Etiket arşivi: kurban

Kurban Bayramında kesilen hayvanlar acı çekiyor mu?

Şanlıurfa’da Harran Üniversitesindeki bir grup bilim adamı, Kurban Bayramında kesilen hayvanların acı çekip çekmediği ile ilgili araştırmasında ilginç bir sonuç elde etti.

Bilimsel olarak yapılan çalışmada hayvanların kesim öncesi gerçekleştirilen ölçümlerinde, ağrı kesici, sakinleştirici etkisi ile bilinen ve morfinden 30 kat daha etkili olan beta endorfin hormonu seviyesinde önemli artışlar olduğu tespit edildi. Kurban Bayramı öncesinde hayvan kesimleriyle ilgili spekülatif söylemlerin artması üzerine Şanlıurfa Haran Üniversitesinde çalışan bir grup bilim adamı, hayvanların kesim öncesi, kesim esnası ve kesim sonrasındaki beta endorfin hormonunu ölçtü.

Harran Üniversitesi Veterinerlik Fakültesinde görev yapan Prof. Dr. Gürbüz Aksoy, Prof. Dr. Faruk Süzergöz ve Araştırma Görevlisi Pelin Polat tarafından yürütülen çalışmada, helal kesim esnasında hayvanların ağrı dindirici ve sakinleştirici etkisi ile bilinen ve vücutta üretilen beta endorfin hormonu seviyelerinde önemli artışlar belirledi.

HELAL KESİMDE HAYVANLAR ACI ÇEKMİYOR

Çalışmada, helal kesim öncesi, helal kesim esnası ve kesimden 3 dakika sonra yapılan beta endorfin analizlerinde, bu hormon seviyesinin kesim öncesinde alınan değerlerinin kesim esnasında alınan kan örneklerinde iki katına çıktığı, kesimden 3 dakika sonra ise yaklaşık 4 katına çıktığını belirledi.

MORFİNDEN 30 KAT ETKİLİ

Bu hormonun ağrı kesici özelliğinin morfin olarak bilinen ağrı kesiciye göre 30 kat daha fazla olduğu belirten uzmanlar, helal kesimde beta endorfin hormonu sayesinde hayvanların sakinleştiğini dile getirdi.

SPEKÜLASYONLARA BİLİMSEL CEVAP

Harran Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr Gürbüz Aksoy, yapılan çalışmayla ilgili yaptığı açıklamada,” Hayvan kesimi konusu ülkemizde ve tüm dünyada önemli bir gündem maddesidir. Özellikle kurban bayramı öncesinde ülkemizde çeşitli spekülasyonlar yapılmaktadır. Helal kesim yapıldığı zaman hayvanlar eziyet duyuyor deniliyor. Biz bu konuyu aydınlatmak için ekibimle birlikte bilimsel bir çalışma yaptık. Kesimden önce ve kesimden sonra vücut tarafından üretilen bir hormon olan beta endorfinin 4 misline kadar arttığını tespit ettik. Yani beyin beta endorfin denilen bir hormon üretiliyor. Bu hormon ağrı kesici ve rahatlatıcıdır. Morfinden 30 kat daha fazla etkilidir. Vücudun bunu üretmesi hayvanlar için çok önemlidir. Hayvan kesimlerinde, kesimden önce ve sonra baktığımızda, kesimden sonra 4 katına kadar artığını gördük. Hayvanların bu hormon vasıtasıyla sakinleştiğini, rahatladığını belirledik. Helal kesim uygulanan hayvanlarda kesinlikle ağrı olmadığını ve sakinleştiğini tespit ettik” dedi.

AVRUPALILAR BEYİN TAHRİBİ YAPIYORLAR

Avrupa Birliği ülkelerinin kesim yaparken tabanca ve şok yöntemi kullandıklarını ve bunun da hem hayvanın daha fazla acı çekmesine hem de deli dana denilen etkinin görüldüğünü belirten Aksoy, bu yöntemle kesilen hayvanların etlerinin de sağlık açısından sakıncalı olduğunu dile getirdi. Tabanca ve şok yöntemiyle kesilen hayvanların kesim yapmadan önce ölme olasılıklarının da bulunduğunu dile getiren Prof.Dr Gürbüz Aksoy, “Avrupa Birliği ülkeleri tabanca ve şok yöntemiyle kesim uyguluyorlar. Hayvanın önce tabanca ile beynini tahrip ediyorlar. Bunu yaparken hayvanlar ölebiliyor. Sonra kesim yapılıyor ve kan vücutta kalıyor. Beyin tahrip edildiği için deli dana etkenleri vücuda yayılıyor ve insan sağlığı açısından büyük risk oluşturuyor. Bizim helal kesimde ise hem hayvan acı duymuyor hem de eti sağlıklı oluyor. Bizim bunu Türkiye olarak tabancayla uyuşturarak kesim yapan ülkelere anlatmamız ve göstermemiz gerekiyor. Bizim çalışmamız hakem değerlendirilmesinden geçerek uluslararası bir veteriner kongresinde yakın zamanda sunulacaktır” ifadesini kullandı. Harran Üniversitesindeki bilim adamları tarafından yapılan bu araştırmanın hakem heyeti tarafından kabul edildiği ve uluslararası bir veterinerlik kongresinde sunulacağı belirtildi.

nurdanhaber.com

İlk Kurban Bayramı

Rasulullah (s.a.v.) hicretin ikinci yılında, Zilhiccenin dokuzunda (3 Haziran Cumartesi 624) Sevik gazasından döndü. Zilhiccenin onuncu günü (4 Haziran) sabahı, cemaatle Medine şehir surunun doğu kapısı dışındaki musallaya yöneldi. Musalla, kendisinde bayram namazları kılınan bir meydandı. Bilal-i Habeşi, Rasulullah’ın önünde yürüyordu ve elinde bir mızrak vardı. Bu mızrak Habeş Necaşisi tarafından ona hediye edilen üç mızraktan biriydi. Resul-i Ekrem mızraklardan diğer ikisini Hz. Ömer ve Hz. Ali’ye hediye etmişti.

Namazgâha varılınca, Hz. Bilal mızrağı sütre olarak Rasulullah’ın önüne dikti. Hz. Peygamber ezansız ve kametsiz olarak, Ramazan Bayramı namazı gibi iki rekât namaz kıldırdı, arkasından bir bayram hutbesi okudu. Böylece ilk Kurban Bayramı namazı kılınıyor ve ilk Kurban Bayramı hutbesi irat ediliyordu. Az sonra müminler kendilerine sunulan nimetlere bir şükür olarak kurban keseceklerdi

İslam kültüründe Kurban Bayramına ‘Iydu’l- Adhâ” veya “Büyük Bayram’ denir. Adhâ, duha/kuşluk kökünden türetilen bir kelimedir ve kuşluk vakti kurbanlar kesildiği için bu bayrama “‘Iyd-i Adhâ” denilmiştir. Onun “Büyük Bayram” olarak adlandırılması, bu bayramdan önce hac yapılması ve hac sebebiyle günahların affından dolayıdır. Rasulullah Kurbanda Bayram Namazı kılmadan bir şey yemez, namazgâha (musalla) geldiği yoldan evine dönmezdi.

Allah Resulü (s.a.v.) ilk kurban yılı; iki semiz ve boynuzlu koç aldı. Birincisini keseceği vakit şöyle dedi:

“Allah’ım bu koç, birliğine ve senden bana gelenlere şahadet eden ümmetim namınadır.”
Böylece o, kendisine gelenlerin ve Kevser suresiyle ona verildiği müjdelenen kevserin; geniş manalı oluşunu belirtiyordu. Kevser; vahiy, Kur’an, İslam, hikmet, iman esasları, ilim, ümmeti, ümmetinin âlimleri, müminlerin ve neslinin çokluğu, dünya ve ahirette kendisine verilen nimetler ve fetihler, cennette kendisine ve ümmetine verilecek havuz veya Kevser nehri gibi manalara gelir. Allah’ın verdikleri içine, Âl-i Beyti ve cennet de giriyordu.
O kurbanını keserken “Bismillâhi Allâhü ekber” dedi, Allah adına ve Allah namına ilk koçu boğazladı. Sıra ikinci koça gelmişti. Onu keserken de şöyle dedi:

“Allah’ım bu da, Muhammed ve Muhammed’in ev halkı içindir. Bismillah Allâhu ekber.”
O, ilk koçu ümmeti namına, ikincisini de kendisi ve ev halkı için kesiyordu. İkinci koçtan kendisi, ev halkı ve fakirler yediler. Bir rivayete göre o koçları keserken şöyle dua etmişti:
“İnnî veccehtü vechiye lillezî fatara’s- semâvâti ve’l- arda hanîfen vemâ ene mine’l- müşrikîn = Allahım ben yüzümü gerçekten hanif olarak, semaları ve arzı yoktan yaratana döndürdüm ve müşriklerden değilim. İnnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve mememâtî li’l-llâhi Rabbi’l- Âlemîn = Gerçekten namazım, orucum, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur ve ben, bunlarla emredildim ve bunlara teslim olanların ilki de benim. Allah’ım bu sendendir ve Muhammed ve ümmetinden, senin içindir”

Hz. Peygamber’in duası önemli mesajlar veriyordu:

1) Duasının baş kısmı, Enam suresi 79. ayetiydi. Hz. İbrahim; çocukluğunda gece gökyüzünü seyrederken parlak bir yıldız görüp “Rabbim budur” demiş, ama o batıp ay doğunca “hâzâ rabbî = Bu Rabbimdir” demişti. Onun battığını görünce de; “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, elbette sapan topluluklardan olurum” diye söylenmişti. Derken güneş doğdu, “Rabbim budur, zira bu daha büyük” değerlendirmesinde bulunmuştu. O da batınca; “lâ uhıbbu’l- âfilîn = ben batanları sevmem” dedi. O batanları sevmediğini, yüzünü gökleri ve yeri yoktan yaratana çevirdiğini dile getiriyordu.

2) Hz. Peygamber de kurban duasında ibadetin, yalnız Allah emrettiği için yapılması gerektiğini ortaya koymaktaydı. İhlâs da buydu. Hayatı o vermişti, hayatın gereklerini o tedarik etmekte, ihtiyaçlarını o karşılamaktaydı. Öyleyse hayatın gerçek sahibi Allah’tı ve hayat onun emrettiği şekilde, onun yoluna harcanmalıydı. Ölümü yaratan da odur. Öyleyse; o emrederse yolunda ölünebilmeliydi. Kurban zaten bunu sembolize ediyordu. Bize, Hz. İbrahim’i, onun Allah için kesmeye azmettiği oğlunu ve onunla yaşadığı olayı hatırlatıyordu. Gerekirse Allah yolunda makam mevki ve zenginlikler, oğullar, kızlar ve en önemli varlığımız hayat feda edilebilmeliydi.

3) Resul-i Ekrem’in belirttiği gibi, namaz, oruç ve tüm ibadetler, ancak Allah için yapılır. Allah’ın şeriki olmadığı gibi, ibadetler de şeriklere bölüştürülmez. Kulluğun bölüştürülmesi de şirktir.

4) O duasında “Allah’ım bu (kesilecek hayvan), senden ve senin içindir…” demişti. Çünkü hayvanları yaratan ve besleyen Allah’tır. Öyleyse onların onun emriyle ve Allah için kurban edilmesi; en makul ve en akla yatan şeydir. İslam öncesi dönemde de kurban vardı, fakat Allah’ın yaratıp beslediği hayvanlar putlara kurban ediliyordu. Oysa gökler ve yer kiminse; güneşi doğduran ve mevsimleri getiren kim ise, hayvanlar da onundur ve onları besleyen odur. Öyleyse bunlar, yalnız ona kurban edilebilir. Bizi yaratan da gökleri ve yeri yaratandır. Bizim de gökleri ve yeri yaratana kulluk etmemiz gerekir.

Rasulullah Medine devri boyunca bayram namazlarını hep aynı musallada kılar, namazdan sonra farklı bir yoldan evine dönerek kurbanını keserdi.

Medinelilerin İslam öncesinde senede iki bayramları vardı. Bir görüşe göre bu iki bayram, bahardaki Nevruzla, sonbahardaki Mihricandı. Rasulullah bunu biliyordu ve bayramlar konusunda onlara şöyle müjde vermişti:

“Yüce Allah size, onlardan (o iki bayramdan) daha hayırlı olmak üzere, Fıtır/Ramazan ve Kurban Bayramı günlerini verdi.”

Bu iki bayram diğerlerinden daha hayırlıydı. Kurban Bayramı Ramazan Bayramından daha büyüktü. Hem bu bayramlar başkaları tarafından değil, Allah tarafından armağan edilmiş bayramlardı. Veren açısından, diğer bayramlarla mukayese edilemedikleri gibi; rahmet, mağfiret ve Müslümanlara getirileri açısından da durum böyleydi. Ayrıca bu bayramlar, Hatemü’l- Enbiya, Seyyidü’l- Murselîn ve sahabelerinin bayramlarıydı. Bu iki bayram tüm zamanlarda, tüm ümmetin bayramıydı.

Kurban, “kurb = yakınlık” kelimesinden gelir. Tüm ibadetler, Allah’a yaklaşmak ve kurbiyet için yapıldığı gibi, kurban da bu niyetle kesilir. Bu yüzden; Kurban Bayramında kesilen hayvana da kurban denir. Kurban, kendisiyle Allah’a yaklaşılan şey demektir. Zamanla kelime kesilen hayvana ad olmuştur. Kurbânu’l- melik; padişaha yakınlaşmak için yapılan hizmettir. Allah ilmi ve kudretiyle bize şah damarımızdan yakındır, fakat biz ondan nihayetsiz uzağız. Nasıl güneş bize ısısı, ışığı ve yedi rengiyle yakındır, fakat biz ona uzağız. Mümküni’l-Vücud olan mahlûkat da, Vacibü’l-Vücud olan Allah’a nihayetsiz uzaktır. Ancak günahlardan çekinmek ve emirlerini yapmakla ruhani bir yakınlıkla ona yaklaşılabilir.

Hz. Peygamber, “Hali vakti yerinde olup kurban kesmeyen, mescidimize yaklaşmasın” buyurmuştur. Bu yüzden, fitre verebilecek durumda olan hür ve mukim Müslümanlara kurban kesmek vaciptir. Bir kimsenin fıtır/fitre sadakası verebilmesi için, 20 miskal (96 gr.) altına sahip olması gerekir. Bu zenginlik durumu üzerinden bir yıl geçmesi şartı yoktur. Kurban, eyyam-ı nahr denilen Zilhiccenin on, on bir veya on ikinci günlerinde kesilebilir. Bu günler Kurban Bayramının ilk üç günüdür. Aynı günlerde hacılar Mina’da şeytan taşlar. Devenin beş yaşında olanı, sığır cinsinin iki yaşında olanı, davarın bir yaşında olanı kurban edilebilir. Bir deve veya sığırı, yedi kişinin ortaklaşa kurban etmesi mümkündür.

Kurban kesilecek küçükbaş hayvan; sol yanı üzerine, yüzü kıbleye gelecek tarzda yatırılır. Ayakları sağ arka ayağı serbest kalacak şekilde bağlanır. Sığır ve davarlar çeneleri altından boğazlanırlar. Buna “zebh” denir. Develer ise; ayakta ve sol ön ayak bağlanarak, boynun göğse bitiştiği yerden boğazlanırlar. Bu kesim türüne de “nahr” denir. Kurbanın, sahibi tarafından kesilmesi menduptur. Bir takım ayıpları taşıyan hayvanlar kurban edilemezler ve kurban etinin en az üçte birini sadaka olarak dağıtmak tavsiye edilir. Kurban derisi, bağırsak vb. sadaka olarak verilebildiği gibi, evde de alıkonulabilir. Kurbanın derisi ve eti satılamaz. Vacip olan kurbandan başka; akika, hac, hedy ve nezir kurbanı da vardır.

Cahiliye döneminde, putlar için kurban kesiliyordu. Ayrıca onlar hangi put için kurban kesiyorsa onun adını anarlardı: “Bismillât /Lât adına, bismiluzzâ /Uzzâ adına” gibi. Cahiliye Mekke’sinde genelde adlarına kurban kesilen bazı putlar şunlardı: Haremde bulunan İsaf ve Naile, Cidde sahiline dikilmiş olan Sa’d, Batn-ı Nahldeki Uzza ve Taifteki Menat. Medineli Evs ve Hazreç Kabilesinin putu Menat, Kızıl Deniz kenarında, Müşelşel dağı yakınındaydı ve siyah bir kayadan ibaretti. Onlar genelde, Mekke’de haclarını yaptıktan sonra buraya gelirler, ölüm ve kader tanrıçası olarak inandıkları Menat önünde kurban kesip tıraş olurlardı.

Cahiliye’de ayrıca, “atîre” denen ve Recep ayının ilk on günü içinde; tüm aile için kesilen bir kurban vardı. Atirenin nezir kurbanı olduğunu söyleyenler de vardır. Kuzey Arabistan’daki Bekr ve Tay kabileleri, Ece dağı ortasındaki zirvede tanrılaştırdıkları bir kaya için atire keserdi. Dişi devenin ilk yavrusu bereket umularak putlara kurban edilir ve buna “ferâ” denirdi. Cahiliyede oğlan çocuğu doğunca, doğumun yedinci günü akika kurbanı kesilir ve kurban kanı çocuğun başına bulanıp sürülürdü. İslamiyet, akika kurbanında kan sürme âdetini yasakladı.

Cahiliye döneminde, cömertlik yarışı için develer, arka bacak sinirleri kesilerek ölmeye bırakılır ve karşılıklı iki kişinin yaptığı bu kesme yarışına “mu‘âkara” denirdi. Cahiliye’de farklı kesim tarzları ve “el-cebb” âdeti de vardı. Ayrıca onlar kesilen hayvanın kanını da birkaç tarzda yiyorlardı. İslam putlara kurban kesmeyi ve Allah adına kesilmeyen ve kendi kendine ölen hayvanların etini yemeyi yasakladı. Ayrıca bir kesim tarzı da belirledi.
Risale Haber

Kurban Bayramınız Mübarek Olsun!

Aziz, sıddık, sadık, muhlis ve hâlis kardeşlerimiz ve hemşirelerimiz,

Bütün ruh u canımızla bayramlarınızı, hem hacca gidenlerin bayramlarını ve bu milletin bu mânevî bayramını ve âlem-i İslâmın ittifakkârâne intibahlarının mânevî bayramlarını ve Risale-i Nur’un hakikat-i Kur’âniyeye dair verdikleri haberlerini zamanın tasdik etmelerini ve en geniş bir dairede o mânevî envar-ı Kur’âniyeye, beşer ihtiyacını hissetmesini tebrik ediyoruz.

NurNet.org Ekibi

Malawi’de Haftada 100 Risale-i Nur Dersi Yapılıyor

Esselamun aleykum.

Malawi 18 milyon nüfusuyla Afrika’nın en fakir ülkelerinden biri. Nüfusun  %35 ‘i Müslüman.

Kurban faaliyetleri için gittiğimiz Malawi’de ilk göze çarpan halkın fakirliği  oldu. Kurbanları doğru yerde kestireceğimizin  kanaatine  vardık.

Elhamdulillah Kurbanlarımızı bizzat kendimiz kontrol ederek kestik kestirdik. Hizmet bölgelerimize dağıttık. Etleri verdiğimiz insanlar çok memnun oldular ve  dua ettiler.

Buradaki hizmetlerin  2 yıllık bir mazisi var. Bu kısa zamanda  Cenâb-ı Hâkkın inayetiyle hizmetler  çok inkişaf etmiş.  Başkent  Lilongwe’de dersanemiz var ve burada Salih kardeşle beraber  öğretmenler ve şeyhler  kalmaktadır.

Malawi’de Yetimhanelerde, hapishanelerde ve muhtelif yerlerde her hafta 100’e  yakın ders yapılmaktadır.

Salih kardeşimizin kontrolünde dersleri  takip  eden genelde yerli halktan şeyh adıyla andıkları kişiler ve samimi Müslümanlar var.

Hizmet bölgelere ayrılmış ve her bölge kendi arasında düzenli olarak meşveret yapıyor ve bununla birlikte her ay dershanede umumi meşverete katılıyorlar. Yerli halktan çok ciddi manada hizmete sahip çıkanlar var.

Dersler ülkede bölgelere ayrılmış bu bölgelerden;

Başkent Lılongwe’ de ;

5 yerde dersler devam ediyor.

Blentair bölgesi;

Malawi nin büyük şehirlerinden olan  Blentair de 14 yerde dersler devam ediyor .

 Kotakota bölgesi;

Burada 12 tane şeyh ve 8 tane öğretmen hizmetleri takip ediyorlar, bayanlar , erkekler ve öğrenciler olmak üzere 50 yi aşkın ders grupları var.

Selima bölgesi;

Burada 4 tane şeyh hizmetleri takip ediyor. Çoğu erkeklerden oluşan 8  ders oluyor

İntaca bölgesi;

Burada 4 tane şeyh ve bir tanede ablamız hizmetleri takip ediyorlar. 17 tane ders grupları var.

Muzuzu Bölgesi;

Burada 4 tane şeyh hizmetleri takip ediyor. 8 yerde dersleri devam ediyor

Bu bölgelerin dışında 3 tane Hapishane, 3 tane  yetimhane ve okullarda ayrıca dersler takip ediliyor.

Kitap tercümeleri;

Halkın %90 ının konuştuğu yerel dil olan Çeçova lisanında şu ana kadar Küçük sözler, İhlas, uhuvvet, İbadet, Namaz, Ramazan,  İktisat,  Şükür  risalesi basılmış olup halkın istifadesine sunulmuştur. Sünneti seniyye risalesi ise tashihatı bitmiş baskı aşamasındadır.

HİZMET MAHALLERİMİZ VE SON DURUMLARI

Yetimhaneler;

Yetimhanelerde düzenli dersler oluyor.

İmkanları çok kısıtlı. Bulurlarsa sabah akşam yedikleri mısır unundan yapılma tuzsuz yağsız lapa. Yemek yedikleri yer yattıkları yer çok kötü.  17 tane yetim için sadece bir hasır. Üzerlerine atılacak bir çarşafları bile yok ve  elbiseleri yırtık. Bir yetimin genel giderleri aylık 50 tl. Acil olarak battaniye ve giysi lazım. Bu çocukların Anne babaları yok ve bizden şefkat eli uzatmamızı bekliyorlar.

Hapishaneler

Lilongve deki hapishaneyi ziyaret ettik  burada 2000 mahkum var bunların  300’ ü Müslüman.  Her hafta perşembe günü dersler oluyor , derslere mahkumlardan ciddi manada alâka var.   Hapishanenin bulunduğu eyalette bazen günlerce durmadan yağmur yağıyor ve mahkumlar  dışarı çıkamıyorlar koğuşlar namaz kılmaya müsait değil  bizden bir baraka dahi olsa bir mescit talep ettiler ve dediler ki  Hristiyanların kendilerine göre ibadethaneleri  ve kalacakları yerleri var  ama buradaki Müslüman mahkumların Namaz kılacak bir mescidi yok.

Biz oraya gidip namazın ehemmiyetinden bahsediyoruz dördüncü sözü  okuyoruz ama  bu Müslüman mahkumların Namazı kılacakları yer yok .

Buraya Bir mescit yapmamız gerekmektedir. Ehli hamiyete duyurulur.

BAZI MÜLAHAZALAR

Fakir  ve aç olmalarına rağmen  karınca gibi çalışıyor bu millet…birkaç kişinin ancak kaldırabileceği yükleri  anneler sırtlarında yavruları olduğu halde taşıyorlar insan gözlerine inanamıyor.!

İnsanlar ailelerine az biraz mısır unu götürmek için dağların eteklerinden odun yüklerini zayıf bedenleriyle kilometrelerce aşağılara başlarıyla indiriyor …

Bazen bir tebessüm çok işe yarıyor hemen dost oluveriyorsunuz..

Hizmetler adına yapılacak çok iş var.

Dualarınızı bekleriz.

Zülküf YILDIRIM (www.rubavakfi.org)

25 Ekim 2013

www.nurnet.org

Hac ve Kurbanın Birleştirici Gücü!

İnsan olarak eşitiz, imanda eşitiz, kul olarak eşitiz ve en güzeli Kâbe ile yüz yüze gelince tepeden tırnağa eşitiz. Dünyaya gelişte, dünyada var oluşta, dünyadan gidişte ve en tatlısı Kâbe’ye sarılışta sırılsıklam eşitiz.

İki ayağımız, iki elimiz, iki gözümüz, iki kulağımız var; yaratılışta eşitiz. Bu yönüyle bile Kâbe ile eşitiz. Nasıl mı? Kâbe’nin, bağrına bastığı Hacerü’l-Esved’in -hadiste anlatıldığı gibi- konuşan bir dili, gören iki gözü, işiten iki kulağı vardır. Ne dersiniz? Kâbe ile tâ yaratılıştan kardeşmişiz değil mi?

Hac Kâbe demek değil mi? Hac Kâbe ile başlar, Kâbe ile devam eder, Kâbe ile sonlanır (Veda Tavafı). Kur’an öyle diyor zaten: “Hac için bir yol bulabilenin Beyti (Kâbe’yi) ziyaret etmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır.” (Âl-i İmrân, 3:97)

Hacca gideceksek, Kâbe’ye uğrayacağız. Bunun için mutlak bir eşitliğe girmek durumundayız. Bu eşitlik ihramla başlar. Hacca niyet eder etmez ihrama bürünürüz. İhrama bürününce de ne üst kalır bedenimizde, ne baş. Tek kıyafet, tek giysi; bembeyaz iki ihram bezi sararız üzerimize. Baş açık, ayak yalın, güneşin altında eşit şartlarda dolaşır dururuz, günlerce… İfrad ve kıran haccı yapacaksak, en az 10 gün kadar çıkaramayız üzerimizden ihramı…

Eşit mekânlarda, eşit zamanlarda ve eşit şartlarda eda ederiz haccı. Hangi kimlikte, hangi konumda ve hangi seviyede olursak olalım, ayrı baş çekemeyiz, farklı hareket edemeyiz, farklı olamayız. İliklerimize kadar tadarız eşit olmanın zevkini ve feyzini, eşit yaşamanın güzelliğini ve lezzetini hac boyunca…

Orucu tek başımıza tutarız, zekâtı tek başımıza götürüp veririz, namazı tek başımıza durup kılabiliriz, ama haccı tek başımıza gidip yapabilir miyiz?

Ayrılığın değil birliğin sembolü

Eşitlenmiş insanlarla, eşitliğin bütün türlerini, çeşitlerini, her yönüyle yaşayarak hacı olmaya, hacı olarak dönmeye ve en önemlisi hacı olarak kalmaya niyet ederiz.

Üzerimizde ve sırtımızda ne kadar imtiyaz ve farklılık taşıyorsak, ne kadar makam ve rütbe bulunduruyorsak, ne kadar dünyalık ve dünyevilik üstlenmişsek, tamamından sıyrılır ve soyunuruz, her halimizle somutluktan soyutlanırız.

İçimizde ve ruhumuzda, nefsimizin kenarında köşesinde; aklımızın yanında yöresinde ne kadar ön yargılarımız, alışkanlıklarımız, vazgeçemediklerimiz, tabularımız ve tapındıklarımız varsa, hepsini, ama hepsini bir daha dönüp bakmamak üzere ihramla birlikte kaldırıp atarız.

Dünyanın dört bir tarafından kopup gelmiş ve bu Kâbe yollarına düşen her bir mü’minle eşit bakışı yakalamaya çalışırız. “Herkes yahşi ben yaman; herkes buğday ben saman” diyerek en gariban, en fakir, en zayıf ve en geride duran birisiyle eşitlenme niyetini taşırız sürekli…

Ne kadar hırsımız varsa, ne kadar beklentilerimiz duruyorsa, ne kadar hesabımız kalmışsa ve zihnimizde daha ne kadar tortularımız, birikintilerimiz varsa bütününü tek kalemde öteleriz, aynı noktada eşitliği hedefleriz.

Tavafta dönerken, say’de koşarken, Arafat’ta vakfe yaparken, Müzdelife’de dururken ve Mina’da şeytanı taşlarken, kurbanlarımızı keserken; hacdaki bütün ibadet türlerini sırasıyla eş ve eşit olarak büyük bir heyecanla yaparız.

Eşitliği yaşama pratiği

Hele Arafat meydanında “Hacı oldunuz!” müjdesini alırken, haccu’l-ekber’in sahibi İki Cihan Serveri’nin Veda Hutbesi’ndeki eşitlik mesajına bütün bedenimizle/benliğimizle kulak kesiliriz, bütün varlığımızla kabul ederiz: “Ey insanlar!  Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında  en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”

Her dönemde ve bütün zamanlarda sürekli gündemde kalan ve hiç eskimeyen Vedâ Hutbesi, Allah Resulü’nün (a.s.m.) dilinden insanlığın ortak özelliklerini ve değer yargılarını belirliyor.

Hac mevsiminde mukaddes topraklarda toplanan bütün hacılar bu “kutsal eşitliği” bütün yönleriyle yaşar. Hacdaki eşitlik manzaraları o kadar iç içe, o kadar yan yana, o kadar yoğun bir şekilde görülür ve seyredilir ki, çoğu kere farkına vararak, bazen de farkında olmadan kendinizi o fıtrî akışa kaptırırsınız ve onlardan bir parça olmuşsunuzdur.

Hac süresince yaşanan halleri, insanın diğer zamanlarda yakalaması pek mümkün olmaz. Dünyanın dört bir tarafından, nerdeyse bütün ülkelerden Mekke’ye koşup gelen insanlar vardır. Başka bir yerde o kadar değişik/çeşitli insanı bulamazsınız.

Geçen yüzyılın başlarında bir hac rüyası

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1918’de gördüğü sâdır bir rüyada haccın ihmalini anlatır ve İslam âleminin başına gelen felaketlerin önemli bir sebebinin haccı ihmal olduğu tespitini yapar. Sünuhat’ta yer alan Üstadın bu tespitlerini kısaca şöyle özetleyebilir, anlatabiliriz:

Yüzyılın başlarında bir rüya gerçeği. Hakikatin rüyalaşmış hali. Bütün ihmallerin, terk edişlerin, toplu hataların, ortak suçların bir itirafıydı rüyada yer alan unsurlar. Milletçe namazı ihmal etmiştik, keffaretini beş yıl cephelerde sürünerek ödedik. Yılda bir ay orucu çok gördük yıllar süren açlık acısı yaşadık. Kırkta bir, onda bir zekâtı ayırtıp çıkarmadık servetimizden, bedelini kırkta otuz, onda sekiz ödedik.

Ama hac seferine gelince mesele, rüya burada sustu, silikleşti ve sönükleşti. Çünkü haccın değeri ve hikmeti unutulmuştu, ihmale uğratılmıştı bir kere. Ortaya çıkan bu manzara bu musibet değil, bir kahrın ve azabın davetçisi olarak karşımıza çıktı. Cezasını da çok pahalı ödedik ve hâla ödüyoruz. Bu ceza bir günah keffareti değil, bir günah kessâreti, bir günah artışıydı.

Çünkü dünyanın dört bir tarafında yaşayan mü’minler hac sayesinde bir araya geliyorlar, tanışma fırsatı buluyorlar, irfana ulaşarak ârif oluyorlardı. Fikir birliği ve gönül birliği temin ediliyor, kardeşlik ve muhabbet hasreti bu sayede telafi ediliyor, tazeleniyor, taze kalıyordu.

Kâbe etrafındaki birlikteliklerde eksiklikler, noksanlıklar tespit ediliyor, kimin neye ihtiyacı, kimin ne isteği, kimin ne derdi varsa gözden geçiriliyordu. Maddi desteğe mi muhtaç, ilmî takviyeye mi gerek duyuluyor, savunma ihtiyacı mı var, asayiş problemi mi yaşıyor, her ne varsa müzakere ediliyor ve yardımlaşma musluğu açılıyordu sırasıyla…

Bu görüşme ve buluşmalar sonucu iş birliği, güç birliği, ortaklıklar, ortak davranışlar hayata geçiriliyor, mü’minler sadece namaz saflarında değil, bütün saflarda buluşuyor, daha sık omuz omuza veriyorlar, daha çok yüz yüze, göz göze geliyorlardı. Böylece aşılmayan engel, kapatılmayan çukur kalmıyordu. Netice itibariyle yeni sıkıntılara, yeni uçurumlara, yeni çözümsüzlüklere meydan verilmiyordu.

Amma haccın ihmaliyle bütün bu müsbet çalışmalar işlemez hale geldi, İslâmın âli menfaatleri ve idari/siyasi yelpazesi yara aldı, dünya Müslümanlarını derleyip toparlayan o geniş ve kucaklayıcı iksir kayboldu. Sonunda neler oldu?

Neler olmadı ki?

Düşman, milyonlarca Müslümanı İslâmın aleyhinde çalıştırdı, Müslümanların aleyhine geçirdi, kardeş kardeşe düştü, baba oğlunu, oğlu babasını boğmaya cür’et etti.

Hindistan Müslümanları İngilizlerin sinsi oyununa gelerek babasını pederini öldürmüş, yani İslâmî değerleri ve İslâmın kendisini ortadan kaldırmış, başında oturmuş bağırıyor.

Kafkas ve Tatar Müslümanları ise  öldürülmesine yardım ettiği şahsın biçare validesi, annesi olduğunu, iş işiten geçtikten, her şey bittikten sonra  anlıyor. Ayak ucunda ağlıyor. Yani son Farkına varmadan son İslâm  devleti olan Osmanlının tarih mezarlığına gömülmesine yardı ediyor,

Araplar ise yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor. O da Osmanlının silinmesine, Türklerin ortadan kaldırılmasına çalışmış, işin farkına varmış ama, artık yapacak bir şey kalmamıştır.

Afrika, özellikle kuzey Afrika Müslümanları kendi din kardeşini tanımadan öldürdü, yine İngilizlerin hilesine kapılarak Osmanlı kardeşini öldürdü, sonra da vâveyla etmeye, dövünüp ağlamaya, feryat edip sızlanmaya başladı, ama artık her şey boşunaydı, hiçbir faydası yoktu dövünmenin

Koca İslâm dünyası ise bayraktarlığını yaptığı oğlunu, Osmanlı cihan devletini gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, bir ana gibi saçlarını çekip âh vâh etmeye başladı.

Mehmed Paksu

Moraldunyasi.com

 

Neticede, yüz milyonlarca Müslüman her yönüyle hayır ve ibadet olan hac seferini devam ettirme yerine, bütünüyle şer ve felaket olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler etti.