Etiket arşivi: korku

Hakikatte Korkulması Gereken Ne?

İnsanların bu kadar korktuğu Koronavirüs adlı bir olgu var. İnsanlar bulaşıcı bir hastalıktan korkuyor ve bir endişe var. Peki sorumuz şu; Hakikatte korkulması gereken nedir?

Bununla ilgili Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’ne bir başka konuda sorulan soruya verdiği cevabı aktarmak istiyorum. Kendisine 2. Dünya Savaşı döneminde radyo başına koşmayıp, bu dünya savaşı ile ilgilenmemesi ile ilgili soru geliyor. Ve cevaben şunu diyor;

«Evet, bu Cihan Harbi’nden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüt sarf edecek.

   İşte o dava ise yüz bin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan, kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor.» (Şualar, s. 201)

Burada geçen şu yere dikkat etmek gerektir; “…herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış.” Burada demek ki sadece insanların az bir kısmına bulaşmış ve sadece dünyadaki 70 80 yıllık bir hayatını tehdit eden bir hastalık yok. “Herkesi” ilgilendiren bir mevzu var. Öyle bir dava açılmış ki, bu yeryüzü kadar bağlar ve saraylar ile süslenmiş ve ebedî ve devam eden tarlaları ve mülkleri kazanmak veya kaybetmek davası herkesin başına açılmıştır. İşte bütün mesele bu.

Bizlere lazım olan şey “tam münevverü’l-kalp bir âbid” olabilmektir. Yani tam ve hakikî bir şekilde kalbi nurlanan ve aydınlanan bir ibadet eden kul olmalıyız. Şu yer bize ne de güzel örnektir;

«Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı, dalalettir. Evet, tam münevverü’l-kalp bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Fakat meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalpsiz bir fâsık feylesof ise gökte bir kuyruklu yıldızı görse yerde titrer. “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der, evhama düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini terk ettiler.)» (Sözler, s. 22)

Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Hayatı Azaba Çeviren 2 Şey; Korku ve Evham

Bu salgın hastalıklar konusunda bir diğer nokta ise şudur ki; insanların evhama kapılması ve yersiz korkmalarıdır.

Bu konuyu daha iyi anlamak için Üstâd Bediüzzaman Hazretleri’nin Mektûbât eserinde verdiği şu misal bize örnek teşkil etmektedir;

«Bir zaman –Allah rahmet etsin– mühim bir zat kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: “Korkuyorum, belki batacağız!” Ona dedim: “Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?” Dedi: “Belki bin var.” Dedim: “Senede kaç kayık gark olur.” Dedi: “Bir iki tane, bazı sene de hiç batmaz.” Dedim: “Sene kaç gündür?” Dedi: “Üç yüz altmış gündür.” Dedim: “Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!”

   Hem ona dedim: “Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?” Dedi: “Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.” Dedim: “Ecel gizli olduğundan her bir günde ölmek ihtimali var, öyle ise üç bin altı yüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binden bir ihtimal değil belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” dedim.

   Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil! Ve hayatı ağır ve müşkül ve elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa, hattâ beş altı ihtimalden bir olsa ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir.”» (Mektubat, s 470-471)

Bu misalde çok güzel bir şekilde olaylara nasıl bakmamız gerektiği ifade edilmiştir.

Buradan aldığımız derse binâen, Koronavirüsten dolayı evham ve korku yapanlara biz de diyoruz ki; “Ecel gizli olduğundan her bir günde ölmek ihtimalimiz var, öyle ise eğer on yıl daha yaşayacağımızı düşünüyor isek üç bin altı yüz elli günde her gün vefatımız muhtemeldir, ihtimal dairesindedir. İşte bu Koronavirüs gibi üç yüz binden bir ihtimal değil belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!” İşte işin hakikati budur.

 

Virüsün insanlara bulaşma ihtimali yüzdelik olarak bakılınca az bir ihtimaldir. Fakat ölümün geleceği ise kat’idir, kesindir. Bunun oranı ise bütün insanlar için “%100” oranındadır. Öyle ise ölümden sonraki hayat için bize lazım olan şeylere çalışmalıyız, tabi dünyadan da hissemizi (nasibimizi) unutmadan. (bkz. Kasas Sûresi, 77. Âyet ve Meâli)

Ve unutmamak gerektir ki; “Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrip için değil!” Misal olarak; kaza yaparım düşüncesi ile trafiğe hiç çıkmamak, virüs bana bulaşır korkusu ile haddinden fazla abartılacak şekilde korunmaya çalışmak, ‘ya batarsa’ deyip gemiye binmemek, çok zayıf düşme ihtimalinden dolayı uçağa binmemek gibi meşru olmayan abartılı korkular hayatı korumaz, aksine hayatı çekilmez hale getirir. Hayatı o kişiye zehir eder. Korku damarının insana hayatı korumak için verilmesi ve hayatı tahrip etmek için verilmemiş olmasındaki hakikat budur.  Vesselâm…

Abdulkadir Çelebioğlu

Ümit ve Korku (Şiir)

Günde kaç kez , kaç dakika… çalıyorum kapını

yerde; taş, toprak, ağaç, çiçek ve böcekler.. şahit

gökte; güneş, ay, bulut ve yıldızlar

gündüzümde Sen varsın, gecemde yine Sen

görüp duysan da beni,

içimde hep korku ve ümit

gece gündüz gibi, giriyor iç içe..

 

Açılacak mı acaba kapılar bir gün,

yoksa, yüzüme mi kapanacak?

 bir yağmur mu yağacak üzerime?

Güneş’in ışığı mı saracak beni?

 içimde, hem korku hem ümit

 gece gündüz gibi giriyor iç içe

  

Ey ezeli Güneş!

kavuştur beni de ümitlerime!

 son bulsun, içimdeki korkular…..

 

Dr.Selçuk Eskibuçuk

www.NurNet.Org

Allah Korkusu Sahibini Nereye Götürüyor?

Geçmiş devirlerde insanlarla günahlar arasında aşılması güç duvarlar örülmüş, toplumu tehdit eden kötülükler böylece bir çember içine hapsedilmişti.

Bu yüzden insanlar günün her saatinde günahlarla yüz yüze, göz göze gelmiyor; kalplerinde, gönüllerinde kötü duygular filizlenmiyordu. Tertemiz bir kalp ve gönülle günlük hayatını rahatça sürdürüp gidiyordu.

Zaman içinde durumlar değişmiş, günahlarla insanların arasındaki duvarlar yıkılmış, artık insanlar günün her saatinde günahlarla yüz yüze, göz göze yaşamak zorunda kalmıştır. Hatta toplumun günahlara karşı tepkisi de sıfırlanmış, böylece kötülüklerden koruyacak başka bir engel de kalmamıştır.

Bir tek şey müstesna: O da, Allah korkusundan başkası değildir.
Şayet Allah korkusu da etkili olmasa her an ve saat günahlara düşmek işten bile değildir.

– Peki, ne mânâya geliyor, insanları günahlardan alıkoyan, haramlardan muhafaza eden Allah korkusu? Kuran–ı Kerim böylesine koruyucu Allah korkusuna sahip olanları nasıl anlatıyor, nereye gideceklerini nasıl haber veriyor?

Şayet bunu öğrenmek istiyorsanız buyurun hanımını boşadığını düşünen beye İmam–ı Şafii Hazretlerinin verdiği cevabı birlikte okuyalım da sorunun cevabını açıkça öğrenmiş olalım.

Hazret–i İmama gelen biri sıkıntısını şöyle anlatır:
– Hanımla tartışmaya girdik. O beni cehennemlik adam olmakla itham etti, ben de tam aksine onun cehennemlik, kendimin ise doğrudan cennetlik olduğunu söyledim, hatta, ben cennetlik değilsem benden boş ol, dedim. Öfkem geçince de pişman oldum; ama iş işten geçti. Kime sordumsa sen hanımını boşamışsın, dediler. Lütfen bir kurtarış yolu bulun, benim yuvam yıkıldı mı? Cennetlik sayılamaz mıyım ben?

İmam–ı Şafii Hazretleri adama şu soruyu sorar:
– Sen der yüz yüze, göz göze geldiğin günahları işlemene hiçbir mani olmadığı halde sırf Allah korkusundan dolayı o günahtan uzak kaldın, haramı işlemekten nefsini men ettin mi? Böyle hallerin var mı?

Adam cevap verir:
– Efendim, beni günahlardan alıkoyan Allah korkusundan başkası değildir. Nice defalar günahlarla yüz yüze, göz göze geldim. Bir engel de kalmamıştır o günahı işlemem için. Ama kalbimde, gönlümde hissettiğim Allah korkusu beni alıkoymuş, nefsime mani olmuş, o günahı işlememi önlemiştir!

Bunu duyan İmam–ı Şafii Hazretleri hemen cevabını vermiş:
– Bak demiş, Nâziât Sûresi âyet 40–41de Rabbimiz buyuruyur ki: Kim Rabbinden korktuğundan dolayı kendini günahlardan alıkoyarsa onun gideceği yer cennetten başkası değildir. Sen de madem Rabbinden korktuğundan dolayı günahlardan uzak kalmışsın öyle ise âyetin haber verdiği gibi gideceğin yer de cennetten başkası değildir. Söylediğin söz yalan sayılmaz. Aileni boşamış olmazsın, git evinde ailenle mutlu yaşa, vesveseye kapılma! Yeter ki bu Allah korkusunu kalbinde, gönlünde hissetmeye devam et.

Evet, Allah korkusundan dolayı günahlardan uzak kalanlara Hazret–i Kuran böyle bakıyor, gidecekleri yeri de böyle haber veriyor. Şimdi daha iyi anılyoruz Allah korkusu insanları nereye götürüyor ve biz kendimizi kötülüklerden koruyan bu türlü Allah korkusuna ne kadar muhtacız?

Bizi koruyacak başka bir zırh da kalmamıştır zaten.

Ahmet Şahin / Zaman

Bence Siz Bizi Şeriat’la Yönetiyorsunuz

İnsanlık işte. Bir iş edersin,  sonra beğenmeyebilirsin. Bir hatadır etmişsindir, dilin sürçmüştür, öfkene yenilmişsindir, yakıp yıkmışsındır bir kere. Sonra pişman olursun, gizli gizli yanıp tutuşursun. Ama evin babasısındır, büyüğüsündür. Öyle çocukça özür dilemelere yetkin yoktur. “Pardon!”larla yırtamazsın.

“Ben ettim sen etme!”lerin serinliğine başını sokamazsın. “Yüksekçe” bir mevkidesindir. Raconun bozulabilir. Raconu bozma korkusu sana racon olarak kesilir. Zaaf gösterdiğin yerde, tükürdüğünü yaladığın demde karizman çizilir, otoriten dağılabilir. İyisi mi içinde kalsın. Lafını etme. Kendi kendine söylen dur. İçinden mırıldanıver pişmanlığını.

Yüce yargıçlarımızı keşke gerekçe yazmaya zorlamasaydık. “Oldu bir kere!” demelerine izin verseydik keşke. Vicdanın dalga dalga yükselen kıpırtıları, bıraksaydık da kendi kıyılarına vurup vurup geri dönseydi. Ulu orta bağırtmaya zorlamakla ayıp ettik. Herkesin duyacağı meydanlara çağırıp da ettikleriyle yüz göz olmaya mecbur tutmakla hata ettik.

Benden nasihat: Birini seviyorsanız, bırakın da kendi hatasıyla kendisi yüzleşsin. Ulu orta yüzüne vurup da hatasını savunmak zorunda bırakırsanız, hatadan dönüşünü zorlaştırırsınız. Pişman olmasına izin vermezseniz, hatadan dönme yollarını kapatırsınız. Kendi egosunu, gururunu kocaman bir kaya olarak doğruya giden yola koyarsınız. Kendisini kendisine kilit yaparsınız. Kendi haline bırakırsanız, sessiz sedasız dönebilir belki, eve dönmeye yüzü olabilir.

Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” der Elçi (asm). Yani yönetilme şeklinizle istekleriniz arasında sürekli bir geçişkenlik vardır. Sen genleşebilirsin, yönetimin de genleşebilir. Sen daralabilirsin, yönetimin de düğmelerini ilikler, kemerini sıkar, incelir. Yasalarla insanlar arasında sürekli geliş gidişler olmalıdır. Yasalar elbise gibidir üzerimize. Şişmanlarsak onlar da genişler. Zayıflarsak onların da bedeni küçülür. “Al sana ayakkabı, ayağını sıkacak ama yürü!” demekle yürümez işler. Ayak önceliklidir, ayakkabı adı üzerinde kabı olduğu ayaklara göre değişir. Kanunlar, yönetmelikler, anayasalar insanlar içindir. İnsana göre kesilir biçilir yasalar. İnsana göre daralır genişler devlet. Devlete göre insanın ayar edilmesi tuhaftır. Yasalara göre halkın esnetilmesi günahtır.

Korktuğunuz gibi değil beyler! Korkuttuğunuz gibi de değil. Gerçek korkularınızı maskelemek için ürettiğiniz korkularla yüreğimizi hoplatacak safdillik yok artık bizde… “Şeriat gelecek!” korkusuyla yönetmeye kalkmadınız mı bizi? “Şeriat”ı manivela yaparak, hepimizi bir yerlere savurmadınız mı? “Laiklik elden gidiyor!” diye tir tir titrediğinizi hiç sanmıyorum. Siz, aslında “gelir ha!” diye öcüleştireceğiniz “o şeriat“ın elden gitmesinden korkuyorsunuz!

Siz başörtülü kızlarımızın da başörtüsüz kızlarımız kadar vatanını sevdiğini pekâlâ biliyorsunuz. Bu ülkede “açık/kapalı” diye bir ayırımı sizden başka kimselerin ciddiye almadığından adınız gibi eminsiniz. Bu topraklarda değil sadece, bu toprakların şimdiki sınırlarının çok çok ötelerinde gayr-i müslimi ve Müslüman’ıyla, Alevi’si ve Sünni’siyle, Türkleriyle Kürtleriyle insanların yüzyıllar boyu korkuttuğunuz “şerait” sayesinde sorunsuz, gerilimsiz yaşayabildiğini ve hâlâ da dekolte giyineniyle çarşaflısıyla bütün kadınların aynı yaşayış kodlarını paylaştıklarını pekâlâ itiraf ediyorsunuz. Adım gibi biliyorum ki, başı örtülü kadınla, başı açık bir kadının sokakta kol kola gezmesi, köşe başlarında kucaklaşması ödünüzü kopartıyor. Eminim ki, kapalı ve açık öğrencilerinizin baş başa verip ders çalışabilmesi sizi hayli üzüyor. Dayanaklarınızın hepsini bir anda yıkıveriyor çünkü bu manzaralar. Artık korkulacak bir şeyin kalmaması rahatsız ediyor sizi. Korkuttuğunuz şeyin hiç de korkulacak bir şey olmadığının anlaşılması sizi çıplak ve savunmasız bırakıyor.

Öyle “nasıl olursanız olun, böyle yönetileceksiniz!” demesini arzu ettiğiniz “o şeriat“ın gerçekte var olmadığı anlaşıldığı için kaygılısınız. İnsanların üzerine sakallı cübbeli adamların zoruyla, çatık kaşlı tahammülsüz zorba kadınların telkiniyle tepeden indirilmesini hayal ettiğiniz “o şeriat“ın sizin uydurmanız olduğu açığa çıktığı için fena halde tırsıyorsunuz.

N’apacaksınız şimdi? Elinizde malzeme kalmadı. Diyorsunuz ki, “Nasıl olursanız olun, işte böyle yönetilirsiniz!” “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz!” diyen o harbi delikanlı sözünü söyleyenlerin yanında olamadığınız için üzgünsünüz.

Elde malzeme kalmayınca, çaresiz siz kendi “şeriat”ınızı üretecektiniz. Bunu beklemeliydik sizden. Sizi biz çaresiz bıraktık. Köşeye sıkıştırdık. Umduğunuzu bulamayınca bizden, başımıza baskıyla “baskı yapabileceğimizi” yazdınız. Nasıl olursak olalım, işte böyle bilineceğiz bundan böyle. İsteyen öğrencilerin başlarını örtebilmesinin başını örtmeyenler üzerinde baskı yapabileceğinden korkuyormuşsunuz. Aşk olsun! Korktuğunuz başınıza geldi zaten… “Baskı” mı demiştiniz? Başınızda sayın bayım başınızda! Saçınızın tek bir telini bile göstermeyecek kadar sarmış her yanınızı. Baskı!

Senai Demirci