Etiket arşivi: kürt

Bediüzzaman’dan Başbakan Erdoğan’a Mektup!

PKK terörünün sona erdirilmesi konusunda sanırım devlet ilk defa samimi görünüyor. Tabii Kürt tarafı da!

Sayın Başbakan ‘ben bir Kürt sorunu tanımıyorum’ dese de bu bir kürt sorunudur. Geçmişte kendisi de bunu telaffuz etti. Bendeniz de o zaman, meseleye ‘Kürt sorunu’ demenin veya “Kürt açılımı” demenin yanlış olduğunu yazmıştım ama meselenin adı Kürt sorunu olarak kaldı.

Esasında şu meselede ne Türkiye hakiki inisiyatif sahibi idi ne de PKK…

Bediüzzaman-mehmet ali bulut-erdoğanToplumsal tepkilerin, tarafları çözüme zorladığı her seferinde ya devlet içindeki kriptolar -adını siz koyun- ya da onların dağ versiyonu olan PKK içindeki gayrı Kürt unsurlar, buna mani oldular.

Daha açık ifade ile ortadaki kavga, Türk olmayan Türkler ile Kürt olmayan Kürtlerin kavgası idi ama kavgada ölenler hakiki Kürtler ile hakiki Türklerdi…

Esasında Türkiye’nin nerede ve kimin yanında kalacağı meselesi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlandırılamamış cephesi olduğundan terör belasının içinde tam olarak kimlerin bulunduğunu tesbit etmek de mümkün olamıyordu. Amerika terörün bitirilmesini istese, Rusya istemiyordu, ikisi de istese İsrail bırakmıyordu ki sona ersin. O dahi istese Ya suriye Ya İran işi çomak sokuyorlardı. Hatırlayan, Saddam’ın Irak’ı ve Yunanistan bile zaman zaman oyunun içine dahil olabiliyorlardı. Olan da Kürtlere ve Türklere oluyordu.

35-40 yıllık şu fitne ile arzu ettikleri sonucu yine de elde edemediler; külli bir Türk – Kürt çatışması yaratmayı başaramadılar. Çünkü, ‘islam milliyeti’ -kardeşliği- nin her iki unsurda da hâlâ var ve güçlü olduğunu hesap edemediler.

Artık bu mesele sürdürülemez hale geldi. İşin içindeki oyuncuların rolleri aleniyet kazanmaya başladı. Oysa bu işler el altından yapılması gerekir. Hâlbuki ki PKK meselesinde parmağı olanları artık bu ülkenin en sıradan insanları dahi biliyorlar. Sonuç olarak bu oyun saklı bir şekilde sürdürülebilirliğini kaybetmeye başladı.

Fransa’da öldürülen üç terörist kadının -ki benim tahminim en geri planda Alman İstihbaratı çıkacak- niçin öldürüldüğü tam anlaşılsa Türkiye bu meselede elini daha da güçlendirmiş olacak.

Türkiye mevcut Genelkurmay Başkanımızın dönemiyle birlikte terörle ciddi mücadeleye başladı. Ordu içindeki kriptolar tam temizlenmemiş olmakla birlikte artık PKK, yapılacak operasyonlardan haberdar edilmiyor. Daha önceleri, güya operasyon kararı alınır alınmaz, haber Kandil’e uçuruluyordu.

Artık öyle olmadığı, belki de olmayacağını gördükleri için, ya PKK dışında yeni bir yol bulmak -ASALA’yı bitirip PKK’yı başlattıkları gibi- ya da büyüyün Türkiye’yi durmak için daha büyük bir tezgaha –Allah korusun Şii-Sünni çatışması gibi- ihtiyaç duydukları için veyahut ilahi mukadderatın da etkisiyle artık büyüyen Türkiye’ye daha fazla düşman kalmamak için (!?) terör konusunda ipleri salıverdiler.

Ben bu mevzuda, siyasi rol yüklenilmiş insanların da artık daha fazla ikiyüzlü davranmaktan bıktıkları kanaatindeyim. Siz kendinizi BDP’lilerin yerine koyun. Ne kadar zor ve insan fıtratına aykırı bir hal yaşadılar yıllardır. Güya milletin vekili olarak Meclis çatısı altındalar ama uzaktan gelen talimatlarla hareket etmek zorunda kalıyorlardı. Ne zor bir durum!

Anlaşılıyor ki, aktörler artık bu rolleri sürdürmekten usanmışlar. Bu işi sonlandırmak istiyorlar. Ve hem de -sanırım belki bir inkıta veya soluklanma olabilir- sonlandırılmalı.

Bu konuda en zor görev Türk Devletine ve Türk milletine düşüyor. Esasında şu ana kadar Türk Milliyetçileri de ciddi bir tahripkarlık yapmadılar. İnşallah yine yapmazlar. Zira her iki tarafın da  -yani devletin ve PKK’nın- içine sızmış kriptolar hala iş başında.

Yaklaşmakta olan Asya Medeniyeti’nin, birlik içindeki bir Anadolu’ya ihtiyacı var. Artık zorunluluk haline gelmiş bulunan İslam kardeşliğinin teşekkülü için Anadolu’daki birlikteliğe ihtiyaç var. Bu ülke bizim. Etrafımızdaki coğrafyalarda yaşayan Müslümanların daima sığınabilecekleri bir Anadolu’ları vardı. Türkiye’nin sınanabileceği bir Anadolu’su da yok. O yüzden bu topraklar üzerinde yaşayan gerçek sahipler, aklıselimlerini ve itidallerini korumalılar ki, bu fitne bitsin.

Bu konuda özellikle de devlete büyük iş düşüyor. Sabırla, tahriklere kapılmadan, karşı taraftan gelecek ihlallere aldırmadan ve kendi içindekilerin de süreci baltalamalarına fırsat vermeden sonuca varmak. Bence Türkiye’nin siyasi mizacını değiştiren, Sevr’in muahedelerinin gizli gizi uygulandığı, adından başka hiçbir şeyi Türk olmayan devletin nasiyesini tebdil eden, Türk milletini, batı için tehlike teşkil etmeyecek şekilde sevk ve idare eden derin politikada ciddi değişikliklere giden iradenin, Kürt-Türk kardeşliğini tesiste de bir azimet göstermesi gerekir diye düşünüyorum.

Elbette her hareketlerinin isabetli olmasını beklemiyoruz. Zaten mümkün de değildir. Yüz hareketlerinden 60 düzgün ve isabetli olsa iş tamamdır.

Niyet hayır akıbet hayır’ diye bir deyiş vardır. Ama şu meselede niyetin hayır olması yetmiyor. Sadece niyetlerimizde değil fiillerimizde de riza-yı ilahiyeyyi gözetmemiz gerekiyor. Yani meseleye dahil olan hükümetinin niyeti düzgün olduğunu biliyoruz ama diyoruz ki, her bir filleri dahi düzgün olmalı ki, fitnecilere yeni umutlar doğmasın.

Bu açıdan ben özellikle şu meselede masaya oturacak rol üstlenecek kimselerin, Bediuzzaman’ın 1952 yılında Menderes’e gönderdiği şu mektubu dikkatle okumaları gerektiğine inanıyorum. Menderes, o gün o mektubu doğru okuyup gereğini yapabilseydi, büyük ihtimalle kendisini idama götürecek olaylara fırsat vermezdi.

İşte o Mektup (Sadeleştirilmiş olarak- Bir kısmı):

“…Ben çok hasta olduğum ve siyasetle alâkasız bulunduğum halde, Adnan Meneres gibi bir İslâm kahramanı ile bir sohbet etmek isterdim. Hal ve vaziyetim görüşmeye müsaade etmediği için, o sûrî konuşmak yerine bu mektup benim bedelime konuşsun diye yazdım.

Gayet kısa birkaç esâsı, İslâmiyetin bir kahramanı olan Adnan Meneres gibi dindarlara beyân ediyorum:

 

Birincisi: İslâmiyetin temel kurallarından birisi, “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. (En’am Sûresi: 164.)” âyet-i kerimesinin hakikatidir ki, “Birisinin cinayetiyle başkaları, akrabâ ve dostları mes’ul olamaz. ”

Hâlbuki mevcut siyasi yapı içinde particilik taraftarlığı ile bir caninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir caninin cinayeti yüzünden, taraftarları veyahut arkabâları dahi şenî gıybetler ve tezyifler edilip (aşağılanıp),  bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve düşmanlığı damarlara dokunduruyor, (karşıtları)  kin ve garaza ve misliyle karşılık vermeye mecbur ediyor.

Bu ise, sosyal hayatı tamamen yerle bir eden bir zehirdir ve dış düşmanların (işe) parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. Iran ve Mısır’daki hissedilen hâdise ve buhranlar(ın) bu esastan (yani siyasi tarafgirlikle karşı tarafın damarına basılmaktan) ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur.

Bu tehlikeye karşı tek çare İslâm kardeşliğidir. İslâmiyet milliyetini, o kuvvetin (yani birlikte yaşama kültürünün) temel taşı yapıp, masumları himâye için, canilerin cinayetlerini kendilerine münhasır bırakmak lâzımdır. Zaten emniyetin ve âsâyişin temel taşı yine bu kanun-u esâsîden  (yeni birinin yaptığından başkası sorumlu olamaz prensibinden) geliyor.

Meselâ, bir hânede veya bir gemide bir mâsum ile on câni bulunsa, hakîki adâletle ve emniyet ve âsâyiş düstur-u esâsîsi ile o mâsumu kurtarıp tehlikeye atmamak için, gemiye ve hâneye ilişmemek lâzım; tâ ki, mâsum çıkıncaya kadar.

İşte bu Kur’ânî prensip hükmünce, âsâyiş(e) ve dahildeki güvenli ortamı bozmaya kalkışmak,  on câni yüzünden doksan mâsumu tehlikeye atmak, ilahi gazabı üstümüze çekmeye sebep olur.

Mâdem Cenâb-ı Hak, bu tehlikeli zamanda bir kısım hakîki dindarların başa geçmesine yol açmış (Şimdi Ak Parti), (Suç işleyenin kardeşi suçlu olmaz) şeklindeki Kur’ânî prenssibi dayanak noktası yaparak garazkârlık edenlere karşı siper yapmak lâzım geldiğini, zaman ihtar ediyor.

İslâmiyetin ikinci bir kanun-u esâsîsi (Temel Prensibi) şu hadîs-i şeriftir: “Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir” hakikatiyle, memuriyet bir hizmetkârlıktır, bir hâkimiyet ve benlik için tahakküm âleti değil.  (Fakat) bu zamanda İslami terbiye yeterli olmadığından ve kulluk edenler de azınlık haline geldiğinden benlik, enâniyet kuvvet bulmuş. (Rejim kendi varlığını korumak için) Memuriyeti (özelikle adli mercilerde görevli olanları) hizmetkârlıktan çıkarıp, bir hâkimiyet ve topluma baskı kurma aracı yapmıştır -(Birzamanların Yargıtay’ını, Anayasa Mahkemesini, HSYK’yı düşünün)-. Topluma hizmet etmesi gerekenlerin despot efendiler haline gelmesi kabullenilemez. Abdestsiz, kıblesiz namaz kılmakla namaz olmadığı gibi (öyle bir) adâlet (de) olmaz. Esâsıyla da bozulur ve toplumsal huzur zîr ü zeber olur. Hukûk-u ibâd, hukûkullah hükmüne geçmiyor ki hak olabilsin, belki nefsânî haksızlıklara vesîle olur.

Şimdi, Adnan Menderes -(Siz ona Ak Partililer deyin)- gibi, “İslâmiyetin ve dînin icaplarını yerine getireceğiz” diye ve mezkûr iki kanun-u esâsîye karşı muhâlefet edip tam zıddına olarak iki dehşetli cereyan, gayet büyük rüşvet ile halkları aldatmak ve ecnebîlerin müdâhalesine yol açmak vaziyetinde hücum etmek ihtimâli kuvvetlidir.

Birisi: Birinci kanun-u esâsîye muhâlif olarak, bir câni yüzünden kırk mâsumu kesmiş, bir köyü de yakmış (Mustafa Muğlalı olayı). Bu derece bir istibdâd-ı mutlak, her nefsin zevkine geçecek memuriyete bir hâkimiyet suretinde rüşvet vererek, dindar hürriyetperverlere hücum ediliyor. (Yani diyor ki askerin içindeki kriptolardan gelecek provokasyonlara dikkat!)

İkinci hücum da, İslâmiyet milliyet-i kudsiyesini bırakıp-evvelkisi gibi-bir câni yüzünden yüz mâsumun hakkını çiğneyebilen, zâhiren bir milliyetçilik ve hakîkatte ırkçılık damarıyla, hem hürriyetperver dindar Demokratlara, hem bütün bu vatandaki yüzde yetmişi sâir unsurlardan bulunanlara, hem hükûmet aleyhine, hem bîçare Türkler aleyhine, hem Demokratın tâkip ettiği siyaset aleyhine çalışarak ve serseri ve enâniyetli nefislere gayet zevkli bir rüşvet olarak bir ırkçılık kardeşliği veriyor. (Yani varlığını rejimin devamında bulan kesimlerin aldatma ve fitnelerine dikkat!)

O zevkli kardeşliğin içinde, o zevkli fâideden bin defa daha ziyâde hakîki kardeşleri düşmanlığa çevirmek gibi acîb tehlikeyi, o sarhoşluğu ile hissedemiyor.

(…..) Bu tehlike, hem bu vatana, hem hükûmete, hem de dindar Demokratlara ve Türklere büyük bir tehlikedir; ve öyle yapanlar da hakiki Türk değillerdir. Necib Türkler böyle hatadan çekinirler. (Bu ikazın muhatapları kim ola ki? J)

Bu acîb tahribâta ve bu iki kuvvetli muârızlara karşı, kırk Sahâbe ile dünyanın kırk devletine karşı meydan-ı muârazaya çıkan ve galebe eden ve bin dört yüz sene zarfında ve her asırda üç yüz, dört yüz milyon şâkirdi bulunan hakîkat-i Kur’âniyenin sarsılmaz kuvvetine dayanmak ve onun içindeki dünyevî ve uhrevî saadet-i ebediyenin zevklerine o câzibedar hakîkatle beraber nokta-i istinad yapmak, o mezkûr muârızlarınıza ve hem dahil ve hariçteki düşmanlarınıza karşı en lâzım ve elzem ve zarûri bir çare-i yegânedir” (Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı / Sf.534)

Benim kanaatim, Adnan Menderes’e yazılmış gibi görünen şu mektubun asıl muhatabı Şu ateşi söndürmeye azimli görünen sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. İnşallah o dahi bu mektubu kamilen okumuş ve anlamıştır ki, bu ateşi söndürmenin yegane çaresi, insanı merkeze alan bir Anayasa ve İslam kardeşliğini toplumsal rabıta yapan bir milliyet arzusu.

Şu meselede Türkler namına hareket edecek olana azami itidal düşüyor zira…

Bu prensipler gözetildiğinde, şu meselenin en kısa zamanda çözüldüğünü göreceğiz. Ve hem de vakti geldi ki artık çözülsün!

Mehmet Ali Bulut – Haber 7

mabulut@gmail.com

Kurt ve Nefis

Bir gün bir çoban annesi ölmüş bir yavru kurtu görür. Onu evcilleştirmek için alır ve ahıra götürür. Sütlü bir koyun, ona süt vermeye ve annelik yapmaya başlar. Kurt zamanla büyür ve bu kurt bir gün ahırdan ağzı kanlı çıkar. Çoban onu görünce “ inşaallah anneni yemedin” der. Çoban ahıra girer ve anne koyunu parçalanmış bir halde görür. Çoban da kurdu öldürür.

Hikâye burada bitti ancak “her kıssadan alınacak bir hisse vardır” derler. İşte insanın nefsi bir kurt gibidir. Ne kadar ihtiyacını karşılaşan da en sonunda o yapacağını yapar. Yani senin ebedi hayatını öldürmeye çalışır. Dolayısıyla hiç kimse hiçbir zaman nefsine güvenmemelidir.

Bilindiği gibi Hz. Yusuf, zindanı zinaya tercih eden iffet abidesi bir peygamberdir. O bile nefsine güvenmemiştir. Bediüzzaman bu konuda ne güzel söylemiş : “Düşman istersen nefis yeter. Evet, nefsine güvenen belayı bulur, zahmete düşer. Nefsine güvenmeyen safayı bulur; rahmete gider.”

Ayrıca mümkün oldukça nefis ile baş başa kalmamaya çalışmak lazımdır. Çünkü nefis bir kurt gibi güçlü ve kurnazdır. Seni mağlup etmenin bir yolunu bulur. Nitekim Peygamberimiz (sav) “Ey Allah’ım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle baş başa bırakma ” diye dua ve niyazda bulunmuştur.

Cenabı Hak, bizi nefis ve şeytanın şerrinden muhafaza eylesin.  Âmin…
Yazımızı Peygamber Efendimizin konu ile ilgili bir hadisi şerifi ile bitiriyorum: “En büyük cihat, nefis ile yapılan mücadeledir.”

İbrahim Yardım
İlahiyatçı-Yazar

Ermenilerle Kürtleri birleştirme çabası daha Osmanlı’da başlamıştı!

Daha Osmanlı’nın son dönemlerinde bu tartışmalar başlamış, Ermenilerle Kürtlerinin Osmanlıdan ayrılarak birlikte devlet kurması planlanmıştı. Bu günde aynı gayeye hizmet edildiği görülüyor.

Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman halk, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra (1918-1920 arasında) tarihlerinin en acı ve en hüzünlü günlerini yaşıyordu.

İşte bu acı ve hüzünlü günlerde bir haber, Müslüman yüreklerdeki acı ve hüznü daha da katmerleştirmişti. Bu habere göre; “Sevr’de Osmanlı Parlamenterleri olan Seyyid Abdülkadir ve Şerif Paşa, Ermeni delegesi Bogos Nubar Paşa ile anlaşmışlar. Türkiye topraklarında bir Ermenistan, bir de Kürdistan kurulmasını Sevr’deki düşman delegelerine kabul ettirmişlerdi.”

İşte bu haber, Beyazıt (Ağrı) Mebusu Dursun Ağazade Mehmet Şefik Bey’in (Şefik Baydar’ın), o zamanki Osmanlı Meclisinde kürsüye çıkarak şu haykırışına neden olmuştur. Bu haykırışın tamamı, Yeni gün Gazetesi’nin 4 Mart 1920 tarih ve 349 no’lu nüshasında yayınlanmıştır. Orijinali orada mevcuttur. Aşağıda günümüzdeki Türkçeye çevrilerek ve kısaltılarak verilmiştir.

İşte Osmanlı Meclisinde bir haykırış (Bu haykırışın nerdeyse her cümlesi o zamanki Meclis’te yüksek bir destek ve alkış almıştır. Bu destek ve alkış Meclis Tutanaklarından belli olmaktadır) :

“1-Kürtler, Osmanlı Devletinin kuruluşundan itibaren bütün mevcudiyeti ile Türk kardeşleri ile el ele vermiş ve bu güne kadar yekdiğerinden ayrılmamak suretiyle yaşamışlardır. Bizler dinimizin bağları ile birbirimize bağlıyız. Doğu Vilayetlerinin nüfusunun yüzde doksan beşini çoğunluğunu oluşturan bu muazzam Müslüman kitle içinde Türk ve Kürt’ün hiçbir farkı yoktur. Aralarında ayrı gayrı yoktur.

2-İslamiyet, kavmiyet ve milliyetin çok çok üzerindedir. (İslamiyet’te hiçbir kavmin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır)

3- Şerif Paşa nereden ve kimden izin almıştır? Hangi bir Kürt’ün vekâletine sahiptir? Şerif Paşa, Ermenilerle Kürt’lerin bir kavim olduğu iddiasında bulunuyor. Hiçbir Kürt, Ermeni olamaz, hiçbir Ermeni de, Kürt olamaz. Her ikisinin de ayrı ayrı milletler olduğu tarihlerden beri bilinir.

4-Şerif Paşa emin olmalıdır ki, kendisinin verdiği bu kararı her Kürt, lanetle ve nefretle yüzüne çarpacaktır. Şerif Paşa sırf kendi namı ve hesabına bir anlaşma düşünüyor. Fakat bendeniz, Kürtler namına söz söylüyorum. Temsilci ve vekilleri olduğum Beyazıt sancağında meskun bulunan Celali, Ademan’lı, Zilan’lı, Sıpkan’lı, Hayderan’lı, Serah’lı, Cibran’lı, Camedan’lı aşiretleri ve bunlara mensup binlerce kabile ve yüz binlerce Kürdün temsilcisi sıfatı ile söylüyorum ki, Şerif Paşa’nın bu kararını kabul edecek hiçbir Kürt yoktur.

5- Şerif Paşa’nın bu kararı, haysiyet ve din duyguları dağlar kadar muazzam olan Kürt’lerin, lanetle red edecekleri bir karardır. Yine bu asil kavme izafeten söylüyorum ki, Kürt aşiretlerinin hilafet ve saltanattan ayrılmaya katiyen iltifat etmeyeceklerini, böyle bir şeyin hatır ve hayallerine bile getirmeyeceklerini beyan ile temin ediyorum. Bu asil kavim ki, Rus Çarlığı’nın Dünyayı dehşetle korkuttuğu zamanlarda dahi her türlü fedakârlık göstererek İslami Camia’dan ve saltanat ve hilafetten ayrılmadılar. O yiğit cengaverler ki, son harpte Rusların her türlü iltifat ve kandırmacasına kapılmayarak vatanlarını adım adım savunarak destan olacak kahramanlıklar göstererek ve toprakları üzerine kanlarını akıtarak, milyarlarla mal ve servetlerini feda ederek, dâhili Osmani’ye ye hicrete mecbur ve bin türlü sefaletle zarurete düştüler. Yine o Aslanlardır ki, Ağrı Dağı’nı ve Zilan deresini tutarak Ruslar’ın yenilgisine kadar Ruslar’a teslim olmadılar, savunmada sebat ettiler.

6-Evet, Kürt aşiret ve kavimlerinin bazı talepleri vardır. Kürtler ne ister? Kürtler; bulundukları yerde Türk kardeşleri ile birlikte medrese ve mektep ister. Yol ister. Adalet ve mali yardım ister. Bu da hakkıdır. Fakat bunu başka taraftan değil, makam-ı Devlet’ten ve Yüksek Meclis’inizden ister. Bu taleplerin de zamanını bilir.

7- Kürtlerin bugün ve gelecekte yegâne istediği şey, bütün varlığı ile saltanat ve hilafete bağlı kalmaktır. Bu bağlılığı da hiçbir tesir ve kuvvet bozamayacaktır.”

4 Mart 1920 tarihli “Yeni gün Gazetesi’nde” yayınlanan bu mektupta olduğu gibi İngilizlerin dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun külleri üzerinde bir Ermenistan ve Kürdistan kurulması planı; Büyük İslam âlimi Bediüzzaman Said Nursi’nin (Ki, aynı minvalde 7 Mart 1920’de ‘Kürtler ve Osmanlılık’ başlığıyla ‘İkdam’ gazetesinde, ve 17 Mart 1920 de ‘Sebil-ür Reşad” gazetesinde ‘Kürtler ve İslamiyet’ başlıklı makalesi ile Kürt Şerif Paşa’ya gereken cevabı makaleleriyle vermiştir. (Bkn: Asar-ı Bediiyye/ 16-17. Makale) önderliğindeki din adamlarının, Osmanlı meclisindeki Kürt mebusların, Kürt aşiret reislerinin ve Kürt halkının büyük tepkisi (makaleler, nümayişler, telgraflarla protesto edilmiştir) üzerine bu İngiliz planı akim kalmıştır.

Yukarıda tarihi bir belgeden, bir alıntı mevcuttur. Bir Milletvekilinin Osmanlı Meclis kürsüsünden dile getirdiği haykırışının bazı bölümlerini dikkatlerinize sunduk. Yorum ve değerlendirme sizindir. Bu yedi maddede ifade edilen hakikatleri, Türk, Kürt, aklı başında herkes ibretle düşünmeli ve dikkatle değerlendirmelidir.

Ayrıca yine Bediüzzaman hazretlerinin; asrın başında şarkta ahali içinde dolaşarak, Kürt aşiretleri ve Kürt halkı ile bire bir yaptığı görüşmeler sonucunda doğudaki hastalığı teşhis ve tedavi reçetesini de ‘Münazarat’ adıyla 1911 tarihinde telif ettiği eseriyle ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu hususta çözüm arayan etkili ve yetkili kişilerin mutlaka bu esere müracaatları Müslüman milletimizin geleceği açısından elzem olduğu kanaatindeyiz.

Üstad bu kitabı için yetkililere şöyle sesleniyor:

Ey kendini havas zanneden ehl-i siyaset ve ehl-i hükümet! Yeisi kırmak için avama ders ve hitap olan şu kitabı senet tutup teselli etmeyiniz. Zira, sizin su-i istimaliniz, onların su-i tefehhümünden daha ziyade su-i tesir eder. Size bir ders vermek için zamanı tevkil eyledim; dersini dinlemediniz, dehşetli tokadını yediniz.” (Münazarat sh:133)

Görüldüğü gibi, tokat yemeye devam ediyoruz. Hazretin ifade ettiği gibi “Münazarat”ta tesbit edilen hakikatlerin acilen siyasiler ve hükümet tarafından fiiliyata konması zamanı (yüzyıllık bir geçikmeyle) artık gelmiştir. Bu hususta hükümetlerin söyleyecek sözleri ve filleri kalmamıştır. Zira, her yol denenmiş ve her hükümet eteğindekini boşaltmıştır. Ama ne çare ki; dert, bela, musibet ve tokatlar da bu memleket üstünde bitmemiştir.

Çözüm noktasında; Ülkemizde akl-ı selimin hakim olacağını, sonunda hazretin belirlediği rotanın takip edileceğine olan inancımızı ve bilhassa kürtlerin çoğunluğunun bu ümid ve temenni içinde beklediklerini de ifade etmek istiyorum.

Recai ALBAY

Ah! Nerede O Eski Zamanlar?

Küçüklüğümden beri yaşlı büyüklerimizin sohbetlerini sever, zevkle dinlerdim. Hayretime mucip, memleketin her yerinde bulunan ihtiyarlarımız, lisanları, renkleri, örf ve adetleri ayrı da olsa, ortaklaşa bir birliktelikleri var, aynı duygu ve aynı düşünceyi bir sözle ifade ederler. Onlar… Heyecanla! ‘ah nerede o eski zamanlar?’diye büyük bir özlemle söylerler. Acaba, ihtiyarlarımız arzu ettikleri ilgi ve alakayı görmediklerinden mi? Veya ihtiyarlığın verdiği bedeni marazların sıkıntılarından mı? Her nedense yaptıkları serzenişle, gençlik zamanları ile alakadar olmaya başlarlar. Hane! Gençliğimde böyleydim, şöyleydim, bunu yaptım, şunu yaptım, gençlikte yaptıklarını bugün yapamayınca, ihtiyarlığın bıraktığı eziyet ve ızdırapları bir nevi gençliğe şikâyette bulunuyorlar. Onun için ‘’Ah nerede o eski zamanlar.’’ Bir şair de: ” Keşki gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazin haller getirdiğini ona şekva edip söyleyecektim. Demiş.”1

Oysa ihtiyarlarımız her zaman asayişin, barışın ve huzurun teminatı, geleceğe ışık tutan, saygı değer birer canlı tarihtirler. Mürur-u zamanla imkânlar, şartlar değişebilir. Değişmeyen tek bir şey var, o da bir milletin mukaddesatı,  asaleti, büyüklerine saygı, örf ve âdetidir. Tarih şahittir: Ne zaman ki: Bir millet dininden taviz vermişse, örf ve adetlerinden ve aile büyüklerinden uzaklaşmışsa o zaman gerilemiş ve zarar görmüştür. Yıllar boyunca sosyal ve içtimai hayatımızda, daima arkamızda birer çınar ağacı gibi ayakta duran, haslet dolu yaşlı büyüklerimiz; gençlerinden, aile, akraba ve aşiretinden, hatta köy ve mahallesinden mesul, asayiş ve huzurun temini ve teminatı olmuşlardır. Olayların tedbir ve önlemini önceden alan bu kanaat önderlerimiz, büyüklük ve reisliklerini böylece göstermişlerdir. İşte büyüklükte, reislikte bu olsa gerek,

Her bir olayın neticesinde arzu edilemeyen hadiseler olabilir, vaki olan bir hadisenin önüne geçme yolları da diyalog, uzlaşma, maslahat ve müzakeredir. Maslahat yapılmadığı müddetçe risk daha da artar. Maslahat, uzlaşı ve hoşgörü büyüklüğün ve erdemliğin şe’nidir. Onun için büyüklerimiz bu hoşgörüyü daima önemsemiş ve alakadar olmuşlardır. Bugün yaşadığımız bunca olumsuzluklardan acaba büyüklerimiz haberdar olmamışlar mı? Nereye gidecek? Artık yeter… Millet olarak tahammül edilmez hale gelinmiş, Adamın biri, doktora gider, Doktor bey, ‘’Hanımın kulakları sağır olmuş’’der. Doktor da: ‘’ Onun sağırlık oranı tespit etmek lazım, fasıla, fasıla hanımla konuş, hangi mesafede ses ona giderse onu tespit et.’’der. Adamcağız: önce 5 metrede seslenir ‘’hanım akşam yemeği nedir’’ ses gitmez, 3 metre, 2 metre, derken bir metre kala hanım bağırır.’’bey efendi: Tam beş seferdir, sana demedim mi? Yemek, Kuru fasulyedir.’’ Meğerse, bey sağırmış. Evet, ağlayan annelerin sesleri Arş-i aladakiler bile duymuşlar. Acaba; Ferş-i aladakiler!  Siz de duydunuz mu?.

Bin yıldan beri ayni coğrafya üzerinde yaşayan Kürtler, Türkler, Lazlar ve Boşnakların ecdatları, yurt sathında meydana gelen düşman tearuzlarına hep birlikte göğüs germişler, hep beraber mücadele etmişler, canı pahasına bu güzelim memleketi bizlere miras olarak emanet etmişler, bugün yerleşim olarak Türkiye’nin güneydoğu ve doğu anadolu bölgelerinde yaşayan Kürt milletinin yarısından fazlası batı ve içanadolu bölgelerinde yaşamaktadırlar. Keza Türkler de, aynı şekilde Şarkın değişik yörelerinde yaşamaktadırlar. Yani Türkiye’nin her yerinde Kürt ve  Türk bulunmakta ve içtimai hayatta birlikte yaşamaktadırlar. Evlilikleri, dostlukları var, en önemlisi aynı din mensupları, aynı inanç, aynı Kıble, aynı Peygamber ve aynı Allah’a inanan insanlar,bu kadar birlerle birbirleriyle kaynaşmış bir topluluğun birinin diğerinden ayrı yaşaması imkansız….  

Biliniyor ki: Kürt milleti daima devletine sadık, Türk halkını daima başında bir büyük olarak görmüştür. Yıllardan beri devlet bu halkı ötekileştirilmiş üvey evlat muamelesine tabi tutulmuştur. Bir milletin ırkı, milliyeti neyse, o odur. Sen o değilsin denilmez. Kürt halkına zamanında eğitim imkânı verilmedi, dilini, giyimini, örf ve âdetini yasakladı. Zorla sen Türk’sün dediler. Kürt halkı, Türkiye Cumhuriyetine mensup bir vatandaştır. Kürt milleti asla ve asla Türk kardeşinden ve Türkiye’den ayrı yaşamak istemez.. Bu kuşku ve bu düşünce beyhudedir.

“Mademki biz Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak… vs. hepimiz kardeşiz. Öyle ise diğer kardeşlerimizin de en az bizim kadar hak ve hürriyet sahibi olmasına razı olmalıyız. Onun farklılıklarına saygı duymalı ve onları fıtri halleri ile kabullenmeliyiz. Kendimiz gibi giyinmeye, kendimiz gibi konuşmaya, kendimiz gibi davranmaya zorlamamalıyız. Zorla kendi kalıbımıza sokmaya, kendimize benzetmeye çalışmamalıyız. Onun da bizim gibi insan olduğunu unutmamalıyız. Farklılıklarımıza hoşgörü ve tahammül göstermekle birlikte ortak değerlerimizi, ortak vasıflarımızı ön plana çıkarıp, bu ortak paydalar etrafında birleşmeliyiz. Kardeş olduğumuz ve pek çok ortak değerlere sahip olduğumuz hakikati üzerinde birleşmeliyiz.”

Artık televizyon haberlerini dinlemek istemiyoruz!..

Neden?

Acaba, bugün Türkiye’nin neresinden kaç şehit, kaç trafik kazası, kaç terör etkisiz hale getirilmiş, kaç kişi hayatını kaybetmiş? Bu acı haberler milettin psikolojisini bozmuş, ölen askerin de, PKK’lının de üzerinde bir yürek ağlar, o da anne yüreği! Bu ağlayan annelerin feryatları arş-ı azama kadar yükseldi. O ağlayan gözlerle tüm gözler, tüm kalpler, tüm yürekler ağlıyor. Otuz iki senede 30-40 bin insan gitti, daha 30 veya 130 senelere; daha 30 veya 140 bin can kaybına artık tahammül kalmadı,

Başbakanımız, Sayın Tayip ERDOĞAN’IN barışa ve huzura attığı en güzel adımlarından biri de  ‘’Kürt açılımı’’ydı, bu barışçıl adımı engelleyen iç ve dış düşmanlarımız ile menfi milliyetçilik yapan boş boğaz muhalefetçilerin engeline takılı kaldı. Gene bu günlerde,  “Anneler ağlamasın’’ memleketin içinde bulunduğu rahatsızlığı ve sıkıntıyı bertaraf etmek için  gerekirse İmralı’yla da; PKK’yla de görüşülebilir” demesi, büyük bir cesaret ve erdemlik gösterdiği halde, barışı da, uzlaşıyı da istenmeyen hainler gene de seslerini yükseltmeye başladılar. Bu millet bin seneden beri beraber yaşamış, yaşamaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bugün ki içinde bulunduğumuz acıyı müzakere, maslahat, diyalog, uzlaşma, İmralı’yla, PKK’yla her kiminle olursa olsun sonlandırılması milletin arzu ve temennisidir. Silahlar sussun.. Anneler ağlamasın…  Bu beladan kurtulmak istiyoruz..  ARTIK YETER!…

Sayın, Başbakanım ‘’Bu ateşe bir su serp,’’ halkın duası seninledir.

Asrımızın müceddidi,Bediüzzaman: Belaların def’i için şöyle diyor:

Zalimlerin tasallutu ve belaların gelmesi bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler kaldıkça o namazlar ve o dualar yapılır.

ABD’nin ve bazı Avrupa münafıklarının zulmüne duçar olan tüm İslam alemine, özellikle Suriye halkına  ve  memleketimize musallat olan  bugün ki belaların bertarafı için üstat Bediüzzaman’ın beyan ettiği üzere: hususi namaz ve duaların vaktı   gelmiştir. Hayırlı dualar dileğiyle…

Rüstem Garzanlı / DİYARBAKIR

Kamu Görevlisi

Kaynaklar

1-Yirmi altıncı Lem’a, 8.ci rica

‘Said Nursi’ye bu sözü dedirten bu ruhtur

Umut var Anadolu kıtasında; ruh var çünkü, ruh…

Önceki haftalarda ‘fildişi kule‘mden çıkarak, Anadolu kıtasında, bir uçtan diğer uca, uzun bir yolculuğa çıktım: İstanbul’dan Ankara’ya, Diyarbakır’a Mardin’e, Niğde’ye ve Kayseri’ye uzanan bir tür ‘Anadolu turu‘na…

İşte size bu yolculukta yakaladığım, Schumacher’in ‘küçük güzeldir‘ gözlemini doğrulayan görünüşte küçük bir ‘enstantane’: Anadolu kıtasının bir noktasında, caddede yürürken, önümde güle oynaya giden iki kişinin birdenbire durduklarını, yerden bir şey alıp öperek bir duvarın boşluğuna yerleştirdiklerini fark ettim: Onlar oradan uzaklaşınca, duvarda boşluğa yerleştirdikleri şeye baktım yaklaşarak: Bir parmak ucu kadar bir ekmek parçasıydı bu! Ruhum ışıdı! Bir anda bütün dünyalar benim oldu: Şükrettim Rabbime.

‘Ne var bunda?’ demeyin lütfen! Ekmeğin kudsiyetine duyulan böylesine incelikli bir saygıdır insanı yatay ve dikey boyutlarda aynı anda varedici bir yolculuğa çıkaran. İnsana ve hayata ruh katan, anlam kazandıran.

İşte medeniyet bu! Bir ekmek parçasına duyulan bu saygı, aslında bir rızık olarak ekmeğe, o ekmeği veren Rızk’ın Sahibine duyulan katışıksız saygının ve teşekkürün bir nişânesi. Ekmeğe saygı duymayan insanların emeğe saygı duyabilmeleri mümkün mü?

* * *

Anadolu’yu herhangi bir toprak parçasından ayıran, insanlığın umut kaynağı bir kıtaya dönüştüren işte bu ruh, bu tevazu, bu ince hassasiyettir. Bu topraklarda yaşanan hayatın şiiriyetinin kanatlandırıcı ve insanlık çapında, insanlık adına umutlandırıcı resmidir bu.

İşte bu insan, hâlden anlar: Çünkü etnik-ötesi, ulus-ötesi, dünya-ötesi bir gerilim hattında yaşar: Kendisi dışındaki insanları ve varlıkları kucaklayan bir medeniyetin çocuğudur: Eğer Anadolu’da bunca propagandaya, yıkıma, kışkırtmaya, ‘medyatik operasyon‘a rağmen, hâlâ etnik bir çatışma yaşanmıyorsa, bundandır: Anadolu kıtası bilincinden. Anadolu’nun herkese bağrını açan yüce gönüllüğünden. Ruhundan…

* * *

İşte bu ruh, Mardin’de katıldığım Münazarat Sempozyumu’nda birkaç kez hatırlatıldığı gibi, bir Kürd’e, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ne, ‘Türkler, İslâmiyet’in yılmaz hâdimleridir; saadetimiz Türklerle beraber olmaktır‘ dedirtebilmiş, sadece bu toprakların değil, bütün insanlığın şiddetle ihtiyacını hissettiği yegâne varedici kardeşlik ruhudur.

İşte bu ruh, Niğde’de YAZSANBİR’in (Yazarlar ve Sanatçılar Birliği) düzenlediği bir panelde, eski Nizam-ı Alem Ocakları Başkanı Yavuz Ağıralioğlu’na, ‘Türk, Arnavut kadar Arnavut, Kürt kadar Kürt, Arap kadar Arap olduğu zaman Türk’tür‘ dedirtecek bir medeniyet şuuru yeşertmiştir Anadolu kıtası büyüklüğündeki bu mübarek topraklarda.

* * *

Biz, bu ruhu fenâ hâlde örseledik: Siyasî darbelerle, kültürel darbelerle, zihnî darbelerle vesaire! Ama bu ruh ölmedi. O yüzden, bir ekmek parçasının yerden alınıp öpülerek duvara yerleştirilmesi bile umudumuzu diri tutmaya, bu ruhun yaşadığını göstermeye yetiyor.

O yüzden, DP eski Genel Başkanı, Anadolu kıtası’nın çocuğu Süleyman Soylu Bey’e, Niğde’deki panelde, modernleşme tarihimiz boyunca yaşadığımız serüveni, ‘başkalarını, bizim dışımızdakileri ötekileştirmek’ olarak tanımlatacak kadar özeleştiri özgüveni kazandıran, derinlerde kök salan bu ruhtur.

YAZSANBİR’in heyecanlı, çalışkan, mütevazi ve hayalleri sınır tanımayan başkanı Hayrullah Eraslan’ın öncülüğünde Niğde’de düzenlenen ‘darbeler’ panelinde söylenenlerde değil yalnızca; aynı zamanda panelin düzenlenişinde, panele katılan ve salonu hıncahınç dolduran insanların üç saatten fazla bir süre söylenenleri pürdikkat dinleyişinde de kendini gösterdi bu ruh. Öyle ki, Niğde Valisi Alim Barut, Belediye Başkanı Faruk Akdoğan ve -gece teheccüd namazları kıldığı için büyük saygı duyulan- Niğde’nin alçakgönüllü ve parlak milletvekili Ömer Selvi üç saatlik paneli sonuna kadar ilgiyle takip ettiler.

Yusuf Kaplan / Yeni Şafak