Etiket arşivi: kuran-ı kerim

Yârimin Bana Mektubu Diye Okuyacaksın Kur’an’ı…

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde beş garipten bahseder:

  • “Namaz kılmayanlar arasındaki ‘mescit’,
  • fasıkın kalbindeki ya da onu okumayan birinin evindeki ‘Kur’an-ı Kerim’,
  • kötü huylu bir adamın nikâhı altındaki ‘saliha bir kadın’,
  • arsız bir kadının yanındaki ‘salih bir erkek’,
  • ilminden istifade etmeyen bir topluluk arasındaki ‘âlim’.”

Dolayısıyla Kur’an, onu okumayan ve ondan istifade etmeyen insanların evlerinde, gönüllerinde gariptir. Zaten, asıl garip, yurdundan yuvasından uzak kalan, eşinden dostundan ayrı düşen değil, yaşadığı dünya içinde, bulunduğu toplum itibariyle hâlinden anlaşılmayan, kıymeti bilinmeyen kimsedir.

Malumunuz, Kur’an-ı Kerim’e saygı onu öpüp başa koymak, kitaplığın en üst rafına hapsetmek veya süslü kılıflar içinde duvara asmak şeklinde anlaşılmaktadır. Hayat rehberimiz ve “Oku” emriyle nazil olmaya başlayan Kur’an’ımız okunmamakta, anlaşılmaya çalışılmamaktadır. Onu anlamaya çalışanların da yanlış yollara yönelmesi veyahut farklı maksatlarla Kur’an’ın dünyevî işlere alet ediliyor olması, Müslümanlar olarak dinî meselelerimizde ve Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında ciddi sorunlarımız olduğunu göstermektedir.

Bu minvalde, Moral Dünyası olarak, Kur’an’a olan bağlığıyla tanınmış ve Kur’an üzerine çalışmalar yapmış bir ilim adamı, yazar Ömer Tuğrul İnançer ile “Kur’an’a saygı ne demektir ve Allah Teâlâ’nın kullarına gönderdiği Kitap nasıl okunur?” soruları çerçevesinde bir sohbet gerçekleştirdik.

Kur’an’a saygı, onu öpüp başa koyarak süslü kılıflar içinde duvara asmak ya da kitaplığın en üst rafına koymak mıdır?

“Kur’an’a saygı” diye başlayan cümleye hemen itiraz edeyim; saygı bir ritüeldir. İzhar edilebilen, dışarı vurulabilen ama içine rahatlıkla da riya karışabilen bir olgudur. Mesela, siyasiler birbirlerine hakaret ederler ama başına sayın kelimesi koyarlar: “Sayın filanca hırsızdır.” Bir adam hem hırsız hem sayın olamaz. Öteki de ona cevap veriyor: “Sayın filanca müfteridir.” Müfteri adamdan sayın olmaz ki. Dolayısıyla bunun gibi biz bir takım saygı gösterilerinde bulunabiliriz. Ama şunu düşünmek lazım; insan sevdiğine saygısızlık yapabilir mi?

Kur’an-ı Kerim’e saygıyı bırakalım artık, Kur’an-ı Kerim’i sevmeye başlayalım. Seversek zaten saygısızlık yapmayız. Ve onu sevmek, süslü kılıflar içinde duvara asmak, daha doğru bir ifadeyle rafa kaldırmak, ki Kur’an-ı Kerim rafa kalkmaz, rafa kalkan sadece Mushaf-ı Şerif’tir. Mushaf ve Kur’an farkını da artık öğrenmeliyiz. Çünkü Asr-ı Saadet’te olmayan her şeye bidat diyen bir takım kalın kafalılar var. Kaldırsınlar bakalım Mushafları göreyim onları. Asr-ı Saadet’te Mushaf-ı Şerif var mıydı? Dolayısıyla boş laf konuşuyorlar ama cevap verecek dolulukta değil din kardeşlerimiz. “Ne diyorsun sen?” diyecek dolulukta değiller. Onun için meydanı boş buldular cahiller, bol bol atıyorlar.

Elbette Mushaf-ı Şerif’e de tazim etmek, süslü kılıfa koymak, yükseğe kaldırmak güzeldir. Nitekim biz hacca ve umreye gittiğimiz zaman Mushaf-ı Şerif’i başının altına yastık yapıp Mescid-i Şerif’te veya Harem-i Şerif’te uyuyanlara karışmasak da kızıyoruz içimizden. Öyle yapmak lazım ama esas itibariyle Kur’an’ı sevmekten kaynaklanan saygı Kur’an’ın ahkâmıyla âmil olmakla ölçülür. Bunun dışındakilerin hepsi riyadır.

Allah’ın kitabını nasıl okuyacağız? Arapça bilmeyenler neler yapacak? Meal, tefsir okumak konusunda neler düşünüyorsunuz, nasıl okunmalı?

Allah’ın kitabını nasıl okuyacağız? Öğrenmek için değil, yapmak için okuyacağız. Allah bize bilip bilmediklerimizi sormayacak, yapıp yapmadıklarımızı soracak. Nereden biliyoruz? Zilzal Suresi’ndeki bir tek kelimeden biliyoruz. Allah-ı Zülcelal çok laf söylemeden, az kelimeyle çok mana ifade eder. Efendimiz Hazretleri’ne de bunu vermiştir. “Ben az kelime kullanarak çok mana ifade etmeye malik kılındım, bana böyle ihsan olundu” diye bizzat kendi ifadesi var. “Ve men ya’mel miskâle zerratin hayran yerah.” “Amellerinizden soracağım” diyor Allah, “Bilgilerinizden soracağım” demiyor.

Bilgi yaptığın zaman kıymet kazanır. Bu yazıyı okuyan herkes kendine sorsun, her doğru bildiklerimizi yapabiliyor muyuz? Her eğri bildiğimizden kaçabiliyor muyuz? Demek ki bilgi bir işe yaramıyor. Ne zaman onu davranış haline getirdin o zaman işe yarar. Onun için Kur’an-ı Kerim’i öğrenmek için değil, yapmak için okuyacağız. Önemli olan odur.

Arapça bilmeyenlere gelince. Burada çok önemli bir yanlışımız var toplum olarak. İslamiyet’i Arap’ın dini zannediyoruz. Öyle değil. Bugün dünyada 100 Müslüman varsa bunun sadece 19 tanesi Arapça konuşur. 21 tanesi Türkçe konuşur, Orta Asya’dakiler ve Rumeli’dekiler dahil. 7 tanesi Farsça konuşur, 42 tanesi Urduca konuşur, en kalabalık grup odur. Geriye kalan yüzde 11 de Svahili dili denen, Afrika karışıklıkları, Arnavutça, Boşnakça, Makedonca, Sırpça gibi çok az konuşur. Yani yüzde 81 Kur’an’ı anlamıyor mu? Kimse kusura bakmasın ama bu çok salakça bir iddiadır.

Allah, Kitab-ı Kerim’ini anlamasınlar diye indirmedi. Ama biz bir anatomi kitabı okuyup doktorluk taslamıyoruz. Bir anayasa kitabı okuyup hukukçuluk taslamıyoruz. Peki niye Kur’an okuyup alimlik taslamaya çalışıyoruz? Tıp talebeleri anatomi dersini hangi derslerden sonra okuyorlar? Evvela on iki sene ilk-orta-lise tahsili görüyor. Sonra tıp fakültesi birinci sınıfta fizik, kimya, biyoloji okuyor; sonra iki veya üçüncü sınıfta anatomi dersine başlıyor. Yani tahsile başladıktan on üç, on dört sene sonra okuyor. Sonra ben Kur’an-ı Kerim’i alıp hiçbir ön tahsil yapmadan tercümesini okuyup hüküm vereceğim. Ayıptır böyle bir iddia. O nedenle meal ve tefsir okumak için dahi ön bilgiler lazımdır.

Kur’an tilavetinin değeri nedir? Manasını anlamadan tilavet bize ne kazandırır?

Merdiven bir tek kelimeyle ifade edilen ama pek çok basamak içeren bir haldir. Kur’an-ı Kerim okuyup anlamak yüksek bir merdivenin son basamağıdır. Evvela alt basamakları çık, sonra üst basamakta nasılsa okursun, merak etme. Evvela merdivenin birinci basamağına adım at. Onun için Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlayacağım diye sorma. Birinci basamağa adımını at, seni bir bilen ikinci basamağa, ikiyi bilen üçe, böyle “alâ silsiletihim” seni yukarı çıkarırlar.

Okuma-yazmayı bugün herkesin annesi babası biliyor. Niye öğretmenden öğreniyoruz okuma yazmayı, anne-babamızdan öğrenmiyoruz? Demek ki öğretmek ayrı bir meslektir. Bilmek yetmiyor. Onun için öğretmenlik Allah mesleğidir. “Er-Rahman, alleme’l-Kur’an” (Ben size Kur’an’ı öğrettim) diyor. Sen öğrenmemek için kulağını, beynini ve idrakini tıkadıysan Rabbimin kabahati ne?

Kur’an, aynı zamanda Allah’ın Habib-i Edib’i (s.a.v.) vasıtasıyla kullarına gönderdiği bir mektuptur. Sevgi mahrumu bir toplum olduğumuz için nefsanî arzularımızı, meyillerimizi sevgi zannettiğimiz için sevgiyi bilmiyoruz. Halbuki sevgili, mesela bir derviş, şeyhinin kendisine yazdığı bir mektubu ölünceye kadar saklar. Çok sever çünkü. Hakikaten birbirini gönlüyle seven, bedeniyle değil, kadın-erkek, mektupları saklar. Benim büyük ninemin, anneannemin annesinden bahsediyorum, bir tahta küçücük sandığı vardı. İçinde gül yaprakları vardı. Kararmış, bazıları açık renk kara, bazıları koyu renk kara. Bilirdi o, bak bunlar sarıydı, bunlar beyazdı, bunlar kırmızıydı diye. Rahmetli bey babamın haminneme gönderdiği güller. Ölünceye kadar durdu. Ne bu? Muhabbet.

İşte Rabbim bana mektup yazmış diye okuyacaksın, yârimin bana mektubu diye okuyacaksın Kur’an’ı… Anlamak için değil, irtibat kurmak için. Hatırlamak için okuyacaksın. İşte manasını anlamadan tilavet sevgili kazandırır.

 “Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın, ifadesinden kasıt, namazda okunan ayetlerin anlamını bilmektir. Eğer bir kimse namaz kılarken okuduklarının anlamını bilmiyorsa benim o namazla ilgili kuşkularım var” diyor İmam Gazalî. Bundan ne anlamalıyız?

 “Ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın, ifadesinden kasıt, namazda okunan ayetlerin anlamını bilmek” demek değildir. Bir başkası dinlediğinde senin ne söylediğini anlayacak kadar net okuman demektir. Süheyb-i Rumî, Selman-ı Farisî, Bilal-i Habeşî anadilleri Arapça olmayan ashap… Mesela Hz. Bilal’in dili dönmüyor; s ile ş’yi karıştırıyor. “Eşhedü” diyeceğine “eshedü” diyor. “Ya Resulallah, yanlış okuyor” dediklerinde, “Bilal’in sin’i sizin şın’ınızdan hayırlıdır” diyor Efendimiz.

Dolayısıyla elbette manasını anlamaya çalışacağız, o ayrı mesele, ama tane tane okumaktır birinci manası. Manasını bilene kadar namaza yaklaşmayın değil, okumasını doğru yapana kadar. Bu da çocuklara hitaptır, bize değil. İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Çince öğrenmeye gayret ediyorsun, ‘Elemtera’dan aşağısı, olup olacağı iki sayfa, bir de Fatiha, buna dilin dönmüyor öyle mi? Dolayısıyla namaza yaklaşmayın, çocuk oyuncağı yapmayın manasındadır.

İmam Gazalî Hazretleri’nin “Eğer bir kimse namaz kılarken okuduklarının anlamını bilmiyorsa benim o namazla ilgili kuşkularım var” demesi doğrudur ama sözler umumi değildir. Allah-ı Zülcelal, Kitab-ı Kerim’inde umuma hitap etmemiştir. “Ya eyyühe’n-nas” umuma hitaptır. “Ya eyyühellezine âmenu” sadece mü’min olanlara hitaptır. “Ya eyyühe’l-kafirun” kâfirlere hitaptır.

Mesela Bakara Suresi’nin başlarında bir ayette buyurur ki: “Kendilerine akıllarını rehber edenler için gecenin gündüzün birbirini takip etmesi, yazın kışın birbirini takip etmesi, bulutların gökte beklemesi, yağmurların toprağa düşüp ölü tohumu diriltmesi, denizin üstünde rüzgâr çıkmasını yelkenli gemilerin beklemesi; bunlar akıllı adamlar için birer ayet gibidir.” Bakın kaç tane misal veriyor.

Bir de “ulu’l-erbab” yani Türkçesi leb demeden leblebiyi anlayanlar. Onlar için iki misal veriyor. “Yetefekkerune”, düşünürler, “fi halkı’s-semavati ve’l-arz”, semavatın ve arzın halk edildiğini düşünürler. Bu kadar. Misali çoğaltmıyor. Neden? Onlar hayatlarında kendilerine aklı rehber edinmemişlerdir. Hakikati rehber edinmişlerdir. Ulu’l-erbab o demek. Çünkü akıl her şeye yetmez. Hele hele aşka aklın aklı da ermez.

Yani, çocuk, genç, henüz yetişmemiş kişi için ezberle beraber kılması yeterlidir. Büyüdü, müsteşarlık, bakanlık, genel müdürlük, paşalık kocaman adam, hâlâ aynı seviye. İşte İmam Gazalî’nin namazından kuşkum var dediği zatlar onlardır. Dünyada istediğin kadar yüksel. Eğer hasbe’l-kulis veya hasbe’r-rüşvet, hasbe’s-siyase değilse, liyakatiyle yükseldiyse, ama ahirete dönük hiçbir gayreti yok. İşte o zaman İmam Gazali Efendimiz haklıdır.

İnsanlar kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için Kur’an’ı malzeme olarak kullanıyorlar. Bu tür sorunların yoğun olarak yaşandığı durumlarda bu fikri ve yaklaşımdaki tıkanıklığı aşmak için ne yapmak gerekir?

İnsanların kendi düşüncelerini meşrulaştırmak için Kur’an’dan cımbızla laf çekip kullanmaları fıkralara bile konu olmuştur. Baba erenlere sormuşlar: “Niye namaz kılmıyorsun?” “Ayet var,” demiş. “Namaza yaklaşmayın, diyor.” “E onun arkası da var,” demişler. “Sarhoşken yaklaşmayın deniyor.” “Ben hafız değilim, o kadarını bilmem” demiş.

İşte, bir küllün içinden bir cüz cımbızla çıkarılıp söylenirse böyle oluyor. Bu fıkralara konu olduğuna göre yeni bir şey değil. Bunu ilk yapan münafıkların reisi İbn Sebe’dir. Onun teferruatına girmeyeyim, meraklılar biraz tarih okuyup öğrensinler. Böyle bir şey dendiğinde, Kur’an-ı Kerim’den de ayet veya ayet yarısı okuyarak kendi sapıklıklarına delil getirdiklerinde, biz donanımlı olmalıyız ki, “O öyle değil, burada da böyle söylüyor” diyebilmeliyiz. “Allah sizden selim kalp isteyecek buyuruyor” Allah…

Şimdi günümüzde namaz, oruç, hac tembelleri, hatta münkirleri “Benim kalbim temiz” diyor. Eğer biraz mürekkep yaladıysa “Ayet var” diyor. O ayet namazı yatıp kalkmak, orucu aç durmak zannedenler içindir. Hiç yapmayanlar için o ayet zaten geçerli değildir. “Benim kalbim temiz” diyor, “Hangi ölçüye göre?” diye sordum, cevabı yok. Ölçü senin benim subjektif ölçülerim olamaz. Allah’ın vaz ettiği objektif ölçüler dâhilinde olacaksın. Yusuf (a.s.) “Ben nefsimi ibra etmem, aklamam” diyor. Koca peygamber, Yusuf (a.s.). Sen, ben kim oluyoruz?

Zihin dünyamızda, Kur’an’ı on dört asır öncesinden bugüne nasıl getirmeliyiz?

Zihin dünyamızda Kur’an’ı on dört asır öncesinden bugüne getirmemize lüzum yok, Kur’an-ı Kerim on dört asır önce gelmemiştir. Aynen “Ol” emrinin el’an devam etmekte olduğu gibidir. Zaman bizim şuurumuz yerindeyken ölçtüğümüz bir birimdir. Uyurken kaç saat uyuduğunu, uyandığın zaman saate baktığında anlıyorsun. Ama uyuduğunda da dirisin. Hatta çocuksan o anda büyümektesin. Demek ki on dört asır dediğin şey, boş şeydir, öyle bir şey yok. Bugünün şartlarına uymadığını iddia edenler bir tane misal göstersinler…

Din telakkisini bile Batı’dan aldığımız için, Batı’nın batıl ve ilme uymayan dini zannediyoruz Müslümanlığı… İlme uymayan, bugünkü gerçeklere uymayan, fıtrata uymayan bir tek ayet göstersinler, ben Müslümanlıktan vazgeçerim; bu kadar açık söylüyorum. Yok böyle bir şey. İlim ve din İslam’ın dışındaki din anlayışlarında, ki din değildir, Allah yanında tek din İslam’dır, dolayısıyla dinler arası diyalog diye bir şey olmaz. Allah bir, din birdir. O zaman diğer din telakkilerinde ilim, fen ve dinî telakkiler birbiriyle çakışır. Çok basit bir misal vereyim, Galileo, “Dünya dönüyor” dedi diye zamanın papası tarafından aforoz edilmiştir. Aradan zaman geçtikten sonra dünyanın döndüğü kafalarına dank ettiğinde, o aforozu affetmişlerdir. Dünyanın döndüğüne dair Kur’an’da ayet var mı? Evet var, bi’l-işare veya bi’l-ibare.

Bir anne-babanın evladına olan sorumluluklarının başında Kur’an’ı öğretmek de geliyor. Bu, MEB müfredatına konulan seçmeli dersle ya da iki-üç aylık yaz Kur’an kurslarında verilen eğitimle yeterli olur mu? Asıl olarak ne yapılmalı?

Anne-babanın evladına sorumluluklarının başında Kur’an öğretmek gelmez. Evladın ana-baba üzerinde üç tane hakkı vardır: “Birincisi güzel isim koymak, ikincisi helal yedirmek, üçüncüsü de örnek olmak.” Bu örnek olmak fiiline Kur’an öğretmek girer. Kur’an öğretmeyi müstakil yapmayacaksın. Yalan söylemeyerek, güler yüzlü olarak, konu komşuyla kavga etmeyerek, üst kattan alt katın balkonuna halı silkelemeyerek ve tabii namaz kılarak, Kur’an okuyarak öğreteceksin.

Dolayısıyla Kur’an öğretmek sadece okumayla sınırlı kalmamalıdır, ahkâmını da öğretmek lazımdır. Bu öğretme de bilgi taşımak ve bilgi vermek suretiyle olmaz, yapmak suretiyle olur. Yani biz bu amel noksanımızla bu işleri beceremiyoruz.

Tabii Millî Eğitim müfredatına konulan seçmeli ders veya üç aylık yaz kurslarında verilen eğitim yeterli olur mu suali sakıt bir sualdir, olmayacağı belli. Ayrıca ben yabancıların, Türkiye’de çok azınlık yok, ona rağmen yabancıların da seçmeli değil, mecburi din dersi almaları gerektiğine inanıyorum. Ben elhamdülillah Müslümanım. Resulullah Efendimizin ümmeti olmakla iftihar ve şeref duyuyorum. Ama ayin şekilleri ve amel teferruatı haricinde bir papazla Katolik, Ortodoks, Protestan hiç fark etmez ve bir hahamla itikadî olarak Yahudilik ve Hristiyanlığı münakaşa ederim. O kadar bilirim. Yahudiliği bilmekle Yahudi olunmaz, mukayese açısından bilmek gereklidir. Bunun için ben hem seçmeli dersin, hem de genel müfredatın yetersiz olduğuna zaten inanıyorum.

Asıl olarak ne yapılmalı? Basit, öğrenmek bile sevgiyle olur. Resulullah’ı sevmek lazım. Resulullah’ı sevmek için onun ümmetini sevmek lazım. Biz birbirimizi seviyor muyuz? Çık trafiğe anla. Sevgiyi bedensel haz haline indirgemişiz maalesef.

Biz maalesef Peygamberimizi tanıyamamaktan kaynaklanan mirasyedi Müslümanlarız. Böyle bir geri haldeyiz. Dinin kurum olarak insanı yükselten ve ilerleten bir kurum olduğunu bilmemiz lazımdır. Yükselmiyor ve ilerlemiyorsa ya dinimiz batıldır ya biz dinimize sahip değiliz. Biz bugün yükselmiyor ve ilerlemiyoruz. Dinimizin batıl olduğunu söyleyemeyiz, aklen, fennen, ilmen hak olduğu imandan gayrı delillerle de böyledir. Demek ki biz yeterince Müslüman değiliz.

Nuriye Kayar

MoralDunyasi.com

Kur’an Kıssalarında “Aile” Örnekleri

İnsanlık “ilk baba” ile adım atmış hayata. O da cennette. Allah, evvela “Âdem Baba”yı yaratmış insan olarak; ondan da eşi Havva Anamızı…

Cennet çile, ıstırap, dert yeri değil, ama “Âdem Baba”nın çilesi cennette başlamış. İşe şeytan karışınca “yasak meyveden” yiyivermiş. Asıl vatanından gurbete çıkmışlar. Dünyaya gel­mişler. Yıllarca tek başlarına dolaşmışlar yeryüzünde. Kendisi dünyanın bir köşesinde, eşi dünyanın öbür köşesinde. Sonunda Arafat’ta buluşmuşlar. İlk çocukları Habil ile Kabil, “bir kız yüzünden” birbirine düşmüşler, Kabil Habil’i öldürmüş.

Garip bir tecelli. Düşünebiliyor musunuz, Peygamber ba­ba­nın, ilk iki çocuğundan birisi katil, diğeri maktul oluyor. Kur’an bu olayı anlatırken, Kabil’in öldürdüğü kardeşini nasıl defnedeceğini bilemediğini, defin işlemini bir kargadan öğrendiğini anlatıyor.

“Âdem Baba”nın çilesi bin küsur sene sürmüş. Cennette ya­ratılmış, sonra dünyaya gönderilmiş. Cennete her şey önün­de, bolca, sonsuz bir şekilde bulunurken, burada çiftçilik yaparak rızkını temin ediyor.

Kur’an bu kıssayı, herhalde çoluk çocuğunun geçimini temin etmek için gece gündüz ter döken, çocuklarıyla imtihan olan veya müreffeh bir hayat içindeyken sonradan feleğin çarkları içinde kıvranan babalara bir örnek olması için su­nuyor. Hiçbir baba “Âdem Baba” kadar zorluk yaşamamıştır, yaşayamaz da zaten…

Oğlu tarafından reddedilen baba

İkinci “baba peygamber” Nuh Aleyhisselam. Tufan öncesi Hz. Nuh gemiyi inşa etti. Kendisine inananlar gemiye bindi. İnanmayıp gemiye binmeyenler arasında hanımı ile oğlu Ke­nan vardı. Gemi, dev dalgalar arasında seyre başladı, fakat Ke­nan gemiye yanaşmıyordu. Baba şefkati dile gel­di: “Oğulcağızım, gel bizimle birlikte gemiye bin, kâfirlerden olma” diye yalvarıp yakardıysa da, oğul oralı olmadı.

Kenan düşman safında yer almasına, Allah’a âsi olmasına, babasını tanımamasına rağmen, Hz. Nuh yine nezaket ve şefkati ihmal etmedi, “Yavrum, oğulcağızım, evladım” an­lamında “Yâ büneyye!” diyerek sürekli ona elini uzattı.

Kenan bütün teklifleri reddetti. Ama “Nuh Baba”, müşfik halini Rabbine arz etmekten geri durmadı, “Rabbim, oğlum benim ailemdendir” dediyse de, Yüce Allah, “Ey Nuh, o senin ailenden değildir. O kötü bir iş yaptı” buyurarak hükmünü verdi. Çünkü din bağı, kan bağının önüne geçiyordu. Verilen hükme boyun eğdi, Rabbinden bağışlanmasını diledi.

Evladı ve babasıyla imtihan yaşayan baba

“Ulü’l-azm” peygamberlerin başında yer alan, Rabbinden “peygamber evlat” istediği için yüzlerce peygamberin atası ve babası olan İbrahim Aleyhisselam baba-evlat, evlat-ba­ba ilişkisinde mükemmel bir örnek ve müstesna bir önderdir.

Hz. İbrahim’in eşleri ve çocukları uğrunda çekmediği çile, görmediği eza kalmamıştı. O gerçek bir babaydı. Allah’­tan salih bir evlat istedi, Cenab-ı Hak da kendisine ileri yaş­larında “yumuşak huylu bir oğul müjdesi verdi.” Fakat onu da kurban etme emri aldı. Konuyu anneden önce oğluna açtı: “Oğulcuğum, rüyamda seni kurban ederken gördüm. Buna ne dersin?” Hayatının baharında bulunan “salih oğul”, “Baba­­cığım, sana emredileni yap!” sözleriyle tevekkü­­lünü dile getirdi.

Baba “alttan” alıyor, “oğulcuğum” diyor, evlat boyun eği­yor, “babacığım” karşılığını veriyordu. Edebin, inceliğin ve saygının kelimelere dökülüşü mest ediyor insanı…

Acaba hangi baba, biricik oğlunu kurban etme emrini alacak olsa, tereddütsüz eline bıçağı alır, hangi evlat babasının “seni kurban edeceğim” teklifine boynunu uzatır. İşte öyle babaya böyle bir oğul, böyle bir oğla da öyle bir baba…

İbrahim Aleyhisselamın evladıyla sınavı olduğu gibi, baba­sıyla da sınavı vardır. Kendisi “tevhit” sembolü bir peygam­ber, babası da Nemrud’un putçusu bir putperest. Sert, tavizsiz, kaba kuvvetten başka bir şey tanımayan bir adam.

Her seferinde eline ayağına düşerek, peşpeşe “Yâ ebeti” yani, “Babacığım, babacığım, ne olursun!” diye yalvar yakar babasını tevhide davet ederken, baba olanca hıncıyla, “İbra­him, yoksa sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vazgeçmezsen seni taşlarım” tehditlerini savuruyordu.

Ama oğul İbrahim, “Sana selam olsun” diyor, görevine de­v­am ediyordu: “Senin için Rabbimden af diliyorum.” Ancak Cenab-ı Hak af dileğini kabul etmedi. Babasının Allah düş­manı olduğunu Rabbinden öğrenince o da ısrarından vazgeçti. Kulluk, evlatlığın önüne geçmiş, iman isyana galip gelmişti.

Gözlerini yitiren baba

Hz. İbrahim’in torunu ulu bir peygamber var. Gözü yaşlı, kalbi hüzünlü, iliklerine kadar evlat acısını çekmiş, hasret ateşine yanmış, “Yusuf! Yusuf!” diye bağrına taş basmış, ama derdini Allah’tan başka kimseye açmamış baba-evlat gü­zellemesini bütün incelikleriyle yaşamış bir insan: Yakub Aleyhisselam.

Bir rüya ile başlar “Yusuf’un macerası”, “Babacığım, ben rüyamda gördüm ki,” cümlesiyle başlar ve “Babacığım, işte bu rüyamın yorumudur” sözleriyle biter.

Kenan illerinde yaşayan “Baba Yakub” oğlunun kardeşleri yüzünden kayboluşunun ardından ıstırabından gözlerini kay­­beder. Ta Mısır’da ortaya çıkan Yusuf da, kardeşlerine, “Şu gömleğimi götürün, babamın yüzüne sürün de gözleri açılsın” diyerek gömleğini gönderir. Daha gömlek şehre ulaş­ma­dan, “Ben Yusuf’un kokusunu alıyorum” sözleriyle ba­ba­lı­ğın zirvesini yaşayan Hz. Yakub, gömleği yüzüne sürer sürmez gözlerinin içi parlar.

Yusuf’u kuyuya atarak ortadan kaldırdıklarını sanan ve babalarına dünyanın her türlü çilesini çektiren “Yusuf’unu kardeşleri”, babalarından özür dileyerek aflarını isterler. Çocuklarının bütün isyanlarını, tersliklerini ve huysuzluklarını anlayışla karşılayan “Yakub Baba”, “Sizin için Rabbimden af dileyeceğim” diyerek baba büyüklüğünü gösterir ve hepsini bağışlar.

Babalar ve kızları

“Babalar ve oğulları” olur da, “babalar ve kızları” olmaz mı? Kur’an bize bu konudaki örnekleri de verir. Kur’an zaten en çarpıcı insan örneklerini peygamberlerin şahsında anlatır.

Şuayb Aleyhisselamın hiç oğlu yoktu. Sadece iki kızı vardı. Koyunları onlar güder, onlar sular, onlar sağardı.

Birgün Şuayb Peygamber’in kızlarını kuyu başında melül, mahzun, çekingen ve korkak bir şekilde gören, haksızlığa hiç tahammülü olmayan mert bir delikanlı görür. Yolu Medyen’e kadar uzamıştır. Hak hukuk tanımayan çobanlar tarafından sarılan kuyuya yanaşır, bu iki kızın koyunlarını sulayarak yar­dım eder. Kızlara, “Niçin böyle yapıyorsunuz?” diye sorar. Kızlar da, “Çobanlar çekilmeden biz hayvan­larımızı sulamayız, babamız ise çok yaşlı birisi” derler

Kızlar eve döner, az sonra kızın birisi mahcup adımlarla gelir, “Babam seni çağırıyor. Hayvanları sulamanın ücretini vermek istiyor” der. Delikanlıyı babasıyla tanıştırır, kalbi deli­kanlıya yönelmiştir zaten. Kız, bir teklif sunar babasına:

“Babacığım” der, “Onu ücretli olarak tut, tutacağın adam­ların en iyisi, bu güçlü, güvenilir kimsedir.”

Delikanlı, karşısında Hz. Şuayb’i görür görmez, aradığını bulmanın sevincini yaşar. Kızının teklifini makul karşılayan Hz. Şuayb, on yıl çobanlık yapma karşılığında kızlarından birisini kendisiyle nikâhlamaya söz verir. O da kabul eder.

Bu delikanlı, geleceğin Musa’sıdır. On senelik bir “çobanlık”­tan ve bir peygamberin dizi dibinde geçen eğitimden son­ra Hz. Şuayb’ın damadı olur ve ardından da “Peygamber­lik Musa’ya yakışır” lütfuna mazhar olur.

Hz. Şuayb’ın kızı, babasına hizmetinin ve iffetli hayatının karşılığını koca bir peygambere eş olarak alır.

Namus sınavı yaşayan baba peygamber

Bir “baba peygamber” daha var ki, çilekeş mi çilekeş, dertli mi dertli. Bir baba ancak bu kadar zor durumda kalır.

Sodom ve Gomore halkı eşcinsel bir sapkınlık içindedir. Ka­dınları bırakmışlar, erkeklere yönelmişlerdi. Yoldan geçen genç birisini görür görmez, peşine takılırlar, ondan vazgeçmezlerdi. Artık iş iyice ayyuka çıkmıştı. Bıçak kemiğe dayan­mıştı. Belalarını arıyorlardı. O sırada Cenab-ı Hak o şehre iki yakışıklı delikanlı kılığında Hz. Cebrail ile Mikail’i gönderdi. Bu iki melek Hz. Lut’a misafir oldular. Hz. Lut’un evine iki civanın girdiğini haber alan halk kapının önüne yığıldılar. Hz. Lut’tan misafirleri kendilerine teslim etmesini istediler.

Hz. Lut, o kadar zor durumda kaldı ki, ne yapacağını, ne edeceğini bilemez duruma geldi. Çaresiz kalmıştı. Misafirleri teslim etmesi mümkün değildi. Teslim etmese de, kapıda bekleşen gözü dönmüşleri susturamıyordu.

Sonunda gücü kendine ve ailesine yetti. Onlara kendi kız­larını teklif etti: “Ey kavmim, işte kızlarım. Onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun, beni misafirlerime rezil etmeyin” dedi. Bu sözleriyle kızlarını onlara nikahlamak istemiş­ti, yahut onların verecekleri cevabı bildiği için böyle konuşmuştu. Zaten bu söze hiç kulak asmadılar. “Sen de biliyorsun ki, senin kızlarınla bizim bir işimiz yok” karşılığını verdiler.

Misafirler Hz. Lut’u daha fazla zor durumda bırakmamak için kimliklerini açıkladılar ve bu azgın kavmin beldesinin altını üstüne getirdiler.

İffet ve namus imtihanı ile karşı karşıya kalan babalar için Lut Aleyhisselamın bu durumu çok ibretlidir.

“Cennet Güzeli”nin Babası

Ama bir baba var ki, gerçek “kız babası” odur. Kur’an “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirisinin babası değil­dir” diyerek onun sadece Fatıma gibi bir “Cennet Güzeli”nin babası olduğunu ima eder. Yeryüzünde iki “Âl” (aile) vardır: Birisi “İbrahim’in âl”i, diğeri de “Muhammed’in (a.s.m.) âl”i. Zaten onlara her namazda dua ediyoruz.

Onun hayatını adımız gibi bilmemiz gerektiğinden o güzel babayı sizin havsalanıza havale ediyorum.

(Bahsedilen hadiseler Kur’an’ın birçok suresinde geçtiği için tek tek sure ve ayet numaralarını vermeye ihtiyaç duymadık.)

Mehmed Paksu / Moral Dünyası Dergisi

Bir Müslüman olarak Kur’an’la aramız nasıl?

3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir kanuna göre, Arap harfleriyle yazılan kitaplar yasaklanmıştı.

Kimin evinde Kur’an veya eskimez yazı kitap varsa bunlar resmi makamlara teslim edildi veya toplatıldı. Memurlar halka örnek olmak için kitaplarını kucak kucak jandarmalara, polislere teslim ederlerdi. Halkın kimisi kitaplarını vermiş, kimisi kütüphanesinin önüne duvar ördürmüştü. Bu duvarlar 1950’den sonra yıkılmış ve piyasaya Kur’an harfli kitaplar çıkmıştı.

Bizim köyde yaşlı bir teyze vardı. Köydeki çocuklara Kur’an öğretmeye sadece o cesaret edebilmişti. Bana göre büyük bir kahramandı. Çünkü duyuyorduk; başka köylerde değirmende ve mağaralarda gizli gizli Kur’an öğretenler yakalanıp tevkif ediliyordu. Sonra da bu kişilerle ilgili “Yobazlar hapis cezasına çarptırıldı.” diye haber yapılırdı. Kur’an’ı radyodan dinlemek bile yasaktı. 1938’in baharında ablamla beraber elif cüzlerini koynumuza sokar, sokağa çıkardık. Sağa sola bakardık, jandarma, polis ve zabıta yoksa hızla koşar, 100 metre ötede o yaşlı teyzenin evinin önünde dururduk. Yine etrafa bakardık, kimse yoksa içeri dalardık. Kadının ilk sorusu, “Kimse gördü mü evladım?” “Görmedi…” Ve başlardık okumaya, Elif üstün e. Elif ötre ü, elif esre i… Bu zor usulle Kur’an öğrenmek mümkün olmuyordu. Eve gelince çalışır, işim bitince de elif cüzümü bulgur çuvalının içine gömerdim. Her an bir baskın ve arama olabilirdi. Kur’an’a geçmemiz nasip olmadı… Tabii o zaman anlamıyorduk; Kur’an okumak niye yasaktı? Sadece devrimlerden bahsediliyordu…

Ali Ulvi Kurucu hocam hatıralarında bahseder: “Yahu, bütün bunlar kimin adına, kimi memnun etmek için yapılıyor? Bu millet niçin Yunan’la harp etti? Yunan gelirse, dinimi, ezanımı, yazımı, kıyafetimi değiştirir diye harp etmedi mi? Yunan denize mi döküldü, yoksa Yunan mı bizi denize döktü? Bu işkencelerin, bu zulümlerin düşman tarafından değil de, kendi milletimizin fertleri tarafından yapılıyor olması ne acayip şey…

İşte böyle… Dalgalı bir denizde seyahat eden gemi gibi bugünlere geldik. Şimdi Kur’an okumak, öğrenmek, öğretmek serbest. Amma problemler bitmedi. Evet, bugün bizi tevkif edecek jandarmalar yok amma Kur’an’la aramıza giren “bahaneler” var. Amma elimizdeki her türlü imkândan imtihana çekileceğiz. Düşünmek lazım; Allah elimizdeki imkânları değerlendirme hususunda bizden ne kadar razı?

Mesela bir Müslüman olarak Kur’an’la aramız nasıl? Bu kadar fırsat, malzeme ve zaman varken Kur’an’a ne kadar vakit ayırıyoruz? Allah’ın beğendiği ev, içinde Kur’an okunan evdir. Ebu Hureyre buyurmuş ki: “Hangi evde Kur’an-ı Kerim okunursa, orada bolluk bereket çoğalır, şeytanlar uzaklaşır, melekler oraya hücum eder. Hangi evde Kur’an okunmazsa, o evde darlık, sıkıntı, huzursuzluk baş gösterir. Rahmet melekleri oradan uzaklaşır, şeytanlar o evi istila eder.

Huzuru ve gönül rahatlığını evlerimizin konforunda arıyorsak; çekeceğimiz daha çok çileler var demektir. Çünkü modernizm bir hastalıktır. Maddi-manevi cezaları da beraberinde getirir.

Mesela bir arkadaş dedi ki: “Ben Kur’an okumasını bilmiyorum. Bu yaştan sonra öğrenmek de zor.” “Kendi önüne engeli yine kendin koyuyorsun.” dedim. “Kur’an öğrenmek çok kolay. Kitaplardan öğrenebilirsin. Gençler, emekliler, çalışanlar, öğrenciler kendilerine uygun gün ve saatlerde camiye gidip Kur’an öğrenebiliyor. Yani bu kadar imkâna rağmen Kur’an öğrenemedim, öğrenemiyorum dersen, mesulsün kardeşim…

Bu zamanda Kur’an okumamanın ve öğrenmemenin mazereti olamaz…

Kur’an-ı Kerim’deki Mucizeyi Said Nursi Keşfetti

Isparta’da bir tesis, ilk kez 1936 yılında bulunan ve aynı sayfada Allah lafızlarının alt alta gelmesi olarak açıklanan “tevafuk” yöntemiyle 162 çeşit Kur’an-ı Kerim basıyor.

Tesis Müdürü Ali Yıldız, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Kur’an-ı Kerim’in tertibinin Hz. Muhammed’in irşadı üzerine Fatiha Suresi ile başladığını ve Nas Suresi ile bittiğini kaydetti.

Eski dönemlerde kemik ve deri üzerine yazılmasının Kur’an-ı Kerim’in yazı itibarıyla güzelliğini ortaya koyamadığını dile getiren Yıldız, ancak zaman içerisinde kendisini Kur’an-ı Kerim’in yazılmasına adayan birçok hattat yetiştiğini söyledi.

Kur’an-ı Kerim Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” sözünün ecdadın Kur’an-ı Kerim’in yazılmasına ne kadar önem verdiğinin göstergesi olduğunu vurgulayan Yıldız, hattatlardan en önemlilerinden birisinin Burdur’da yaşayan Hafız Osman Nuri olduğunu kaydetti.

Osman Nuri’nin 19. yüzyılda dünyada ilk kez “Ayet berkenar” denilen ve Kur’an-ı Kerim’in her sayfasının ayetle başlayıp ayetle bitmesi, bir ayetin diğer sayfadan devam etmemesi anlamına gelen yöntemle Kur’an-ı Kerim’i yazdığını anlatan Yıldız, “Hafız Osman Nuri, Allah’ın verdiği ilhamla yeni bir yazı şekli geliştirmiş. Nuri, Bakara Suresi’nde ‘Ayat-i Müdayine’ denilen, 47. sayfadaki 282. ayeti sayfa ölçüsü, İnna Atayna ve İhlas surelerini ise satır ölçüsü olarak alarak yazmaya başlamış. Bu ölçü ile bütün sayfalar ayetle başlar, ayetle biter.

kuran tevafuk-“Kur’an-ı Kerim her yönüyle mucize”-

Yıldız, 1936 yılının Ramazan ayında Hafız Osman Nuri’nin yazdığı Kur’an-ı Kerim’i okuduğu sırada Allah isimlerinin alt alta geldiğini gören Bediüzzaman Said Nursi’nin kendisine, “Kur’an-ı Kerim’in göze de hitap eden bir mucizesi olup olmadığını” sorduğunu belirterek, şunları söyledi:

Bediüzzaman Said Nursi, Kur’an-ı Kerim’i araştırdığında aynı sayfada alt alta ‘Allah’ isimlerinin gelmesi tevafukunu fark etti. Hafız Osman Nuri, bu duruma dikkat etmediği için görmemişti. Kur’an-ı Kerim’de 2 bin 806 Allah ismi, 846 Rab kelimesi, 69 Kur’an ismi alt alta gelmiştir. Aynı zamanda bir sayfada aynı kökten gelen kelimelerin de alt alta gelmesi söz konusu. Tevafuk, Kur’an-ı Kerim’in yazılış itibarıyla hiçbir kitaba benzemediğinin, üstün olduğunun bir delilidir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin 10 öğrencisine Kur’an-ı Kerim’de keşfettiği

“tevafuk” ile yazması yönünde görev verdiğini ifade eden Yıldız, bu talebelerin içinde Ahmet Husrev Altınbaşak’ın, Hafız Osman Nuri’nin koyduğu ölçüyü hiç bozmayarak “tevafuk” yöntemiyle Kur’an-ı Kerim’i yazdığını vurguladı.

“Tevafuk” ile Kur’an-ı Kerim’in basımının ilk kez 1985 yılında yapıldığını anlatan Yıldız, tesislerinin de “Tevafuklu” Kur’an-ı Kerim’i tüm dünyaya yaymak için kurulduğunu, şu anda Kur’an-ı Kerim’in, çeşitli dillerdeki mealleri ile dünyaya gönderildiğini kaydetti.

Kur’an-ı Kerim’in her yönüyle mucize olduğuna dikkati çeken Yıldız,

Günümüze kadar yazılışında bu tevafuk ortaya çıkmamıştı. Her asır kendisine göre bir mucizeyi görüyor. Zamanımız kalem asrı olduğu için Allah, Kur’an-ı Kerim’in yazılış mucizesini bu asra ihsan etmiş oluyor. Bu da manevi cihadın kalemle olduğunun zaten bir ispatı oluyor” diye konuştu.

Yayıncı: Hızır Hacısalihoğlu – ISPARTA

Milliyetçiliği Başlatan “İlk Milliyetçi” Kimdir?

Kur’ân’ın i’cazının en önemli yönlerinden biri, tekrarlardır. Her an havaya, her gün ekmeğe ve suya ihtiyacımız olduğu için bu nimetler bize tekrar tekrar sunulur. Tekrar, ihtiyaçtan gelir. İşte, Kur’ân’ın tekrarları da bu sırdandır. Ruhumuzun hava gibi, su gibi, ekmek gibi muhtaç olduğu hakikatler tekrar tekrar önümüze sunulur. Ve Kur’ân’ın bu tekrarları, her an havayı solumanın, her gün ekmeği yemenin usanç vermeyişi gibi, asla usanç vermez. Bilakis, her yeni tekrarda unuttuğu bir gerçeği yeniden hatırlar insan. Yahut, hatırında olan bir hakikat, daha önce farketmediği yeni bir boyutuyla daha karşısına çıkar. Tekrarlar, nisyana ve isyana açık olan insanı, temel konularda diri ve uyanık tutar.

Allah’ın birliği, O’nun güzel isimleri, herşeyin O’nu tesbih edişi, Rabbimizin üzerimizdeki nimetleri, insanın başıboş yaratılmadığı, Hesap Günü, âhiret, cennet nimetleri ve cehennem azabı, geçmiş kavimlerin başına gelenler, Peygambere itaatin önemi.. ihtiyaca binaen gelen bu tekrarlardan birkaçıdır.

Kur’ân’da tekrar tekrar vurgulanan bu konulardan biri ise, Âdem’in yaratılışı, Cenab-ı Hakkın ona secde edilmesi emrini vermesi, ama meleklerin itaatine karşı İblis’in isyanıdır. Kur’ân insanın ‘en büyük düşman’ı olduğunu birçok kez belirttiği İblis’in bu tavrına işaretle, “Kibirlendi ve kâfir oldu” buyurur. Bu, ‘kibir’in son adresini gösterme bakımından hayli ibret vericidir ve hepimiz için çok ciddi bir uyarı mahiyetindedir.

Peki, İblis’i kibirlenmeye ve sonunda küfre sevkeden nedir? O, sonunda küfre düşmesine sebep olan hangi sözü sarfetmiştir?

Kısacık bir cümledir bu:  خَلَقْتَـن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ـينﭰ

“BENİ ATEŞTEN YARATTIN, ONU İSE ÇAMURDAN YARATTIN.”

Şeytanı kâfir yapan cümle budur.

Oysa bu sözlerde ne bir yalan, ne bir yanlış, ne de bir inkâr vardır. Bu sözünün de açıkça gösterdiği gibi, İblis ‘yaratma’ fiilini kabul etmekte, kendisinin ve insanın ‘yaratıldığı’nı ifade etmekte, dolayısıyla ‘Yaratıcı’yı tanımaktadır. Allah’ın varlığını bilmektedir. Üstelik O’nu kendi Yaratıcısı olarak bilmektedir. Âdem’i yaratanın da O olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca, kendisinin ateşten, Âdem’in çamurdan yaratıldığı da doğrudur.

Fakat, her biri doğru ve hakikat olan bu sözler, ‘kibirlenip kâfir olan’ birinin sözleridir. Allah’ın varlığını tasdik ettiği ve O’nu gerek kendisinin, gerek başka herşeyin Hâlıkı olarak kabul ettiği halde, İblis ‘şeytan’ ve ‘kâfir’ olmuştur.

Bu ince çizgi, aslında, hepimizin dikkat etmesi gereken bir noktadır. Şeytanı kâfir yapan, hâşâ, “Allah yoktur. Beni yaratan da O değildir” demesi değildir. O, Allah’ı Yaratıcı olarak kabul etmektedir. Ama tüm bu kabuller, tüm bu doğru sözler arasında, belki ilk anda kolayca farkedilmeyen şöyle bir anlayış vardır: “Ben daha hayırlıyım.” Neden? “Beni ateşten yarattın; onu ise topraktan.”

Kısacası, tâ Âdem’in yaratılışıyla başlayan, bütün bir insanlık tarihini kuşatan ve sonu Cehennem’e ulaşacak olan o büyük isyanın temelinde ne Allah’ı inkâr vardır; ne de O’nun yaratışını inkâr.

Herşey ‘üstünlük’ vehmiyle başlamıştır. İblis “Ateşten yaratılan, çamurdan yaratılandan üstündür” diye bir zan üretmiştir. Onu kibire sevkeden, o kibirle Sâniinin emrine isyana yönelten, sonuç itibarıyla onu kâfir kılan budur: Allah’ın yarattıkları arasında, kendi kafasınca bir ‘altlık-üstlük’ sıralaması yapma. İkisi de Allah’ın mahluku olan ateş ile toprak arasında bir üstünlük ayrımına girme. Kendisinin yaratıldığı ateşin topraktan üstün ve hayırlı olduğu felsefesi geliştirerek, kendisini Âdem’den üstün tutma. Ve, en önemlisi, kendisini Âdem’den üstün görme uğruna, Allah’a kusur ve noksan izafe etme. Kendisini insandan üstün görebilmek için, Allah’ın bazı şeyleri mükemmel biçimde yaratamadığı vehmini üretme.

Bütün bir tarihin en keskin ayrımının düğüm noktası, işte buradadır.

Ve Kur’ân, bu hususu tekrar tekrar zikrederek, bize de birşeyler söyler. Allah’ın varlığını kabul etmekle, O’nu kendimizin ve herşeyin Hâlıkı bilmekle meselenin hallolmadığını gösterir. Bu durumda dahi, isyan, kibir ve sonuçta küfür tehlikesi vardır. Tam anlamıyla mü’min olup küfürden gereğince uzak kalmak, “Beni ve herşeyi yaratan Allah’tır” demenin ötesinde, herşeyimizle O’na teslim olmayı; O’nun emirlerine tam bir itaati; O’nun mahlukatına karşı kendi kafamızdan ‘üstünlük’ yorumları üretmemeyi gerektirir. Yoksa “ben”cilik, meselâ İblis örneğinde ateşçilik—ateşi, kendisini, toprağı ve insanı yaratanın O olduğu kabul edilse bile—imandan koparıp küfre götürmektedir.

Bizler ‘ateşçi’ değiliz. Çünkü ateşten değiliz. Üstelik, herşeyi yakıp yandırarak ademi ve yok oluşu hatırlatan ateş bizi biraz da ürkütüyor.

Keza, ‘toprakçı’ da değiliz. Nedense, ayağımızın altındaki toprak, bize de hakir gözüküyor.

Ama içimizde yine de ‘üstünlük’ şeytanları dolaşıyor. Sözgelimi, pek çok insan, her nasılsa ‘Türklük şuuru ve gururu’ taşıyarak yaşıyor. Başkaları başka bir ırkın şuur ve gururunu taşıyor. Öyle veya böyle, içinde kendisinin yer aldığı milliyeti, içinde kendisinin bulunduğu devleti, ırkı, şehri ve aileyi yücelten; onu diğerlerinden ‘üstün’ gören milyarlarca insan bulunuyor.

Ve tüm bu yüceltmeler, içinde aynı ortak noktayı barındırıyor: BEN!

Ait olduğum milliyet, içinde ben olduğum için üstün oluyor. Ait olduğum şehir, ben oralı olduğum için, dünyanın en iyi insanlarını barındıran en güzel şehir oluyor. Ait olduğum toprak parçası, dünyanın en güzel yeri oluyor. Şu yeryüzünde, bizden iyisi, akıllısı, mükemmeli bulunmuyor!

Oysa, şeytanla ilgili Kur’ân âyetleri, tam da bu düğümü açıyor. Kendini merkez edinen, herşeye kendine göre ‘altlık-üstlük’ biçen, Allah’ın yarattığını dahi kendi ekseninde bölen, parçalayan ve sonunda küfür adına yutan bir tavra dikkat çekiyor. Kur’ân, kendine bir kibir imkânı sağlamak için Allah’ın yarattığına noksanlık izafe eden, bunun ardından ‘ene’ şirkine kapılarak Saniine isyan eden, o isyanında inat ederek hakikati örtmeye, yani ‘küfr’e saplanan İblis örneğinde, bizi bekleyen büyük bir tehlikeye karşı hepimizi tekrar tekrar uyarıyor. Allah’ın varlığını kabul ediyor olsak bile, kendimizi eksen alıp pekâlâ putlar dikebileceğimizi; işin dosdoğru inkârdan değil, kibir ve şirkten başladığını gösteriyor. Bu minvalde, ‘atalarını yücelten’ müşrikleri, kendilerini ‘seçilmiş’ tutan Yahudileri, malı üstünlük vesilesi kılan şükürsüz zenginleri, evlatlarının sayısıyla övünen babaları… şiddetli tokatlarla uyarırken, İblis’in düştüğü çukura bizim de düşmemizin ne denli muhtemel olduğunu öğretiyor. Kendimizi, ait olduğumuz aileyi, milliyeti, sosyal sınıfı… putlaştırma; pis bir nefsanî gurur uğruna Allah’ın mülkünü bölüp parçalama, O’na kusur ve noksan izafe ederek sonuçta tamamen küfre ve isyana düşme tehlikesine dikkat çekiyor.

İlk insan Âdem’di ve insanlık Âdem’le başladı; bunu hepimiz biliyoruz. Âdem ise bir kul ve peygamberdi; Onu yaratan Rabbine uyarak yaşadı—ne kendini ‘üstün’ gördü, ne de buna göre felsefeler geliştirdi. ‘Üstünlük’ iddiasına dayalı tüm fikir ve ideolojilerin, meselâ milliyetçiliğin, ırkçılığın, sosyalizmin, aristokrasinin, elitizmin, burjuvazinin, sülaleciliğin, halkçılığın, devletçiliğin… ilk adresini bulmak için başka birinin ismini kaydetmek gerekiyor.

Kur’ân, milliyetçiliği de, elitizmi de… başlatanın, bütün derdi kendini yüceltmekten ibaret olan İblis olduğunu bildiriyor.

Metin Karabaşoğlu / moralhaber.net