Etiket arşivi: Manevi Destek

Batıdan Gelen Manevi Buhran ve Bediüzzaman’ın Çözümü

Bugün Batı Dünyasında Hristiyanlık, Doğu Dünyasında ise İslamiyet ve diğer dinler hüküm sürüyor. Genellikle Peygamberler doğudan, felsefeciler ise batıdan çıkmıştır. “Din” ve “felsefe”, tarih boyunca toplumları etkileyen iki faktör olmuştur.

Hz. İsa, Roma İmparatorluğu’nun Yahudiye eyaletinde, kendisi de bir Yahudi olan Hz. Meryem’den bir mucize olarak dünyaya, babasız gelmiştir. Hıristiyanlık, onun ölümünden sonra Havarileri ve daha sonra da din adamları tarafından Dünyaya yayılmıştır.

  1. İznik Konsili M.S. 325 yılında  İmparator Konstantin tarafından  Roma İmparatorluğu’nda resmi din olacak Hıristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile toplanmıştır.  O ana kadar yazılan 300 farklı İncil’den sadece “teslis inancını” (Baba,oğul ve Ruh-ül Kudüs) benimseyen 4 tanesi kullanılmak üzere seçilerek diğer bütün İncillerin yok edilmesi kararı verilmiştir. Bu 4 İncil Markos, Matta, Luka ve Yuhanna tarafından kaleme alınmış İncillerdir. Mesela teslisi ve İsa’nın ilahlığını ret eden ve İbrahim Peygamberin oğlu İsmail’i kurban etmek istediğinden bahseden Havarilerden Barnabas’ın yazdığı İncili de yok edilenler arasındadır.

Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığın yayılması, çok badireler atlattıktan sonra Ortaçağda Katolik kilisesinin görüşlerinin her şeye hakim oluşu ile zirveye çıkmış ama aynı zamanda Batı dünyasında çok farklı ve zıt gelişmelere de kapı açmıştır. Bu bağlamda, sonunda “Akıl ile imanın, din ile bilimin koparılması” noktasına kadar gelinmiştir.

Orta çağda Kilise’nin “Dünya merkezli evren” görüşüne karşı Galile’nin de Kopernik’in “Güneş merkezli evren” tezini savunması, Kilise ile bilim adamları arasındaki iplerin gerilmesine neden olmuştur. Bilim ile Hıristiyanlığın çatışmasının ilk ciddi kıvılcımları böyle ortaya çıkmıştır. Gücü elinde tutan Katolik din adamları, Engizisyon mahkemeleri kurarak, maalesef bilim adamlarına baskıyla görüşlerinden geri adım attırmışlar, hiçbir temele dayanmayan evrenle ilgili kendi görüşlerini ise kabul ettirmişlerdi.

Orta çağda bazı felsefeciler mesela Fideizm gibi ekoller; insan aklının, Hıristiyanlığın sunduğu dini görüşlerle bağdaştırılamayacağını ve imana giden yolun akıl ile bulanamayacağını kabul ettiler. Akılcı (Rasyonalist) felsefeciler ise her şeyi çözecek tek anahtarın, yalnız akıl olduğuna inanarak ondan başka hiçbir şeye önem vermediler. Her şeyi akılla çözmeye kalktılar, ama arkadan gelen başka birileri de aynı aklı kullanarak onların tezlerini çürüttü.

İslam dünyasının kutsal kitabı olan Kur’an ise Hz. Muhammed’e miladi 610 yılında ilk ayetinin gelmesinden sonra, 23 yıl içinde yavaş yavaş tamamlandı. Peygamberin hayatında gösterdiği mucizeler ve Kur’an’ın bizzat kendi ayetleri birer mucize olarak insanlar tarafından kabul edildi. Zamanla birçok ülkede yaşayanların kabul etmesiyle de Dünyaya yayıldı. Diğer dinler gibi o da bu dünyada inanan insanlara hitap etti.

Geçmişte İslamiyet’in geniş dairesi içindeki tasavvufi bir ekol ”Lâ mevcudu illa Hu” diyerek Allah adına evreni inkâr ediyor, eşyayı bir hayal olarak görüyor veya ona bağlı başka bir ekol ise yine huzur bulmak için ”Lâ meşhûde illa Hu” diyerek kâinatı görmezden gelmeyi kendine rehber ediniyordu. Bu anlayışlar uzun yıllar insanlara huzur verdi, mutlu bir şekilde yaşadılar. Ta ki madde yakından incelenmeye başlayıncaya kadar.

Zamanla fenler ilerledi, madde ve tabiat daha yakından keşfedilmeye başlandı ve insanların aklı da gözüne inince, tasavvufi ekollerin yaptığı bu tür izahlar insanlara yetmemeye başladı. Fen bilimleriyle uğraşan medenilere üstünlük sağlamak ikna ile olduğuna göre, onlar nasıl ikna edilecekti? Hıristiyanlık onlara bir cevap bulamıyordu, manevi bir burhan içindeydi. İslam dünyası, Batı dünyasının içine düştüğü bu manevi buhranın, kendi sınırlarının içine girmesine acaba nasıl engel olacaktı?

Yukarıdaki tasavvufi yaklaşımlar asrımızdaki bu buhranı çözebilecek güçte miydi? Elbette hayır! Çünkü Kur’an, birçok ayetleriyle insanın bakışını kâinata çevirmesini emrederken 310 defa “semâvat’tan, 451 defa “arz“dan bahsetmekteydi. Asla onları inkar etmiyor bilhassa onları gözler önüne seriyordu.

Kilise ile yollarını tamamen ayıran Batı bilim dünyasında madde ön plana çıkmış ve bilimsel araştırmalarla her gün maddenin ve evrenin yeni bir özelliği keşfedilirken ve buluşlar yapılırken, İslamiyetin en temel konuları mesela en başta tevhid, haşir ve diğer imani meseleler bütün dünyaya nasıl anlatılmalıydı? Bu konu da yeni bir yönteme ihtiyaç yok muydu?

İşte Bediüzzaman 20.yüzyıl başlarında, Dünya’nın yaşadığı manevi burhandan kurtulması için yeni çareler araştırıyor ve bunu İslam Dünyasına sunuyordu. Bugün bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan manevi buhranın yanına, bir de maddi buhran, kargaşa ve Müslümanlar arasında yürütülen mezhep savaşları eklendi. Batı da gizli veya aşikar, bu savaşları halen kışkırtmaya devam etmektedir.

Bediüzzaman, Batıda baş gösteren ve Dünyaya yayılacak olan manevi buhrana karşı alınacak önlemleri o günlerde şöyle açıklıyordu.

*Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.

Risâle-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur’ân’ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur. (T.HAYAT)

Bediüzzaman; bu problemlerin çözümü için akla kapı açacak yollar sunuyordu. Bunun için ne pozitif bilim adamları ve felsefecilerin, yalnız aklı ve maddeyi ön planda tutuşlarını, ne de tasavvuf ehlinin yalnız kalbi ön plana aldığı yollara itibar etmiyor, ikisini birlikte ele alıyordu. Kâinata yani maddeye bakıp oradan yalnız akıl yoluyla değil, kalbi de beraberinde götürmeyi esas alan yeni bir metotla hakikate varmanın kapısını çalıyordu. İşte bu yepyeni metot, ateizmin yayıldığı dünyaya başka bir bakış açısı getiriyordu. Ne eski medrese hocalarının içine düştüğü taassuba düşüyor ne de bilim insanlarının ve felsefecilerin yalnız akılla giderek düştükleri şüphe ve hilelere düşüyordu.

Bediüzzaman; tarihsel gelişim içinde hem batı hem de İslam dünyasında aklı tek yol olarak alan felsefecilerin ve bilim adamlarının düştüğü çıkmazları ise şöyle anlatıyordu:

*akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, ‘Aklımız bize yeter’ deyip (SÖZLER,25.SÖZ)

Felsefe yolunda giden Eflatun ve Aristo gibi daha sonra yaşamış İbn-i Sina ve Farabi gibi İslam felsefecileri de yanlış yoldan gitmişler, doğruyu bulamamışlardı. Onların da durumunu Bediüzzaman şu şekilde özetliyordu:

*silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gâyetü’l-gâyâtı, ‘teşebbüh-ü bilvâcib’dir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip, Firavunâne bir hüküm vermişler ve enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar. (SÖZLER, 30.Söz)

*aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes’ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbînlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.(SÖZLER, 25.Söz)

İşrakiyyun akımı,  hakikatlara, kalbin aydınlanması ve sezgi ile varılacağını savunan ve yeni Eflatunculuk felsefesinin tesirinde kalan, aynı zamanda, İslam tasavvufundan da etkilenen bir düşünce  ekoluydu. İslam toplumunda ortaya çıkan İşrakiyyun felsefecileri de aynı bataklığa saplanıp bir daha çıkamamışlardı. Felsefeciler Batıda da Doğuda da işin içinden çıkamıyorlardı.

Bir başka felsefe ekolü Septisizm(Sofestai) idi. O da kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakk’ı kabul etmemek için her şeyi hatta kendini de inkâr eden, müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan bir akımdı. Bu akımların hiçbiri insanlık dünyasının düştüğü manevi buhrandan bir çıkış yolu gösteremiyordu.

*ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan sofestâîler, tarik-i haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalâlet tarikine bakmışlar; görmüşler ki, şirk yolu, tarik-i haktan ve tevhid yolundan yüz bin defa daha müşkülâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. Onun için, bilmecburiye, herşeyin vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler (MEKTUBAT, 20.mektup)

Bediüzzaman; Felsefecilerin düştüğü o sonu gelmeyen bataklığa düşmemek için nasıl davranmak gerektiğini şöyle anlatır:

*eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün masivayı terk, hatta esma ve sıfatı dahi bırakmak yalnız Cenab-ı Hakkın zatına rabt-ı kalb etmek lazım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat cânibine sevk etmek ile, Sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette; kalp, bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa kalp, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırârdır. (SÖZLER,27.Söz)

İnsanın manevi yapısı içinde akıl, ruh, sır, nefis gibi çok vazifelerle görevli yapılar vardır.  İnsanı kâmil denilen mükemmel insan; bunların her birisini kendisine özel, ayrı ayrı yollarla kulluk görevlerini yapmakta kullanır. Sahabelerin yaptığı gibi en geniş dairede, kalp bir kumandan edasıyla bütün duyguları ve güçleri, kahraman birer asker gibi yönlendirir ve amacına doğru yürütür. Yoksa yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakan ve tek başına yola koyulan kumandanın hali övünülecek bir şey değildir. Çünkü o çaresizlik içindedir. Bu bütüncül anlayış biçimi, onu Tarikatların yalnız kalbi esas alan anlayışından ayıran en önemli özelliğidir.

Bediüzzaman; hayatı boyunca gayret etmesine rağmen tam anlamıyla anlaşılamadı. O, bilime önem vermeyen sadece dini ilimleri tahsil etmiş Skolastik bataklığına saplanıp kalmış biri değildi. Tasavvuf yoluyla ilerleyen biri de değildi. O asrındaki dini ilimleri ve fen bilimlerini okumuş bir alimdi.

Akıl yürütmek, muhakeme yapabilmek insanın en önemli özelliğidir. Derinlere dalarak gerçeği yakalamak, öze ulaşmak aklın görevidir. Akıl yürütmeyen kişi en kolayı seçer, o da taklitçiliktir. Başkasının aklıyla yürümektir.

Bediüzzaman insanlara hem dini hem de fen bilimlerini birlikte okutacak okulların açılması fikrin niçin ihtiyaç olduğunu şu şekilde ifade ediyor:

*Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder. (MÜNAZARAT)

İnsanın maddi yapısının, organlarının ve sistemlerinin dışında bir de manevi yapısı vardır. Gerçekleri bulmak ve anlamak için onlardan yalnız biriyle değil, onların her birinden faydalanmalıdır.

*İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var. (SÖZ,31.Söz)

Aklınla yürüyüş yaparken bazen kalbin elinden tutmak, arkadaş olmak ve ortak hareket etmek imkanı varken, niçin yalnız duygularla veya yalnızca akılla bu yolda yürünsün ki. Çünkü yollar çok uzun, engebeli ve karanlık. Karanlıklardan aydınlığa çıkmak, gerçekten aydınlanmak, huzur ve mutluluk bulmak ancak birlikte hareketle mümkün olacaktır.

*Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbim ile arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad, burhan şeklinde bir temsil ile ibraz ediyor. (MESNEVİ-İ NURİYE, Şule)

*Eğer kalb kulağıyla ve akıl gözüyle dinleyip baksanız, göreceksiniz(MÜNAZARAT)

Bediüzzaman; Batı Dünyasının içine düştüğü ve oradan da Dünya’ya yayılan manevi buhranın çözümü için Risale-i Nur adını verdiği eserlerinde takip ettiği yolu ise şöyle açıklıyordu:

*Hem Risaletü’n-Nur sair ulemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misilli yalnız kalbin keşif ve zevkiyle hareket etmiyor. Belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizacı ve ruh ve sair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i âlâya uçar. Taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir (SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBİ)

*Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’ân hükmedecek. (HUTBE-İ ŞAMİYE)

İşte günümüz insanlarına sunulmuş Risale-i Nur eserleri, 60 dan fazla dile çevrilmiş bir miras olarak kapılarında duruyor. Kapıyı açıp içeriye girip girmemek, insanların elinde. Aklını ve bütün duygularını istediği gibi kullanmakta insanlar özgürdür. İster bu kapıdan girerler, içine düştükleri manevi ve maddi buhranlardan kurtulurlar, istemezlerse de diledikleri yolda gitmeye devam ederler.

Akıl, insanlara doğruyu bulmak için verilmemiş miydi?

Dr. Selçuk Eskiçubuk

www.NurNet.Org