Etiket arşivi: Kıyamet

Mürselât Sûresi

Kur’ân-ı Kerim’in yetmiş yedinci sûresi. Yüz seksen bir kelime, sekiz yüz on altı harften ibarettir. Fasılası elif, be, te, ra, ayn, lam, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Hümeze sûresinden sonra nazil olmuştur. Adını birinci âyetinde geçen “birbiri ardından gönderilen rüzgârların” kastedildiği “Mürselât” kelimesinden almıştır. Sûre, “Urf” adıyla da anılmaktadır. Mina’da nazil oldu. Abdullah İbn Mes’ud (r.a.)’dan nakledilen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Biz Mina’da bir mağarada Rasûlüllah (s.a.s.) ile bulunduğumuz bir sırada “Mürselât” sûresi indirildi. O okuyor, ben de onun ağzından belliyordum” (Buhârî, Tefsîru’l-Kur’an, 77).

Ahireti, yani ölüm sonrası diriliş konusunu işleyen sûrede, kıyamet ve âhiretin varlığı anlatılmaktadır. Kıyamet ve ahiretin gerçeklerini ikrar ya da inkâr eden kimselerin sonları hakkında bilgi verilmektedir. İlk yedi ayette; “Yemin olsun, iyilik için birbiri peşinden gönderilenlere. Şiddetle eserek (zararlıları) savurup atanlara (Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara (Hak ile bâtılı) birbirinden iyice ayıranlara (Allah’a yönelenleri) arıtmak, (kötüleri) sakındırmak için öğüt telkin edenlere ki, size vadolunan şey muhakkak gerçekleşecek” (1-7) buyurulmaktadır.

“Birbiri ardınca gönderilenler”den maksat, rüzgârdır. “Şiddetle esip koştukça koşanlara” ve “yaydıkça yayanlar”dan maksat da müfessirlerin görüşüne göre, yine rüzgârdır. Çünkü rüzgârlar gökyüzünde bulutları Aziz ve Celil olan Rabb’in isteği doğrultusunda yaymaktadırlar.

“Böylece ayırdıkça ayıranlara, zikri getirenlere; mazeret ve uyarı için” Bunlarla kasdolunan meleklerdir. İbn Abbas, İbn Mes’ûd, Mücâhid, Katâde, Mesrûk, Süddî ve Sevrî bu kanaati belirtmişlerdir. Bu manada ihtilâf yoktur. Çünkü melekler, Hak ile batılın, hidayet ile sapıklığın, helâl ile haramın arasını ayıran Allah’ın emrini, peygamberlere indirirler. Peygamberlere getirdikleri vahiyde, halkın mazeretini ortadan kaldıracak ve emre muhalefet ettikleri takdirde onları Allah’ın azabıyla uyaracak hususlar yer almaktadır. İnsanların ahirette Allah’a karşı kendilerini savunmak hususunda ortaya sürecekleri bir delilleri ve mazeretleri kalmasın diye onlara tebliğ edilmek tizere peygamberlere vahiy getirilir. Sûrenin başından beri kasem harfleriyle yemin edilen gerçek; kıyametin kopması, Sûr’un üflenmesi, bedenlerin diriltilmesi, öncekilerin ve sonrakilerin bir yerde toplanması, her amel sahibinin ameli; hayır ise hayırla, şer ise şerle mükâfatlandırılması hususunda va’dedilenlerin hepsi muhakkak ve mutlaka Rabb’in dilemesiyle gerçekleşecektir. “Size va’dedilen mutlaka olacaktır”.

Allah Teâlâ, müşriklerin yalanlamakta oldukları ölüm sonrası dirilişin mutlaka vukubulacağına yemin etmektedir. İlk yedi ayette kasem harfleriyle yemin edilmesi, Kur’an ve Hz. Muhammed(s.a.s.)’e kıyamet hakkında verilen bilginin gerçek olduğuna, bunun yanısıra kıyametin muhakkak vukubulacağına dikkat çekmek içindir. Kıyametin gerçekleşmesinin delili, yeryüzünde hayret verici bir nizam kuran Kadir-i Mutlak(c.c.)’ın bundan aciz olmadığıdır. Apaçık hikmete dayanan bu nizam, ahiretin muhakkak gerçekleşeceğine şehadet etmektedir. Çünkü hikmet sahibi olan Allah, hiç bir şeyi maksatsız ve abes yere yaratmaz. Eğer ahiret olmasaydı bütün kâinat anlamsız olurdu.

Bu ayetlerden sonraki ilk konu, “hüküm günü”yle ilgilidir. Yerde ve gökte cereyan edecek korkunç değişiklikleri aksettirmektedir. O gün, Allah Teâlâ’nın insanlarla hesaplaştığı gün olacaktır:

“Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve peygamberlere (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti tayin edildiği zaman (artık) kıyamet kopmuştur” (8-11).

Yıldızların kararması, nurlarının sönmesi; semanın çatlaması, ikiye bölünmesi; dağların dağılması da, pamuk gibi atılması demektir. Sevrî, Mansûr kanalıyla İbrâhim’den nakleder ki; o, “ukkıdet” kelimesine; va’d edildiği zaman, diye manâ vermiştir. Ve o bu âyeti şu âyet gibi tefsir etmektedir: “Yer, Rabb’ının nuruyla aydınlandı, kitâb konuldu, peygamberler ve şahitler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu” (ez-Zümer, 39/69). Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde, Allah’ın haşr meydanında bütün insanları kendi huzurunda toplayıp her kavmi peygamberini şahit olarak çağıracağı ve Allah’ın mesajının insanlara ulaşıp ulaşmadığına şehadet getireceği beyan edilmiştir. Sapık ve suçlu olanların karşısında Allah, ilk olarak peygamberleri şahit gösterecek ve en büyük hücceti bu olacaktır. Böylece sapıklığa düşmelerinin nedeninin kendileri olduğu açığa çıkacaktır. Allah’ın onlara bunu haber verdiği de ispatlanacaktır.

Nihayetinde kıyamet günü ile alay eden kâfirler, o korkunç olayla karşılaştıklarında dehşete kapılacaklardır. O zaman kâfirler sonlarını, felâketlerini kendi elleriyle hazırlamış olduklarını bileceklerdir: “Bu alametler ne vakte ertelenmiştir? Ayırım (hüküm) gününe. (Rasûlüm) Ayırım gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? O gün (Peygamberi ve âhireti ) yalanlayanların vay haline!” (12-15).

Hüküm günü, iyilerle kötülerin birbirinden ayrı tutulduğu, hakların ödendiği ve herkes hakkında neye lâyık ise ona göre hüküm verildiği gündür: “O gün (peygamberi ve ahireti) yalanlayanların vay haline!” Yani onlar (müşrikler) bu günün geleceği haberini yalan zannetmişler ve Allah’ın, dünyada yaptıklarını karşılıksız bırakacağını, hesap vermeyeceklerini düşünmüşlerdi.

Hüküm gününün, korku veren halinin tasvirinden sonra geçmişlerin ve geleceklerin helâki mevzûuna dönülmektedir: “Biz (bunlar gibi inkârcı olan) öncekileri helâk etmedik mi? Onlardan sonra gelenleri de onların ardına takacağız. İşte biz suçlulara böyle yaparız! O gün, yalanlayanlara çok yazık! “ (16-19).

Yani daha önceden gelen peygamberlere muhalefet edip yalanlayanları biz helâk etmedik mi? Bu, âhiret hakkındaki tarihi istidlaldir. Yani bu dünyada kendi tarihinize bakınız. Ahireti inkâr ederek bu dünyayı asıl hayat zanneden ve bu dünyadaki neticeleri, hayr ve şerri ölçü kabul ederek ahlâkî değerleri ona bağlayan bütün kavimlerin istisnasız hepsi de helâk olmuşlardır. Bir gerçek olan ahireti hesaba katmadan davrananlar, hüsrana uğrarlar. Nasıl açık açık gerçeği hesap etmeden, gözü kapalı davranıp da zarara uğrayan kimsenin durumu buna benzer.

“Onlardan sonra gelenleri de onların ardına takacağız”. Bu Allah Teâla’nın sünnetidir. Ahireti inkâr edenler, helake uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, sonunda aynı felâkete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce, hiçbir kavim bu sondan müstesna olmamış, ileride de olmayacaktır: “Yalanlayanların vay haline o gün! “. Onların dünyadaki sonu, onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket kıyametten sonra olacaktır.

Helâk ve yok ediş sahnesinden sonra, bir takdir ve tedbir halinde, büyük ve küçük herkesin yaratılış ve hayat bulma mevzûuna geçilmektedir: “(Ey insanlar!) Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Nitekim o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere yerleştirdik. Biz buna güç yetiştirmişizdir. Biz ne mükemmel bir kudret sahibiyiz! O gün, yalanlayanların vay haline.'” (20-24).

Biz sizi hakir bir nutfeden başlatarak, insan olarak yetişmenizi sağlamaya kadir iken, sizi tekrar yaratma hususunda niye kadir olmayalım? Bu apaçık delil mevcût iken, ölümden sonra dirilişi inkâr etmektedirler. Bunlar ne kadar alay ederlerse etsinler, yalanlarlarsa yalanlasınlar, o gün geldiğinde bunun onlar için felâket günü olacağını göreceklerdir.

Bundan sonra mevzû tekrar yeryüzüne intikal etmekte, burada Allah’ın beşer için takdir ettiği ve kolaylıkla hayatını devam ettirme imkânları hazırladığını şu şekilde beyan buyurmaktadır: “Biz yeryüzünü dirilere ve ölülere toplanma yeri yapmadık mı? Yeryüzünde haşmetli dağlar yarattık, sizlere tatlı sular içirdik. O gün yalanlayanların vay haline!” (25-28).

Yeryüzünün sarsılıp oynamaması için, ağırlıklarıyla tutan dağlar ve bulutlardan süzülüp gelen ve yeryüzündeki kaynaklardan coşup akan tatlı sular yaratmadık mı? Yalanlayanlara tehdit vaadi vardır. Vay haline o gün yalanlamış olanların!

Bu âyetlerin ardından, hesap ve ceza günü anlatılıp öldükten sonra dirilmeyi, cezayı, cenneti ve cehennemi yalanlayan kâfirlere hitap edilerek, kıyamet günü onlara şöyle denileceği bildiriliyor: “İnkârcılara o gün şöyle denir: Yalanladığınız, şeye varın gidin. Üç kollu gölgeye gidin. Gölge yapmaz ve alevden de korumaz. O her biri bir saray gibi kıvılcım atar. Ve her biri sanki birer sarı erkek devedir. Vay haline o gün, yalanlamış olanların!” (29-34).

Cehennem’den, Cehennem ateşinin alevinden ve yakıcı azabından, dehşetli azametinden bahsedilir ve aleve mukabil olan dumanın gölgesinin ne gerçek gölgelik yapar, ne de kişiyi alevin kucağından koruyacağı anlatılır; sonra kıvılcımların çok büyük (saray gibi) olduğundan misal verilir. Hisler bu korkuya kapılıp dururken âyeti kerime; “Vay haline, o günü yalanlayanların” şeklindeki tehditle onları ürpertir.

Cehennem’in o korkutucu maddi görünüşünün beyanından sonra korkudan dilleri tutulmuş, sükût içinde bekleyenlerin halleri de şöyle tasvir edilir: “O, (kâfirlerin) konuşamayacağı bir gündür. Onlara izin bile verilmez ki (sözde) mazeretlerini beyan etsinler. O gün yalanlayanlara çok yazık!” (35-37).

Konuşmaya güçlerinin yetmeyeceği gibi, özür dilemeleri için kendilerine izin de verilmez. Bilâkis, aleyhlerinde çok deliller vardır ve zulmetlerinden dolayı, haklarında azab sözü gerçekleşmiştir. Artık konuşamazlar.

Allah Teâlâ bazan bir halden, bazan diğer halden haber vermektedir. Ki bu, o günün şiddetini, sarsıntısını gösterir. Bu sebeple sözün her bölümünün sonunda, “Vay haline o gün, yalanlayanların” buyurulmaktadır.

Ardından, günün hüküm günü olduğu, özür beyan etme günü olmadığı zikredilir: “Bu sizleri ve öncekileri topladığımız hüküm günüdür. Eğer bana karşı bir düzeniniz varsa; onu hemen kurun. Yalanlayanların vay haline o gün” (38-40).

Suçluları tehditten sonra hitap bir ikram müjdesi vermek için müttakîlere yönelmektedir: “Muhakkak ki müttakiler gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar. Canlarının istediği meyveler arasındadırlar. İşlediklerinize karşılık afiyetle yeyin, için. Şüphesiz ki biz böyle mükâfatlandırırız, iyilik edenleri. Vay haline o gün yalanlamış olanların” (41-45).

Allah Teâlâ, farzları eda edip haramları terkederek kendisine ibadet eden müttaki kullardan bahisle, onların kıyamet günü cennetlerde olacağını bildiriyor. Muttakilerin altında bulunacakları gölgelikler, küfredenlerin inkârlarına rağmen gerçektir. Onlar için orada istedikleri her şey vardır.

Sûrenin devamında, dünya hayatını ilgilendiren ve gözlerimizi yeniden ve ani olarak bu hayata yönelten bir sahne sunulmaktadır. Mücrimleri küçük düşüren ve helakı haber veren durum; “Yeyin ve biraz zevklenin bakalım, doğrusu sizler suçlularsınız. Vay haline o gün yalanlamış olanların” (46-47) âyetleriyle bildiriliyor.

Sanki mücrimlere şöyle denilmektedir: “İki durumu ayıran noktaya şahit olunuz. Bu dünya hayatında biraz olsun faydalanınız. Zira öteki alemde bunlardan mahrum kalacak üstelik de çetin bir azaba uğrayacaksınız”.

Son olarak hidayete davet edildikleri halde, yüz çevirenlerin hayret veren işleri gözler önüne serilmektedir:

“Onlara rüku edin denildiği zaman rükua varmazlar. Vay haline o gün yalanlamış olanların. Bundan sonra artık hangi söze inanacaktır onlar?” (48-50).

Kalbleri titreten, bu titreyişle de dağların sarsıldığı bu ilâhi kelama inanmayan kimse bundan sonra ebediyen hiçbir söze inanmaz. Onun bu hali helaktır, bedbahtlıktır.

Abdülmelik ERDOĞAN – sorularla islamiyet

Neden Kur’an-ı Kerim?

Şu Kur’ân insanların kalp gözlerini açacak bir nur, sağlam bilgi edinmek için bir hidayet ve rahmettir.
Eğer şu Kur’ân’ı bir dağ üzerine indirseydik, o dağı Allah korkusundan alçalmış ve paramparça olmuş görürdün.
Kur’an-ı kerim öyle bir kitaptır ki onu indiren melek Cebrail (as) Allah katında meleklerin en üstünüdür.
İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre Cebrail (as) bütün meleklerden ve peygamberler dışındaki insanlardan üstündür.
Kur’an-ı kerim İndirilen peygamber Hazreti Muhammed(sav) peygamberlerin en üstünüdür.
“Öğünmek için söylemiyorum, ben peygamberlerin efendisi, sonuncusu ve şefaat edicilerin de ilkiyim.” Hazreti Muhammed (sav)
 
Kur’an-ı Kerim indirilen ümmet Allah katında ümmetlerin en üstünüdür.
“Siz ümmetlerin en hayırlısı, insanların seçilmişisiniz.”
Kur’an-ı Kerim indirilen ay Ramazan ayı onbir ayın sultanıdır.
Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.
Kur’an-ı Kerim indirilen gece kadir gecesi bin aydan kıymetli bir gecedir.
Faziletine inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Kadir gecesini değerlendiren kişinin geçmiş günahları bağışlanır.
Kur’an’a sahip olanlar, Allah’ın has kullarıdır.
Bir kimse de Kuran okur hatmederse, ona Allah yanında makbul olan bir dua verilir ki, ister dünyalık, isterse ahiretlik olur.
Kur’an’dan bir harf okuyana bir hasene verilir. Bir hasenede on misli sevap vardır. Her sevap Uhud dağı gibidir.
Sizin en hayırlınız Kur’an-ı öğrenen ve öğretendir.
Kullar Allah’a ondan nâzil olan şu Kur’an’la yaklaştıkları gibi hiçbir şeyle yaklaşamazlar.
Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a hangi amel daha sevimlidir?” diye sorulduğunda “Kur’ân’ı başından sonuna okuyup, bitirdikçe yeniden başlamaktır”
Kur’an’da, öyle bir tatlılık var ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an okuyanlar için söz konusu olmaz. Hatta değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış insanlara tekrar tekrar okumak tatlılığını arttırdığı, eski zamandan beri herkesçe bilinen Kur’an’ın bir harikasıdır.
Kur’an okuyan kimse, bunamaz.
Kur’an okunan yere rahmet ve bereket yağar. 
Kur’an okunan evin hayrı artar, sakinlerini sıkmaz, melekler toplanır, şeytanlar oradan uzaklaşır. Kur’an okunmayan ev, içindekilere dar gelir, sıkıntı verir, bereketsiz olur. Melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya dolar.
Her gece on âyet okuyan, gafillerden sayılmaz.
Kur’an okuyun! Kıyamette size şefaat eder.
Kim bir âyet öğrenirse, bu âyet Kıyamette onun için nur olur.
Bir âyet öğrenmek, yüz rekât nafile namaz kılmaktan daha iyidir.
Kur’an okunan yere rahmet yağar, melekler hazır olur.
Kur’andan bir âyet dinleyen, sayısız çok sevaba kavuşur.
Kur’anı öğrenip gece gündüz okuyana imrenmek gerekir.
Kur’an okuyanla dinleyen, sevabda ortaktır.
İnsanların en çok ibadet edeni, en çok Kur’an okuyandır.
Kur’an-ı kerim okuyup, ezberleyen, helali helal, haramı haram bilen, Cennete girer. Ayrıca Müslüman akrabasından, hepsi de Cehennemlik olan on kişiye şefaat edip, onları Cehennemden kurtarır.
Evlerinizde Kur’an okumayı artırın! Kur’an okunmayan evin hayrı azalır, şerri çoğalır, o ev halkına darlık gelir.
Kur’an okunan evin bereketi artar. Kur’an okunmayan ev, bereketsiz olur.
Kur’an okuyun! Çünkü Kıyamette şefaat eder.
En üstün ibadet Kur’an okumaktır.
Kur’an ehli, Cennet ehlinin reisleridir.
Kur’an okuyanlar, Cennet ehlinin ârifleridir.
Kur’an okunan ev, gök ehline, yerden yıldız göründüğü gibi görünür.
Kur’an ehli, Ehlullahtır.
Herşeyden evvel okuyup anlayarak amel edeceğimiz İlahî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. O ezelîdir, ebedîdir. Daima genç ve tazedir. O Allah’ın kelâmı, Allah’ın fermanıdır. Hakikî mürşid ve rehber Kur’ân’dır.
Kur’ân kalplere kuvvet ve gıdadır. Ruhlara şifâdır. Onu tekrar tekrar okumaya ihtiyacımız vardır. Gıdanın tekrarı kuvveti artırdığı gibi Kur’ân-ı Kerîm’i tekrar okumak da manevî gıdamızın kaynağıdır.
Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir. Hem hikmettir, hem ilimdir. Hem hakikattir, hem şeriattır. Hem sadırlara şifa, mü’minlere hüdâ ve rahmettir.
Bir ana-babanın çocuklarına karşı en mühim vazifesi, onlara Kur’ân öğretmektir, Kur’ân terbiyesi vermektir.
Üstad Bediüzzaman hazretleri Kur’an-ı Kerim için şöyle buyurur:
Kur’an-ı Hakîm’in hadîsin bildirmesiyle her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on Cennet meyvesi getirir.
Fazl-ı İlahîden o harflerin sevabı sünbüllenir, bazan yetmiş,
Âyet-ül Kürsî harfleri gibi bazan yediyüz,
Sure-i İhlas’ın harfleri gibi bazan bin beşyüz,
bazan Berat gecesinde ve makbul vakitlere okunan âyetler gibi on bin sevab kazandırır.
Ramazan-ı Şerifte her bir harfin, on değil bin
ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler
ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyadedir.
Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır. Kadir Gecesi’nin bin aya mukabil olduğunun Kur’an’da bildirilmesinin işaretiyle, bir harfinin o gecede otuzbin sevabı olduğu anlaşılır.
Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren Kur’an-ı Hakîm, öyle bir nurlu bir tûbâ ağacı hükmüne geçiyor ki; milyonlarla bâki meyveleri, kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu harflerin kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir zararda olduğunu anla!”
Muhterem Müslümanlar!
Hasta kalplerin şifası Kur’ân okumaktır. Hasta milletlerin kurtuluş reçetesi Kur’ân’a sarılmaktır.
Dinimizin temeli Kur’ân olduğu gibi İslâm âleminin temeli de Kur’ân’dır. Yeryüzünde hâkimiyet Kur’ân’ın hakkıdır.
“İstikbal yalnız ve yalnız islâmiyet’in olacak, hâkim hakaik-i Kur’âniye ve îmaniye olacak!”
Asrımız Kur’ân asrıdır. Dünya milletleri İslâm’a koşuyor.
Dinsiz, imansız, Kur’ân’sız hiçbir milletin yaşayamayacağı anlaşılmıştır.
Bütün dünyada Kur’ân’a bir dönüş ve yöneliş vardır. Kur’ân’ın nuru dünyayı saracaktır.
Şu âhirzamanda maddî elektrik, ışık, nur her yere ulaştığı gibi, manevî elektrik olan Kur’ân ve îman nuru da ulaştırılmalıdır.
Kur’ân’ın hakikatlari her eve, kalbe ve kafaya hâkim olmalıdır.
Mülk Allah’ındır. Kur’ân Allah kelâmıdır.
Geliniz, Kur’ân’ı okuyalım, hayatımıza tatbik edelim, bütün sıkıntılardan kurtulalım İnşaallah.
Selam dua ile kalın.
Çetin KILIÇ
Kaynaklar:
Kur’an-ı Kerim Meali
Hadisi Şerif Külliyatı
Risale-i Nur Külliyatı
Sorularla İslamiyet

‘Ben ve Kıyamet’

“‘Ben ve kıyamet, bu iki parmak gibiyiz’
…hadisin[in] muradı ne ise haktır.”
-Said Nursî,
Muhâkemât; On Birinci Mukaddeme

Parmak uçları, ilk temas yeridir. Akıl eşyaya dokunur orada. Yalnızlığına çare arar. Boşluğu doldurur irade. Şuurun şavkı vurur eşyanın yüzüne. İnsanın biricikliği her bir şeyin köşesinde kristalleşir. Yakınlık parmak uçlarına taşınır. Hasret parmak izi bırakır yüzeylerde. Cansızlar, insan elinde can bulur. Soğuk cisimler, insan sıcağıyla parmak uçlarında tanışır. Yön kazanır noktalar, çizgiye tamamlanır öksüz köşeler. Eşyanın yüzüne yara açar parmak uçları. Yoğrulmaya hazırlar cümle katılıkları.

Dokunmak. Sıcak saydam bir nehir gibi. Her yerde, her köşede, her kuytuda, her an, her şekilde dokunuş akıyor. Kılcal damarlar hayatın loşluklarına yayılıyor. İpeksi bir ağ olup nefesleri avlıyor, sessizlikleri sarıyor parmaklar.

Her an’ın biricikliğini, benzersiz parmak uçlarıyla duyumsuyor insan. Her bir şeyin ‘özge’liği sıcak temasın yanağında alevleniyor. Özne nesneye eğiliyor. Eşya tenin kıvrımlarına sığınıyor. Cansızlar can buluyor sinir uçlarında.

Parmak izleri biriciktir insanın.  Her insanın parmak ucu, bi’tane, yegâne. Böyle olmasaydı, yaşamaz mıydı insan? Eksilir miydi itibarı? Hayır; ‘olmazsa olmaz’ değil parmak uçlarının biricikliği. Parmak uçları biricik olmasa da yaşayabilir insan. Parmak uçları ‘biricik’ olmasa da olur. Dahası, biricik parmak ucuyla insan hiç var olmasa da olur. ‘Vazgeçilmez’ değil insan. Hiçbir insan bir başka insan için vazgeçilmez değil. kimse kimseyi yokluğunda aramadı, olması gerektiğine inanmadı. Ama şimdi parmakla gösteriliyoruz. Parmakla gösterilir olmakla övünmeye alışmışız. Biricik parmak uçlarının işaret ede ede yetişemediği eşsizlikte bir varlığımız var.

Parmak izi, insanın her dokunuşunu eşi olmayan bir mühür yapıyor. İnsanın ‘sıradan’ saydıklarının ‘özel’ olduğunu belgeliyor. Her dokunulanın biricik oluşundan hareketle, her dokunuşun da biricik olması gerektiğine işaret ediyor. Her şey sadece bir kere var. Her anda sadece bir kere var insan. Tekrarı yok hiçbir dokunmanın. Bir dahası yok hiçbir an’ın. İlk defa var oluyor insan ve son defa…  Her an, bir parmak izi gibi bi’tanedir insanın kaderinde. Nefesi bir kere insanın. Sesi bir kere. Sözü bir kere. An dediğimiz, sonsuzca sivrilen bir varlık dağının zirvesi.. Bir andan bir sonraki an’a geçen yok; her şey her an yeni/den var ediliyor. Zamanın parmak uçlarında yine yeni yeniden dokunuyor insan.

Ne var ki, suçluları yakalamak için kaydediliyor parmak izleri. Bir silahın tetiğinde, kanlı bir bardağın kenarında, bir kapının kulpunda, bir gömleğin yakasında. Karanlık eylemlerin tortusu oluyor parmak izleri.

Parmak izlerinden yakalanıyor insan. Parmak uçları, hiçbir şeyin hesapsız olmadığı gerçeğini vuruyor eşya üstüne. İnsanın sorumsuz olamayacağını kazıyor her noktaya… Hesapsız var değil insan.  Her dokunuşu kayda değer. Her temasının kaydı var. Hesabı parmak uçlarından başlıyor.

Tenlerde gezinen parmaklar, tuşlara vuran parmak uçları bir kıyamet haberini büyütüyor. “Niye yemin etmeyelim ki, o kıyamet/kalkışım gününe!”  Cümle varlığın insanın parmak uçlarına dokununcaya kadar yokluktan ayağa kaldırıldığı gün, yarın gelecek değil! O gün, bugün. “Niye tanıklığa çağırmayayım ki, kendini kınayan nefsi!” Parmak uçlarından çıkandan pişman olur insan. Parmak izleriyle yakalanır insan. Seçtiği düğmeler, bastığı butonlar, dokunduğu tuşlar iki yakasına yapışır insanın. Utanır. Kendine kanar. Kendini kınar. “Sanır mı ki insan, kemikleri yine bir araya getiremeyiz?” Yitirince parmak uçlarını hesaptan kurtaracağını mı sanır? Silinince parmak izleri sorgudan kaçabileceğine nasıl inanır?

Şuurun varlığa temas yeridir parmak ucu. İradenin eşyanın yüzüne kazınan imzası. İnsan tepeden tırnağa parmak izi. Kendine özgü. Kendince var. Mührünü bırakıyor yeryüzüne. D/okunuyor her nefeste.

Her an bir kıyamet, bir sonraki an ise haşir… “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye soran gafillerin anlamadığını gösteriyor Söz’ün parmakları. “Her an kopmakta kıyamet; farkında değil misin?

“Parmak uçları”na ne kadar da benziyor Peygamberin sözleri ve her an’ın kıyameti… Ve insanı hiç yoktan var etmenin, üstelik insan diye var etmenin, biricik imtiyazını fark ediyoruz O’nun sözlerinde. Olup bitmiş ama muhteşem bir gerçek bu… Olup bitmiş ama olup bitmiş olmasa ihtişamını hiç bilemeyeceğimiz bir parmak ucu sakinliği gibi…

“Hiç mümkün müdür ki, parmak uçları[eşsizliği]ne kadar yeniden tasvir edilmesin insan?”

Senai DEMİRCİ – risalehaber.com

Acaba kim ilerici? Kim gerici?

Bir haftalığına çıkacağımız bir seyahat veya yolculuk için, bazen aylar önce hazırlıklara başlarız. Hele hele bu yolculuk, yabancı dilini bilmediğimiz bir ülkeye olursa, yıllar önceden o memleketin lisan kurslarına başlarız. Nitekim bendeniz, bir aylığına bir teknik araştırma için Japonya’ya ve İngiltere’ye gönderileceğim zaman, okul İngilizcemi yeterli bulmayarak, kendi imkânlarımla 18 ay daha İngilizce kurslarına devam etmiştim. Beni hiç kimse yadırgamadığı gibi, çok da takdir edilmiştim. Gerçekten de çok işime yaramıştı. Bana vaad edilen yukarıdaki yolculuğumdan cayılma ihtimali de vardı. Bunlara rağmen, o hazırlıklar için hiçbir masraftan da gayret ve fedakârlıklardan da kaçınmadım.

Oysa her birimizin önünde ve yakın bir zamanda, öyle zorunlu yolculuklarımız var ki, cayılma ve vazgeçilme ihtimali HİÇ YOK. Tek bir kişi bile istisna bırakılmayacak. Üstelik de bu yolculuk çok uzun ve altı aşamada tamamlanacak ve her aşaması da çoook uzun yıllar sürecek. Bu zorunlu yolculuktan birinci aşama; Kabirdir. Kabir, kişinin dünyaya gönderiliş sebebini yerine getirişine göre, ya cennet bahçelerinden bir bahçeye, ya da cehennem çukurlarından bir çukura dönüşecek. Süresi ise binlerce seneden beri orada ikamet edenler olduğu gibi, bu sevkiyatın daha ne kadar süreceği de Allahın ilmindedir.

İkincisi Haşirdir; Yâsîn S., 51. Â.: “Sûr’a (tekrar)üfürüldü(ğünde) kabirlerinden fırlayanlar, süratle Rablerine (mahşer yerine) doğru gidecekler.” Diriltilip, mahşer yerinde toplanmanın, yani o zorla sevk edilmenin süresi, 1000 yıl civarında olduğu bildiriliyor…

Üçüncüsü Kıyamet; (1000 sene olduğu bildiriliyor.) Secde S., 5. Âyet: Allah, gökten (meleklerle) bütün dünya işlerini idare eder. Sonra (melekler o işlerde), bir günde O’na yükselir ki, (o günün) miktarı, sizin saydıklarınızdan (dünya yılından) bin yıldır…

Dördüncüsü Sırat: Yani Sırat köprüsü, Nass ile sabit olup, mahşer gününde cehennem üzerine kurulacak olan köprüdür. Kur’an-ı kerimde mealen buyruluyor ki: Saffat S., 23-24. Ayet. “Allah, meleklere şöyle emreder. Zulmedenleri, eşlerini ve Allah’ı bırakıp da tapmakta olduklarını toplayın, onları cehennemin yoluna (sırata) koyun ve onları tutuklayın. Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir.” Dünyadaki köprüler sabit ve herkes için aynı olmalarına rağmen, Âhiretteki bu köprü, kişilere ve onların amellerine göre değişkendir. Bu Hadîs-i Şerif, Cehennemlik olma veya kurtulma arasında bocalanan bir sorgulama süreci olarak da te’vîl edilmektedir. Nice kimseler Sırattan geçtiğini bilmeyip, meleklere derler ki: “Bize vaad edilen Sırat ve Cehennem nerede kaldı, biz onlardan geçtik mi?” Melekler de şöyle cevap verirler: “Siz Cehennem üstündeki Sırattan geçtiniz; fakat Cehennem ateşi sizin nurunuzdan çekilip, örtülmüştü.”[Bkz.: Camius-Sagir] Bu yolculuklardaki bildirilen o uzun süreler ve zaman, kişilere göre değişken olacaktır.

Yani Mü’minler için Tayyi zaman işletilecektir.

Tayyı zaman; “Zamanı ortadan kaldırmak” demektir. Çok uzun bir zamanı pek kısa olarak görmek ve yaşamaktır. Mesela: Kur’an-ı Kerimde beyan edilen “Ashab-ı Kehf” mağarada 309 sene kaldıkları halde, kendileri yarım gün kadar kaldıklarını zannettikleri gibi…

Beşincisi Mahkeme-i Kübra; Adaleti İlâhinin tecelli ettiği tek ve en büyük mahkeme. İbrahim S., 42. Âyet.: Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor. Nebe S., 40. Âyet: Kâfir, “ah! Ne olurdu ben de toprak olsaydım” diyecek. Yani keşke, dünyada hayvan olarak yaşasaydım da onlar gibi sorgulanmasaydım ve bu acı âkıbete düşmeseydim diyecek…

Altıncısı ise Bu yolculuklardan sonra da Dünya hayatındaki kazançlarına göre yâ EBEDÎ Cennetlere (inşallah) veya Cehenneme (Allah muhafaza etsin) kadar devam edecektir. İnanmamak, asla bu zorunlu yolculuğa engel değildir, Cennetlere engeldir. Âl-i İmrân, 133.: “Rabbinizin bağışına ve takva sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”Râ’d 24.: Melekler: Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu (Cennet) ne güzeldir! (derler).” Peygamberimiz SAV, Yüce Allah’ın “Ben salih kullarıma Cennette öyle nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de bir beşerin hatırına gelmiştir” buyurduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Tefsir 32:1.)

İspat mı istiyorsunuz? Düşmanlarının tamamının “Muhammed-ül EMÎN” dediği ve insanlığın en doğru sözlüsü Peygamber efendimiz, gidip bunları görerek gelip haber vermiştir. Gelmiş-geçmiş bütün 124 000 Peygamberler, 224 000 Asfiya ve evliyalar da aynı yolculukları haykırmışlar. Kâinâtın Hâlikı ve her birimizin Rabbi olan Yüce Allah cc bu konuda gevşekliğe ve gaflete düşmeyelim diye gönderdiği Kur’ân-ı Kerîmin birçok yerinde, üstelik de tekrar tekrar bildirmiştir…

Şimdi, şu can alıcı sorulara cevap arayalım: Bir haftalık, bir aylık, birkaç yıllık yolculuklar için bunca hazırlıklar yapan ileri görüşlü (!) insan, acaba şu mutlaka sevk edileceğimiz 50 000 senelik yolculuklara niçin çok ciddi hazırlıklar yapmaz? Veya en çok 100 senelik bir dünya hayatı için 20-30 sene tahsil zahmetlerine ve masraflarına katlanan insan, acaba şu 50 000 senelik yolculuklar için ve EBEDÎ ahiret hayatını Cennetlerde geçirmek için, niçin 2-3 senelik tahsile nazlanır? Hatta hazırlanmak isteyenlere, acaba niçin engel olurlar?…  Ne dehşet verici bir şeydir ki; 16 sene okula git, Dünyaya niçin geldiğine dair, Hiçbir şey öğrenme!!!” (Mahmud Efendi Hz.)

Bu yolculuklara hazırlanmayı ihmal edenlere, acaba ilerici veya İLERİ GÖRÜŞLÜ denilebilir mi? Acaba bu yolculuklara ciddi bir şekilde hazırlananlara, niçin ve hangi akla hizmetle GERİCİ deniliyor? İSLÂMİYET, akıllı ve İLERİ görüşlü insanların tercihidir. Bu Tercihi Yapanlara da MÜSLÜMAN denir! NAMAZ ise bu tercihi yapanların ALÂMETİDİR!(U.A.)

Ya İslam’la yükselir, Ya inkârla çürürsün. Yol mezarda bitmiyor, gittiğinde görürsün. N.F.K.

A. Raif Öztürk – Nuraniyyat

 

Yedi Rengiyle Kâinâtı Aydınlatan Güneş; Kur’an Ve Mu’cizeleri (VI)

KUR’AN’DAKİ İLMÎ MU’CİZELERDEN BAZI MİSALLER

3. KARA DELİKLER VE KUR’AN’IN İZAHLARI

20. yüzyılda evrendeki gök cisimleri ile ilgili pek çok yeni keşif yapılmıştır. Karadelikler de bunlardandır. Modern bilimin ortaya çıkarmak için çaba sarf ettiği bu konuya yüce Allah bundan 1400 yıl önce indirdiği Kuran`da dikkat çekmektedir. Yüzey yerçekimi oldukça güçlü olduğu ve ışık içerisinden kaçamadığı için karadeliği en büyük teleskoplarla bile göremeyiz. Ancak içine çöken yıldız bulunduğu yerin çevresine olan etkisiyle algılanabilir.

Allah, yıldızların yerleri üzerine yemin ederek bu konuya şöyle dikkat çekmiştir:
“Hayır, yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim. Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.” (Vakıa Suresi, 75-76)
Karadelikler ifadesi ilk kez, Amerikalı fizikçi John Wheeler tarafından 1969 yılında ortaya atılmıştır. Önceleri tüm yıldızları görebildiğimizi farz ediyorduk; ancak sonraki yıllarda uzayda bizim onları görebileceğimiz ışıkları olmayan yıldızlar olduğu anlaşılmıştır. Çünkü enerjisi tükenen bu yıldızların ışıkları yok olmaktadır. Aşağıdaki ayette de kıyamet günü tasvirlerinin yanı sıra, bir yönüyle de bu bilimsel bulguya işaret ediliyor olabilir:

“Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları) silindiği’zaman,” (Mürselat Suresi, 8)

Asıl bu konuyu şu ayetlerde arayalım:

أَوَ لَمۡ يَرَوۡاْ أَنَّا نَأۡتِي ٱلۡأَرۡضَ نَنقُصُهَا مِنۡ أَطۡرَافِهَاۚ وَٱللَّهُ يَحۡكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكۡمِهِۦۚ وَهُوَ سَرِيعُ ٱلۡحِسَابِ ﴿٤١﴾

“41-Görmediler mi ki, şübhesiz biz (ben Azîmüşşân), yeryüzüne (kâfirlerin memleketlerine, mü’minlere yardım etmekle) geliyor, YERYÜZÜNÜ etrâfından eksiltip duruyoruz? Ve Allah (dilediği gibi) hükmeder; O’nun hükmünü geri çevirecek kimse yoktur. Ve O, hesâbı pek çabuk görendir.”

يَوۡمَ تُبَدَّلُ ٱلۡأَرۡضُ غَيۡرَ ٱلۡأَرۡضِ وَٱلسَّمَٰوَٰتُۖ وَبَرَزُواْ لِلَّهِ ٱلۡوَٰحِدِ ٱلۡقَهَّارِ ﴿٤٨﴾

“48-O gün, yer başka yere çevrilir, gökler de (başka göklere)!(1) Ve (herkes) Vâhid (bir olan), Kahhâr (kahredici üstünlük sâhibi) olan Allah’ın huzûruna çıkarlar!”

Kur’anın bahsettiği, bizim henüz bilmediğimiz ve ama yer küresinin başına gelecek olan hallerden biri de kara delikler ve kıyamettir. Kur’an, kıyameti, her gün müşahede ettiğimiz yağmurun yağışı ve çiçeklerin açışı kadar açık ve berrak bir şekilde anlatmaktadır. Nasıl ki, su kendi zararına olarak donar. Buz, buzun zararına sıvılaşır ve erir. Ruh ceset hesabına zayıflaşır ve ceset ruh hesabına inceleşir. Öyle de, kesif bir âlem olan dünya, hayat makinesinin işlemesiyle devamlı şeffaflaşıyor, latifleşiyor. Kesif olan şu âlem, hayat nuru ile eritiliyor, yakılıyor ve nurlandırılıyor. Ancak hakikat ölmüyor, suretler ve kesif maddeler gibi mahvolmuyor.

Bu kurallar gereği, Kuran, bir zaman geleceğini, kâinatın kesif olan kabuk ve suretinin değişeceğini, parçalanacağını, kıyameti koptuktan sonra daha güzel bir şekilde tazeleneceğini, ‘O gün yeryüzü başka bir şekle girer’ mealindeki İbrahim Suresinin 48. ayetiyle ve ‘Görmezler mi ki, biz muhtelif hadiselerle yer küresini etrafından eksiltip duruyoruz ve aşındırıp parçalıyoruz.’ mealindeki Ra’d Suresinin 41. ayetiyle açıkça haykırmaktadır. Dünyanın ömrü ve kıyametle ilgili araştırmalar, Kur’anın bize gün yüzü gibi anlattığı hakikatleri yeni yeni keşfetmeye çalışmaktadır.

Özetle nasıl ki su, kendi zararına olarak donar. Buz, buzun zararına sıvılaşır. Öz, kabuğun zararına kuvvetleşir. Lafz, mana zararına kalınlaşır. Ruh, cesed hesabına zaîfleşir. Cesed, ruh hesabına inceleşir. Öyle de: Âlem-i kesif olan dünya, âlem-i latif olan âhiret hesabına, hayat makinesinin işlemesiyle şeffaflaşır, latifleşir. Yaratıcı kudret, gayet hayret verici bir faaliyetle kesif, cansız, sönmüş, ölmüş eczalarda hayat nurunu serpmesi, işarettir ki; âlem-i latif hesabına şu âlem-i kesifi nur-u hayat ile eritiyor, yandırıyor, ışıklandırıyor, hakikatını kuvvetleştiriyor. Evet, hakikat ne kadar zaîf ise de ölmez, suret gibi mahvolmaz. Belki teşahhuslarda, suretlerde seyr ü sefer eder. Hakikat büyür, inkişaf eder, gittikçe genişlenir. Kabuk ve suret ise eskileşir, inceleşir, parçalanır. Sabit ve büyümüş hakikatın kametine yakışmak için daha güzel olarak tazeleşir. Ziyade ve noksan noktasında hakikatla suret, ters orantılıdır. Yani: Suret kalınlaştıkça, hakikat inceleşir. Suret inceleştikçe, hakikat o nisbette kuvvet bulur. İşte şu kanun, kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşyaya şamildir. Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinatın büyük hakikatının kabuğu ve sureti olan gözle gördüğümüz şu alem, Allah’ın izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir.

4. DENİZLERİN BİRBİRİNE KARIŞMAMASI

مَرَجَ ٱلۡبَحۡرَيۡنِ يَلۡتَقِيَانِ ﴿١٩﴾ بَيۡنَهُمَا بَرۡزَخٞ لَّا يَبۡغِيَانِ ﴿٢٠﴾

“İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman Suresi 19-20)

Evet, ayetin ifadesi akıllara durgunluk verecek bir tarzdadır. Zira ayet-i kerime, onca fırtına ve dev dalgalara rağmen denizlerin birbirine karışmadığından haber vermektedir. Hâlbuki bırakın dalgalı denizleri, bir çay bardağında bile iki farklı sıvıyı karıştırmadan bir arada tutmak imkânsızdır. Fakat bilim, Kur’an’ın ayetlerini her zaman olduğu gibi yine tasdik etmekte ve onun Allah’ın kelamı olduğunu ispat etmektedir. Şöyle ki:

Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız deniz bilimci Kaptan Jacques Cousteau denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle anlatmaktadır:
“Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz’in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Hâlbuki Cebeli Tarık Boğazı’nda birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik.”
Kaptan Cousteau’yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların karışmaması, Kur’an’da on dört asır önceden şu ayet-i kerime ile beyan buyrulmuştur: “İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.” (Rahman Suresi 19-20)

Yeryüzündeki bir başka su engeli türü de, tatlı su nehirlerinin denize döküldükleri haliç ve deltalarda görülür. Hem üst, hem dip akıntılarıyla birbirlerine karışması son derece mümkün olan nehirler, denizlere döküldükleri noktalardan asla tuzlu su ile karışmazlar. Eğer Allah bu iki su arasına karışmama kanunu koymasaydı, yeryüzündeki tatlı su nehirleri tuzlu deniz suyu ile karışır içlerindeki ve çevrelerindeki canlılarla birlikte yok olup giderdi.

Kur’an bu tatlı ve tuzlu suların karışmaması mucizesine bir başka ayetiyle de şöyle dikkat çekmektedir:
“İki denizi birbirine salıveren de O’dur. İşte şu susuzluğu gideren tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Aralarına ise, Allah, birbirlerinin sınırlarını aşmaktan alıkoyan bir engel koymuştur.” (Furkan:53)

Evet, hem denizlerin birbirine karışmaması hem de tatlı su nehirlerinin denizlere karışmaması Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu gösterdiği gibi, bu hadisenin 1400 sene önce Kur’an’da ifade edilmesi de Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu ispat etmektedir. Zira bu bilgiyi o asırda yaşayan bir insanın keşfine dayandırmak mümkün olmadığı gibi, o asırda yaşayan tüm insanların keşfine dayandırmak da mümkün değildir. On dört asır önce bir insanın tek başına, bilimin ancak bu asırda keşfedebîldiği bu hakikati keşfetmesi ve bunu yazması imkânsızdır.”
O halde Kur’an, asla bir insan sözü olamaz. O, yerlerin ve göklerin yaratıcısı olan Allah’ın ezeli kelamıdır.

Devam edecek

Prof. Dr. Ahmet Akgündüz