Etiket arşivi: makam

Bu Meslekteki Makam Geniştir

Ehl-i dünyanın, işlerinde olsun, hayatın tanziminde olsun, fazla bilgileri ve tecrübeleri var. Mesela bir müessesede biri müdürdür, diğeri veznedardır, öbürü de müstahdemdir. Statü oturmuş, herkesin o müessese içindeki konumu, pozisyonu ortaya çıkmış, aralarında bir çatışma olmuyor. Çünkü, yönetici, pazarlamacı ve muhasebeci gibi vazifedarlar ayrılmış, maaşları belli olmuş. Zâhiren münakaşa ve müzâhame yok.

Ama dine hizmet edenlerde öyle değil; herkes hizmet pazarında âmisinden evliyasına kadar pazarlamacı olabiliyor. Çünkü kimsenin makamı belli değil, ücret de taayyün etmemiş. Böylece hizmet pazarlamasında rekabet ortaya çıkıyor. Biri diğerine “Benim pazarıma girme” diye itiraz edince, ihtilâf oluyor. Aralarında parselasyon kavgası başlıyor. “Burası benim mıntıkamdır. Daha ilerisi senindir.” diyebiliyorlar.

Biraz bu mevzuu karikatürize ederek anlatalım.

Adam diyor: “Burası benim çöplüğüm.” Çöplükte pazar büyürse, çöplenme çoğalırsa, o çöplüğe artık hidayet güneşi doğar mı?

“Benim çöplüğüm, yakarım, yıkarım, sahama giremezsin!” Ne demek bu! Sanki hizmet parselasyonla olur, manâsında bir telakki oluyor.

Mesela hırlaşanlardan birisi çarşıya çıkıyor, patırtı gürültü kopuyor. Soru sorulabilir: “Ağabey neyi paylaşamıyorlar?” Cevap: “Bu çöplük benim değil mi? Bir çöplükte bir horoz olur. Başkası giremez, söz sahibi olamaz” diyebiliyor adam.

Halbuki hakikat noktasında dine hizmette müsaade almak diye bir şey yoktur, olmaması icap eder. Rekabeti, kıskançlığı, tarafgirliği, istiklaliyeti netice verecek bir hizmet anlayışı yoktur.

Üstad ne diyor: “Eğer makam bir olsaydı çok eller o makama talip olabilirdi. Mesleğimiz uhuvvettir. Şeyh ile mürid ilişkisi değil.” Tam yerinden okuyalım: Ne diyor:

Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder.” (Lem’alar, s. 165)

Şimdi bir şeyhi düşünün, 80 yaşına gelmiş, ha öldü ha ölecek, şimdi ne oluyor? Halifeler aralarında rekabet hissi yükseliyor. Bu dergah hazretten sonra kime kalacak? Vâris çok, fakat makam bir. Biri şeyhlik postuna oturacak, makamın saltanatını sürecek. Allah Allah, kutbiyet, gavsiyet derken post kavgası başladı. Açık bir rekabet ve sonra çatışma başlıyor. Herkes kabiliyetini, istidadını piyasaya sürüyor.

Biri diyor “Bu post benim hakkımdır. On senedir üç ayları tutuyorum.” Öteki, “O üç ay tutuyorsa, ben bir sene tutuyorum, postu ona kaptırmam.” Al sana rekabet. Diğeri diyor: “Gece kâimim, gündüz sâimim, daima evrad ile tesbih ile uğraşıyorum.” Öbürü, “Ben şöyle yaptım, böyle yapacağım” diyor, bir rekabettir devam ediyor. İşte bu rekabet ve kıskançlık yüzünden hizmetin, ubûdiyetin tadı tuzu kalmıyor. Kafalar kalpler bulanıyor. Bu hususta size bir hikâye:

Vefa Hazretlerinin ismi İstanbul’da Vefa semtine verilmiş. Onun dergâhında bir şeyhi varmış. Şeyh yaşlı, müridlerini topluyor, diyor ki: “Ben öldükten sonra, benim kavuğumu şu görünen rahlenin üzerine koyun. Kim kavuğumu başına geçirirse, bundan sonra bu dergahın mürşidi o olacak.”

Bir müddet geçiyor. Emr-i hak vaki oluyor. Ehl-i kemâl, velâyet ehli biri bu arada şeyhin kavuğunu direğe gizlice bağlıyor. Onun için şeyhin hizmetinde bulunanlardan hangisi elini atıyorsa, bir türlü kavuğu alamıyor. Hepsi “Bu devlet kuşu bana kondu” diyor, amma bir türlü kavuğu alamıyor.

Kavuk aylarca orada kalıyor. “Kim geldi denedi, kim denemedi?” araştırıyorlar; kala kala dergahın sucusu, “Saka kalmış” diyorlar. Saka geliyor, bakıyorlar. Değneğin ucuna kova takılacak sopası olan bir kişi. Herkes “Mürşidlik bunun işi değil” diyorlar ama, şeyhin vasiyetini de yerine getirmek için saka da kavuğu almayı deneyecek. Çağırıyorlar, geliyor, “Bismillah, Allahuekber” diyor. O kavuğu alıp başına geçiriyor.

Evet tarikatta makam var ki, makam demek çatışma demektir. Risale-i Nur’da ise makam yoktur. Buna mukabil Risale-i Nur’da uhuvvet ve kardeşlik vardır. Uhuvvetteki makam geniştir. Risale-i Nur’un mesleği uhuvvettir, kardeşlik mesleğidir. Bir Nur kardeşinin istidat ve anlayışı senden daha ileri ise, onu Cenâb-ı Allah’ın hizmete bahş ettiğini bil. “O kardeşim, aşkı ile, hamiyet ile, gayreti ile hizmeti omuzuna almış gidiyor. Değil mi ki o benim davama hizmet ediyor, onun ayağının kirini, ben kendime şerbet olarak kabul ediyorum” de. İşte o hâlet-i ruhiyeye çıkmak lazım. Allah bizi böyle kâmil yapsın. Âmin.

Allah korusun, nefs-i emmarenin çok desise ve hilesi vardır. Mesela “Ben burada hizmet ile meşgulüm. Sen de Almanya’da çalış, buraya gel ve hizmette öyle çalış ki, bizi Türkiye’de hizmette sollama ve geçme, olur mu?” Yahu bunu hazmedemeyecek kadar çekememezlik olmamalı. “Gel Almanya’dan buraya hizmet et ama, beni geçme” denir mi? Böyle çiğlik olmaz. Ya “Beni geçersen bil ki, kan temizler!” Ne demek bu, Allah korusun. Halbuki onun hizmeti ile şâkirane iftihar etmek, kardeşinin hizmetini, kâbiliyetini, meziyetini kendi kâbiliyetin, meziyetin olarak bilmen ve şükretmen lazım. “Allaha şükür, Allah bu kardeşimi benim imdadıma, yardımıma gönderdi. Onun meziyeti benimdir, onun hizmeti benimdir, onun gözü benim gözümdür, onun himmeti, benim himmetimdir” demen lâzım.

Ayrıca aynı cephede bir ruh taşımak lazım. Şöyle yapacaksın ve diyeceksin ki: “Senin kabiliyetin benden ziyade ise ki, hakikatiyle hakikattar Nur talebesi olarak ben hizmette senin kabiliyetini görüyorum, aşkını fark ediyorum. Ben bunu ruhen teneffüs ediyorum, Elhamdulillah. Allah senden ebediyen razı olsun, hizmete kuvvet veriyorsun, seninle hizmet ve dava genişliyor, seninle iftihar ediyorum” diye kalben, şükren Cenâb-ı Allah’a niyazda bulunmak, “Elhamdülillah bu kardeş Allah’ın ikramı ve ihsanıdır “ demek icap ediyor. Eksikliğini gördüğüm zaman “Eksikliği benim hizmetimin noksanlığıdır, öyleyse hizmetini ben tekmil edeceğim, onu tamamlayacağım, tahakkümle değil, lutufla ıslahına çalışacağım.” demelisin.

Üstad bunu şöyle ifade ediyor: “Muhabbet ile adavet ikisi bir kalpte cem olmaz, içtima olmaz. Bir kalpte muhabbet olduğu zaman o kalpte adavet hakikatiyle bulunamaz.” Peki ama o kardeşin eksikliği ve noksanlığı var, o zaman ona acımak lazım, düşmanlık olmamalı. Adavet acımak suretine dönmeli. Kardeşini sevmeye mecbursun, eksikliği, nakıslığı, noksanlığı varsa ona düşman olamazsın. Ona kin besleyemezsin, ona adavet edemezsin. Yapacağın en güzel haslet ona acımaktır. Onu tashih etmeye gayret göstermektir. O tashih de tahakkümle, töhmet ile olmaz. Ancak lütuf ile olur, yumuşaklık ile olur.

Bir Nur Talebesi, kardeşinin eksikliğini tamamlayacak, gediği varsa kapatacak, söküğü varsa dikecek, yarığı varsa tamir edecek. Allah yardım etsin. Dikkat edin, eğer bir kardeşinin yüksek sıfatları var, güzel hizmetleri var, güzel hususiyetleri var da, o kardeşinin o meziyet ve kabiliyetlerinden rahatsız oluyorsan, sen çok çiğsin. Daha doğrusu kelek ve kabaksın. Git kendini tekmil et, anlıyor musun? Kardeşinin meziyetinden, kabiliyetinden dolayı içinde bazı mikroplar nüksediyorsa senin mesleğinde, senin dünyanda nâkıslık var. Kendi niyetini düzelt.

Bakın Hüsrev Abi gelmiş, Hafız Ali Ağabeyi üç ayda geçmiş. Hüsrev Ağabeyin hattı çok güzel, Hafız Ali Ağabeyin hattını Osmanlıcada üç ayda geçmiş. “Seni geldi geçti” deyince “Memnun oldu” diyor Üstad: “Kalbine nazar ettim, sun’i değil, ciddi lezzet aldı ve memnun oldu. İstikbalde bu his büyük hizmet verecek.”

İşte gerçek Nur Talebesinin koordinatları budur. Üstad mânevî vâris tâbirini kullanıyor ki, mânevî varis kimdir? 1. Ruh 2. Ceset. Tek bir ruh olacaksın, kardeşinle teneffüs edeceksin. Kardeşinle telezzüz edeceksin. Kardeşinle Allah rızası için tekeyyüf edeceksin. Keyf alacaksın. Senin simana bakınca içim açılıyor. Senin hizmetini görünce benim hamiyetim kabarıyor. Sana bakınca benin şevkim ziyadeleşiyor. Allah bizi böyle hâlis yapsın. Çiğ, nâkıs vasıfların esiri yapmasın! Risale-i Nur hizmetinde mürşitlik yok, üstadlık yok, ne var? Muavin ve müzâhir olmak var. Hizmeti tekmil etmek var. Kardeşinin hizmetini tekmil etmek, onu tenkit etmemek, onun eksikliğini tamamlamak, ona muin, ona müzâhir olmak.

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır söyleyeyim mi? Nur Talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse o Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin ruh-u manevisi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet ruhu çökünce Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzât artık gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor. Fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Cenab-ı Hak bu vartalardan ve bu tehlikelerden hepimizi muhafaza etsin.

Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Elinde bir düdük öttürür, yatılacak, kalkılacak, Allah korusun. Cenab- Hak bu vartalardan da bizi muhafaza etsin. İşte bu müthiş marazın merhemi ihlâstır. Yani hakperestiği, nefisperestliğe tercih etmek. Hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmekle “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olur.

Hadis-i şerif var. Peygamberimiz diyor ki: “Hakperestlik, insaf dinin yarısıdır.” Hakkın hatırını nefsin hatırıyla karıştırmamalı, Hakkın hatırı nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmesi lazım. Bu yaranın çâresi ise ihlâstır. Hakperestliği nefisperestliğe tercih etmek, nefsin ve enaniyetin hissiyatını tercih etmemektir. Evet, “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olup, nastan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğna etmek. İşte bu çok kıymetli ecir ve ücreti Allah’tan isteyeceğiz. “Allah bilsin, yeter” diyeceğiz. “Teveccüh-ü İlahi yeter, yalnız Rabbim kabul etsin.” Üstad ne diyor? “O kabul etse, bütün dünya reddetse ehemmiyeti yok.” Evet yalnız Allah kabul etsin. Eğer O reddetse de bütün dünya seni alkışlasa, kaç para eder? Demek ki bizim esas kalıbımız, temelimiz ihlâstır. Temel standartlarımız, hulûsiyettir. Allah’ın rızasını tahsil etmektir, Allah bilsin, Allah sevsin, yeter.

Ayrıca sahabelerin senâ-yı Kur’âniyeye mazhar olan îsar hasletini kendine rehber etmek. Yani hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek. Hem hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahi bilip, nastan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır

Hulusi Yahyagil

Ey Beni Âdem, Nev’ini Sev Çünkü O Kardeşindir!

Hazreti Âdem (as)  yeryüzünde ilk insan ve ilk peygamber, olarak yaratılmıştır. O’ bütün insanların babasıdır. Kadir-i Hâkim, melekler vasıtasıyla yeryüzünün her tarafından aldırdığı topraktan su ile çamur yapıp, insan şekline koydularAyet-ı Kerim’de “Allah insanı, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.” buyurur.  1

Hazreti Âdem’e her şeyin ismi ve faydası bildirildi.  Böylece insan fizik varlığı ile dünya hayatına, ruh yönüyle mana âlemine uyum sağlayabilecek bir güce sahip kılındı. Hazreti Havva validemizin yaratılışı ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de, onun Hz. Âdem’den veya Âdem aleyhisselâm ile aynı maddeden yaratıldığına şöyle işaret edilmiştir.     “Sizi bir tek nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah’tır.” 2

İnsanlar hep ayni kökten, ayni anne ve ayni baba (Hz. Âdem ve Havva)’ dan  dolayı kardeştirler, insanlık bakımından aralarında fark yoktur. Onun için insanlar biri birine üstünlük değil, belki kardeşçe nev’ini sevmelidir. Bediüzzaman’ı takibe alan uçak pilotlarına “ ben nev’imle iftihar ediyorum” demiştir. İşte insan sevgisine ne güzel bir mesaj!

Ne yazık ki, nefis ve gurur Çağımız insanın en önemli hastalıklarından biridir. Mal ve mülk sahibi olan, biraz makam ve mevki, biraz şan ve şöhret elde eden, hemen kendini güçlü hissetmeye başlar, böylece dünyevi değerlerin cazibesine kapılıp nefis ve gurur hastalığına düşerek kendini üstün görür. “Ben, benim” der. İşte nefis böylece insanı esfel-i sâfiline götüre bilir.

İnsanlar arasında ayrıcalık ve üstünlükten söz açılmışken, münasebete binaen, çocukluk zamanıma ait bir anekdotu anlatmak istiyorum: Şimdiden olduğu gibi, o zamanda da insanlar arasında sınıf ayrılığı vardı. Köy ahaline köylü veya bedevi; şehirliye de efendi veya bey diyorlardı. Efendi köye geldiğinde büyük izzet ve ikrâmla karşılanırdı. Misafir odasının başköşesinde, altına yün döşek, arkaya yaslanması için yünden yastık, onun üzerine de tüyden, etrafı nakışlı zarif bir yastık bırakılırdı. Köylü misafirperver ve dindar idi. Misafiri de, efendiyi de, ağayı da, şeyhini de severdi… Efendi, evine döndüğünde; köylü tarafından hediyelerle uğurlanırdı.

Köylü şehre gittiğinde; efendisine eli boş gitmezdi. Efendinin evinde, kapıya yakın bir yerde, edeple dizleri üzerinde mütevazı ve makulce otururdu. Efendinin soracak suallere  nezaketten yumuşak bir sesle cevap verirdi. Efendi kendi evinde de, köylünün evinde de köşe başında otururdu…

Köylü, efendi tarafından biçare; ağa, tarafından köle veya raiyat; Bilgin ve ilim erbabı tarafından cahil; Devlet, tarafından da tebaa bilinirdi. İnsanın nev’i ve kökü bir, insanlık cihetiyle ayni hâke sahip olmasına rağmen, biri efendi; biri bedevi; biri bilgin, biri cahil. İşte insanlar arasında görünen iki ayrı portre. Düne kadar cahillerin; bu gün enesi yüksek, bilginlerin zulmü…

Bu millet efendi, ağa ve beylerden kısmen kurtulmasına rağmen ne yazık ki; enesi yüksek, kendini bilgin zanneden “nâbilgin”lerden halen kurtulamadı. Maalesefdün cehaletten gelen istibdat; bu gün ilmin taassubu. Ne fark eder? Terazinin kefeleri ayrı olsa da; emtia ayni…

Yani zulüm nereden ve nasıl gelirse, zulümdür! İnsanları ayrıştırmak, bölmekte ayni zulüm, ayni hakaret değil mi? Bir ara şark yöresinden tanınmış bir aşiret mensubu ile karşılaştım, ona sordum: “Aile reisiniz, ağanız kim?”

Cevap: “ Efendim, ailemizde reis mi kalmış. Beş on kuruş parası olan “reis te, ağa da benim,” diyor. Dolayısıyla reis te, ağa da çok; aşiret yok” dedi. Yani şeyh var, mürit yok, misali…

Kültür ve geleneklerimizin gereği, sosyal hayatın tanzimi için, eskide her bir evin bile bir yöneticisi veya reisi vardı. Aşiretler, kabileler, cemiyetler de bu idari yöntemi önemsedikleri için, güçlerini bir şahıs üzerine bina ederek, aralarında reis veya ağa tayin ederlerdi. Hâkim bir kişiydi. Çağımız dünyasında artık idari sistemler, bir kişinin hâkimiyetinden çıkmıştır. Aileler, cemaatler ve hatta devletleri de şura temsil ediyor.

Bediüzzaman, Hal-ı hazır zamanımızı nazara alarak şöyle diyor: “Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhit idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassıs sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şuralar o ruhu temsil eder. Şöyle bir hâkimin müftüsü de ona mücanis olup, bir şura-yı âliye-i ilmiyeden tevellüt eden bir şahs-ı manevî olmak gerektir. Ta ki, sözünü ona işittirebilsin. Dine taallûk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevk edebilsin. Yoksa fert dâhide olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı Sivrisinek kadar kalır. Şu mühim mevki, böyle sönük kalmakla, İslâmın ukde-i hayatiyesini tehlikeye maruz bırakıyor.” 3

Elbette cemaatleri temsil eden sözcü ve mümessiller olacaktır. Fakat bir mümessil tek başına hareket etme salahiyetinde olamaz. Cemaatiyle şirket-i a’mal-i uhreviye hükmünde tesanüt içinde olabilir. Şayet mümessil kendini bir lider konumunda görse ve kendi bildiğini dikta ederse, o zaman cemaatin tesanütü bozulur, kıymet zayi olur.

Her nedense geleneksel olarak eskiden beri şahıs üzerine odaklanan bir kültüre sahip olduğumuz için, pek kolay adapte olamadığımız şahs-ı maneviden ziyade, tek şahsın himayesine girerek sorumluluktan kaçıyoruz. Yani kişi diyoruz, kişiler diye bilseydik o zaman bütün insanların oluşturduğu bir topluluğu, yani şahs-i manevi kavramı meydana gelirdi.

Cemaatlerde de şahıs öne verildiği zaman, yanlışlıklar ve tartışmalar ortaya çıkıyor. Aslında şahıs olsa olsa temsilci ve sözcü olabilir. Karar mercii cemaatin seçmiş olduğu şahs-i manevi dediğimiz temsilciler heyetinin kararıdır. Şahs-i maneviye ye itimat etmek en önemli görev ve vazifedir.

Bediüzzaman, “….. Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı mânevîsinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir.” Demiştir. 4

Netice-i kelâm, Bediüzzamanın talebelerine önerdiği tavsiye şudur: “Aziz kardeşlerim, Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enâniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”5

Yâ Rabbi! Enaniyetten, benlikten, rekabetten, gururdan ve gösterişten bizleri muhafaza, a’malimizi rızan dâhilinde kabul eyle. Âmin…Âmin…Âmin..!

Rüstem Garzanlı / Diyarbakır

www.NurNet.org

KAYNAKLAR:

1- Rahman süresi,23

2- A’râf, 7/189

3- Sünuhat

4- Emirdağ Lâhikası

5- On Üçüncü Şua

“CAM”a Sahip Olmak İçin “ELMAS” Feda Edilmez

Eğitimci-yazar Ali Erkan Kavaklı, dine hizmet etmek isteyenlerin, İhlas Risalesi’ndeki birinci düsturu asla akıllarından çıkarmaması gerektiğini söyledi.

Kur’an ve iman hizmetkârlarının kalplerini daime kontrol ve Allah rızasını esas maksat yapması gerektiğini ifade eden Kavaklı, Akit’teki yazısında “Başka bir maksadı takip edenler, maksatlarının aksiyle tokat yer” dedi.

Dünyaya ait menfaatlerin cam parçası hükmünde olduğunu hatırlatan Kavaklı, “Dine ve ahirete ait hizmetler elmas gibidir. Cama sahip olmak için elmas feda edilmez, edene de akıllı insan gözüyle bakılamaz hatta akılsız, deli-divane olduğuna hükmedilir” şeklinde yazdı.

Her zaman kalp kontrolü yapılması gerektiğine vurgu yapan Kavaklı, yazısını şöyle sürdürdü:

“Risale-i Nur hizmetleri ve hizmet hareketi içinde olanlar, iman ve Kur’an’a hizmet dışında bir gaye takip etmemeli. Şan, şöhret, ikbal, servet, makam ve mevki peşinde koşan, iman ve Kur’an’a ihlasla hizmet edemez.

Dine hizmet etmek isteyenler, İhlas Risalesi’ndeki birinci düsturu asla akıllarından çıkarmamalı:

“Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse sizler istemek talebinde olmadığınız hâlde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için bu hizmette doğrudan doğruya yalnız Cenab-ı Hakk’ın rızasını esas maksat yapmak gerekir.”

Üstat Bediüzzaman, Yalnız Hakikat Konuşuyor isimli mektubunda, dine hizmeti, “maddî ve manevî her şeyden feragat mesleği” olarak niteler. Talebelerine, yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışmayı tavsiye eder.

Dine hizmet hareketinin içine girip de makam, mevki, şöhret ve para veya dünyaya ait bir gaye takip edenler tokat yer, ahretlerini mahveder, hizmete de zarar verirler. Her zaman kalp kontrolü esastır.”

Risalehaber.com

Allah’ın Dediği Olur (Şiir)

Mukadderde ne var ise elbette yalnız o olur

Hep yüz diye ısrar etme kısmetin doksan da olur

Bütün insanlar bir olmaz bir kısmı noksan da olur

Ben ben deyip durma sakın sen hiç olmasan da olur

 

Mala, mülke çok özenme kısmetse senin de olur

Koşma makam mevki için onlar da bir gün son olur

İktidarına güvenme bir müddet sonra yok olur

Ölüm kapıya gelince bu dünyamız da son olur

 

Başı zehir sonu ballı istersen sabırla olur

Selamettir sabrın sonu her bir şey kısmetle olur

Kadere inanan kişi kederlerden emin olur

Sakın ha hiç kederlenme Allah’ın dediği olur

 

Ahmet TANYERİ – DİYARBAKIR

(16.02.2013 – Cumartesi)

www.NurNet.org

Bulunduğu Makamlara Değer Katanlar

Çok güzel bir söz vardır: Bazı insanlar makamlarını yüceltir, Bazı insanları ise makamlar yüceltir. Bu söz tarihin çeşitli devirlerindeki  insanlar ve bulunduğu makamlar için de  geçerlidir.Son zamanlarda çevremizde gördüğümüz makam sahipleri acaba hangi kriter kapsamına girer bir düşünelim.

Tarihten makamına değer katan insanlara bir çok örnek verebiliriz.  Mesela Büyük İskender , Ömer Bin Abdülaziz,Selahaddin Eyyubi gibi tarihi kişilikler bulundukları makamlara değer katmış ve yüceltmişlerdir.Bundan dolayı tarihe mal olmuşlardır.Onları yücelten ve büyük adam yapan tarihte  yaptıkları büyük başarılardır. Hükümdarı oldukları devletler onları yüceltmemiştir.Eğer öyle olsaydı onlardan sonra gelenlerde günümüzde anılırlardı. Bulundukları makamı  yaptıkları ile kendileri  yüceltmişlerdir.

 Osmanlılar da Sokullu Dönemi vardır.Bu dönemde Osmanlı padişahları vardı.Fakat Sadrazamın gölgesinde kalmışlardır.Daha önce de Sadrazamlar gelmiştir.Hiç birisi Sokullu Mehmet Paşa kadar Sadrazamlık makamını yüceltmemiştir.Osmanlı padişahlarından ancak birkaç tanesinin ismini  hatırlarız.Fatih Sultan Mehmet,Yavuz Sultan Selim,Kanuni Sultan Süleyman gibi.Birçok Osmanlı padişahının ne ismini ne de yaptıklarını hatırlarız.Bu Padişahlar büyük bir imparatorluğun Hükümdarlığını yapmışlar fakat tarihte pek bir iz bırakmamışlardır.

    Türkiye Cumhuriyeti  tarihi de  öyledir. Türkiye tarihinde bir çok Başbakan gelmiştir. Fakat  bunlardan ancak bir kaçını hatırlarız. Adnan menderes,Turgut Özal gibi başbakanları hatırlarız.Sebebini sorarsanız bu liderler halk için yapmış oldukları hizmetlerle halkın gönlünde taht kurmuşlardır.Değerli İnsanlar bulundukları noktalara değer verir ve   yüceltirler.Makamlar insanlara değer vermez verse de geçici bir değer verir.Makamını hak etmeyen insanlar en geç hak ettiği yeri bulur.

     Yukarıda aktarmış olduğumuz görüşlerimizi destekleye güzel bir hikaye vardır;

KAVAK AĞACI  VE KABAK HİKAYESİ

     -Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

-Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?

-On yılda, demiş kavak.

-On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

-Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!

-Doğru, demiş kavak.

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:

-Neler oluyor bana ağaç?

-Ölüyorsun, demiş kavak.

-Niçin?

-Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için

Evet çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay elden çıkar.  Her işte alın teri ve emek şarttır. Emek harcanmadan kazanılanlar, temeli olmayan  binaya benzer. En ufak bir sarsıntı da yıkılır. Her zaman bu yüksek zirvelere   gelmek önem arz etmez. Önemli olan bu zirvelerde  kalabilmek ve zirvelere olumlu şeyler katabilmektir.Bulunduğu makamı yapacaklarıyla yüceltmektir.