Etiket arşivi: kuran-ı kerim

Kur’an’dan Bir kelime ”Duhân”

Duhân, Arapça bir kelimedir ve ‘duman’ mânâsına gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu kelime sadece iki ayette geçer. Çok ilginçtir ki, birisi kâinatın, yerin ve göğün yaratılması anlatılırken, diğeri ise kıyamet tasvir edilirken kullanılmıştır. Fussilet Suresi, 10-12. âyetlerde kâinatın yaratılışı şöyle aktarılır: ‘O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar yarattı. Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek ve istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik. Böylece iki gün içerisinde yedi gök var etti. Ve her göğün işini kendisine bildirdi. Biz dünya semasını ışıklarla donattık, koruduk. İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allah’ın takdiridir.’
İsmini, içinde geçen 10. ayetteki bir kelimeden alan Duhân Suresi’nde kıyamet sahneleri şöyle canlandırılır: ‘Öyleyse gözle. Göğün açıkça bir duman çıkaracağı gün, bu duman bütün insanları bürüyecektir. Şüphesiz ki bu, elem verici bir azaptır.’ Âyette geçen ‘Duhân’ kelimesi hakkında İbn Kesîr açıklama yaparken aktardığı bazı hadis-i şeriflerden sonra sonra, bunu kıyamet alâmetlerinden birisi olarak değerlendirmiştir.1
kuranDuhânın kıyamet alâmeti olduğunu Bediüzzaman da Şuâlar isimli eserinde ‘haşir ve kıyametin bir alâmeti olan duhân’2 şeklinde ifade eder. Hatta Bediüzzaman, yerin ve göğün yaratılması esnasında gerçekleşen olaylarla kıyamet esnasında yaşanacak olaylar arasındaki ortak noktalara dikkat çekerek şu ifadeleri kullanır: ‘…Semânın sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi’ hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına (parçalanmasına) ve yıldızların düşüp, hadsiz fezada dağılmasına kadar…’3
Ayetleri ve ayetler hakkında yapılan yorumları dikkate aldığımızda şu sonuca ulaşırız: Kâinatın yaratılışı ile ölümü demek olan kıyamet esnasında meydana gelecek olaylar hemen hemen aynı olacaktır. Kur’an’ın bu ifadeleri acaba ne ölçüde günümüz biliminin sunduğu bilgilerle uyum halindedir? Acaba, taban tabana zıt bilgiler mi aktarılmakta, yoksa insanoğlu binlerce yıllık birikimine rağmen Kur’an’ın asırlar önce verdiği haberleri mi doğrulamaktadır?
Kâinatın yaratılışı ve Duhân günümüz bilimi, bütün kâinatın büyük bir patlamayla meydana geldiğini kabul etmektedir. Big Bang Teorisi olarak anılan bu görüşe göre, bundan 12-16 milyar yıl önce gerçekleşen Büyük Patlamanın ardından çok yoğun miktarda toz bulutları açığa çıkmıştır. Milyarlarca seneyle ifade edilebilecek zaman dilimleri içinde bu gaz ve toz bulutları belli yerlerde yoğunlaşmaya, büzüşmeye ve yoğunlaşmanın çok güçlü olduğu yerlerde kendi etraflarında dönmeye başlamışlardır. Bu yoğunlaşmalar ve dönüşler sonucu uzayın derinliklerinde milyarlarca galaksi ve yıldız sistemleri meydana gelmiştir. Bu büyük hadise ve ilk yaratılış Enbiyâ Suresin’in 30. ayetinde şöyle özetlenir: ‘O inkar edenler görmüyorlar mı ki başlangıçta göklerle yer birbiriyle bitişikken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’ Yani her şey, hattâ henüz yaratılmamış olan ‘gökler ve yer’ bile, tek bir noktadayken büyük patlama ile yaratılmış ve birbirlerinden ayrılarak evrenin bugünkü şeklini meydana getirmişlerdir.
Ayetin ifadelerini Big Bang teorisi ile karşılaştırdığımızda tam bir uyum içinde olduklarını görürüz. Oysa Big Bang’in bilimsel bir teori olarak ortaya atılması ancak 20. yüzyılda mümkün olmuştur. Gerek Big Bang teorisi, gerekse yukarıdaki açıklamalar, ilk başta verdiğimiz ve duhân kelimesini ilk yaratılış esnasında göklerin bir ‘duman’ halinde olduğunu ifade eden ayetlerle büyük bir paralellik arzetmektedir.
Duhân’dan nebulaya gerek kâinatın ilk yaratılışı esnasındaki oluşumları göstermek için, gerekse kıyametin gelişini haber veren bir alâmet veya kıyâmetten sonraki aşamada meydana gelecek bir olay şeklinde sunulan ‘Duhân’, bizlere günümüz biliminin tespit ettiği bir kavramı çağrıştırmaktadır: Nebula.
Şimdi nebula hakkında biraz bilgi verelim:
Nebula, en kısa tanımıyla, uzayın derinliklerinde bulunan gaz ve atomik toz bulutlarıdır. Bu toz bulutları bir yandan çok büyük boyutlardaki yıldızların ömürlerini tamamladıktan sonra patlamalarıyla oluşurlar, diğer yandan zaman içerisinde yeni doğacak yıldızlar için adeta beşiklik yaparlar. Dev boyutlarda bir yıldız büyük bir patlamayla yaşamının sonuna gelir ve Nebulalar ortaya çıkar; ancak ölen yıldız başka milyonlarca yıldızın doğumu için gereken maddeyi uzay boşluğuna yayar. Zamanla atomik reaksiyon içinde sıkışır, ısınır ve nükleer patlamalar ile yıldız topluluklarını oluştururlar. Galaksiler içindeki dev yıldızlar ve küçük yıldızlar yakıtları tükenerek içlerine çöker ve parçalanırlar ve süper novaları oluştururlar. Daha sonra süper novalar da fizyon olayı ile patlar ve süper nova olayı meydana gelir. Süper nova patlaması uzayda bir bayram şenliği gibidir. Çok muhteşem bir ışık seli halinde uzayı aydınlatır.
Kıyamet ve Nebula dünya üzerindeki sayısız kıyamet örnekleri, bizim için büyük kıyamete misâl teşkil eder. Aslında aynı durum, boyutlarını ifade etmekte güçlük çektiğimiz galaksimizde ve belki milyarlarca galakside ve yine milyarlarca yıl zarfında meydana gelen hadiseler, inşâ ve tahripler için de geçerlidir. Çünkü. Biz bilsek de bilmesek de, tespit edebilsek de edemesek de, kâinatın her köşesindeki büyük çaplı doğum ve ölümler sürekli olarak tekrarlanır durur. Belki her an bir galakside bir kıyamet kopar. Şu ayetlerdeki sahneler uçsuz bucaksız kâinatın bir yerlerinde uygulanır: ‘Güneş dürülüp toplandığında; yıldızlar döküldüğünde; dağlar yürütüldüğünde.’4 ‘Gök yarıldığı zaman; yıldızlar saçıldığı zaman; denizler kaynayıp birbirine karıştığı zaman.’5
Bu muazzam kıyâmetler de, tıpı bedenimizde, tıpkı yeryüzünde olduğu gibi, büyük kıyametin; ardından gelecek yeni bir âlemin ve yeni bir dirilişin habercisidir. Ve ilim yeni kıyâmetleri keşfettikçe, bizim önümüze, ‘Haşre mani hiçbir şey yoktur’ hakikatine dair inanılmaz tablolar ortaya koyacaktır.
1- İbn Kesîr, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C. 13, s. 7180-7187
2- Şuâlar, Kaynaklı, İndeksli, Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, C. 1, s. 934.
3- Sözler, C.1, s. 177.
4- Tekvir Suresi, 81:1-3. 5- İnfitar Suresi, 82:1-3
Veli Sırım / Zafer Dergisi

 

Danimarkalı Papaz ve Cehennem Tartışması

Biz Müslümanlar, ahiretin varlığının daha çok Yahudiler için sorun teşkil ettiğini düşünürüz. Öyledir de. Kendilerine tanınan onca fırsatı doğru dürüst değerlendiremedikleri için ahiretten kendilerine pek bir nasip düşmeyeceği fikri herkesten önce Yahudilerin kendi arasında yaygındır. Nasıl yaygın olmasın? Kendileriyle yapılan ahitlere sadık kalmamakla yetinmemiş, bir de gönderilen peygamberleri öldürmüşler. Allah şefkatinden onlara en son bir fırsat daha vermiş. Bütün yaptıklarına rağmen, eğer Resul-i Ekrem’e (a.s.m.) ittiba etseler yine önlerine bir kurtuluş yolu açılacakken, o yolu da kendi elleriyle kapatmışlar. Bu şartlar altında, Yahudilerin Allah’tan ümit kesmeleri ve ahiretten bir beklentilerinin olmaması son derece normal görünüyor.

Bu ümitsizliğe düşüşün somutlaşmış hâlini, Hazreti Peygamber’in (a.s.m.) dünyaya geldiğini haber alan Yahudilerin hüzne garkoluşunda okumak mümkün. Onlardan kimi, daha çocuk yaşta ol Nebi’nin (a.s.m.) iki kürek kemiği arasındaki peygamber mührünü görünce ilâhî iradenin kendi yanlarından ayrılmış olduğunu anlayıp üstlerini başlarını yırtmaya başlamamış mıydı?

Psikolojide bir kaidedir: Aşırı korku, insanı gerçeği görmemeye ya da o gerçeği reddetmeye sürükler. Yahudilerin hâli işte buna benziyor. Ahiretten korktukları için onu reddediyorlar. Dolayısıyla, geriye tek bir yol kalıyor: Kibirli bir milliyetçilik ve şu dünyada kazanılan geçici başarılar. Ötesi mi? Ötesi yalan onlar için. Şimdi Fatiha Suresi’nin sonunda Yahudileri ima eden ifadeyi daha iyi anlayabiliriz. Surenin sonunda Yahudiler için mağdub diye bir ifade yer alır. Yani “gazaba uğrayanlar.” Yani hak kendilerine ulaştıktan sonra bunu bile bile reddedip yüz çeviren ve atalarının dinine körü körüne tabi olduğu için gazaba uğrayanlar.

İşte Yahudilerin hal-i pürmelalini Cenab-ı Hakk böyle tanımlıyor. Burada dikkat edilirse, “gazaba uğrayacaklar” değil, “gazaba uğrayanlar” ifadesi yer alıyor. Demek ki Yahudiler inkâra düştükleri andan itibaren gazabın kucağına da düşmüş oluyorlar.

Hıristiyanlara gelince, aynı surenin sonunda onlar için de bir ifade yer alıyor: Dallin. Bu ifade ile kastedilen, hak ve doğru olan yolu bulamayarak sapan kimselerdir. Müfessirler, burada sapan kimseleri “Hıristiyanlar” olarak tefsir etmişlerdir. Hazreti İsa’nın (a.s.) beşeriyetini reddederek teslis inancını benimseyen Hıristiyanlar, en başta tevhid akidesinden saptılar. Allah’ı üçlediler. Sonrasında gerisi çorap söküğü gibi geldi. Bir kurum olarak Kilise ve Hıristiyan din adamları, Allah’ın yeryüzünde hükmüne ortak olma hakkını rahatlıkla kendilerinde görebildiler. Öyle ya, peygamber, tanrının bir görünümü ise, onun varislerinin de bundan bir pay almaya hakları vardı.

Nitekim, bugün Vatikan’da oturan Papa’nın dinî hükümleri değiştirebilme hakkı, bu itikadî sapmadan gücünü alıyor. Hatırlayacağınız üzere, Papa geçenlerde bu hakkını kullanıp, yedi ölümcül günaha yedi adet günah daha ekledi. Ne diyelim, hayırlı olsun! Burada esas sorulması gereken kritik soru şu: Hıristiyanlık neden sürekli sapma temayülü gösteriyor? Hıristiyanlar buna mecbur mu ya da mecbur muydu? Belki mecbur değildiler ama buna engel olmaya yetecek güçleri de yoktu. Ve hiçbir zaman da olmadı. Çünkü kutsal kitapları olan İncil, Hazreti İsa’nın ölümünden çok sonra, bir kısmı havarileri tarafından bir kısmı da onların takipçileri tarafından kaleme alındı. Onunla da kalmadı, sonradan kitaba başka tahrifat karıştı. Kelâm âlimlerinin haklı olarak ifade ettiği gibi, Hıristiyanların İncil’i, en fazla Müslümanların hadîs kitapları seviyesindedir. Hatta çoğu, ona bu seviyeyi de vermiyor. Doğrudan doğruya Allah kelamı olan Kur’ân-ı Kerim ile bu açıdan İncil’in kıyası mümkün bile değildir.

İşte dinî akidenin çok da sağlam olmayan bir yol ile mushaf haline getirilmiş olması, geçmişte ve bugün Hıristiyanlığın en zayıf yönünü oluşturuyor. Ve Hıristiyanlığın sapma temayülü yahut potansiyelinin yüksek oluşu da, yine bu sebepten ileri geliyor. Bugünlerde, söz konusu sapmayla ilgili yeni bir gelişme kendinden oldukça söz ettirmeye başladı. Gelişme ya da tartışmanın başlangıcı, Norveç’te üzerinde çalışma yürütülen yeni İncil çevirileri. Protestan Hıristiyanlar, genel Hıristiyanlık içinde seküler yanı ağır basan kesimi oluşturmaları hasebiyle, ahiret inancına ve onun bir parçası olan cehenneme yeni İncil çevirilerinde yer vermek istemiyorlar. Bu tartışmalar Danimarka’da da yansımasını buldu. Danimarkalı papaz Jacob Holm, “İnsanların sonsuza kadar cezalandırıldığı bir cehennem hayatı yok.” dedikten sonra iddiasını şu şekilde temellendirmekten geri durmadı: “İncil’de somut olarak bir cehennem tarifi bulunmuyor.”

Eğer Danimarkalı papaz haklıysa—ki konunun uzmanları, İncil’de cehennemin ayrıntılı bir tarifinin bulunmadığını söylüyorlar—Hıristiyanlığın sapma eğiliminin nereden kaynaklandığı bu meselede kendini açıkça gösteriyor demektir. Anlayacağınız, kutsal kitabın zayıflığının, akidenin zayıflatılmasına nasıl zemin teşkil ettiğine dair çarpıcı bir örnekle karşı karşıyayız. Oysa, ahiret hayatı Kur’an-ı Kerim’de cismanî olarak tarif edilmektedir. Sadece İbrahim Suresi’nde yer alan “O gün suçluları yan yana zincirlere vurulmuş olarak görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir” âyeti, bu hususu açıklamaya yeterlidir (İbrahim Sûresi, 21). Kur’an’a göre cennet de, cehennem de, tende hissedilecektir. Eğer Kur’an ahiret hayatını bu şekilde ayrıntılı tarif etmemiş olsaydı, herhalde biz de bugün Hıristiyanlar gibi cehennemi sadece “insanın kalbinde hissettiği bir hâl” olarak tarif etmeye yeltenebilirdik. Bu açıdan bakıldığında, Kur’an’ın “yaş kuru ne varsa..” ele alması ve muhkem konuları aksi bir yoruma meydan vermeyecek açıklıkta beyan etmesi, İslâmiyetin bugünlere kadar sapasağlam gelmesinin başlıca amili olarak görünüyor. Belki bazılarımıza çok önemliymiş gibi gözükmeyen Kur’ân’ın bu mükemmelliği, Müslümanlar olarak bizleri Hıristiyanların yaşadığı sapmaya benzer pekçok sapmadan geçmişte olduğu gibi şimdi de alıkoyuyor.

Bugün Hıristiyan âlemi o hale geldi ki, cehennem gibi temel bir mesele, gazetelerde halk oyuna sunuluyor. Geçen ay Norveç’te yapılan ankete katılanların % 70’i “Cehennem kalsın” derken, % 30’u “Cehennem kaldırılsın” demiş—kendilerini ne zannediyorlarsa? Bazıları da yetinmemiş, bir de gazeteye yazdıkları okuyucu mektuplarıyla “Sadece cehennem değil, Tanrı’nın varlığını da tartışmamız gerekir. Tanrı varsa neden açlık var? Neden savaşlar var?” diye şikâyetlerini yazıvermişler. Böyle giderse, Hıristiyanlar gayet demokratik yöntemlerle yakında kendilerine nurtopu gibi bir tanrısız din ihdas edecekler gibi görünüyor. Papa’nın yedi ölümcül günaha eklediği yedi günaha dediğim gibi buna da “Haydi hayırlısı!” diyeceğim, ama ortada herhangi bir hayır görünmüyor doğrusu. Siz görüyor musunuz?

Hilmi Orhan / Zafer Dergisi-Mayıs 2008

Müslüman “Terörist” Olabilir mi?

İslam hoşgörü dinidir; insanı en kıymetli varlık olarak kabul eder; ma’sum insanlara karşı yapılan tecavüz ve hücumları büyük günahlar arasında sayar. Nitekim bahsini ettiğimiz Kur’an ayeti bunu haykırmaktadır: ‘Kim bir başka canı öldürmek veya yeryüzünde anarşi çıkarmak gibi bir suçu bulunmadan haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Kim bir canının kurtuluşuna vesile olursa, bütün insanlığı ihya etmiş gibi olur. Bizim peygamberlerimiz, onlara çok açık deliller getirdiler. Ancak bütün bunlardan sonra insanlardan çoğu yine yeryüzünde aşırıya gitmiş ve zulm etmişlerdir.’ (5: 32).

Gerçek şu ki, müslüman ölüme değil, sadece hayata hizmet eder. Bu hadise sebebiyle İslamın koyduğu iki temel hukuk prensibini asla unutmamalıyız:

Birincisi: Kur’an’ın ‘Bir suçlu bir başka suçlunun yükünü yüklenemez’ (6: 164). Yani bir cani yüzünden bir başka insan asla cezalandırılamaz. Hukukta cezalar ve suçlar şahsîdir.

İkincisi ise, berâat-i zimmat esastır. Yani suçluluğu isbat edilinceye kadar kimse suçlanamaz. Delil olmadan kimseyi cezalandırmak adalet değildir. Aksi isbat edilmedikçe insanlar masum kabul edilirler. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: ‘Bir mü’min, ma’sum bir insanı gayr-i meşru bir yolla öldürmediği müddetçe din dairesi içinde kendini koruyabilir.’

İslam selm ve müsâlemet yani barış demektir. Bu da göstermektedir ki, beden ve aklın gerçek barışı, ancak Allah’a itaat ve teslimiyetle mümkün olur. Bir müslüman da ancak toplum içinde uyum ve barış içinde yaşarsa mükemmel bir müslüman olur. Allah’a itaat ve kulluk içindeki bir hayat, kalb huzurunu doğurur ve toplum hayatında gerçek barışı temin eder (Kur’an, 13:28-29).

Allah’ın bütün peygamberleri, insanlığı doğru yola davet ederken bu hakikatı tebliğ etmişlerdir. Hz. Peygamber’in şu hadisini burada hatırlatmalıyız: ‘Şu üç şey vardır ki, iman dahil temel unsurlardır: – Ekonomik sıkıntıda olsalar dahi insanlara yardım etmek; – Bütün şevkıyle insanlığın barışı için dua etmek; İnsanın kendisine istediği adaleti herkese karşı icra etmek.

Hz. Peygamber yine buyurdu:

Bütün insanlar bir sürü gibidir; bu sürünün her bir ferdi diğerlerinin bekçisi ve çobanı gibi olmalı ve bütün sürünün sorumluluğunu üstlenmelidir.

Birlikte yaşayın, ittifak edin; ihtilafa düşmeyin; kolaylaştırın; biribirinize engel ve zorluk çıkarmayın.’

Komşusu aç iken tok yatan hakiki mü’min değildir.’

Allah’a iman eden müslüman bir kişi, başkasının canına ve malına zarar vermeyen kişidir.’

Kısaca ifade etmek gerekirse, İslam ne fertleri ve ne de toplumu ihmal etmemiştir. Bilakis her ikisi arasında tam bir uyum ve dengeyi kurmayı hedeflemiştir. İslamın mesajı, bütün insanlık içindir. İslam’a göre Allah, bütün âlemlerin Rabbidir (Kur’an, 1:1). Hz. Peygamber de bütün insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. ‘Ey insanlar! Ben sadece Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği bir peygamberim“ (7: 158). ‘Biz seni sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21: 107).

İslam’da, bütün insanlar, renk, dil, ırk ve vatan farklılığı gözetilmeksizin eşit kabul edilmişlerdir. Bugün aydınlanma çağı denen çağımızda dahi, insanlar arasında zikredilen sebeplerle hala engellerin, ayırımcılığın ve farklı muamelelerin bulunduğunu inkâr edemeyiz. İslamiyet, bütün bu ayırımcılıkları ve imtiyazları ortadan kaldırmakta, herkesin Allah’ın mahluku olmak hasebiye eşit olduğunu aleme ilan etmektedir. İslamiyet gerçek manada beynelmilel bir bakışa sahiptir ve renge, kabileye, ırka, kana ve bölgeye dayalı imtiyazları şiddetle reddeder. İnsanlığa karşı yapılan her hücumu kınıyoruz. Masum insanları hedef alan bütün tecavüzlerden dolayı müteessiriz. Zalimlerin yanında mazlumların öldürüldüğü toplu katliamları, İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. İslama göre, hiç bir kimse başkasının hatası sebebiyle mes’ul tutulamaz.

İslamiyet masum ve korumasız insanların öldürülmesine asla müsaade etmez. Şayet, bu tür katliamlar, taraflı basının ve haber kaynaklarının iddia ettikleri gibi, bazı müslüman fertlerden sadır olursa, İslam namına ve din namına bu zalim insanları suçlu ve günahkâr ilan ederiz. Zulm edenlerin, din, ırk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin mutlaka caydırıcı bir ceza ile cezalandırılması gerektiğini de önemle belirtmek isteriz.

Bu hadiseler karşısında, devletler ve fertler olarak şu hakikati unutmamalıyız: Siz bir gemide veya bir evde bulunsanız, sizinle beraber dokuz masum ile beraber bir cani olsa, bu gemiyi batırmaya veya o haneyi yakmaya çalışan bir adamın ne derece zulm ettiğini tahmin edersiniz. Onun zalimliğini semavata işittirecek derecede bağıracaksınız. Hatta, bir tek masum ve onun yanında dokuz cani de olsa, yine o gemi ve ev, hiç bir adalet kanunuyla batırılamaz ve yakılamaz. Aynı şey bu hadiseler için de geçerlidir. Biz bu kanlı ve vicdansız eylemleri kınarken, benzerlerini yapmanın da daha tehlikeli olduğunu hatırlatmak istiyoruz.

 Kaynak: www.sorularlaislamiyet.com

Kur’an’da Gerilim – Kur’an Sineması!

Bediüzzaman Kur’an’a; “Kur’an Sineması” der. Sinema, tiyatro, roman gibi görsel ağırlıklı sanatlarda gerilim metnin okunabilirliğini sağlayan unsurlardan biridir. Kur’an’da vaka örgüsü yani olaylar zinciri vardır. Bu olaylar zincirinin içinde mesajların tesirleri gerilimler üzerine kurulmuştur. Ayrıca gerilimler Allah’a tevekkül ve güvenin oluşum anlarıdır. Mesela Kur’an’da en çok Musa kıssası, anlatımı söz konusudur. Çok ayrıntılı olarak anlatılmıştır ve anlatım bütün Kur’an’a dağıtılmıştır. Allah öyle bir sanatlı anlatım yapmıştır ki olayın tamamını birden anlatmaz çeşitli ayetlere, epizotlara dağıtır. İnsan merak ederek bu parçaları birleştirir. Farklı ayetlerde Musa’nın hayatının bölümleri anlatılmıştır, hepsi gerilimlidir.

Hz. Musa doğduğunda çocuklar öldürüldüğü için Allah annesine vahyeder ki çocuğunu nehire bırak, biz ona sahip oluruz endişe etme,  o da oğlunu nehire bırakır, veya denize. Denize bırakmak bir gerilim, ne olacağı konusu da bir merak uyandırır. Allah öyle bir kurgu ile mesajını verecektir ki Firavun ailesine rastlar, hayır raslatılır. Allah bu gerilimle hem güven ve tevekkülü telkin eder.

Musa sarayda büyür, sevilir. Bir gün şehirde bir hemşerisinin kavgasını görür, onu kurtarmak için karşısındakine bir vurur ve adam ölür, böylece kazayla bir adam öldürür. Kaçar, bir çeşme başında çobanlar davarlarını suvarmaktadırlar. O sırada biraz uzakta iki kızcağız beklerler bir sürünün başında, Musa onlara sorar neden durduklarını onlar da çobanlar gittikten sonra suvardıklarını söylerler, Hz Musa onların davarlarını suvarır, kızlar sürülerini alır giderler. Babaları yaşlıdır. Kızlar durumu anlatırlar, baba onu çağırın ona ücretini verelim der. Hz Musa gelir, yaşlı adam ona kendi hizmetinde bulunmasını tavsiye eder, oda kabul  eder. Sonra bir de kızlarından birini ona verir. On yıl onların hizmetinde bulunur. Kurguya bak, adam öldürecek kaza ile onlara rastlayacak kendini emniyete alıp uzun süre onlarla kalacak. Burada yine tension yani gerilimler var.

Hz. Musa peygamberliğini ilan eder, Firavun ’un yanına gelir, onu görünce Firavun “ aa bu bizim sarayda büyüttüğümüz çocuk “ der onunla alay eder. Firavun, sihirbazlarını getirir ve Musa ile mücadele başlar. Hz Musa’nın elindeki asa yılana dönüşür ve sihirbazların bütün yılanlarını yutar. Bu hem merak hem de gerilimdir, sihirbazlar secdeye kapanır ve Musa ve Harun’un Rabbini kabul ederler. Firavun onlara kızar, onlarda tehditlere aldanmaz, ne olacaksa olsun derler. Gerilim, tırmanma, çözülme ve mesaj. Kur’an bu şekilde anlatılması gerekir, bir edebiyat ve anlatı metni gibi. Çocuklar bütün yaz okurlar, kimse ne Musa’nın ne de İsa’nın, ne Davut’un mücadelesini bilir, öyle gider gelirler. Yıllarca Kuran okuyanlar, ondan çıkarılcak mesajları bilmezler. Din ölüler dinidir. Akif;

Ölüler dini değil sen de bilirsin ki bu din

Diri doğmuş duracak dipdiri durdukça zemin der.

Kuran denince aklımıza Yasin ve mezarlık gelir.

Firavun Musa’nın adamlarını takip eder, arkalarından ordusu ile gider, kızıl denizin kıyısına gelirler, ön tarafta deniz gibi bir düşman, arkada Firavun ve ordusu gibi bir düşman. Ümmeti heyecanlanır, “Ya Musa bunlar bizi öldürecek” Musa “ Beni Rabbim sahipsiz bırakmaz, bana yolu gösterir “ . Allah “ Musa asanı denize vur “ der, vurunca deniz ikiye ayrılır, geriye doğru akmaya başlar. O büyük bir gerilim anıdır, hem de tevekkül ve güvenin anıdır. Deniz yol verince Musa ümmetini alır sevinirler, arkasından Firavun da ordusu ile gelir, Firavun ordusu ile boğulur, son anda inanırsa da artık geçerli bir durum değildir. Bütün bunlar büyük gerilimler, Kur’an bu gerilimlerle hem mesajı hem de heyecanı hem de metnin okunabilirliğini sağlar. Allah bize konuşmayı yazmayı öğreten Allah kendisi nasıl bir metin kurgulamıştır. Hayret ne hayret.. Ta yedinci yüzyılda… Bu kurgu ve gerilim unsurlarını yirminci yüzyılın anlatım sanatı ancak fark etmiş, yok yok adamlar Kur’an’ı bütün özellikleri ile roman sanatına yüklemişler. Biz ise mezarlıkta okumuşuz. Goethe sanatçı bir filozof roman da yazmış. O ”Beşer bütün sistemleri ve öğretileriyle  Kuran ‘dan ileri gidemez “ diyor. Göze bak algıya bak.

Gerilimler bitmez, Firavun vezirine emreder ki ”bir kule yap, bakalım Musa’nın söylediği gibi bir ilah var mı gökyüzünde“ der. Zekâ ve algı ne kadar felç olmuş. Kule yapılır, ancak Firavun böyle bir saçma istekten dolayı başarılı olamaz. Musa bu ahmaklık gösterisini ibretle seyreder ve Rabbinin büyüklüğünü sapıklara gösterir.

Kur’an ‘da gerilim bütün olaylarda kendini gösterir, onların tamamı gerilim unsurları olarak ortaya konacaktır. Liselerde Üniversitelerde roman eleştirileri yapılır, boş boş metinler, Kur’an ileri düzeyde bir anlatı metni ama meal okumaktan öteye geçmeyen bir uğraşı. Hâlbuki böyle anlatılsaydı Kur’an’ın bütün meseleleri, mesajları, insanları, olayları,  daha onlarca unsur ortaya konur ve daha iyi anlaşılırdı. Musa’nın hayatı bir ibretler deposu ama ancak bu şekilde anlatılırsa. Klasik ve gelenekselden çıkamayan bir okuma düzeni. Oku oku anlama.

Prof. Dr. Himmet Uç

www.NurNet.Org