği için serçeyi sakladım dedi. Atmaca.

Peki, şimdi ben ne yapayım, aç karnımı nasıl doyurayım. Nebi biraz düşündü ve  Bana dördüncü şeyi üzmemem söylenmişti.

O zaman yanındaki yiyeceğinden bir parça kopardı ve atmacaya vererek Al bu da senin nasibin diyerek atmacaya verip yoluna devam etti.

Yola devam ederken önüne kokmuş bir leş çıktı. Kokusu çok rahatsız ediciydi. Hemen aklına beşinci şey geldi ondan da kaçacaktı.  O da hemen oradan hızla kaçarak uzaklaştı. O nebi gideceği yere gitti. Yol bitince dinlendi sonra ellerini açarak şöyle bir niyazda bulundu.

Ya Rab sen her şeyi hakkıyla gören ve bilensin. Her işinde hikmet ve güzellikler bulunduransın. Yolculuğumda benim başıma gelen bu beş şeyin hikmet nedir. Bunu bana bildir. Ta ki bende o hikmetleri ümmetime bildireyim dedi. Ve semadan bir nida geldi ve ona dedi.

-Ey nebi, yolda gördüğün o beş şeyin hikmet ve tabiri şudur.

Birinci olarak önüne çıkan dağ öfkeye işarettir. Öfkeni yenmek istiyorsan ondan korkma ve kaçma. Öfkeni dışa çıkarma ve onu yut. Öfke yutuldukça küçülür ve zararsız olmaya başlar. Hele öfkenin dediği yapılmaz da yutulursa sonu tatlı olur. Öfke şeytandandır. Şeytan da ateştendir. Ateşi su söndürür. Bu bakımdan ateşe körük olmamak su olmak gerekiyor. İş hayatında, aile hayatında bir taraf öfkeli ise öbür taraf su gibi olmalıdır ta ki öfke ateşi sönsün. Eğer su değil benzin olma seçilirse ateş yani öfke büyür ve zararlı olur.

İkinci olarak bulduğun altın leğen senin güzel amellerindir. Onlar altın gibi kıymetlidir. Onları saklamak lazımdır. Eğer o güzel amelleri başkasına anlatırsan kıymeti düşer. Belki gurura ve kendini beğenme tehlikesine düşme ihtimali vardır. Bundan sakınmalı ve güzel amelleri gizlemeliyiz. Fakat sen saklamakla beraber başkaları onu dışarı çıkarsa bunda da sana zarar yok, başkalarına ise yarar çoktur.

Üçüncü olarak saklaman gereken şeydi. Bu da sana teslim edilen ve verilen emanetlerdir. Emanete hıyanet etmeyip onu koruman gereklidir. Sana verilen en büyük emanet iman ve insaniyettir. Hayatımız, gençliğimiz ve diğer sahip olduklarımız birer emanettir. Yani geri alınmak üzere verilen şeylerdir ve zamanı gelince de alınmaktadır. Sende görüyorsun ki kimsenin elinde bırakılmıyor. Emanetin sahibi emanetini geri alıyor ve alacak. Öyle ise senin görevin Rabbinin emanetini korumaktır.

Dördüncü olan şey üzmemen gereken şeydi. Senin üzerinde hakkı olanlar vardır. Bunlardan birincisi Allah’ın hakkı, ikincisi Peygamberin hakkı, üçüncüsü anne ve babanın hakkı, dördüncüsü diğer kullar ve canlıların hakkıdır. Allah’ın hakkı emirlerini yapıp yasaklarından da kaçmaktır. Peygamberin as hakkı Ona tabi olmak ve Onu örnek ve rehber kabul etmektir. Anne ve babaya helal isteklerine itaat etmektir. Eşimiz, çocuklarımız ve diğerlerinin üzerimizdeki haklarını saygı duyup onları korumaktır. Bu hak sahiplerini üzmeyerek onların hakkını korumaktır.

Beşinci olarak gördüğün kokmuş et gıybete işarettir. Onu nerde görsen mutlaka ondan hep kaçan olmalısın. Gıybet yapılan güzel amelleri bozan bir şeydir. Zor kazandığın sevabı kolay harcamaktır. Gıybet zehirli bal gibi dışı tatlı içi öldüren zehirdir. Gıybetten kaçan ve sakınan olmalısın. Eğer illa gıybet yapacaksan anneni veya babanı yap ki sevapların onlara gitsin. Niye sevmediğin birini gıybet edip de en kıymetli sevabını ona veresin.

Gıybet ateş gibidir. Ateş nasıl odunu yakar bitirir ise, gıybette senin Salih ve güzel amelleri öyle yakar ve yiyerek bitirir. Bu kıssadan bize de düşen bir hisse olmalıdır. Rabbim bizi de hisse alanlardan ve öfkesini yutup gıybetten de kaçanlardan eylesin.

Hz. Yusuf Kıssasının Günümüz İnsanına Taşıdığı Mesaj

Hz. Yûsuf (a.s.) Kur’ân’da adı geçen peygamberlerden biridir. Hz. Yakub’un (a.s.) oğludur ve Hz. İbrahim (a.s.)’in soyundandır.

Kur’ân-ı Kerîm’de kendi adını taşıyan bir suredir (Sure-i Yusuf). Hz. Yusuf’un hayat hikâyesi kısaca şöyledir:

Hz. Yusuf’un on bir erkek kardeşi olduğunu, bunlardan Yusuf’un çok daha güzel ve zeki olduğu ve babaları Hz. Yakub (a.s.) en fazla Hz. Yusuf’u sevdiğini ve bu sevgiyi ağabeyleri kıskandıkları belirtilmektedir. Bir gün ağabeyleri babalarından izin alarak, gezmek bahanesiyle Yusuf’u alıp kırlara götürdüler, orada da bir kuyuya attılar. Gömleğini bir hayvan kanına bulayarak, “Yusuf’u kurt kaptı” deyip, babalarına Yusuf’un gömleğini verdiler. Sevgili oğlunun gömleğini alan Yakup Aleyhisselam, “Suphanallah! Ne acip, halim ve selim bir kurtmuş ki, oğlumu yemiş de gömleğini yırtmamış” diyerek yalanlarını yüzlerine vurmuştur.

Kuyuya atılan Yusuf Aleyhisselam, Kenan Kuyusu civarında konaklayan kervancılar tarafından bulunmuş ve Mısır’a götürülerek köle olarak satılmıştır. Yusuf Aleyhisselam, “Mısır Azizi” bu günün Maliye Bakanı makamında olan Kıtfîr tarafından satın alınmıştır. Kıtfîr, Züleyha’nın da kocasıdır. Kıtfîr ve Züleyha Yusuf’u öz evlatları gibi besleyip büyütmüşlerdir. Ancak Yusuf Aleyhisselam büyüdükçe Züleyha’nın ona karşı olan düşüncesi değişmeye başlamış ve kendisine âşık olmuştur. Yusuf Aleyhisselam ise kendisine öz evlatları muamelesinde bulunan bu aileye her zaman saygı ve hürmet göstermiştir. Zaten müstakbel bir peygamberin de yapacağı bu olması gerektir.

Züleyha kocasına, “Senin ailene kötülük yapmak isteyen birisi için hapsedilmekten veya acıklı bir azaptır.” diye Yusuf Aleyhisselam’a iftirada bulundu. (S.Yûsuf 25)

Buna karşılık Yusuf , “Benden muradını almak isteyen odur” söyleyerek iftirayı kabul etmemiştir.(S.Yusuf 26)

“Azizin hanımı kölesinden muradını almak istiyormuş. Sevgisi onun yüreğine işlemiş. Biz o kadını ap açık bir sapıklıkta görüyoruz” dediler (S.Yûsuf 30)

Dedikodulardan rahatsız olan Züleyha, söz konusu kadınlara haber yollayarak evine davet etti. Sofra düzenleyerek önlerine meyve koydu ve meyveleri soymaları için de bıçak verdi. Evinde topladığı kadınlar meyveleri yemeye başlayacakları sırada, Yusuf’a seslenerek, “Onların yanına çık” dedi. Karşılarına çıkan Yusuf Aleyhisselam’ı gören kadınlar güzelliği karşısında kendilerinden geçtiler ve meyve yerine farkına varmadan ellerini kestiler. O’na bakarak, “Haşa! Allah için, bu bir beşer olamaz. Olsa olsa şerefli bir melektir.”dediler(S.Yûsuf 31)

Züleyha da, “İşte beni kınamanıza sebep olan kimse budur. Yemin ederim, ben ondan muradımı almak istedim de o iffetini korudu. Ona emrettiğimi yapmazsa muhakkak zindana atılacak ve muhakkak küçük düşenlerden olacak” diye hissiyatını böylece açıklamış, (S.Yûsuf 32)

Yusuf Aleyhisselam zindanı tercih etti ve Züleyha’nın isteklerine karşılık vermedi. Yıllarca zindanda kaldı. Daha sonra Mısır kralının gördüğü rüyayı tabir etti, Yusuf’un suçsuz olduğuna kanaat eden Kral onu zindandan çıkarır, vefat eden Kıtfîr’in yerine Mısır’ın Azizliğine getirilir. Kral, Hz. Yusuf’un  Peygamberliğini de kabul eder ve iman etmiş olur. Ayrıca, kocası vefat eden Züleyha ile evlendirir. Bu evlilikten iki erkek ve bir kız çocukları olur. Kıtfîr’in erkeklik duygusunun olmadığı, Yusuf Aleyhisselam ile evlendirilen Züleyha’nın bakire olduğu nakledilmektedir.

Hz.Yusuf (a.s.)’ın kıssası Cenab-i Allah tarafından birçok hikmete bina edilmiştir. Böylece Konu Kur’an-ı Kerimde daha da teferruatlı bir şekilde izah edilmiştir.

Bediüzzaman, Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselam ile aralarında geçen hadiselere değinmeden, Züleyha’nın aşkı ile Yakup Aleyhisselam’ın oğluna olan şefkatini karşılaştırarak, şefkatin ne kadar üstün olduğuna vurgu yapar. İşte bir taraftan Yusuf Aleyhisselama büyük bir aşk ile bağlanan Züleyha, diğer taraftan Yakup Aleyhisselamın oğluna olan büyük şefkatini Risale-i Nur’da şöyle izah etmektedir:

Fakat muhabbet ve aşk, mecazi mahbuplara ve mahluklara karşı derece-i şiddette olsa, o makam-ı muallâ-i nübüvvete layık düşmüyor”.

Anlaşıldığı üzere Hz.Yakup Aleyhisselam, Hz.Yusuf Aleyhisselam’a karşı olan sevgisi aşk değildir. Mutlak surette içten ve karşılıksız merhamet ve şefkat duygusu ile onu sevmiştir. Şefkat, aşk ve muhabbetten daha fazla keskin, parlak ve temizdir. Bu da makam-ı nübüvvette yani peygamberlik makamına layıktır. Aşkın ise mecazi sevgililere ve yaratılmışlara şiddetli bağlılık olduğunu, dolayısıyla nübüvvete uygun düşmediğine dikkat çekmektedir.

Zaten, Kur’an-ı Kerim, Yakup Aleyhisselamın yüksek derecedeki şefkat hissiyatını, Züleyha’nın aşkından yüksek göstermek suretiyle şefkatin aşka olan üstünlüğünü açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Bediüzzaman:“Üstadım İmâm-ı Rabbânî aşk-ı mecazîyi makam-ı nübüvvete pek münasip görmediği için demiş ki: “Mehasin-i Yûsufiye, mehasin-i uhreviye nev’inden olduğundan, ona muhabbet ise mecazî muhabbetler nev’inden değildir ki, kusur olsun.” Ben de derim: “Ey Üstad! O, tekellüflü bir tevildir; hakikat şu olmak gerektir ki: O, muhabbet değil, belki yüz defa muhabbetten daha parlak, daha geniş, daha yüksek bir mertebe-i şefkattir.”

Evet, şefkat bütün enva’ıyla latif ve nezihtir. Aşk ve muhabbet ise, çok enva’ına tenezzül edilmiyor.

Hem şefkat pek geniştir. Bir zat, şefkat ettiği evlâdı münasebetiyle bütün yavrulara, hatta zîruhlara şefkatini ihata eder ve Rahîm isminin ihatasına bir nevi âyinedarlık gösterir. Halbuki aşk, mahbubuna hasr-ı nazar edip, herşey’i mahbubuna feda eder; yahut mahbubunu i’lâ ve sena etmek için, başkalarını tenzil ve manen zemmeder ve hürmetlerini kırar. Meselâ biri demiş: “Güneş mahbubumun hüsnünü görüp utanıyor, görmemek için bulut perdesini başına çekiyor.” Hey âşık efendi! Ne hakkın var, sekiz ism-i azamın bir sahife-i nuranîsi olan Güneş’i böyle utandırıyorsun?

Hem şefkat hâlistir, mukabele istemiyor; safi ve ivazsızdır. Hattâ en âdi mertebede olan hayvanatın yavrularına karşı fedakârane ivazsız şefkatleri buna delildir. Hâlbuki aşk ücret ister ve mukabele taleb eder. Aşkın ağlamaları, bir nevi talebdir, bir ücret istemektir.

Demek suver-i Kur’aniyenin en parlağı olan, Sure-i Yûsuf’un en parlak nuru olan Hazret-i Yâkub’un (A.S.) şefkati, ism-i Rahman ve Rahîm’i gösterir ve şefkat yolu, rahmet yolu olduğunu bildirir ve o elem-i şefkate deva olarak da “En iyi korucu Allah’tır. Merhametlilerin en merhametlisi de odur.”dedirir.(S.Yusuf:64) –Mektubat/8.nci mektup.

Yukarıda ki izahattan da anlaşıldığı üzere Bediüzzaman, mecazi aşkı nübüvvete pek uygun görmeyip, Hz. Yusuf’un sahip olduğu güzelliklerin uhrevi olduğu, ona olan muhabbetin de mecazi sevgililere olandan farklı olduğunu belirterek, İmam-ı Rabbani’nin yorumuna da karşı çıkmış ve bunun “tekellüflü bir te’vil” yani zorlu bir yorum olduğunu belirtmiştir.

Hatta bir kişi evladına gösterdiği şefkat neticesinde bütün çocuklara ve canlılara merhamet sevgisi olan şefkatini de göstermektedir. Adeta, Cenab-i Allah’ın Rahim ismine bir nevi ayinadarlık gösterir. Aşk ise dikkati sadece bir yere yöneltir ve her şeyini sevilene feda eder.

Netice olarak Kur’an surelerinin en parlağı olan sure-i Yusuf’un kıssasındaki Hazreti Yakub’un(a.s.) şefkati, Cenab-i Allah’ın ism-i Rahman ve Rahim’i gösterir. Dolayısıyla Şefkat yolu Rahmet yolu olduğunu günümüz insanlarına da güzel bir mesajdır.

Rüstem Garzanlı/Diyarbakır

Kamu Yöneticisi

www.NurNet.Org

Bana, Beni Anlatır Mısın?

Peygamberler(Aleyhimüsselam) bize kulluğu öğretmek için geldiler. Bizim kul olarak ne yaşayacağımızı bilen Rabbimiz yaşadığımız haller içinde  kendisini nasıl bulacağımızı peygamberleri vasıtasıyla bize öğretti.

Yaşadıklarımızın hakikati nedir? Biz de Yunus(AS) gibi balığın karnında mıyız? Ya da Eyyub (AS) gibi bütün vücudumuzu kurtlar mı kaplamış..?

Peki, balığın karnında, denizin içinde, gece karanlığında, her taraftan ümit kesik bir vaziyette.. Allah nasıl bulunur? Nedir o balık, karanlık ve deniz..? Hayatımızın hakikati bu karanlıklardan kurtulmaya çalışmak mı?

Vücudumda kurt falan yok, gayet sağlıklıyım çok şükür; Eyyub (AS)’ın kıssası Kur’an’a niye konulmuş, ne anlatıyor bana Hz. Eyyub?

Ya da Kur’an’da sık geçen bir kıssada Firavunla çarpışan Musa(AS) gibi miyim ben? Hani nerde benim karşımdaki Firavun..   Kur’an bana beni mi anlatıyor?

Sağ tarafımızdan Hızır(AS) gibi bir hayırhah:

-Kardaşş, bak nefsin Firavunundur, sen de Musa’sın, onunla çarpışıyorsun.. Aç gözünü bak! Hayatın hakikati nedir..?

Her peygamber sana seni anlatıyor; bulunduğun, yaşadığın halin hakikatini ve o hal içinde Allah’ını nasıl bulacağını.. Onun için tanıdık gelmiyor mu Yunus(AS) gibi, “her taraftan ümit kesik bir vaziyette “inni küntü minezzalimin” deyip Allah’a iltica etmek”.. Eyyub (AS) gibi “Rabbim zarar bana dokundu, lisanen zikrime, kalben ubudiyetime halel geldi” deyip günahlardan Allah’a sığınmak..

-Kulluk noktasında- İsa sensin, Musa sensin, Eyyub, Âdem sensin, kuyudaki Yusuf sensin; hepsi sana seni anlatıyor; kulluk serüvenini nasıl atlatacağını, şu dünya çölünden salimen nasıl çıkacağını anlatıyorlar.. (Bu paragraf alıntıdır.)

Biz onları, peygamberleri yaşıyoruz –kendi kabımız nisbetinde- nasıl ki onlar da ümmetlerine kulluğu öğretmekle şefaat etmek istediler “Kalu bela”da..

Nabi

Kuran’ı Kerim’deki Kıssalar Bize Ne Anlatmak İstiyor?

“Onların kıssalarında akıl sahipleri için bir ibret vardır. Bu Kur’ân ise uydurulabilecek bir söz değildir. O kendisinden öncekileri doğrular ve herşeyi iyice açıklar; iman eden bir topluluk için de bir hidayet ve bir rahmettir.” (Yusuf Sûresi, 12:111)

Kıssalar, Kur’ân-ı Kerimin bahisleri içinde çok önemli bir yer tutar. Hattâ Kur’ân’ın ruhunun kıssalarda yattığını, adeta herbir kıssada Kur’ân’ın özünü bulmanın mümkün olduğunu da söyleyebiliriz.

Bunu anlamak için, herşeyden önce, Kur’ân kıssalarının tümüyle gerçek olduğunu ve içlerinde hiçbir hayale, hurafeye yer vermediğini dikkate almak gerekir. Yüce Kitabımızın geçmiş kavimlerden bize naklettiği hadiseler, yaşanan hayattan alınmış ibret levhalarıdır. Bunlar tarihin bir döneminde, belirli bir toplumda olup bitmiş vak’alar gibi görünse de, gerçekte, devam eden ve yaşanmakta olan bir hakikatin kesitleridir. O gün belirli bir toplumda, falan veya filan kahramanların oynadığı rolleri bugün burada biz oynarız, yarın başka yerde daha başkaları.

Şairin dediği gibi, “Vak’a hergün tebdil-i kıyafetle gelir.” Kıyafet ne kadar değişse de, yaşanan vak’alar, değişmez hakikatleri tekrar tekrar canlandırmaya devam eder.

Kur’ân’ın kıssalarından yararlanmak için gerekli olan şey, tıpkı Kur’ân’ın bütününe yönelirken olduğu gibi, onlara “ibret” gözüyle bakabilmektir. Nitekim Kur’ân da kıssaların bu özelliğini vurguluyor ve onlarda “akıl sahipleri için ibretler bulunduğunu” belirtiyor.

Kur’ân’ın bu vurgusu üzerinde ne kadar duracak olsak, onun önemini abartmış olmayız. Çünkü kıssaların merak çekici yönleri pek çoktur. Eğer insan ibret gözüyle bakmaz da onlarda neyi aradığını bilmeden kıssalara yaklaşırsa, kendisini asıl anlamdan çok uzak yerlerde bulabilir. Meraklar, gereksiz ayrıntılara saplanır; hurafelere kapı açılır; baştan sona hakikatten ibaret olan gerçek kıssalar, gönül eğlendirici efsanelere dönüşür. Nitekim Tevrat ve İncil’deki kıssaların başına gelen şey aynen bundan ibarettir.

Ne yazık ki, eski kitaplara karışan hayaller ve iftiralar, zamanla Müslümanların kültürüne de sızmış, onları Kur’ân kıssalarındaki ibretleri bulup çıkarmaktan alıkoymuştur. “Nuh’un gemisi hangi ağaçtan yapıldı? Hz. Musa’nın ayakkabısı hangi hayvanın derisinden idi? Hz. Süleyman’ın kıssasında konuşan karıncanın adı neydi?” gibi ipe sapa gelmez sorulara dikkatleri yönelten, “Zülkarneyn atını Ülker yıldızına bağlardı” gibi palavralarla kıssayı bütün ciddiyetinden soyutlayan hikâyeler, maalesef Kur’ân kıssalarının anlaşılması önünde büyük bir engel teşkil etmiştir.

Oysa Kur’ân kıssalarından herbiri, önümüze ibret levhaları koymakta, bizi önemli sorular karşısında bırakmakta ve son derece ciddî bir muhasebeye sevk etmektedir.

Kur’ân kıssaları, yerin dibine geçen veya bir sayha ile olduğu yerde çöküp kalan yahut bir taş yağmuru altında yok olan kavimlerden haber verir. Peki, bu kavimler niçin helâk olmuşlardı? Öğüt verenlere karşı onların tavırları ne olmuştu? Onlardaki bozulmalar ile bugün bizim toplumlarımızdaki bozulmalar arasında paralellikler var mı? O vak’aları zamanımıza taşıdığımızda kahramanların yerine kimleri koyabiliyoruz? Daha da önemlisi, kendimizi bu kahramanlardan hangisinin yerine koyabiliyoruz?

Kur’ân’daki kıssalardan hangisini önümüze alıp da bunlar gibi soruları peş peşe sıralayacak olsak, ondan çıkarılacak nice ibretler buluruz. Nitekim Kur’ân da dikkatimizi kıssaların bu özelliğine yöneltiyor ve “Onlarda ibretler var” diyor—tabii gerçekten “akıl sahipleri” isek!

Kur’ân’ın “O kendisinden öncekileri doğrular” ifadesi de dikkat çekicidir. Daha önceki kitaplarda yer alan bilgilerin sahih olan kısmı Kur’ân’da doğrulanmış, beşer elinden bu kıssalara bulaşmış olan asılsız hikâyeler ise ayıklanmıştır. Onun için, Kur’ân’da yer alan kıssaların ayrıntıları için eski kitaplara başvurmak ve Kur’ân’ın ayıkladığı şeyleri tekrar oradan bulup çıkarmak doğru değildir. Doğru olan şey, önceki kitapları Kur’ân’ın tasdikine sunmak ve ancak onun tarafından doğrulanmış olan şeye yönelmektir.

Yine Kur’ân’ın tanımlamaları arasında geçen “Bu uydurulabilecek bir söz değildir” ifadesi, bize bu konuda büyük bir özgüven aşılıyor. Önceki kitaplara karışan beşer eli, o kıssaların arasına, Allah’a noksan sıfatlar yakıştırmaya ve peygamberlere iftira atmaya kadar işi vardırmış ve onları okuyanları neye inanacaklarını bilemez hale getirmişti.

Kur’ân’da yer alan kıssalar ise baştan sona hakikatlerden ibarettir. Üstelik onlarda gerekli olan “herşeyin ayrıntısı” vardır. Gerek Kur’ân âyetlerinde, gerekse Kur’ân’ı açıklamakla görevli bulunan Peygamberimizden bize gelen sahih hadislerde bildirilen ayrıntılar, ibret almak isteyecek kimse için yeterli ayrıntılardır. Bundan ötesine göz dikmek akıl sahiplerine yaraşacak bir iş değildir.

Ümit ŞİMŞEK

nurdergi.com

Veysel Karanî Hz. Neden Sahabe Olmadı?

Meşhur kıssadır Veysel Karanî Hazretlerinin Efendimiz(ASM)’a olan aşk derecesindeki muhabbeti. Âmâ anneciğini yalnız bırakmamak için uzun zaman Rasulullah(ASM)’ı ziyareti tehir eder, zira annesinin az da olsa yalnız bırakılmaya rızası yoktur; ama âlem Rasulullah(ASM)’ın nuruyla coşmuş, dağ, taş, ağaç, su nur-u nübüvvet ile ayrı bir hayata kavuşmuş, ayrı bir renge bürünmüştür. Kainattaki bu cûş-u huruşu gören, kalbi aşk-ı İlahi ve Rasulullah(ASM) ile coşan Karanî Hazretleri anneciğinden zorlukla izin alabilmiş ve Medine yolunu tutmuştur. Gider ki Rasulullah(ASM) evinde yok! Annesine verdiği söz mucibince başka hiçbir yere bakmadan, sormadan hemen döner gelir Karen’e..

Bu hazin kıssa hep aklımda bir soru işareti olarak kalmıştır. Ta ki fıtrat kanunlarını anlayana kadar.. yani Veysel Karanî Hazretleri o gün Efendimiz(ASM)’ı Medine’de arasa ve bir kez yüzünü görse peygamberlerden sonra insanların en hayırlıları olan “Sahabe” sınıfına dahil olacaktı. Her cihetle alemde bambaşka bir inkişafa vesile olacak, “yıldız mahiyetindeki” sahabe efendilerimizden biri de o olacaktı. Ahiretteki mazhariyetleri ise tamamen aklın ihatası dışında. Peki neden Veysel Karanî Hazretleri o gün döndü geldi?

Karanî Hazretleri o gün annesine verdiği sözü çiğnememekle Allah’ın fıtratımıza koyduğu evlad olma kanununun insaniyetimizin esası olduğunu, o fıtrat kanununu çiğnemenin Allah’ın hükmünü çiğnemek ve dolayısıyla alemdeki bütün kanunlara muhalefet etmek olduğunu anlamış ve anlatmıştır. Yani Veysel Karanî Hazretleri o gün sözünü tutmasa ve annesini yalnız bırakıp Rasulullah(ASM)’a gitseydi belki insaniyetinin özündeki manayı kaybedecek,  değil sahabe, belki çok daha aşağı bir mertebeye sukut edecekti. Kendisi için hayırlı olmayan bir şeyin talebinde ısrar eden bir sahabenin neticede düştüğü üzücü durum buna başka bir örnektir. Bu yüzden Karanî Hazretleri Rabbinin en parlak aynası olan Rasulullah(ASM)’ı görme arzusunu, yine Rabbinin koyduğu evladlık hükmü-anne baba hukukuna riayet etmek için terk etmiş, canından çok sevdiği Rasulullah(ASM)’ın gül yüzünü dünya gözüyle görememiş, lakin “Tâbiînin en hayırlısı” diye iltifat-ı Nebevî’ye mazhar olup, hırka-i şerifini emanet almıştır. Böylesi çetin bir imtihanda insanın Rabbisinden razı ve hoşnut olmasının en münteha örneklerinden birisini hayatıyla anlatmıştır.

Bize ne kaldı? Karanî Hazretleri bize Allah’ın üstümüze yüklediği hakları, ancak hakkıyla ifa edersek mümin olabileceğimiz dersini bırakmıştır. Hak ve hukukları payimal ederek ne kulluk, ne hizmet, ne de başka bir salih amel mümkün değildir.

Peki Karenli Veysel biz olsaydık ne yapardık..? Allah yardımcımız olsun, enfüsî bir hesap..

Rabbimiz şefaatlerine mazhar eylesin. Âmin.

Nabi

www.NurNet.org