Etiket arşivi: laiklik

Laikliği Kutsamak, Cemaatlere Saldırmak, Toplu İntihara Kalkışmaktır

15 Temmuz gecesi bütün kirli ve iğrenç yüzüyle karşımıza çıkan tehlike, “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesidir.

“PARALEL DEVLET” TEHLİKESİ DEĞİL, “PARALEL DİN” TEHLİKESİ!

Eğer asıl tehlikenin “paralel devlet” tehlikesi değil “paralel din” tehlikesi olduğunu göremezsek, hem bu tehlikeyle başedemeyiz hem de artçı şoklarını yeriz!

İşte İslâmî kesimler de dâhil, bütün toplum kesimleri meselenin püf noktası burası olmasına rağmen bunu göremedi, ne yazık ki!

Göremezdi; çünkü dünyada, coğrafyamızda ve ülkemizde yaşanan hâdiselere geniş bir perspektiften, medeniyet perspektifinden bakacak ve tarih felsefesi yaparak bizi aydınlatacak güçlü fikir adamlarından yoksun bu ülke.

Önce şunu zihninize kazıyacaksınız: Yüzyıllık süreçte, tarihi, İslâm’ın alacağı şekil belirleyecek. Küresel seküler-kapitalist sistem, iki asırda bütün dinleri fosilleştirdi ve dize getirdi; sadece İslâm’ı fosilleştiremedi ve dize getiremedi.

KÜRESEL SİSTEM, NEDEN EHL-İ SÜNNET OMURGA’YI ÇÖKERTİYOR VE ŞİA’NIN ÖNÜNÜ AÇIYOR?

1989 yılında bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas‘ın ağzından açıkça “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm’dır” denildi ve İslâm, hedef tahtasına yerleştirildi.

Hayatî soru şu burada: Hangi İslâm?

Şiî İslâm değil elbette. Aksine, Şia’nın ve dolayısıyla İran’ın önü son çeyrek asırdan itibaren inanılmaz bir şekilde açılıyor. İran, kültürel / bilkuvve olarak Türk cumhuriyetlerine, siyasî / bilfiil olarak da bütün bir Arabistan Yarımadası’na, özellikle de Türkiye’nin güneyine yerleştiriliyor!

Niçin peki?

Ehl-i Sünnet Omurga’nın yegâne temsilcisi iki ülkenin, Mısır ile Türkiye’nin düşürülmesi için…

Mısır’ı düşürdüler. Ama Türkiye’yi düşüremediler!

TÜRKİYE, CEMAATLERİ / EHL-İ SÜNNETİ DİRİ TUTARSA, TARİHİ YAPAR…

Önümüzdeki süreç çok zorlu olacak: Ya Türkiye toparlanacak ayağa kalkacak; yaklaşık yarım asır içinde hem İslâm dünyasını toparlayacak ve dünya tarihinin yapılmasında yeniden kilit rol oynamaya başlayacak. Bu süreçte sömürgeciler coğrafyamızdan kovulmuş olacak…

Ya da Türkiye, içeriden karıştırılacak, zaafları kaşınacak, iç savaşın eşiğine sürüklenecek ve dolayısıyla parçalanacak ve yok olacak -Allah muhafaza!

İşte bu süreçte Türkiye’nin dimdik ayakta durabilmesi gerekiyor.

Türkiye’nin dimdik ayakta durabilmesinin yolu ne peki? İşte bunun en çarpıcı ipucunu bu millet tankların önüne yatarak gösterdi!

Bu toplumu yok etmeye kalkışan şer güçlerin ve şebek-e-lerinin oyununu bu toplum, toplumun ruhunu oluşturan, akidesini sarsılmaz kılan bin küsur yıllık sarsılmaz imanıyla püskürttü.

BİN YILLIK İSLÂM TARİHİNİ CEMAATLER VE TARİKATLER YAPTI!

Bu toplumun bin yıllık sarsılmaz ruhunun yegâne kaynağı Ehl-i Sünnet akîdesidir. Ve bu Ehl-i Sünnet akîdesini diri, canlı kılanderûnî irfânî kodlarıdır.

Bir taraftan sarsılmaz Ehl-i Sünnet akîdesi, diğer taraftan da bu Ehl-i Sünnet akîdesinin hayat hâline getirilmesini mümkün kılan Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile yoğurulmuş, ete kemiğe büründürülmüş irfanî / tasavvufî tecrübedir.

Selçuklu’yu kuran, Kur’ân ve Sünnet’e dayanan işte bu tasavvufî ruhtur. Yine Selçuklu’nun mayasını kardığı bu diriltici atılımıOsmanlı’da ruha dönüştüren de bu tasavvufî ruhtur.

Eğer Kur’ân ve Sünnet’ten süt emen bu tasavvufî ruh olmasaydı, Selçuklu’yla başlayan Osmanlı’yla üç kıtaya ulaşan İslâm’ın bayrağı üç kıtada insanların gönüllerini fethedemez, dünyaya diriltici bir ruh üfleyemezdi!

SÖMÜRGECİLERE DİRENİŞİN DE, YENİDEN DİRİLİŞİN DE KAYNAĞI EHL-İ SÜNNET OMURGADIR!

Kur’ân’dan ve Sünnet’ten beslenen bu tasavvufî tecrübe, bizim yalnızcatarihi kuran bir aktör olmamızda değil aynı zamanda İslâm’a yapılan bütün bütün saldırıları püskürtmemizde de kilit roloynamıştı: Şeyh Şâmil’in Kafkasya direnişinden Afrika’nın içlerine kadar gerçekleştirilen bütün sömürgecilere karşı verilen destansı direnişlerde de bu tasavvufî ruh tarihî roller üstlendi.

Eğer biz yeniden toparlanacak ve tarihi yapacak bir rol oynayacaksak bunu ancak Ehl-i Sünnet Omurga’ya dayalı bu irfanî tecrübeyi yeniden hayata ve harekete geçirerek yapabiliriz.

Ehl-i Sünnet’i tartışmaya açan, sayısız sapkın türedi “mezhebin” türemesine yol açacak, peygamberî soluğu yok saymaya kalkışan ruhsuz, modernize, sekülerize, protestanize edilmiş sahte din anlayışlarıyla değil!

O yüzden cemaatlere ve tarikatlere yapılan saldırıya aslâ sessiz kalamayız. O zaman ne tutunacak dalımız kalır ne de ayağımızı sağlam basabileceğimiz yerimiz!

FETÖ, EHL-İ SÜNNET CEMAAT DEĞİL, POSTMODERN BİR KÜLT’TÜR!

Peki, FETÖ, Ehl-i Sünnet bir cemaat değil mi?

Hayır! FETÖ’nün hattı harekâtını belirleyen ilke ve akîde, takiyye. Takiyye, Şiî akîdesidir. FETÖ’nün kendisini Ehl-i Sünnet olarak sunması tam bir karartma operasyonudur!

İkincisi, FETÖ, aslâ Müslüman bir cemaatte olmayacak aşağılık özelliklere sahip: Hiç bir Müslüman cemaat, hedefe varmak için her yol meşrûdur diyemez! Makyavelist bir mantık, bütün Müslümanların, müslüman cemaatlerin savaştığı iğrenç bir mantıktır.

Hiç bir Müslüman cemaat, gücü kutsamaz; zaferin peşinde koşturmaz; araçları amaçlarına yerine yerleştiremez!

Müslümanlardan, bütün Müslüman cemaatlerden istenen şey, hakikate teslim olmak ve yola çıkmak (Mekke süreci), yolda olmak (Medine süreci) ve yol olmak’tır (Medeniyet süreci). Nedir bu? Sünnet-i Seniyye’dir.

Oysa Türkiye’de 15 Temmuz’dan bu yana tehlikeli bir algı operasyonu yapılıyor:Bütün darbelerin arkasındaki yegâne güç olan laiklik kutsanıyor; fosilleşmiş, darbe zihniyetli generaller, laikler aklanıyor; bütün cemaatler hedef tahtasına yatırılıyor ve “Cemaatler, dolayısıyla Müslümanlar, devlet yönetmesin” deniyor!

Türkiye’nin başına gelebilecek en büyük felâket budur: FETÖ, bir cemaat değildir. Postmodern, seküler, pagan bir kült’tür; lideri kutsayan, kitleleri ayartan, hipnotize eden, hedefe varmak için bütün gayr-ı meşrû yolları meşrû gören sapkın seküler bir harekettir.

LAİKLİK, “SAHTE BİR DİNDİR”

Özetle: Fransız filozofu Luc Ferry, laiklik “sahte bir dindir” der. Dikkatinizi çekerim, bu sözü söyleyen filozof, ateist biridir ve Fransa’da Eğitim Bakanlığı yapmış bir kişidir!

Türkiye’de bazı İslâmî kesimlerin entelektüellerinin bile “bizi ancak laiklik kurtarabilir; cemaatler, tarikatler başımızın belasıdır” diyebilecek kadar ipin ucunu kaçırmaları, Türkiye’yi nasıl bir felâketin beklediğini göstermeye yeter!

TOPLU İNTİHAR!

Batı’da laikliğin çatır çatır tartışıldığı, sahte bir din olarak algılandığı bir zaman diliminde, Türkiye’de İslâmî kesimlerin bile laikliği kutsamaları ve bu toplumun bin yıl tarih yapmasını mümkün kılan Ehl-i Sünnet Omurga’nın ve hattı harekâtlarını bu Omurga’ya yaslayanbütün sahih cemaatlerin ve tarikatlerin topa tutulması Türkiye’nin gayya kuyusuna yuvarlanması anlamına geliyor!

Buradan bütün kesimlerin elitlerini ama özellikle de İslâmî kesimlerin siyasetçilerini, öncülerini, yazar-çizerlerini uyarıyorum:

Tam dünyanın yeniden insanların gönlünü fethedecek Ehl-i Sünnet Omurga’yı eksene alan cemaatlere ve tarikatlere ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde laikliği kutsamak, cemaatlere ve tarikatlere saldırmak, toplu intihara sürüklenmek demektir…

Aklınızı başınıza toplayın lütfen!

Yusuf Kaplan / Yeni Şafak Gazetesi

İslâm’dan Korku Kompleksi!..

Ateistlerle marksistler, daha genel anlamda kendine günahı yaşamayı zorunlu hale getirenlerin korktukları tek şey İslâmiyettir. Çünkü İslâmiyet tüm yanlışları yok eden bir ahlâk iksiridir. Bu yüzden bütün günah yanlıları, ateistler marksistler İslâm aleyhinde propaganda yapmayı, bu konuda birbirleriyle yarışırcasına İslâm güzelliğine çamur almayı âdet hâline getirmişlerdir. Bu çirkin oyun ne yazık ki dünyanın genel politikasında da zaman zaman etkili olmaktadır, İslâm düşmanlığının bir başka penceresi de petrol kavgasıdır. Bütün bu gerçekler apaçık ortadadır. Bunu, anlamak mümkündür. Fakat bin yıldır İslâmın bayraktarlığını yapan ülkemizdeki İslâm düşmanlığını anlamak mümkün değildir!.. Bu milletin içinde İslâm düşmanlığı yapmak kesinlikle marazi bir komplekstir. Yani apaçık ruhsal bir bunalım…

İslâmın özündeki dostluğu, mutluluğu insan haysiyetine saygıyı görmezlikten gelerek İslâm düşmanlarının iftiralarına paralel bir kavga hedefi görmek ve göstermek, kendine karşı aşağılanmış bir duygunun temsilidir. İnsana ve sevgiye hoşgörü ve merhamete bağrını açmış bir kurtuluş müessesesini öcü gibi görmek, tam bir halüsinasyon hezeyanıdır.Hele bu hezeyanı seyrine bile tahammül edilmeyen çirkin bir yaşayış tarzının çirkefinden yapmak ise insanlığa karşı pek ayıp bir saldırıdır.

İslâm’ın istisnai nizama hâkim olması, hayatın nesini eksiltiyor? Zenginin, fakirin kanını emmesi demek olan faizin kalkması mı felâket? Körpecik gençlerin alkolün ve beyaz zehirin pençesinde yok olmaları mı felâket? Yalanın, hırsızlığın ortadan kaldırılması mı felâket? Yoksa hayvanları bile utandıracak seke sapıklıklarının yok olması mı felâket? Gerçekten insan haysiyetine yakışan bir insafa davet ediyorum bütün milletli..

İçine girdiğiniz örümcek ağından zihinlerinizi kurtarın… İslamiyet kadın erkek eşitliğinden, okuma yazmayı ve ilmi zorunlu tutan ilkelerinden seyredildiği zaman, mutluluğun tâa kendisi olduğu fark edilecektir. Üstelik İslâmiyet akılalmaz hoşgörü zenginliği içinde hiç kimsenin özel hayatında yaşadığı sapıklığı zorla engellemeyecektir.

Bunlara karşı mısınız? Yani gözünün içine bakmaya kıyamadığınız yavrularınızın dünyanın bugünkü fırtınası içinde sapıklaşmasını hoş mu görüyorsunuz? Her türlü manevî değerlerden kopmuş bir neslin daha lise çağından itibaren size isyan etmesinden haz mı alıyorsunuz? Allan aşkına kendi mutsuz ve çirkin yaşamınızın yavrularınızı silip süpürmesine göz yummayın!. Bir kez olsun İslâmî kültüre ağırlık veren okullarda yetişen gençler görmeye çalışın… Onların bir eksiği mi var? Çağın yaşamında en ileri noktalara gitmekte zorluk mu çekiyorlar? Daha önemlisi onlar anne-babalarına karşı nasıl bir sevgi ve saygı içindeler. Artık lütfen bu gerçekleri görün de İslama karşı olmak manyaklığından vazgeçin?.

İnsanın tüm canlılardan hatta tüm yaratılmışlardan farkı temsil ettikleri manevî değerlerdir. Dünya yüzündeki diğer ülkelere baktığınız zaman bu gerçeği görmek pek kolaydır. Amerika’da onlarca köken farkı olan insanların bir arada yaşamaları ve dünyanın en güçlü devletini temsil etmeleri manevi değerlere verdikleri önem sayesindedir. Bir de Rusyanın haline bakın. Manevi değerlerini önce inkâr etmiş, sonra yok etmiş, şimdi çaresiz, amaçsız bir toplum haline gelmiştir. Profesörleri nükleer santrallerden zenginleştirilmiş uranyum alıp pazarlıyor. Askeri birliklerinde tanklar bile çeşitli ülkelere pazarlanıyor. Onlar da bir zamanlar Allah demeyi çağ dışı sayıyorlardı. Bakın ne hale geldiler.. İslam düşmanlarının el birliği ile Türkiye’yi götürmek istedikleri hedef işte Rusyanın bugünkü keşmekeş kaos halidir. Aile yapısı yok denecek bir toplum… Kızlarının çoğu Avrupa pazarlarında… Erkekleri düşüncelerini yitirmiş otomatik eksistansiyalist olmuşlar.

Ülkemizde ateizmin ve marksizmin ateş panosuna düşmüş İslâm düşmanlarını kasdetmiyorum. Çünkü bunlar özgürlük şamataları ile sahte şöhret yazarlarıyle Türkiye’nin bölünmesine özenen sapmışlardır. Ancak bunların İslâm düşmanlığı sloganları ile toplamak İstedikleri hayata mutlaka engel olmalıyız. Bu milletin insanı kendini bölmek isteyen yavruları sapık dünyalara sevk eden hain fikirlerin peşine koşarak İslâm düşmanlığında mutlaka vazgeçmelidir. Yanlış telkinlerle İslamiyet konusunda tereddütleri varsa onu gerçek kaynağından öğrenerek tashih etmeye çalışmalıdır. Daha önemlisi tercihlerini yaparken alternatiflerini kıyaslayarak yapmalıdır. Bir anlamda ben İslamiyete karşıyım diyen insanın neyin yanında olduğunu apaçık tesbit etmesi lazım gelir.

Yoksa “ben İslamiyete karşıyım, laikim” demek fikir bilançosunda çok garip bir tercih olur. Çünkü laiklik hiçbir fikrin karşıtı ve paraleli değildir. İslamiyete karşı düşünce sahibi olanlar fikir repertuarından birini ciddi olarak tercih etmelidir. “Marksistim, ateistim” diyebilir ama “ben laikim” tercihini yapamaz.

Onkolog Dr. Haluk Nurbaki ( Akit Gazetesi – 12 Nisan 1996 )

nurbakimektebi.com

Orada benden sordular ki: “Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?”

Ben de dedim: “Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâli bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun suyuyla yerdim. İşitenler benden soruyordular. Ben de derdim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.

Sonra dediler: “Sen Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun.”

Cevaben diyordum: “Hulefâ-i Râşidîn, herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşere ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.

İşte, ey müddeiumumî ve mahkeme âzâları.

Elli seneden beri bende bulunan bir fikrin aksiyle beni itham ediyorsunuz. Eğer lâik cumhuriyet soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik mânâsı, bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmediği gibi, dindarlara ve takvâcılara da ilişmez bir hükûmet telâkki ederim. On senedir (şimdi yirmi sene oluyor) ki hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükümet-i cumhuriye ne hal kesb ettiğini bilmiyorum. El’iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmişse, bunu size bilâperva ilân ve ihtar ederim ki, bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeye hazırım. Ne yaparsanız yapınız, benim son sözüm (Hasbunallahu ve ni’mel-vekil) olarak, siz beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim:

Ben Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, idam olmuyorum. Belki terhis edilip nur âlemine ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey dalâlet hesabına bizi ezen bedbahtlar, idam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferitle mahkûm bildiğimden ve gördüğümden, tamamıyla intikamımı sizden alarak kemâl-i rahat-ı kalble teslim-i ruh etmeye hazırım.

Said Nursi

İnsanlık “Dinsiz” Kalamaz!

Dindar Cumhuriyet kitabının yazarı İbrahim Ethem Deveci, Bediüzzaman’nın İslamiyet’i siyasal bir ideoloji gibi algılamadığını belirterek “Said Nursi, İslamiyet’in yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet, ahret ve fazilet; yüzde biri ise siyasete bakar. Onu da bu işle uğraşanlar düşünsün, diyor.” dedi.

İbrahim Ethem Deveci, Birand Yapım’ın hazırladığı “Bediüzzaman’ın Entelektüel Hayatı” konulu belgesele Said Nursi’nin Cumhuriyet ve laikliğe bakışı hakkında özel açıklamalarda bulundu. Deveci, “Bediüzzaman, dini bir araç olarak kullanmadı. Bediüzzaman dini araçsallaştırıp, onunla siyasi, ekonomik bir sonuç elde etmeyi kendisine yakıştırmaz. O sadece Kur’an’ın bu asra bakan mesajlarını, iman hakikatlerini insanlara ders verir. Aynı zamanda kendisi de ders aldığını ifade eder.” diyerek Moralhaber.Net’e Said Nursi’nin Cumhuriyet hakkındaki düşüncelerini şöyle anlattı:

Dine ideolojik bakmak onun sınırlarını daraltmak ve yorumlardaki çoğulculuğu engellemek anlamına da gelebilir. Doğrunun birçok boyutu olabilir ve hepsi de İslamiyet’in içinde kendine yer bulabilir. İdeolojik bakış bu zenginliğe engeldir ve özünde dayatmacı bir mahiyet taşır. Bediüzzaman’ın iktidarı ele geçirmek gibi bir niyeti, gizli veya açık bir programı yoktur. İnsanları imana, ahlaka, fazilete, ibadete davet etmektedir. Onlara hürriyetin insan olmanın vazgeçilmez bir özelliği olduğu, dünyevi mutluluk ve gelişmenin özgürlükçü, demokratik yönetimlerle mümkün olduğunu anlatmaktadır. Kendisini de dindar bir cumhuriyetçi olarak tanımlamaktadır.

Bediüzzaman her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar

Deveci, Bediüzzaman’ın cumhuriyet anlayışını özgürlüğün kurumsallaşmış hali olarak tanımlayarak şunları kaydetti: “Üstat her kavramı vahiy ekseninde algılar ve tanımlar. ‘Hürriyet-i şeriyye yani insaniyete layık olan en yüksek kamalata olan meyil ve arzu ile cihazlanmış olmak.’ Özgürlük insanın kalitesi ile doğru orantılıdır. Mükemmel insan olmak aynı zamanda özgür bir insan olmaktır. Bediüzzaman’a göre insanın varlığının derinliklerinden gelen hürriyet arzusu insani ve İslami bir duygudur.

DİNDAR CUMHURİYETİN TEMEL KARAKTERİ

Bugüne kadar hürriyetin tanımlarında iki unsur dikkate sunuluyordu. Birisi kanunlarla korunan hürriyetler ve kanunların izin verdiği ölçüde hürriyet. Diğeri kişinin diğer insanlara zarar vermeksizin istediğini yapabilmesi. Bediüzzaman bunlarla beraber nefsin boyunduruğu, esareti altına girmemeyi ve böylece kendi mükemmel varlığına zarar vermemeyi de hürriyet olarak tanımlıyor.” diyen Deveci, Bediüzzaman’a göre dindar cumhuriyetin temel karakterini 10 maddede anlattı:

  1. Keyfi değil kanuni, hukuki yönetim.
  2. Herkesin kanun önünde eşit olması; imtiyazsızlık
  3. Parlamentolu sistem, kararların meşveretle alınması.
  4. Anayasal rejim, kurumların siyasi ve hukuki statüsü ve sosyolojik derinlik uyumu
  5. İktidarın millet tarafından seçimle oluşturulması
  6. Meclis hürriyeti, özgür bir istişare ortamı
  7. Şahsi menfaatlerden önce kamu menfaati (hukukullah hükmünde)
  8. İnsan fıtratına uygun marifet, muhabbet, doğruluk hâkim olmalı. Bu sosyopsikolojik zemin.
  9. Kamuoyunun iktidarları denetleyebilmesi, hesap sorabilmesi
  10. Hakkın hâkimiyeti. Kuvvet haktadır. Hukukun üstünlüğü asıldır, üstünlerin hukuku değil.

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Bediüzzaman farklı yorumlanabilecek meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, anayasal düzen gibi kavramların nüanslarından ziyade temel karakterlerini vurgular.” diyerek “Hepsini birbirinin yerine kullanır. ‘Cumhuriyet ve demokratlık manasındaki meşrutiyet ve kanun-u esasi denilen adalet ve meşveret ve kanunda cem-i kuvvet. ‘Cumhuriyet ki: (O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş) adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. Bir nokta daha var ki çok önemlidir: Müslümanların içinden çıkmış bir hükümete hükümet-i İslami diyen Bediüzzaman İslami kavramını değişik ve alışık olunmayan bir şekilde kullanıyor. Buradan anladığımız kadarıyla en geniş anlamıyla Müslümanların yönetimi temel dini hükümlere aykırı olmamak kaydıyla İslami’dir.

BEDİÜZZAMAN’IN LAİKLİĞE BAKIŞI

Bediüzzzaman’ın laikliğe bakışı açısı pek çok kişi tarafından bilinmemektedir.” diye konuşan Deveci, Said Nursi’nin laiklik konusundaki düşüncelerini şöyle özetledi:

“Bediüzzaman, Kur’an’daki ‘Dinde zorlama ikrah yoktur’ ayetinin bu zamana baktığını ve önemli vurgular içerdiğini ifade eder. Bu ayet İslam âleminde asırlarca farklı dinlerin ve milletlerin medeni haklarının garantisi olmuş ve bu farklı unsurlar bir arada rahatça yaşamışlardır. Bediüzzaman bu ayetin cifir hesabıyla 1930’lu yıllara baktığını izah eder ve der ki; ‘bu ayet mana-yı işarisiyle der; o tarihte dini dünyadan tefrik (ayırma) ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silahlı cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-i esasi, bir düstur-u siyasi oluyor ve hükümet laik cumhuriyete döner.’ (Asay-ı musa meyve risalesi 11.mesele) Din ve vicdan hürriyeti dünyada genel kabul görür ve bir üst hukuk normu olarak kabul edilir. Hükümetler laik bir nitelik kazanır. Böylece din için silahlı savaş anlayışı sona erer. “

BEŞER DİNSİZ KALAMAZ

Deveci, sözlerine şöyle devam etti: “Dünya İslamiyet’in asırlardır uyguladığı din ve vicdan hürriyeti anlayışına yaklaşır. Çünkü Ortaçağ’da kilise tahakkümü altındaki Avrupa’da fikir hürriyeti yoktu. Fikir ve vicdan hürriyeti din adına engelleniyordu. Tahrif edilmiş Hristiyanlığın yorumları mutlak gerçek olarak insanlara dayatılıyor ve kilise engizisyon mahkemeleri ve aforoz mekanizmasıyla insanları adeta boğuyordu. Avrupa’da din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması ve kilise tahakkümünün yıkılması ve ladinilik akımlarının meydana gelmesi bu sebepledir. Sonuçta pozitivist ve Materyalist akımların da etkisiyle, Avrupa insanının dinden kopuk, seküler bir hayat tarzını benimsemesi, hakikati daha rahat görerek, tevhit dinine yaklaşmalarını da sağlamıştır. “Beşer dinsiz kalamaz” hükmü gereği, kilisenin baskısından kurtulan Avrupalının hak dini kabulünün önündeki engeller azalmıştır.

Özgürlüğün ve gerçeği araştırma meylinin yaygınlaşması ölçüsünde, papazların ve ruhanî reislerin tahakkümlerinin sona ermesi veya azalması Bediüzzaman’a göre İslamiyet’in kabulü açısından uygun bir ortam sağlamaktadır. Bediüzzaman bu zikredilen ayetin işaretinden hareket ederek, artık – harici düşmanın saldırısı olmadığı sürece – din için silahlı cihat devrinin kapandığı yorumunu yapar. “Düşmanlarınızın seyyiâtı (kötülüğü)—tecavüz olmamak şartıyla—adavetinizi (düşmanlığınızı) celbetmesin” ifadesi de bu anlama gelmektedir.

Bediüzzaman ecnebilerdeki düşmanlık ve taassubun ortadan kalkmakta olduğunu, medeni insanların ikna metoduyla gönlünün kazanılacağını, zorlamadan, İslamiyet’in ulviliğini ve kutsiyetini dikkatlere sunarak, ona ait güzel ahlakı yaşantımızla göstermemiz gerektiğini ifade eder.

LAİKLİĞİN TÜRKİYE’DEKİ UYGULAMASI PROBLEMLİDİR

Bu ifadelerden fikir ve vicdan hürriyeti çerçevesinde tatbik edilecek bir laiklik anlayışının ipucunu veren Bediüzzaman bundan böyle ‘iman-ı tahkiki kılıcıyla manevi bir cihad-ı dini’ döneminin başladığı yorumunu yapar. Ona göre Kur’an’ın elmas kılıçları ilim ve fennin hükmettiği bu modern çağlarda fikri ve dini hâkimiyetini gerçekleştirecektir.

Laikliğin Türkiye’de uygulanması problemlidir. Batı’da din ve vicdan hürriyetinin temini mücadelesi sonucunda ortaya çıkmış bir kavram olan laiklik ülkemizde dine karşı, dine yer vermeyen bir hayat tarzını dayatma aracı olarak kullanılmıştır. Buna karşı Bediüzzaman Said Nursî de: “Lâik cumhuriyet, dinî dünyadan ayırmaktır. Yoksa dinî reddetmek ve bütün bütün dinsizlik olmadığını biliyoruz. Laiklik dine karşı tarafsız kalmaktır. Eğer lâik cumhuriyeti soruyorsanız, ben biliyorum ki, lâik manası bîtaraf (tarafsız) kalmak, yani hürriyet-i vicdân düstûruyla dinsizlere ve sefahatçilere ilişilmediği gibi, dindarlara ve takvacılara da ilişilmez bir hükümet telâkki ederim” demektedir.

BATI’DA HAKİM FELSEFE İKEN DOĞU’YU AYAĞA DİN KALDIRACAKTIR

Öncelikli olarak bu tarafsızlığın sağlanmasını ister. Tarafsızlık laikliğin asgari şartıdır. Bediüzzaman bu tarafsızlığın yanında ve ötesinde İslamiyet’e taraftarlığın da ülkemiz için sosyokültürel bir zorunluluk olduğunu dile getirir. Çünkü ona göre Asya ve Doğu, Batı’ya benzemez. Batı’da hâkim felsefe iken doğuyu ayağa kaldıracak dindir. Dolayısı ile İslam âleminin gelişmesi din dışlanarak sağlanamaz. Bilakis dinin aktif hale getirilmesi ile sağlanır.

Devlet, hangi dinden ve etnik kökenden olursa olsun vatandaşlarının dinle ilgili taleplerini dikkate almalıdır. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olarak ifade edilen Türkiye’de, Müslüman milletin kendi inançlarıyla ilgili talepleri mutlaka dikkate alınmalı, devlete düşen ilgili hizmetler yerine getirilmelidir. Devlet millet içindir, milletin ihtiyaçlarını karşılamak için vardır. Milletimiz kendisini Müslüman olarak tanımlamaktadır. Toplumun bu ön önemli aidiyet duygusunu görmezden gelerek kendini konumlandırması mantık dışıdır. Bu açıdan; devlet en azından dinin gerek fert, gerekse toplumsal anlamda yaşanmasına engel olacak düzenlemelere asla girmemelidir.

Dursun Kabaktepe / www.moralhaber.net