Etiket arşivi: kürdistan

Kürdistan ve Kürdî Terimleri; Kürt Hoca ve Sa’îd-i Kürdî

Osmanlı döneminde doğu illerinin bir kısmına Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdî denilmekteydi. Osmanlı Devletinin fethini müteakip kurulan Diyarbekir Eyâleti başlangıçta çok geniş tutulmuştu. Sayıları 35’i geçen sancaklarını üç kısma ayırmak mümkündür.

Birinci grup sancaklar, tımar nizâmına tâbi‘ klasîk Osmanlı sancaklarıdır. Bunları şöyle toparlayabiliriz: 1- Âmid (= Kara Âmid = Kara Hamid) Sancağı (Paşa Sancağıdır); 2- Anâ Ve Hit Sancağı; 3- Arabgîr Sancağı; 4- Aşâir Ve Ulus Sancağı; 5- Birecik Sancağı; 6- Çemişkezek Sancağı; 7- Çermik Sancağı; 8- Çüngüş Sancağı (1518 tarihli tahrirde Ergani’nin nâhiyesidir); 9- Ergani Sancağı; 10- Harput Sancağı; 11- Kiğı Sancağı; 12- Mardin Sancağı; 13- Ruha (= Urfa) Sancağı; 14- Sincar Sancağı; 15- Siverek Sancaği; 16 Tercil Sancağı.

İkinci gurup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve hâs şeklinde tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idâresi genellikle bölgeye eskiden beri hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedânlara terkedilmiştir. Hayat boyu sancak beyi olan bu idâreciler vefât ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde Beylerbeyinin hizmetine girmekle mükellefdirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabi‘dir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı olarak da 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siird ve Atak Diyarbekir’e bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van’a bağlı bu tür sancaklardandırlar.

Üçüncü gurup ise, Hükûmet adı verilen sancaklardır. Bunların idâresi, fetih esnasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idâre asla karışmaz ve ellerine verilen ahidnameler gereğince bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar nizamı cari değildir. Dâhilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hâriçte yani askerî ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir Eyaletinde Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkâri ve Mahmudî sancakları bu mahiyette Osmanlı sancaklarıdırlar.[1]

Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bu manada Üstâd hazretleri de, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Üstâd, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle “Nursî” soyadını almış ve bunu kullanmıştır.

Maalesef günümüz Türkiye’sinde Osmanlı Modeli hem Kürtçüler ve hem de aşırı Türkçüler tarafından yanlış yorumlanıyor. Nasıl mı? İnceleyelim:

Evvela: Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetçilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve idâresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idâre tarzlarına tabi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul’a olan bağlarında ayrı ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı Devleti, Çaldıran Zaferi’nden sonra Doğu Anadolu’da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da dâhil olmak üzre bütün Doğu Anadolu’da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti. Kanûnî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van’da ayrı bir eyâlet daha teşkil olundu.[2]

İkincisi; Kürtçülerin yanlış yorumladıkları ikinci ve üçüncü kısım sancakların durumudur ve özellikle de üçüncü kısma ait yorumları tamamen yanlıştır. Öncelikle şunu ifade edelim ki, yukarıda verilen bilgiden anlaşıldığı gibi, ikinci ve üçüncü kısımdaki sancaklar Diyarbekir Eyaletinin sadece % 20’sini bile teşkil etmiyordu. Üçüncü kısım ise sadece % 3’ü bile değildi. Nitekim bu manadaki sancaklar, Bitlis ve Hakkâri hâriç, bugün bile birer kaza durumundadırlar. İkinci önemli nokta burada uygulanmayan sadece Kanûn-ı Osmanî tabir edilen mahalli konulara ve özellikle de belediyeye ait Kanûnlardır. Genel hukuk sisteminde yani İslâm Hukuku konusunda tamamen devlete bağlıdırlar ve kadılar devlet tarafından tayin edilirler. Elimizde bu beyler ile alakalı beratlar mevcuttur. Bunu okuyan her tarihçi bunu rahatlıkla anlayabilir.

Üçüncüsü; Aşırı Türkçülerin yanlış yorumlarıdır. Onlar da bunların Kanûn-ı Osmanî dışında tutulmalarını ve yerel idâreye ait bazı yetkilerde müstakillik tanınmasını, tamamen bağımsızlık manasında bir istiklal diye anlamışlardır. Hâlbuki Kanûn-ı Osmanî sadece % 15’i bile bulmayan bazı mali, idari ve askeri konulara aittir. Asıl hukuk sistemi şer’-i şerîf tabir edilen İslâm hukukudur.

Memleketinde zaten Sa’îd-i Kürdî ünvanını kullanan Bedîüzzaman Hazretleri, İstanbul’a varmasıyla birlikte, İstanbul’daki çevreler ve özellikle basın ona Sa’îd‑i Kürdî yahut Kürd Hoca demeye başladı ve kendisi de özellikle birinci ünvanı kullandı. Sonradan Bedîüzzaman ve Bedî-i Ãlem-i İslam ünvanları kullanılmaya başlandı. Zira Osmanlı Devleti din esasına sahip bir sisteme yani Millet sistemine sahip bir devlet idi ve bütün Müslümanlar tek millet kabul ediliyordu. Mesela Lazların yaşadıkları bölgeye, o zamanlar gayet rahatlıkla, Lazistan denildiği gibi, Kürtlerin yaşadıkları şark vilâyetlerine de yine o zaman, Kürdistan denilmesinde hiç bir mahzur mülâhaza edilmemekte idi. Dolayısıyla bu bölgenin insanlarını temsilen hilâfet makâmına müracaat için giden bir insanın, herhalde kendisine Kürdî lâkabını vermesi kadar normal bir şey olmazdı. Hatta değil 1908’lerde 1918’ler ve sonrasında, İttihâd‑Terakki hükûmetlerinin sonlarında bile, millet meclisinde Lazistan mebusu Sudi Bey, yine Lazistan mebu’su Ziya Efendi[3] gibi rahatlıkla Lazistan olarak coğrafî bölgeye verilen isimden kuşkulanan kimse olmuyordu. Hatta Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde 1926 yılına kadar yine Lazistan ve Kürdistan ta’birleri çok rahatlıkla kullanılmakta idi. Böylece Kürdistan tabirinden hiç bir mahzurun mulâhazası söz konusu değildi. Dolayısıyla Kürdî lâkabı gayet normal bir şeydi. Bedîüzzaman bu lakabını Cumhuriyet döneminde Kürdî yerine Nursî diye değiştirmesine rağmen, resmî hükûmet yazışmalarında Kürdistan tabiri tedavülde devam etmekteydi.[4]

Bedîüzzaman, 1922 Kasım’ında İstanbul’dan Ankara’ya geldiği ve TBMM’yi ziyaret ettiği zaman, Meclis zabıt cerîdesi 9 Teşrin‑i sani 1338 (1922) 135. içtima tutanağında bile Üstâd’a aynı ünvân ile hoşâmedî merasimi yapıldığı gibi; Mustafa Kemâl Paşa kendisine üçyüz lira ma’âşla Kürdistan umûmî vâ’izliğini teklif etmişti.[5]

Bedîüzzaman, eski Sa’îd döneminde milliyetçilik veya menfi ırkçılık anlamında değil, doğduğu yere atfen Kürdî lakabını kullanmışlardır. Erzurumi, Konevi, Bursevi gibi… Bedîüzzaman’ın menfi milliyetçilikten dolayı bu lakabı kullanmadığına, bütün eserleri şahittir. Fakat Cumhuriyetten sonra, bu gibi tabirlerin ve lakapların kullanımının Kanûnen yasaklanmasından dolayı ve bazı alanlarda bazı art niyetli insanların bunu menfi olarak kullanabilme ihtimalinden dolayı, bu lakab yerine, yine doğduğu yere atfen, Nursî soyadını almıştır. Bundan böyle eski ve yeni tüm eserlerinde bu imzayı kullanmışlardır.

Bediüzzaman Hazretleri, Yeni Said döneminde eski eserlerini neşrederken kendi eliyle Kürdistan ifadelerini Vilâyât-ı Şarkıye şeklinde değiştirmiştir. Bu tabirin İttihad Terakki Partisinin bazı Türkçü fertleri tarafından ihdas edilip kullanıldığı şeklindeki iddiayı teyid edecek, Osmanlı Arşivinde bir tek belge bulunmamaktadır ve tamamen Üstâd’a aittir.

Bedîüzzaman’ın bu meselede temel prensibi şudur:

Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere ve tebeddülâta maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvâm-ı saireden pervane gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler. İşte bu halde Levh-i Mahfûz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.[6]

Tekrar ifade edelim ki, bizim için esas olan İslâmiyet noktasıdır. Milliyet ise Kur’an’ın ifadesiyle tanışıp kaynaşmamız noktasından bizim isteğimizin dışında Rabbimizin bize bahşettiği bir husustur. Osmanlı döneminde doğu illerine Kürdistan deniliyordu. Bu isim herhangi bir ırkî mana taşımıyordu. Yalnızca coğrafi bir bölgeye verilen bir ismi çağrıştırıyordu. Pakistan, Afganistan gibi… O bölgeden olan insanlara ise Kürdi denilmekteydi. Yine bu, şahsın o bölgeden olduğunu gösteren bir aidiyet ihsas ediyordu. Erzurumi, Konyevi, Bursevi gibi… Bu manada Bedîüzzaman da, Osmanlı döneminde bu nam ile çağrılıyordu. Fakat bu aidiyetin daha sonra farklı manalar ihsas etmesi sebebiyle, Bedîüzzaman Cumhuriyet döneminde, Osmanlı sonrasında kendi köyüne nisbetle Nursî soyadını almış ve bunu kullanmıştır. Ancak bazı resim kayıtlarda Üstâdın soyadının Okur olarak geçtiği de bilinmektedir.

İşte Bedîüzzaman Hazretleri hiç bir ırkî tefrika niyeti taşımadan, zaman ve mekânca da normal karşılanan o ta’biri rahatlıkla kullanmıştır. Bunun sebebi ise, Padişah’ın, bilâhare de İttihâd ve Terakki hükûmetinin nazar‑ı dikkatini şark Vilâyetlerindeki, perişanlık ve cehâlet içinde biribirini kırmakta olan milletin hali üzerine çekmenin ve ona dair teşhis koyup reçetesini yazdığı ve o reçeteye göre ilaçları Padişah’ın ve hükûmetin desteğiyle te’min etmenin hikmet ve gayesini taşıyordu. Bundan dolayı Üstâd Bedîüzzaman eski kitap ve makalelerinde o unvanı hep kullanmaktaydı.[7]

Hasan Feyzi Ağabeyin şu istihrâcı da önemlidir.

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmâm-ı Ali’de (R.A.) görülen يَا مُدْرِكًا  kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürd” îma ve işâretinin bulunması, gerçekten Kürdlüğüne delalet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini îcab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakabla maruf ve meşhur olan bu zâtın Risâlet-ün Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilân etmek içindir; yoksa Kürdlüğünü isbat etmek için değildir. Kürdçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ü ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum. Âlem-i İslâmiyet ve insaniyete ve Haremeyn-i Şerîfeyn’e asırlarca hizmet eden bu kahraman Türk Milletini onun çok sevmesinde ve hayatının mühim bir kısmını hep Türklerle meskûn olan bu havâlide geçirmesinde büyük hikmetler, mana ve mülahazalar olsa gerektir.[8]

ARŞİV BELGELERİ IŞIĞINDA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ VE İLMİ ŞAHSİYETİ, cilt. 1

Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

www.NurNet.org

[1]    BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), TTD, NO: 64; Göyünç, 31-32; Bâyezid Veliyyüddin, No:1969, Vrk.118/a-l; Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanûnnameleri ve Hukuki Tahlilleri, c. III, Diyarbekir Eyâleti Kanûnnameleri.

[2]  Kodaman, 12 vd.

[3]    Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi Dar’ül-Hikmet‑il İslâmiye, sh. 29‑55.

[4]  Bu konuda bkz. BOA (Başbakanlık Osmanlı Arşivi), Kürdistan’da Cezire Kazası sabık Müdürü Abdürezzak Efendi’nin zimmetine dair Kürdistan Vâlîsinin müzekkiresi. (6. Anadolu), MVL, No: 588/16, 07/M /1276 (Hicrî).

[5]    TBMM Gizli Celse Zabıtları, c. III,  Sh. 55/2.

[6]    Mektûbât, sh. 326.

[7]    Badıllı, Mufassal Tarihçe, c. I, sh. 189.

[8] Emirdağ Lahikası, c. I, sh. 85.

 

Hilal Kaplan; Muhalif bir âlim olarak Said Nursî

Said Nursî, geçtiğimiz yüz yılın en özgün mütefekkir ve âlimlerinden birisiydi. O, Müslümanları müşkül duruma düşürebilecek bir hareketin içinde yer almadı ama otoriteyle de başı hiçbir zaman hoş olmadı.

Örneğin ilk gençliğinde hocalarıyla yaşadığı bazı anlaşmazlıklar sonucu medrese eğitimi sırasında sık sık yer değiştirmişti. Tarihçe-i Hayat’ta izzetine çok önem verdiğini ve âmirane söylenen en küçük bir söze bile tahammül edemediğini belirtmişti.

II. Abdulhamit’ten “Medrese’tüz Zehra” için ödenek ayrılmasını istemeye geldiği İstanbul’da, selamlık törenine yöresel kıyafetleri, sarığı ve hançeriyle katılmakta ısrar ettiği için akıl hastanesine bile kapatılmıştı. Divâne olarak görülmesinin sebebinin Kürt kıyafetleri giymesi, kaba saba davranması, Ulema’ya meydan okuması ve her dâim hiddet etmesi olduğu söyleniyordu. Orada yaşadıklarını “Divanı Harbi Örfî” kitabında şöyle nakleder:

Benim gibi asabi bir adamın telaş ve hiddet etmesi zaruridir. Özellikle bir yüce fikri, on beş sene zihninde taşıyan ve bu kadar yakınlaşan bir insan kendini tehlikede görse ve o fikrin gerçekleştiğini görmekten mahrum kalsa, nasıl hiddet etmesin?

II. Meşrutiyet yaklaşırken, yıllardır taşıyageldiği bazı fikirlerinin yavaş yavaş karşılık bulduğunun anlaşılmasıyla akıl hastanesinden bu sefer de hapishaneye gönderilir. Asıl hastalığın zihninde değil de İmparatorluk’un başkentinde olduğuna hükmeden Nursi, vaziyeti Nutuk’ta şöyle anlatır:

Ben Kürdistan dağlarında büyümüştüm. Merkezî Hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Dersaadet’e geldim, gördüm ki İstanbul korku ve nefret sebebiyle medeni libasını giymiş vahşi bir adama benzerdi. Kürdistan’daki fenalığın sebebini Kürdistan uzvunun hastalığı zannediyordum. Vakıa ki hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum ve anladım ki kalpteki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, divânelikle taltif edildim.

Kendisine teklif edilen maaşı ve yolluğu reddeden Nursî, memleketine dönmez. II. Meşrutiyet’e ulemanın önemli bir kısmı “Şeriata aykırıdır” diyerek karşı çıkarken, Nursî açık destek vermekten çekinmemiştir. Sultanahmet’ten Selanik’e kadar pek çok yerde “Ey Hürriyeti Şer’i” diyerek başlayan o meşhur konuşmasını yapıp istibdada karşı durmak gereğini anlatmıştır. Kürdistan vilayetlerindeki aşiretlere telgraflar çekip “Meşrutiyet ve Kanunî Esasî işittiğiniz meseleyse hakiki adalet ve meşvereti şeriyeden ibaretler. Hüsnü telakki ediniz” demiştir.

1909’da Van’da bulunduğu sırada, halka meşrutiyeti anlatırken, sadece İslâm birliğini değil, Ermenilerle ittifak etmenin memleketin saadeti için gerekli olduğunu savunmuştur. 1911’deki Münazarat kitabında bu düşüncesini şöyle ifade eder:

Onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar. İlerleme tohumlarını topladılar, vatanımıza ekecekler. Siz hâlâ uykudasınız. Onları ancak, onların sizi mağlup ettiği silahla mağlup edebilirsiniz. Yani akıl ile, milliyet fikriyle, ilerleme meyiliyle, adalet temayülüyle…

Ancak ne zaman ki Rus desteğiyle işgal başladı, Üstad Ermeni çetelerle savaşan milislere komutanlık edenlerden birisi olmaktan da geri durmadı. Hep vurguladığı prensibinden savaş zamanı da vazgeçmeyecekti: “Kadın ve çocuklara dokunmak caiz değildir...” Bu uğurda büyük sıkıntılar çekti, esir düştü ama acısını izzetiyle beraber taşımayı bildi.

Bediüzzaman için “milliyet” fikri, bir kavmin benliğini muhafazasıyla ilişkiliydi. Fakat, milliyetçiliği İslâm birliğinin önüne koyan Kürtlere yönelik Sebil’ür Reşâd’da kaleme aldığı uyarı yazısının bir kısmında şöyle diyordu:

Kürdistan’a verilecek muhtariyetten (özerklik) bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himâyesindeki bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestçe gelişmesini düşünmek lazım gelirse, bunu Boğos Nubar ile Şerif Paşa* değil, Devleti Âliye düşünür. Hülasa, Kürtler bu hususta kimsenin aracılık ve müdahalesine muhtaç değildir.

Millî Mücadele zamanında, işgalci kuvvetlere direniş aleyhinde pek çok fetva yayınlanıp, savaşan kuvvetler “dinsiz” ilan edilirken Nursî, “Hutuvat-ı Sitte” adlı bildiride Millî Mücadele’yi İslâm’ın hizmetindeki bir cihad hareketi olarak tanımlayıp, mevzubahis fetvanın ilmen geçersiz olduğunu belirtmekten geri durmadı:

Burada hâkim olan kuvvet, ecnebiye lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük. Mukaddes camilerde gavurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevazı katline fetva verdirildi. Şimdi bazı gerçekler çarpıtılmaktadır. Zıt kavramlar yer değiştirmişlerdir. Zulme adalet, cihada isyan, esareteyse hürriyet adı veriliyor. Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat İslâm’ın elemlerinden gelen üzüntüler beni ezdi. Âlemi İslâm’a gelen her bir darbenin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki o elemleri unutturacak inşallah.

Tek Parti rejimi kurulduktan sonra da muhalif duruşundan milim geri adım atmadı Üstad; Bu sarık ancak bu başla beraber gider sözü hâlâ kulaklarımızda çınlamıyor mu? Meclis’e sunduğu on maddelik manifestoda “Türkiye’nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiği” ibaresi yer aldığı için, kurulmasına önderlik ettiği rejimin düşmanı olarak daha o zamandan yaftalandı. Ancak muhalefetin muhtevası, yeni rejimle beraber değişmişti. Yeni rejim, “Yeni Said” dönemini gerekli kıldı. Siyasî ve hukukî bütün yolları kesen yeni yönetimde söz sahibi olan artık “dış güçler” de değildi. Tamamen madun kılınmış Müslümanlar için mücadele artık fikrîyat üzerinden, gönüller fethederek yürütülmeliydi.

Üstad’ın açtığı yoldan gönüller fethedildi, fethediliyor. Allah, bir gün bile kendi nefsi için bir şey istememiş; hapislere, sürgünlere, suikast teşebbüslerine rağmen kıyamdaki duruşunu bir an bile bozmamış ve sadece “Davam!” diyerek namerde minnet etmemiş bu büyük âlimin yolundan gitmeyi ve O’ndan istifade etmeyi nasip etsin. Âmin, âmin, âmin…

* Bazı alıntılar, Yusuf Kenan Beysülen’in ve Cemalettin Canlı’nın hazırladığı “Yolcu” belgeselinden alınmıştır.

** Paris Barış Konferansı’nda, 1919 yılı Ocak ayında, Osmanlı delegelerinden Ermeni Boğos Nubar Paşa ile Kürt Şerif Paşa bağımsız bir Ermeni ve Kürt devleti konusunda anlaşmışlardı.

Hilal Kaplan / Yeni Şafak