Etiket arşivi: materyalist

Bilgi’nin değil, Bilim’in İslâmileşmesi: İslâmî B/ilim

Bilgi”yi elde edip, öğrenen; yani “bilen özne” olan insan zihni yönelmeden ve araştırma / gözlem yapmadan önce de; “varlık (kâinat)” ve varlığa mündemiç (içkin) “bilgi (veri / data – information – knowledge)” zaten “müslüman”dır. Diğer deyişle: İnsan zihninin konusu olmadan önce de; “kâinat” ve kâinatın taşıdığı ve işaret ettiği “mesaj ve bilgi”, ontolojik olarak ve fıtraten ve reel olarak zaten “müslüman” ve “mü’min”dir.

Varlık” ve “varlığın bilgisi”nin müslüman ve mü’min olması; kâinatın, Rabbimiz’in mahlûku olup, O’nun isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahürü olması nedeniyle olup; bu, varlığın, O’nun “Tekvinî Kurallarına” teslim ve “Kevnî Şer’îât”ına uymasından da anlaşılmaktadır.

Bu açıdan “Bilgi’nin (knowledge) İslâmileşmesi” isimlendirmesi problemlidir. Daha başlangıçta, problemin yanlış teşhisinden kaynaklanan, bu yanlış ifade; sanki “kâinat ve kâinattaki bilgi daha önceden müslüman değilmiş de; sonradan biz o bilgi’ye İslâmî bir epistemolojik kılıf ve anlayış ekliyoruz; ikinci bir elbise giydiriyoruz; ikinci bir kimlik ve katman eklemeye çalışıyormuşuz” gibi yanlış bir anlam ve algı uyandırmakta. Yani bu ifadeden, sanki “bilgi’yi kendi inancımızın rengine boyuyormuşuz” gibi bir anlam çıkmakta. Halbuki problemin doğru teşhis ve ifadesi: Bilim’in (science) İslâmîleşmesi olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır.

Aksi hâlde yanlış tespitlerle, yanlış sorular sorarak, doğru cevaplara ulaşamayız; çünkü yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde, “doğru cevap nedir”den önce, “doğru soru nedir” sorusunun cevaplandırılması gerekiyor. Çünkü problemi doğru teşhis etmek, çözümün yarısıdır.

Problemin doğru ifadesi: “Bilgi’nin (knowledge) değil, Bilim’in (science) İslâmîleşmesi” olmalı ve bu tespit ve ifade üzerinden çözüm olanakları araştırılmalıdır demiştik.

Çünkü “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ve  “bilim (science)” kavramları, farklı anlamlara gelmektedir. Kâinata içkin “bilgi”yi, Bilimsellik Kriterlerine göre, Bilimsel Yöntemlerle keşfetmeye çalışma ve bunun için Bilim/sellik Felsefe ve Metodlarına göre gözlem ve ölçüm, araştırma ve deney yapmaya ve bunun sonucunda elde edilmiş Bilimsel Bilgi’ye “bilim (science)” diyoruz. Bu açıdan; “bilgi”nin evrenselliğinden sözetmek anlamlıdır ama “bilim”in evrenselliğinden de sözedemeyiz.

Tespit ettiğimiz bu “bilgi – bilim” ayrımına göre, örneğin: “Belli şartlarda, suyun 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”; “bilgi”dir, “ölçüm bilgisi”dir; fakat “bilim” (science) değildir. Zaten mevcut Bilim ve Bilimsellik’in 1800’lü yıllarda doğup; sistemleşme ve kendi kavram ve yöntemlerini şekillendirmesinden, asırlarca sene önce de, suyu kim ölçerse ölçsün aynı sonucu alıyor veya alacaktı.

Mevcut Bilim’in “seküler” olup, “inanç” barındırmadığı; “nötr” ve “tarafsız” olduğu yanlış düşüncesine yolaçan sebeplerden birisi: “Bilim (science)” ve “bilgi (veri / data – information – knowledge)” ayrımının yapılmamış olmasıdır.

Halbuki varlığın “bilgi”sini (knowledge) keşfetmenin yöntemlerinden biri olan “bilim” (science) ve “bilimsellik” (scientific); yola çıkarken, başlangıçta kabul ettiği felsefe; doğru önvarsaydığı aksiyom ve kullandığı yöntem ve kriterler ve bu paradigmalarına göre evrende keşfettiği bilgilerin tasvir ve ifadesinde; müslüman olmayıp, “ateist ve materyalist, determinist ve natüralisttir.” Yani “Bilim/sellik”, sanıldığı gibi; evren gözlem – ölçümleri ve bunların ifadesinde tarafsız ve objektif, olgusal ve lâik değildir. Bu konuda “agnostik (bilinemezci)” bile değildir.

Zaten “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; ayrıca insanın “beşerîyet ve sınırlılığı” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değildir.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreç, kanun ve kuvvet, sebep ve mekanizma, tesadüf ve zorunluluklar”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Böylece, evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge), “bilimsellik” (scientism) Filtresinden geçerek, “bilim” (science) hâline dönüşmesi ve “bilimsel bilgi” olarak ifade edilmesiyle; bize böyle, “sahte ve kurgusal, sihirli ve masalsı” bir evren sunulmakta.

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in “yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar, bölünür” gibi; düpedüz “ifade ve gramer, mantık ve bilgi” yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilerek, bize sunulur.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar bunlar.

Bilimsellik Felsefesi, her ne kadar “lâik ve seküler, nötr ve tarafsız” olduğunu iddia etse de; sonuçta Rabbimiz’in evrendeki “fiil ve eserlerini” incelemektedir. Bu sebepten; Bilim’in, madde ve evren hakkındaki gözlem ve tasvir ve açıklamaları; ister istemez, “Rabbimiz’in evrendeki icraat ve münasebetinin ne olduğunun” da tasviri olmaktadır. Yani Bilimsellik Felsefesi; “lâiklik ve sekülerlik” iddiâlarıyla, kendini “din”den ne kadar ayırmaya çalışsa bile; (Rabbimizin icraat ve eserlerini incelediği için) kaçınılamaz bir zorunlulukla, dinimizin alanına girmekte; bazı itikadî ve amelî esaslarımızı tenkid ve ret veya te’yid ve kabul etmektedir.

Diğer yandan: Bilim, ne kadar lâik ve seküler olmaya çalışsa bile; bizim dinimiz lâik ve seküler değil! Çünkü ve zaten, “din (İslâm)” dünyadaki davranış ve dünyevî amellerimizi düzenlemek için gönderilmiştir! Ve Rabbimiz bizi dünyaya gönderirken; “bazı kamusal alan ve zamanlarda ve ilmî çalışmalarınızda serbestsiniz, ne yaparsanız yapın, karışmıyorum” da dememiştir!

Başta “dil’in mantığı” ve “mantık’ın da dili” nedeniyle; Bilim ve Bilimsellik’in nötr ve seküler, nesnel ve olgusal olması mümkün değil demiş ve buradan Bilim ve Bilimsellik Felsefesi’nin “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olduğunu söylemiştik.

Çünkü inançtan bağımsızlık ve tarafsızlık mümkün değildir; yani gözleyip – ölçtüğümüz birşeye ya “Yaratıcı ve Fâil ve Ustası var(mış)” veya “yok(muş)” önvarsayım ve aksiyomuyla bakarız. Bu 2 şıkkın ortası veya dışarıdan bakılacak, eşit uzaklıkta üçüncü bir gözlem ve koordinat noktası yoktur. Dahası; hükmün askıya alındığı veya agnostik tavır takınabileceğimiz; yani eşyanın objektiviteye izin verdiği “nötr ve flû” alanlar da yoktur.

İnançtan bağımsız ve tarafsız, nesnel ve objektif bir bakış açısı olamayacağı için; yaptığımız gözlem ve ölçüm, araştırma ve açıklamalarımızın ifadesinde; başlangıçta doğru önvarsaydığımız veya seçip, inandığımız şıkka göre, kelime ve cümlelerimizi belirleriz. Gözlem – ölçüm sonuçlarımızı ve kâinat tasvirlerimizi, başlangıçta doğru varsaydığımız bu paradigmalara göre yaparız. Çünkü “var(mış) – yok(muş)”un ortası, yani üçüncü bir ihtimâl olmadığı için; inançtan bağımsız, yani “olgusal ve nötr, tarafsız ve objektif” bir ifade biçimi üretemeyiz.

Bilim’in “Bilimsellik Felsefesi” ise; başlangıç aksiyom ve önkabülü olarak, “evrenin varlık ve işleyişinde; Tanrı yok(muş), varsa bile karışmıyor(muş)”u doğru önvarsaydığı için; mevcut “Bilim”, (kendini konumlayış biçimi ve kendini tanım ve ta’rifi icabı ve seçtiği yöntem olarak) “ateist ve materyalist, determinist ve natüralist” olup; “lâik ve seküler, nötr ve nesnel, tarafsız ve objektif, evrensel ve olgusal” değildir.

Bilim’in Bilimsellik Felsefesi, Lâik ve Nötr değildir / Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonu

“Bilgi” ve “bilim” arasındaki farkı anlatırken; “suyun belli şartlarda, 100 santigrat derecede kaynamaya başlaması”nın “bilgi, ölçüm bilgisi” olduğunu; fakat “bilim (science)” olmadığını söylemiş; fakat “bilim” ve “bilimsel bilgi ve ifade”nin ne olduğunu yarım bırakmıştık. Bu örnekte; suyun “ölçüm bilgisi”nden sonra; “ne, neden, nasıl” gibi sorular eşliğinde; “su’yun nedeni ve kaynağı” gibi soruların araştırılmasında “bilim” devreye girer.

Suyun bu kaynama ölçüm ve keşif aşamasından sonra, sıra, bu suyun neden ve nasıl olduğu ve kaynağına gelince; meselâ Rabbimiz’in yağmur fiil ve eser, sonuç ve ni’met, rahmet ve rızkı; Bilim’in elinde “yağmur nasıl oluşur, suyun çevrimsel döngüsü” gibi kavramsallaştırma ve başlıklarla, önce Rabbimizle olan irtibat ve çağrışımı kopartılır.

Sonra; “yaratma” yerine, oluşum; “rızık / ni’met” yerine, gıda maddesi; “sevk-i İlâhî ve ilham” yerine, içgüdü ve sevk-i tabiî; “İlâhî kanun ve Sünnetullah” yerine, tabiât – fizik – kimya kanunu gibi isimlendirme ve kavramsallaştırmalarla; kelimelerin ve işaret ettiği madde ve olayların, Rabbimiz’i gösteren “şeffafîyet ve aynalığı” giderilir!

Sonra, “yağmur”u Bilimsel olarak tasvir edip – nedensellerken kullanılan; “ısıyla buharlaşıp, yükselir; rüzgârla taşınıp, çarpışır; birleşir ve ağırlaşır; soğuk hava ve alçak basıncın da etkisiyle yoğunlaşır, soğur; sonra yerçekimi etkisiyle yere düşer” gibi Bilimsel ifadelerle; güya “otomatik bir makina ve mekanizma” ve “kendi kendine işleyen bir sistemden” bahsediyormuş da; bu sebepten, yağmurun yaratılma ve inşasında, herhangi bir “fail ve ustaya” ihtiyaç yokmuş altmesajı verilir.

Bilimsel Yöntem’in, cümlelerini, böyle “failsiz” veya “sahte faillerle” kurgulaması ve olayları sadece “neden – sonuç ilişkisiyle” şablonize edip; bu “yatay deterministik kalıplarla” ifade etmesi; kâinatın, Rabbimizle olan münasebet ve illiyetini, zihinde kesip; kâinatın, âyet ve delil ve mesaj olma vasfını kapatıp – köreltme işlevi görür.

Bu açıdan, “yağmur”la ilgili Bilimsel Bilgi ve Açıklama / İfadeleri; “Yağmur; İlâhî bir fiil / faâliyetin, İlâhî bir eser ve sonucu mu; yani O’nun icad ve ihsan ve ni’meti mi; yoksa evrendeki neden – sonuç ilişki ve işleyişinin, gayet tabiî ve olması gereken, doğal bir sonucu mu?” sorusuna; “inkâr” ve “şirk” lehinde verilmiş bir cevap olarak okuyabiliriz. Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde, “bazı sebep ve mekanizmalar” gibi; O’ndan bağımsız ve kendi kendine ayakta duran ve işleyip, çalışabilen ve eser / sonuçlar üretebilen “ortakları” olduğu iddiasını, delillendirme çabası olarak okuyabiliriz.

Yani Bilimsel Bilim’e göre, “yağmur”; hiçte “mu’cizevî” olmayan; yani Allah’ın işi ve fiili ve eseri gibi görünmeyen; (ve zaten Bilim’in yağmur için gösterdiği sebep ve mekanizmalar yeterli olup, ayrıca ek bir neden veya fail de gerekmeyen; yani yağmur için, öyle “Tanrısal çapta bir güç” ve müdahaleye de ihtiyaç olmayan); gayet doğal ve olağan bir sürecin, gayet normâl bir neden – sonuç ilişkisinin, tabiî ve zorunlu bir sonucudur!

Biz ise; gözlem ve araştırmalarında “kim ve niçin / anlam ve amacı ne” sorularını bilimsel bulmadığı için dışlayan; bu soruları “metafizik” görüp, “bilgi ve araştırmanın” değil, “inanç ve din, felsefe ve metafiziğin” konusu gören Bilimsellik Felsefesi’nin bu ateist varlık ve bilgi anlayışını kabul etmek zorunda değiliz.

Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarında, “yağmur”; sanki failsiz ve zaten, fail’e mantıken ihtiyaç ve gerekte olmayan; yani kendi kendine (“yerçekimi – güneş – buharlaşma – soğuma – basınç – rüzgâr” gibi doğal neden ve süreçler ve deterministik zorunluluklarla)”; yani otomatik olabilmesi mümkün(müş) ve olan da, bu mümkün’ün gerçekleşip, vukû bulması(ymış) inancına göre kurgulanıp, tasvir edilir!

Bu yetmezmiş gibi bir de; Bilim/sellik’in, “yağmur”u determine ederek Rabbimiz’den kopartan bu “ateist ve determinist, materyalist ve natüralist” isimlendirme ve tasvirlerinin; güya “yağmur”un, olgusal ifade ve objektif açıklama, tarafsız nedenselleme ve evrensel tasviri olduğu iddia edilir!

Üstelik; Bilim’in “varsa bile işleyişte fonksiyonu olmayan ve evrene karışmayan âtıl Tanrı(!)” inancına göre şekillenmiş bu “Bilimsel Bilgileri”nin; “inançtan ve taraftan bağımsız Bilim” tarafından, “nötr bilimsel yöntem ve gözlemler” sonucuyla elde edildiği iddia edilir!

Halbuki, “yağmur” örneğinde de görüldüğü gibi; “Bilimsel Bilgi” yani “bilim”in (science), madde ve evrenin faâliyet ve işleyişini anlatan ifadelerinin ekserisi; “bu faâliyet, işleyişlerin Tanrıyla ilgisi yoktur; hem Tanrı var olsa bile, bu otomatik sistem ve deterministik zorunlu işleyişe karışmamaktadır; yani bu olay İlâhî değil, tabiîdir; bu hâdise, İlâhî bir fiilin iradî bir eseri ve sonucu değil; doğal bir işleyişin zorunlu bir sonucudur; yani evrendeki işleyişi nedensellemek ve açıklamak için, doğaüstü herhangi bir fail ve nedene atıf yapmaya zaruret ve ihtiyaç yok; evrendeki hareket ve sonuçlarını nedensellemek ve açıklamak için, Tanrı boyutunda süper bir güce ihtiyaç ve zaruret yok” inanç ve felsefesine göre ve sanki bu aksiyom ve önkabül doğruymuş gibi; bu “ateist zeminde kodlanır ve sunulur! Bu ateistik arka plâna göre kurgulanmış ve oluşturulmuş Bilimsel Bilgi ve ifade ve tasvirlerdeki, bu “subliminâl mesajlar”; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza fısıldanır!

Dahası: Bilinçaltımıza sessizce fısıldanan bu “subliminâl mesajlar”; Bilimsel jargon ve teknik terimlerle dizayn edilerek, cazibeli bir şekilde sunulan Bilim’in bu “virüslü tasvir ve cümleleri”; zihnimize çizdiği bu “ateistik senaryo ve hikâyeler”; şuurumuza direkt olarak ve açıkca “Allah yoktur; varsa bile, evrenin işleyişine etki ve müdahalesi yoktur; zaten varlığın, varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zarurette yoktur(!) Yani O’na inanmak için, evrende, hiçbir mantıkî gerekçe ve neden, aklî ve gözlemsel delil yoktur” demekten, çok daha etkili ve yıkıcıdır!

Yani Bilimsellik Felsefesinin, evrendeki olayları “yatay deterministik neden – sonuç şablonlarıyla” tasvir edip – açıklaması; yani faile gerek yokmuş gibi ve failden hiç bahsetmeden, “şu şu, şu sebepten oluyor” demesi; “bu işi Allah yapmıyor” demekten, çok daha te’sirli ve ikna edicidir! “Evrendeki işleyişe Allah karışmıyor” demekten çok daha aldatıcıdır!

Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsellik Kriterlerinin ürün ve sonucu olan “Bilimsel Bilgi / Bilim”in, altmesaj olarak bize empoze ettiği bu “ateistik varlık ve evren ve bilgi anlayışı”; şuurumuza direkt, inkâr ve şirkin reklâm ve progagandasını yapmaktan çok daha etkili ve ikna edicidir! Çünkü mesajlar, şuurumuza farkettirilmeden, direkt şuuraltımıza ilka ve şırınga edildiğinden; biz de herhangi bir tepki ve itiraz, savunma ve cevap verme ihtiyacı uyandırmaz.

İbret vericidir ki: “Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenimizde etken olup – olmadığı, Bilim’in konusu değildir ve Bilimsel olarakta ispatlanamaz; bizim konumuz, sadece deney – gözlem yapabildiğimiz ‘madde” diyen Bilim’in; konu “Tanrı’nın olmadığı veya kâinatla münasebeti ve içindeki maddeye etki ve illiyetininin olmadığına” gelince; hemen “hayır, yok” diyerek, bunu konusu içine almakta bir sakınca görmemektedir! Yani Bilim; inanç ve dinden bağımsız ve ayrı ve konu olarakta farklı olduğunu söylerken; keşif ve gözlemlerini, “ateizm(küfür ve şirk) lehine tanzim etmeyi, gayet “bilimsel” görmektedir!…

Neredeyse dünyaya gözümüzü açtığımız günden beri; evde, okulda, sokakta, medyada ve okuduğumuz kitaplarda; sık sık ve tekrar tekrar maruz kaldığımız bu “Bilimsellik Sihri” ve programlamasının etkisinden kurtulmak çok çok zordur! Üstelik; Bilim’in bu “Gizli Ateist Subliminâl Mesaj”, bu virüslü bilgi ve kodlarının farkında bile değiliz! Bir şekilde farkında olsak bile; bu kirli ve frekansı parazitli mesajlara karşı geliştirdiğimiz, hazır bir “antivirüs programımız” da yok!

Varsa ve olsa bile “Tanrı”ya, sadece evrenin başlangıcında (domino taşlarında ilk hareketi veren gibi)İlk Neden” olarak küçük bir rol veren “Bilim/sellik”in; artık evrenin ihtiyacı kalmadığı, şimdi âtıl ve gereksiz olan bu “İlk Neden Tanrısı”na, verdiği bu küçük rol de, kerhendir! Bu İlk Neden Tanrısını reddetmemesi de, bir süreliğinedir! Çünkü: “İleride Bilim; evrenin başlangıcını da çözüp – nedensellediğinde, bu karanlık noktayı da aydınlattığında; bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de mantıkî bir zorunluluk ve neden veya aklî bir gerekçe kalmayacak” derler!

Alenî deist” veya “gizli ateist” olan; sıkıştırınca da “bunu gözleyip – bilemeyiz, dolayısıyle Tanrının varlık – yokluğu gibi meseleler Bilim’in konusu ve sahası değil” diyerek “agnostizme” kaçan Bilimsellik Felsefesi ve ürettiği “eser, müessirsiz ve fiilsiz; fiil de failsiz olabilir ve olur” gibi mantıksızlıklarını ve “evrende olanların neden ve nasılı; sebep ve mekanizma, madde ve kanunlarla nedensellenip – açıklanabiliyor olup; evrenin varlık ve işleyişinde, Tanrı gibi bir fail ve özne aramaya mantıkî veya gözlemsel bir zaruret ve neden yoktur” gibi inanç ve aksiyomlarını kabul etmek ve ölçüm – gözlemlerimizi de, bu “deist” veya “ateist” cümle ve kurgularla ifade etmek zorunda değiliz!

Bilim ateizme Alet edilmiyor, Ateizmin Kendisi!

Bu yazımızda yaptığımız “bilgi” ve “bilim” ayrımı ve bilim’in evrene, önvarsayım olarak “Tanrı yok(muş), varsa bile işleyişe karışmıyor(muş)” tarafından baktığı ve açıklamalarına, “asıl fail olan Rabbimiz” yerine başka failler ikame ettiği gibi noktalar dikkate alınırsa; sonuç olarak: Bilim, ateizm ve materyalizme alet edilmiyor olup; bilakis ateizmin kendisi olmaktadır!

Çünkü: Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik makina” gibi işlediği ve “Uzun Zaman + Madde ve Enerji + Tabiât + Kanun + Tesadüf ve Zorunluluk + Evrim ve Devrim = Herşey Mümkün” önvarsayım / aksiyom / inancının şekillendirdiği bir Kâinat Modeli’ne dayanan; yani Bilimsel İfade, denklem ve formüllerinde Allah’ın bulunmadığı bir kâinat tasavvuru kurgulanıp, inşa edilir! Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır.

Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonuyla; madde ve sebepleri, fiil ve eserlerinde bir “alet – edavat” olarak kullanan Rabbimiz; (gözümüze yaklaştırılan küçük bir kibrit çöpünün, arkasındaki koca dağı kapatması gibi); Bilim’in de, “sebepleri” gözümüze yaklaştırıp – büyütmesiyle; görünmez olur.

Bir illüzyonistin dikkatimizi belli bir yöne çekerek; buradan, asıl yapacağı şeyi gözümüzden kaçırıp, elçabukluğuyla yapması gibi veya bir hipnoz uzmanının, dikkatimizi belli bir noktaya veya sese yönlendirip, odaklamaya çalışması gibi; Bilim de, dikkatimizi evrendeki bazı “sebep ve maddî nesnelere” yönlendirip – zumlayarak; buradan, “asıl ve tek faili”; yani “madde ve sebepleri, icraatında alet olarak kullanan Rabbimizi” görüşalanımızdan kaçırıp – gizler!

Bu Bilimsel Cümle ve ifadelerin tekrar ve telkiniyle; dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu zihinsel bombardıman neticesinde, Rabbimiz’i bize unutturur. Bu zihinsel manipülâsyon ve programlama sonucu; artık “bir harf bile failsiz ve yazar/yazansız olamadığı hâlde; her ‘atom’ harfinde bile ayrı ve muhteşem bir kitap yazılmış bu kâinat, nasıl failsiz ve yazarsız olabilir!?” sorusu akla bile gelmez! Gelse de, merak edilmez. Merak edilse de; Bilim/sellik’in ona da “failsiz, yani otomatik, yani kendi kendine, yani çeşitli madde ve sebep ve kuvvetlerin etkisi ve itme – çekmesiyle, yani çeşitli tabiî ve deterministik fizik – kimya kanun ve mekanizmalarıyla işleyen” formatında, Bilimsel bir cevabı vardır!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in, zihin ve bakış açımıza yaptığı “etki ve sihir” ve olmayanı olur(muş) gibi gösteren “illüzyon ve hokkabazlığı” burada bitmez. Sonraki aşamada; Bilimsel Cümle ve tasvirler kanalıyla, bilinçaltımıza enjekte edip – gönderilen “subliminâl mesajlar” ve “kirli – virütik bilgilerle”; bilinçaltımız kodlanır ve programlanır!

Objektif ve evrensel, nesnel ve olgusal, dinden ve inançtan bağımsız ve ayrı olduğuna inandırdığı için; kendisini, ülke ve milliyet, din ve inanç farketmeden, her yere kabul ettiren “Bilim ve Bilimsellik Felsefesi”nin; inanç ve itikadımızda yaptığı tahribat ve yıkımı halâ tüm boyutlarıyla farkedebilmiş değiliz.

Kendi ateizm ve materyalizm, determinizm ve natüralizm inancına göre; evren gözlem ve araştırmalarında “kim, niçin / niye, anlam ve amacı ne” sorularını dışlayan ve bu tür soruları spekülâtif kabul edip; bunları, “bilgi ve araştırma, delil ve gözlemin” değil; “felsefe ve din / inançların” konusu gören “Bilim”in bu inanç esaslarını kabul etmek zorunda değiliz.

Şimdi – şurada”da olmadığı için araştırma ve gözlem – deney yapma ve tekrarlama imkânı olmayan “Big Bang”in olduğunu “kızılötesi kayma ve kozmik fon radyasyonu” gibi ikinci derece delil ve gözlemlerden bilen veya teorik – matematiksel hesaplamalardan bulan; hatta “yerçekimi/kütleçekimi/gravitasyon” gibi “şimdi – şurada” olduğu hâlde, fiziksel varlığını hiçbir şekilde gözlemleyemeyen, fakat etki ve te’sirlerinden “var” kabul eden “Bilim/sellik”in; sıra “Tanrı, Nübüvvet, melek, vahiy” konularına gelince; “bunlar metafizik ve inanç işi; bu konularda gözlem ve deney, ölçüm ve araştırma yapılamaz ve hiçbir şekilde delil – ispatı da yapılamaz” demesi, tam bir çifte standarttır! Evet Rabbimiz’in “Zât”ı gözlenemez ama; “etki ve te’sir, fiil ve eserleri” meydanda!

Hem Bilim’in en temel amaçlarından birisi de: Görüp – gözlemlediklerinden, görmediklerini öngörmek ve tahmin etmek değil mi!? Şimdi/şuradaki gözlem – deneylerinden, geçmiş ve gelecek hakkında bilgi ve bulgular elde etmek değil mi!? Somut gördüklerinden, soyut kanun ve prensiplere ulaşmak değil mi!? Gördüğü varlık ve işleyişten (teorinin öngördüğü); “teoriye göre, evrende şöyle birşey de olması gerekir” deyip, henüz göremediği o varlık ve boyutları, keşfetmeye çalışmak değil mi!?

Ayhan KÜFLÜOĞLU

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (5)

Metabilim: Sihrin Yapısı

Bilimsellik Felsefesi; başlangıçta yola çıkarken, aksiyom olarak doğru önvarsaydığı: Evrende Tanrı’nın olmadığı; varsa bile işleyişe karışmadığı ve hiçbir şeyin nedeni ve faili olmadığı inancıyla tutarlı olarak; Bilimsel İfade ve Yayınlarında, “Tanrısız (ve Tanrıya dair hiçbir işaret ve delil de olmayan)” evren tasvirleri inşa eder. Bilim’in bu seküler ve lâik, hakikâtte ateizm ve inançsızlığı destekleyen bu “bilimselliği”; mâsum ve öylesine bir tercih olmayıp; Bilim’in kendisini de aşan sonuçları vardır.

Çünkü, Bilimsel Bilgi’nin görünen anlamının altında saklı; bu ateist tasvir, failsiz cümle, öznesiz ifadelerdeki gizli ve derin altmesaj ve anlamlar”; bilincin filtrelerine takılmadan, direkt bilinçaltımıza işler. Bilim/sellik’in bir “truva atı” işlevi gören virüslü ifadelerinde saklı bu “subliminâl ve hipnotik mesaj ve telkinler”; (bilincimizin antivirüs programlarına takılmadan; “bilim / bilimsel bilgi” ambalajıyla direkt bilinçaltımıza enjekte edildiğinden;) savunmasız olan zihnimizin tüm algı ve inanç ve davranış kodlarını kırar ve etkisiz hâle getirir.

Varsa bile, evrendeki işleyişe karışmayan; yani evrendeki fiil / faâliyetlerin, “faili” ve eserlerin, “müessiri” Allah olmadığını varsayan; yani Rabbimiz’i kabul etmeyen (üstelik; “bu işleyişte, faile mantıken zaruret ve ihtiyaç yok ve hem zaten ampirik olarak da böyle bir faili gözlemedik” diye ret ve inkâr eden)Bilimsellik Feslefesi”; bu kabul etmeme veya reddininin kendisini götürdüğü zorunlu mantıkî sonuç olarak; evren içerisindeki bir takım “madde ve sebepleri”; (atom, kuvvet, mekanizma, kanun, uzun zaman, mutasyon gibi); evrendeki işleyiş ve sonuçlarının, bizzat “fail ve idare edeniymiş” gibi gösterir. Yani Bilimsel Cümle ve İfadeler içerisinde geçen bazı “nesne, madde, zaman, sebep, öğeler”; işleyişin faili ve öznesi ve bizzat yapanıymış gibi sunulur.

Böylece, Mantık ve Dil’de, cümle içerisinde “fail ve özneye” duyulan zaruret ve ihtiyaç; bir takım nesne ve sebeplerin, Rabbimiz yerine ikame edilmesiyle giderilir! Bu “failsiz” veya “sahte faillerle” yapılan evren tasvirleri neticesinde; evrende Rabbimiz’in, varlık ve ma’rifet ve muhabbetine giden / gidebilecek geniş bir yol; Bilimsellik Paradigması’nın ürün ve sonucu olan Bilim tarafından kapatılıp – köreltilmiş olur!

Böylece; varlığın, Rabbimiz’in varlık ve sıfatlarını gösteren “şeffaflık ve aynalık” vasfı olan “melekûtî boyutu”; Bilimsellik Sihriyle darlaşan zihinlerden gizlenir. Artık, iki boyutlu ve cansız, yani sahte Mona Lisa resmine bakınca, refleks olarak akla gelen “Da Vinci” gibi; evrendeki hakikî ve milyarlarca Mona Lisalar’a bakınca, sani’i olan “Allah” akla gelmez!

Evrendeki işleyişi anlatan “Bilimsel Bilgiler”in hemen hemen tamamı; “Bilim”in başlangıçta doğru önvarsaydığı bu ateistik aksiyomunun delil ve ispatı(ymış) gibi kullanılır. Yani Bilim’in keşif ve verilerinin, ateist zeminde kodlanıp – ifade edilmesi; güya bu önvarsayım doğru ve ispatlanmışta; bu Bilimsel keşif ve teknolojik başarılar da, bunun delil ve sonucuymuş algısıyla sunulur.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin arka fonunda saklı bu tür “manipülâtif altmesajlar”; cümlelerin yüzey anlamının altında (ikincil anlam olarak) ifade edildiğinden; bu tür kirli ve frekansı parazitli bilgiler; şuurumuzun dikkatine takılmadan, direkt bilinçaltımıza kodlanıp – işlenir. Bilimsel Bilgi / Bilim’in içinde saklı bu tür virüslü kod ve komutlarla, zihnimiz formatlanıp, programlanmış ve yönlendirilmiş olur.

Bilimsel Bilgi ve cümlelerde saklı, bu tür hipnotik dil kalıplarının telkin ve tekrarı neticesi, etkisi altına girdiğimiz “Bilimsellik Sihriyle”, zihin ve algı ve çağrışımlarımız bozulup, yeniden programlanmış olur. Bilim/sellik’in bu teshir ve illüzyonunun yazdığı senaryolara göre, evreni görmeye ve algılayıp, anlamlandırmaya başlarız.

Sebepler, binada kullanılan Araç ve Malzemelerdir; binanın İnşa Sebebi değil.

Şuuraltımızı elegeçiren Bilimsellik Virüsü neticesi, gerçeklik duygumuzu yitiririz. Hayâl ile gerçek arasındaki fark bulanıklaşıp – silinmeye başlar. Gerçekliğine inandırıldığımız, sahte ve kurgusal, sihirli bir evrende; evimizdeki “araç, alet – edevat” gibi, kendi kendine hareket etme kabiliyeti olmayan “madde ve sebepler”; yani etken olmayıp, “edilgen” ve fail olmayıp, “münfail” olan “nesne ve eşyalar”; tıpkı bir “çizgi film / animasyondaki” figürler gibi, kendi kendine hareket etmeye; canlı ve şuurlularmış gibi organize olup, birşeyler inşa etmeye başlarlar! Tıpkı, çizgi filmlerdeki, “çekiç – tahta – çivi – testerelerin”, havalanıp – uçuşarak, “masa – sandalye – ev” inşa etmeleri gibi.

Bilimsellik efsun ve illüzyonuyla; gerçek ve doğru olduğuna inandırıldığımız bu sihirli evrende; “atomların”, failsiz, sihirli bir şekilde uçuşarak, “tahta, ağaç, masalar” yapması; “gezegen – yıldızların”, boşlukta asılı durmaları ve dengeyi bozmadan sür’âtle dönmeleri; şapkadan tavşan çıkması gibi, yumurtalardan “kuşların” çıkması; topraktan türlü çeşitte “yemekler” çıkması; ağaçların dokuma tezgâhlarında, terzi ve tasarımcıların yaptıklarından daha mâhir, nakışlı ve desenli, “dokuma ve çiçekler” yapılması; topraktan çıkan boru ve musluklardan “incir, zeytinler” akması, tahta dalların içinden “çilek, elma, narlar” çıkması… Üzüm asmasındaki çubukların, iplik gibi incecik salkımlarından, (şişirilmiş balon gibi) üzümler çıkması… Anne karnında, göbeklerine çekilen bir kordonla bebeklerin beslenmesi; doğunca, dişşiz o bebeklerin, annelerinin sinesinden gönderilen sıvı gıdalarla, beslenmeye devam edilmesi…

Evrende olan bütün bu tuhaflıklar, bir film olarak oynatılsa; “böyle senaryo mu olur, hiç gerçekçi değil!” deyip, kanal değiştirmez miydik!? Halbuki “hayat”, kurgudan daha inanılmaz ve mu’cizevî!

Ne var ki, Bilim/sellik’in telkin ve hipnozlarının etkisiyle; bütün bu tuhaflıklar, garip ve esrarengiz olaylar; bize gayet mümkün ve ma’kûl, doğal ve olağan geliyor! Bu olanlar hakkında, Bilimsel kitaplarda “Büyüklere Masallar” tadında anlatılan; “bilimsel açıklama ve izah, tasvir ve hikâyeleri” gayet inandırıcı buluyoruz!

Bütün bunların “sebebini” bulunca, “sebep – sonuç şablonuyla tasvir edince”; sanki olayların sırrı çözülmüş; bütün bu tuhaflıklar, âdi ve sıradan hâle geliyor! Sonuçta “sebepler” de başka yerden gelmiyor; onları da Rabbimiz yaratıp – yönetiyor!

Hem “sebeplerin’, neden hiç mecburiyet yokken; bu sonuçlara, ‘sebep’ olduğu veya mecbur ve zorunlularsa; kimin zorladığı? Ve hangi sebepten ‘sebep’ oldukları” da merak edilmiyor. Merak edilmediği için de; “sebeplerin sebebi” olan; yani “madde ve sebepleri”, kudret elinde bir “alet” olarak kullanan; yani onları eserlerine “araç ve sebep” yapan Rabbimiz, hiç akla gelmiyor!

Halbuki “atom” gibi, ince ince dizilmiş bu sebeplerin; bir sürü sebep ve mâni varken, neden hiç kırılmaya uğramadığı; görünmez bir ipe dizilmiş bu tesbih tanelerinin, neden hiç kopup – dağılmadıkları sorusu, cevabı merak edilmeyecek bir soru değildir. “Madde ve sebepleri’; alet – edevat olarak kullanıp, bu şeylere ‘sebep’ yapan kim?” sorusu; ezbere “Allah’tır” denilerek, geçiştirilip – unutulacak bir soru da değildir!

Bilim’in; “şu, şu sebepten; bu, bu kuvvet neticesinde; o, o madde nedeniyle; şu da, şu kanun yüzünden; o, bileşikle; bu, çarpışmayla; şu, basınçla; bu, ısı ve yanmayla; öbürküsü de, uzun zaman geçmesi sonucu, adaptasyon ve mutasyonla, olmadı elenmeyle!” gibi verdiği Bilimsel Bilgi ve İfadeler; “ne olduğu” sorusunun cevabı ve “ne olduğunun, eksik bir tasviri” olabilir ancak; “nasıl olabildiği” sorusunun cevabı ve “nasıl olduğunun tasviri” de değildir; hele “nasıl olupta olduğunun, sebep ve açıklaması” hiç değildir! Bilim’in, olayları böyle “Yatay Deterministik Şablona” yerleştirerek, tasvir etmesi; olanların “açıklama ve izahı” değildir. Çünkü “tasvir ve betimleme” başka şey, “anlam ve açıklama” başka şeydir.

Bilim’in, gözlem – ölçüm – deney sonuçlarını, böyle Yatay Neden – Sonuç Bağlamlarıyla resmetmesi ve “sebep – sonuç artardalığıyla” modellemesi ve Rabbimiz’i de, “metafizik ve doğaüstü” diyerek; bilgi ve araştırma, evren ve fizik dışına çıkartması; bunları okuyanın zihninde, Rabbimiz’in fiil ve eserlerindeki icraatını kapatıp – keser! Halbuki biz O’nu göremesek bile; O’nun etki ve fiilleri, icraat ve eserleri “metafizik” değil; ortada, görünüyor!

Evet, “zaman ve mekân” gibi tüm boyutlardan ve “soyut ve somut” gibi tüm vücud mertebelerinden münezzeh ve bağımsız olduğundan, biz O’nu “göremeyiz” ama O “görünmez” değil! O, sınırsız ve sonsuz olduğundan, her ‘yerde’ “zahir, var ve görünür” olması başka; bizim, sınırlılığımızla O’nu “göremememiz” başkadır. Üstelik zıttı ve benzeri, misli de yoktur ki; oluşan kontrasttan, varlığını farkedebilelim. Ayrıca kâinatla münasebeti; (kâinatın) “içinde – dışında, uzağında – yakınında, bitişik – ayrı” gibi, madde ve boyut ve yaratılmışlara ait sıfatlar ve nisbetler ile tavsif edilemez ki, “maddî gözümüz” ile görebilelim. Elhasıl: O’nun mutlak vücud ve varlık, sonsuzluk ve sınırsızlığı; “göremememize” sebep olmuştur, “görünmemesine” değil. O’nun “Zahir” olması, “Bâtın” olmasının nedenidir.

Halbuki O, (eksik bir benzetmeyle); “Ressam – resim” ilişkisi ve “programcı – program / simülâsyon” illiyyeti gibi; evrenin hem her yerinde ve hem de hiçbir yerinde! Algılayıp – görememek, sınırlılığımızla bizden; varlık ve görmek ve görünmek ise O’ndan.

Bilimsellik Hipnoz ve İllüzyonu

Madde ve sebepleri, fiil ve eserlerinde bir “alet – edavat” olarak kullanan Rabbimiz; (gözümüze yaklaştırılan küçük bir kibrit çöpünün, arkasındaki koca dağı kapatması gibi); Bilim’in de, “sebepleri” gözümüze yaklaştırıp – büyütmesiyle; görünmez olur.

Bir illüzyonistin dikkatimizi belli bir yöne çekerek; buradan, asıl yapacağı şeyi gözümüzden kaçırıp, elçabukluğuyla yapması gibi veya bir hipnoz uzmanının, dikkatimizi belli bir noktaya veya sese yönlendirip, odaklamaya çalışması gibi; Bilim de, dikkatimizi evrendeki bazı “sebep ve maddî nesnelere” yönlendirip – zumlayarak; buradan, “asıl ve tek faili”; yani “madde ve sebepleri, icraatında alet olarak kullanan Rabbimizi” görüşalanımızdan kaçırıp – gizler!

Bu Bilimsel Cümle ve ifadelerin tekrar ve telkiniyle; dünyaya gözümüzü açtığımızdan beri maruz kaldığımız bu zihinsel bombardıman neticesinde, Rabbimiz’i bize unutturur. Bu zihinsel manipülâsyon ve programlama sonucu; artık “bir harf bile failsiz ve yazar/yazansız olamadığı hâlde; her ‘atom’ harfinde bile ayrı ve muhteşem bir kitap yazılmış bu kâinat, nasıl failsiz ve yazarsız olabilir!?” sorusu akla bile gelmez! Gelse de, merak edilmez. Merak edilse de; Bilim/sellik’in ona da “failsiz, yani otomatik, yani kendi kendine, yani çeşitli madde ve sebep ve kuvvetlerin etkisi ve itme – çekmesiyle, yani çeşitli tabiî ve deterministik fizik – kimya kanun ve mekanizmalarıyla işleyen” formatında, Bilimsel bir cevabı vardır!

Bilimsellik Felsefesinin ürün ve sonucu olan Bilim’in, zihin ve bakış açımıza yaptığı “etki ve sihir” ve olmayanı olur(muş) gibi gösteren “illüzyon ve hokkabazlığı” burada bitmez. Sonraki aşamada; Bilimsel Cümle ve tasvirler kanalıyla, bilinçaltımıza enjekte edip – gönderilen “subliminâl mesajlar” ve “kirli – virütik bilgilerle”; bilinçaltımız kodlanır ve programlanır!

Bunun için önce: Evrendeki faâliyet ve sonuçlarının, bizzat fail ve yönetici ve idare edeni olan Rabbimiz’in; örneğin yağmur fiil ve eser, sonuç ve ni’met, rahmet ve rızkı; Bilim’in elinde “yağmur nasıl oluşur, suyun çevrimsel döngüsü” gibi kavramsallaştırma ve başlıklarla, önce Rabbimizle olan irtibat ve çağrışımı kopartılır.

Bunun gibi; “yaratma” yerine, oluşum; “rızık / ni’met” yerine, gıda maddesi; “sevk-i İlâhî ve ilham” yerine, içgüdü ve sevk-i tabiî; “İlâhî kanun ve Sünnetullah” yerine, tabiât – fizik – kimya kanunu… gibi isimlendirme ve kavramsallaştırmalarla; kelimelerin ve işaret ettiği madde ve olayların, Rabbimiz’i gösteren “şeffafîyet ve aynalığı” giderilir!

Sonra, “yağmur”u Bilimsel olarak tasvir edip – nedensellerken kullandığı; “ısıyla buharlaşıp, yükselir; rüzgârla taşınıp, çarpışır; birleşir ve ağırlaşır; soğuk hava ve alçak basıncın da etkisiyle yoğunlaşır, soğur; sonra yerçekimi etkisiyle yere düşer” gibi Bilimsel ifadelerle; güya “otomatik bir makina ve mekanizma” ve “kendi kendine işleyen bir sistemden” bahsediyormuş da; bu sebepten, yağmurun yaratılma ve inşasında, herhangi bir “fail ve ustaya” ihtiyaç yokmuş altmesajı verilir.

Bilimsel Yöntem’in, cümlelerini, böyle “failsiz” veya “sahte faillerle” kurgulaması ve olayları sadece “neden – sonuç ilişkisiyle” şablonize edip; bu “yatay deterministik kalıplarla” ifade etmesi; kâinatın, Rabbimizle olan münasebet ve illiyetini, zihinde kesip; kâinatın, âyet ve delil ve mesaj olma vasfını kapatıp – köreltme işlevi görür.

Bu açıdan, “yağmur”la ilgili Bilimsel Bilgi ve Açıklama / İfadeleri; “Yağmur; İlâhî bir fiil / faâliyetin, İlâhî bir eser ve sonucu mu; yani O’nun icad ve ihsan ve ni’meti mi; yoksa evrendeki neden – sonuç ilişki ve işleyişinin, gayet tabiî ve olması gereken, doğal bir sonucu mu?” sorusuna; “inkâr” ve “şirk” lehinde verilmiş bir cevap olarak okuyabiliriz. Yani Rabbimiz’in fiil ve eserlerinde, “bazı sebep ve mekanizmalar” gibi; O’ndan bağımsız ve kendi kendine ayakta duran ve işleyip, çalışabilen ve eser / sonuçlar üretebilen “ortakları” olduğu iddiasını, delillendirme çabası olarak okuyabiliriz.

Yani Bilimsel Bilim’e göre, “yağmur”; hiçte “mu’cizevî” olmayan; yani Allah’ın işi ve fiili ve eseri gibi görünmeyen; (ve zaten Bilim’in yağmur için gösterdiği sebep ve mekanizmalar yeterli olup, ayrıca ek bir neden veya fail de gerekmeyen; yani yağmur için, öyle “Tanrısal çapta bir güç” ve müdahaleye de ihtiyaç olmayan); gayet doğal ve olağan bir sürecin, gayet normâl bir neden – sonuç ilişkisinin, tabiî ve zorunlu bir sonucudur!

Elhasıl: Bilim ve ders kitaplarında, “yağmur”; sanki failsiz ve zaten, fail’e mantıken ihtiyaç ve gerekte olmayan; yani kendi kendine (“yerçekimi – güneş – buharlaşma – soğuma – basınç – rüzgâr” gibi doğal neden ve süreçler ve deterministik zorunluluklarla)”; yani otomatik olabilmesi mümkün(müş) ve olan da, bu mümkün’ün gerçekleşip, vukû bulması(ymış) inancına göre kurgulanıp, tasvir edilir!

Bu yetmezmiş gibi bir de; Bilim/sellik’in, “yağmur”u determine ederek Rabbimiz’den kopartan bu “ateist ve determinist, materyalist ve natüralist” isimlendirme ve tasvirleri; güya “yağmur”un, olgusal ifade ve objektif açıklama, tarafsız nedenselleme ve evrensel tasviri olduğu iddia edilir!

Üstelik; Bilim’in “varsa bile işleyişte fonksiyonu olmayan ve evrene karışmayan âtıl Tanrı(!)” inancına göre şekillenmiş bu “Bilimsel Bilgileri”nin; “inançtan ve taraftan bağımsız Bilim” tarafından, “nötr bilimsel yöntem ve gözlemler” sonucuyla elde edildiği iddia edilir!

Halbuki, “yağmur” örneğinde de görüldüğü gibi; “Bilimsel Bilgi” yani “bilim”in (science), madde ve evrenin faâliyet ve işleyişini anlatan ifadelerinin ekserisi; “bu faâliyet, işleyişlerin Tanrıyla ilgisi yoktur; hem Tanrı var olsa bile, bu otomatik sistem ve deterministik zorunlu işleyişe karışmamaktadır; yani bu olay İlâhî değil, tabiîdir; bu hâdise, İlâhî bir fiilin iradî bir eseri ve sonucu değil; doğal bir işleyişin zorunlu bir sonucudur; yani evrendeki işleyişi nedensellemek ve açıklamak için, doğaüstü herhangi bir fail ve nedene atıf yapmaya zaruret ve ihtiyaç yok; evrendeki hareket ve sonuçlarını nedensellemek ve açıklamak için, Tanrı boyutunda süper bir güce ihtiyaç ve zaruret yok” inanç ve felsefesine göre ve sanki bu aksiyom ve önkabül doğruymuş gibi; bu “ateist zeminde kodlanır ve sunulur! Bu ateistik arka plâna göre kurgulanmış ve oluşturulmuş Bilimsel Bilgi ve ifade ve tasvirlerdeki, bu “subliminâl mesajlar”; bilincimizin işitemeyeceği desibelde, bilinçaltımıza fısıldanır!

Dahası: Bilinçaltımıza sessizce fısıldanan bu “subliminâl mesajlar”; Bilimsel jargon ve teknik terimlerle dizayn edilerek, cazibeli bir şekilde sunulan Bilim’in bu “virüslü tasvir ve cümleleri”; zihnimize çizdiği bu “ateistik senaryo ve hikâyeler”; şuurumuza direkt olarak ve açıkca “Allah yoktur; varsa bile, evrenin işleyişine etki ve müdahalesi yoktur; zaten varlığın, varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zarurette yoktur(!) Yani O’na inanmak için, evrende, hiçbir mantıkî gerekçe ve neden, aklî ve gözlemsel delil yoktur” demekten, çok daha etkili ve yıkıcıdır!

Evrendeki olayları, Bilimsellik Felsefesinin “yatay deterministik neden –sonuç şablonlarıyla” tasvir edip – açıklamak; yani faile gerek yokmuş gibi, failden hiç bahsetmeden; “şu şu, şu sebepten oluyor” demek; “bu işi Allah yapmıyor,” demekten, çok daha te’sirli ve ikna edicidir! “Evrendeki işleyişe Allah karışmıyor” demekten çok daha aldatıcıdır!

Bilimsellik Felsefesine göre dizayn edilmiş Bilimsellik Kriterlerinin ürün ve sonucu olan “Bilimsel Bilgi / Bilim”in, altmesaj olarak bize empoze ettiği bu “ateistik varlık ve evren ve bilgi anlayışı”; şuurumuza direkt, inkâr ve şirkin reklâm ve progagandasını yapmaktan çok daha etkili ve ikna edicidir! Çünkü mesajlar, şuurumuza farkettirilmeden, direkt şuuraltımıza ilka ve şırınga edildiğinden; biz de herhangi bir tepki ve itiraz, savunma ve cevap verme ihtiyacı uyandırmaz.

İbret vericidir ki: “Tanrı’nın varlık – yokluğu ve evrenimizde etken olup – olmadığı, Bilim’in konusu değildir ve Bilimsel olarakta ispatlanamaz; bizim konumuz, sadece deney – gözlem yapabildiğimiz ‘madde” diyen Bilim’in; konu “Tanrı’nın olmadığı veya kâinatla münasebeti ve içindeki maddeye etki ve illiyetininin olmadığına” gelince; hemen “hayır, yok” diyerek, bunu konusu içine almakta bir sakınca görmemektedir! Yani Bilim; inanç ve dinden bağımsız ve ayrı ve konu olarakta farklı olduğunu söylerken; keşif ve gözlemlerini, “ateizm(küfür ve şirk) lehine tanzim etmeyi, gayet “bilimsel” görmektedir!…

Sonuç olarak: Neredeyse dünyaya gözümüzü açtığımız günden beri; evde, okulda, sokakta, medyada ve okuduğumuz kitaplarda; sık sık ve tekrar tekrar maruz kaldığımız bu “Bilimsellik Sihri” ve programlamasının etkisinden kurtulmak çok çok zordur! Üstelik; Bilim’in bu “Gizli Ateist Subliminâl Mesaj”, bu virüslü bilgi ve kodlarının farkında bile değiliz! Bir şekilde farkında olsakta; bu kirli ve frekansı parazitli mesajlara karşı geliştirdiğimiz, hazır bir “antivirüs programımız” bile yok!

Bilim’in Bilimsellik Felsefesi, Lâik ve Nötr olamaz

Kabul etmeyi Bilim/selliğine aykırı görse bile, sonuçta Rabbimiz’in “fiil ve eserlerini” inceleyen Bilim’in; madde ve evren hakkındaki tasvir ve açıklamaları; ister istemez, Rabbimizin evrendeki icraat ve münasebetinin ne olduğunun da tasviri olmaktadır. Bu sebepten, Bilimsellik Felsefesi; “lâiklik ve sekülerlik” martavalllarıyla, kendini “din”den ne kadar ayırmaya çalışsa bile; (Rabbimizin icraat ve eserlerini incelediği için) kaçınılamaz bir zorunlulukla, dinimizin alanına girmekte; bazı itikadî ve amelî esaslarımızı tenkid ve ret veya te’yid ve kabul etmektedir.

Hem Bilim, ne kadar lâik ve seküler olmaya çalışsa bile; bizim dinimiz lâik ve seküler değil! Çünkü “din (İslâm)” zaten, dünyadaki davranış ve dünyevî amellerimizi düzenlemek için gönderilmiştir! Ve Rabbimiz bizi dünyaya gönderirken; “bazı kamusal alan ve zamanlarda ve ilmî çalışmalarınızda serbestsiniz, ne yaparsanız yapın, karışmıyorum” da dememiştir!

Varsa ve olsa bile “Tanrı”ya, sadece evrenin başlangıcında (domino taşlarında ilk hareketi veren gibi)İlk Neden” olarak küçük bir rol veren “Bilim/sellik”in; artık evrenin ihtiyacı kalmadığı, şimdi âtıl ve gereksiz olan bu “İlk Neden Tanrısı”na, verdiği bu küçük rol de, kerhendir! Bu İlk Neden Tanrısını reddetmemesi de, bir süreliğinedir! Çünkü: “İleride Bilim; evrenin başlangıcını da çözüp – nedensellediğinde, bu karanlık noktayı da aydınlattığında; bu İlk Neden Tanrısı’na inanmak için de mantıkî bir gerekçe ve delil ve neden kalmayacak” derler!

Elhasıl: Bilimsellik Felsefesine göre konu ve yöntemini belirlemiş Bilim’in; tanım ve yöntem, amaç ve konu olarak kendini konumlayış biçimi “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist”ken; kendinin halâ, tarafsız ve objektif; din ve inançlardan bağımsız ve ayrı olduğunu iddia eder! Evren hakkında verdiği Bilimsel Bilgilerin, (halâ) olgusal ve nötr, evrensel ve nesnel olduğu yalanını söyler!

Alenî deist” veya “gizli ateist” olan; sıkıştırınca da “bunu gözleyip – bilemeyiz, dolayısıyle Tanrının varlık – yokluğu gibi meseleler Bilim’in konusu ve sahası değil” diyerek “agnostizme” kaçan Bilimsellik Felsefesi ve ürettiği “eser, müessirsiz ve fiilsiz; fiil de failsiz olabilir ve olur” gibi mantıksızlıklarını ve “evrende olanların neden ve nasılı; sebep ve mekanizma, madde ve kanunlarla nedensellenip – açıklanabiliyor olup; evrenin varlık ve işleyişinde, Tanrı gibi bir fail ve özne aramaya mantıkî veya gözlemsel bir zaruret ve neden yoktur” gibi inanç ve aksiyomlarını kabul etmek ve ölçüm – gözlemlerimizi de, bu “deist” veya “ateist” cümle ve kurgularla ifade etmek zorunda değiliz!

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 20.Kasım.2017 

Yeni bir Bilim Anlayışının İnşasında, İslâmî bir Epistemoloji Önerisi (4)

Bilim’den Büyüklere Masallar!

Önceki Yazımızda, “ateist ve materyalist” felsefe ve inançlara göre dizayn edilmiş “Bilimsellik Paradigması”nın ürün ve sonucu olan “Bilim”in ürettiği; safsata ve hurafelerle karışık, masalvârî bazı “Bilimsel Bilgi” ve İfadelerden örnekler vermiştik. Bu örnekleri tekrar hatırlamakta fayda var:

“Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…”

“Bir çok canlı, avlanmak ve av olmaktan korunmak için çok çeşitli kamuflaj ve saklanma yöntemleri geliştirmiştir…”

“Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…”

“Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir…, Hücre zarı, hücreyi dağılmaktan ve dış etkilerden korur. Madde alışverişini sağlayarak, hücreye faydalı olanların geçişine izin verir. Bunu da reseptörleri aracılığıyla yapar…, Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir…, Arı, bal yapar…, Mutasyon, şunu yapar. Adaptasyon, bunu yapar. Doğal seleksiyon, eleme bunu gerçekleştirir. Evrim, şunu yapar…”

Evrenin, varlık ve işleyişinin “asıl faili; yani cansız zerre ve maddeleri yerinden kaldırıp, harekete geçiren ve birşeylere araç ve sebep yapan “asıl sebebi; yani evrendeki madde – enerji’lerin (bu işleyişte) ‘alet’ ve ‘sebep’ olmasının asıl nedeni; yani bütün bu varlığı, (fiil ve eserlerinin üretiminde) “alet – edevat” gibi kullanan “Rabbimiz”i kabul etmeyen Bilimsellik Felsefesi’nin ürettiği Bilim’in düştüğü çukur, işte tam da burası.

Başlangıçta yola çıkarken, evren gözlem ve incelemelerinde; “Allah var(mış)[kâinatın “faili (yaratıcı ve ustası ve işleticisi) var(mış)”] yerine, “Allah yok(muş)”u aksiyom olarak doğru önvarsayan “Bilim/sellik”in bu durumu; tıpkı, önünde hazırlanmış bir yemeği görüp, fail ve aşçısını gör(e)mediği için, o yemeği; “bıçak – soğan hareketleri, tencere – tava uçuşmaları ve ateşin ısısı, bıçağın basıncıyla” tasvir edip; güya böylece yemeği nedenselleyip – açıkladığını düşünen bir insanın düştüğü duruma benzer.

Halbuki böyle, doğadaki cansız ve bilinçsizlere “hayat ve şuur, bilgi ve irade” atfedip; böylece evrendeki canlı veya cansızları “insansılaştırmak”; böylece onları “bilinçli ve kendi irade ve bilgileri, kuvvet ve tercihleriyle bu işleri yapıyormuş” gibi göstermek; edebî bir sanat olarak, sadece “masallarda ve çizgi filmlerde” olur biliyorduk!

Bilim’in, evrenin varlık ve işleyişinde “fail” olarak gördüğü “madde” ve “sebepler” hakkında; bu “yapar, eder, geliştirmiştir” gibi ifadeleri; edebî kaygılarla seçilmiş (Bilimsel cümlelerde “mecaz ifadelere de yer verelim” gibilerinden) kelimeler olmayıp; vitalist ve animist bir anlayış ve felsefenin ürünüdür. Daha doğrusu: Bilimsellik Paradigması’nın, ürettiği Bilimsel Bilgi’ye; fail olan “Allah”ı eklememesinin zorunlu sonucu olarak, yerine başka “sahte failler” üretmesinin sonucudur.

Çünkü mantık ve dil’de; “fiil”, failsiz olamayacağı için; maddenin hareketlerinden bahseden Bilimsel İfadelerde, o fiile bir “fail ve özne” atama zorunluluğu doğuyor. Gene mantık ve dil’de; “eser”, müessirsiz ve ustasız da olamayacağı için; evrendeki eser ve sonuçlara, bir “usta” bulma zorunluluğu doğuyor. Yani Bilim’in, Rabbimiz’i “fail ve özne ve müessir” kabul etmemesinin zorunlu diğer şıkkı olarak; edilgen bir “nesne ve alet” olan “madde ve süreçler”; “etken bir özne” ve “iradeli bir fail” ve “canlı bir müessir / usta” katına yükseltilir.

Evrendeki “bilgi”nin (ham data – veri – information – knowledge),bilimsellik(scientism) Filtresinden geçerek, “bilim(science) hâline dönüşmesi ve “Bilimsel Bilgi” olarak ifade edilmesi; bize böyle, sahte ve kurgusal, “sihirli ve masalsı” bir evren sunmakta!

Elhasıl, neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen “ağaç, güneş, arı, bitki, hücre, hayvan” gibi (akıl ve şuur, bilgi ve irade, hatta hayattan yoksun) varlıklar hakkında; Bilim/sellik’in yapar, eder, verir, geliştirir, izin verir, sağlar gibi; düpedüz mantık ve bilgi yanlışları içeren bu Bilimsel İfadeleri; safsata olup, hurafeler üretiyor. “Bilim” de, bizden bu masallarına inanmamızı istiyor! “Bilimsel Bilgi” dediğimiz ifadelerin hemen hemen tamamı, böyle “failsiz ve öznesiz” veya “sahte failli” cümlelerle kurgulanıp – dizayn edilmiştir.

Bilimsel Bilgi ve İfadelerin; tasvir ve açıklamalarının, analiz ve yapısökümünden çıkan sonuçlar bu. Bilimsel Cümlelerin; gramatik inceleme ve metalinguistik açılımı, mantık ve mefhumundan çıkan sonuçlar böyle.

Ağaç, elma yapamaz!

Sebepler içerisinde, cihaz ve kuvvetçe en zengin ve güçlüsü olan “insan” bile; kendi vücudunda olan fiil ve işler hakkında bile; bilerek yaptığı iradî fiillerinde bile; vücudunda olanlar hakkında ne bilgisi var ve ne de olurken şuuruyla farkında işleyişin.

Örneğin: Amaçlayarak ve bilerek, yani irade ve şuuruyla yaptığı yemek yeme fiilinde bile; yaptığı sadece, ekmeği eliyle ağzına götürüp, dişiyle çiğneyip, diliyle yutağa göndermek. Bundan sonra devam eden tüm fiil / faâliyetlerin % 99’u; o insanın, irade ve şuur ve bilgisi haricinde gerçekleşiyor. Vücudunun işleyişi ve sindirim; meselâ “göze gidecek minerâl – vitamin”in, o gıdadan ayrıştırılma ve  tevzisi, dağıtım ve depolanması, ve lüzumunda hücrelere nakli gibi işler de insana bırakılsaydı…

Elhasıl: İnsan; kendi vücudundaki işler de bile; kendi iradesiyle, bilerek yaptığı, kendi fiillerinde bile; bu kadar aciz ve bilgisiz ve kudret ve şuuru ulaşamıyorken; meselâ ağaç; elmaya sebeptir, sebeplerinden biridir cümlesindeki sebep kavramı ne manâya geliyor!? Halbuki ağaca sorsak; üzerindeki elmadan haberi bile yok!

Şimdi, Bilim’in ağacı, “sebep” ve meyvesini “sonuç” olarak tanımlayıp – etiketleyen Yatay Deterministik Perspektifle olaya bakarsak. Yani, hani Bilim Kitaplarında: “Bitkiler, fotosentez yaparak besin ve enerji elde ederler. Kökleriyle topraktan emdikleri suyu, onlarca metre yükseklikteki en uç dallarına kadar ulaştırırlar. Bitkilerin yaşamını devam ettirebilmesi için şekere de ihtiyacı vardır. Kökleri aracılığıyla topraktan aldıkları suyu, yapraklarında karbondioksitle birleştirip, güneş ışığının da yardımıyla şekere dönüştürürler. Sadece suyu topraktan emmek yeterli değildir. Bu suyu tüm yapraklara ulaştırmak ve üretilen şekeri gövdeye dağıtmak gerekir. Bitkiler bu amaçla mükemmel bir su tesisatı sistemi geliştirmiştir…” gibi Bilimsel Bilgiler veriliyor ya!

Yani “bitkiler”; şuurlu ve bilgili ve ne yaptıklarını biliyorlarmış gibi; içerler, emerler, ulaştırırlar, alırlar, birleştirirler, dönüştürürler, sistemler geliştirmişlerdir vs. diyor ya, o bakımdan.

Şimdi, “Bilimsel Bilgiler”in zihnimize çizdiği evrenin; sahte ve sanal, sihirli ve masalsı bir evren; kurgusal bir ilüzyon olduğunun ispatı için, kısa bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculukta, “Bilim”in bu hayalî ve sihirli evreniyle, reel evrenimizin uyuşup uyuşmadığını kontrol edeceğiz.

Bu yolculuğu kısa tutmak için, bu seferimizde sadece, “elma”yı imâl edip, üreten; yani “elma”yı, dünya ve kâinattan sentezleyip, terkip ve inşa eden ve “ni’met / rızık” olarak bize hediye edip, gönderen “sebep” ve “faili” arayacağız. Diğer deyişle: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı hazırlayan aşçıyı arayacağız.

Şimdi, yolumuza çıkan bir ağaca soruyoruz: “Ağaç kardeş, bir dakika! Bizim Bilimsel Kitaplarda, ‘ağaç, meyvenin sebebidir, sebeplerinden biridir’ yazıyor ve senin bu meyveyi nasıl inşa ve imâl ettiğini anlatıyorlar. Acaba bu üzerindeki meyveleri nasıl yapabiliyorsun? Hava ve topraktan, gerekli besinleri nasıl çekip – sentezliyorsun? Hem her meyvenin çekirdeğine, o ince programı nasıl yazıyorsun? Sonuçta sen tahtadan bir ağaçsın! Know-how vs. anlamazsın!”

Ağaç: “Senin bu bahsettiğin ve benim imâl ettiğimi iddia ettiğin meyveden ve çekirdeğinden haberim bile yok. Üzerimde gerçekleştiğini söylediğiniz diğer şeylerden de haberim yok! Bilgim, irade ve şuurum haricinde olan bu fiil ve sonuçlarına, sebep olabileceğimi nasıl düşünürsünüz! Benim kendimden bile haberim yok ki, sebep olduğumu iddia ettiklerinizden haberim olsun! Hem, meyvedeki çekirdeğine program yazacak aletim mi var benim! Yoksa, o programı kodlayıp – yazabilecek, birşey mi keşfettiniz yapımda! Ben değil o elmayı yapmak, resmini bile çizemem! Hem, bana hayat ve ruh üflense bile, gene de bu elmayı yapamazdım!” dedi.

Aynı soruyu toprağa soruyoruz: “Bizim Bilim Kitaplarında, ağaç ve bitkilere çok faydalı işler yaptığın söyleniyor. Bu ağacı nasıl yaptın? Meselâ: Ağacın programını, ufacık tohumunda nasıl okuyup – çözdün?” O da: “Ne alâka, haberim bile yok! Ben bilgisayar mıyım ki, CD’ye benzeyen tohumdaki bilgiyi, deşifre edip, kodlarını çözebileyim! Bir sineğin iki elinin giremeyeceği, gözle görünmeyen küçücük bir hücrede, o tohumdaki dizilimleri nasıl okuyup – çözeyim! Siz benim yapımda, öyle bir kod çözücü program ve alete rastgeldiniz mi!” dedi. Ve daha, elmanın kimyası ve tat – renk – kabuğundan bahisle; bütün bunları yapabilecek fizik – kimya laboratuvarları; boyahâne ve ambalaj – terzilik makinaları olmadığını söyledi.

Aynı soruyu “rüzgâr, bulut, hava, yağmura” sorduk. Onlar da: “Bizim gözlerimiz mi var ki, toprağı ve üzerindeki ağaç ve meyve – çiçeklerini görelim. Hem görebilseydik bile, meyve ve ağacın bize ihtiyacı olduğunu nereden bilecektik!? Bilsek bile, nasıl yardımcı olacaktık! Kaldı ki ‘meyve – ağaç – toprağı’ geç, bizim kendi varlığımızdan bile haberimiz yok. ‘Sebep’ olduğumuzu iddia ettiğiniz şeylere, biz nasıl sebep olabilelim! Mümkün mü böyle birşey!?” dediler. Daha: Rüzgâr, sadece ittiğinden”; yağmur, sadece ıslattığından bahisle; “elma”da olan fiil ve sanat, ustalık ve nakışların; kendi etki ve te’sirleriyle olamayacağını söylediler.

Güneş’e gidiyoruz: “Güneş kardeş, senin için Bilim Kitaplarında ‘Güneş, dünyamızı aydınlatır ve ısıtır. Bunu; hidrojeni, nükleer füzyon ile helyuma dönüştürerek yapar. Böylece dünyamızı ısıtmakta, ayrıca bitki ve diğer canlıların enerji ihtiyacını karşılamaktadır…’ gibi Bilimsel şeyler yazıyor. Anlıyorum ki sen, dünyamızı ısıtıyor ve aydınlatıyorsun; bunu da hidrojeni helyuma dönüştürmekle yapıyorsun. Hasılı çok büyük işler başarıyorsun. Acaba şu ağaçtaki meyvenin sebebi veya sebeplerinden biri de sen olabilir misin?”

Güneş: “Yok kardeşim, ben ne o ağacı ve meyvesini ve ne de sizi ve dünyanızı tanırım. Bilim Kitaplarınızda benim için ‘ısı ve ışığın sebebidir’ diye yazmışsınız, yalan! Ben hidrojeni, helyuma çevirmeyi ne bilirim! Bir de hakkımda, ciddi ciddi: ‘Dünyayı aydınlatır’ demişsiniz, bu da yalan! Benim gözlerim mi var ki, ‘aydınlatmayı’ bileceğim. Isı – ışık üretmeyi, sonra bunu dünyanıza göndermeyi nereden bileceğim! Bunların kavram ve idraki, tasavvur ve tahayyülü bile yok bende! Hem o ‘ağaç ve elmada’, öyle ince sanat ve nakışlar ve ilmî programlar var ki, bunların aletleri bulunmaz dükkânımda. Hem farz-ı muhâl: Aklım ve şuurum, bilgim ve iradem olsaydı da, bütün bu saydığınız işleri benim yapmam istenseydi; vallahi kendime bile faydam dokunmaz, daha ilk ânda düşerdim!” dedi.

Gördük ki; “elma”nın “üretim hattında” dolaşmakla; elma’nın, imâl ve üretim, terkip ve inşa sebebini bulamadık. Yani: Evren Sarayının, Dünya Mutfağında, “elma”yı yapan aşçıyı bulamadık.

“Bir de su ve güneş için ‘hayatın kaynağı’ diye kitaplarda yazar! Halbuki hayatı olmayan, nasıl hayat versin!? Aynı şekilde: Bilgisi olmayan bir cahil, nasıl bilgi ve ilim öğretsin!? Şuuru olmayan şeylerden, nasıl şuurlu ve iradeli varlıklar çıksın!?… Halbuki ben; cahil ve şuursuz, cansız ve akılsız, gözsüz ve iradesiz olan ‘madde ve sebeplerin’, bir sürü şeye sebep olduğu ve yapıp – yarattığını söylüyorum! Nasıl çözeceğim ben, bu mantıksızlık ve saçmalığı!?

Acaba elma’nın icad sebebini ararken; yöntem olarak, ufaktan başlayıp, parça parça gitmekle yanlış mı yaptım?! ‘Ağaçlardaki yapraklar; fotosentezle, besin ve enerji elde ederler’ diye buradan başlasam, ikna edici olur mu acaba? Cık, olmaz. ‘Fotosentez yaparak, enerji elde ediyormuşuz, güldürmeyin bizi! Biz kim, elde etmek ve üretmek kim! Şuurlu ve iradeli ve fotosentezi bilen varlıklar mıyız biz! Fotosentezi düşünecek; düşünsek bile uygulayabilecek bir kabiliyet ve özellik yok bizde! Siz gidin bu ‘Bilimsel Hurafe ve Masalları’ çocuklara anlatın!’ derlerse, rezil olduğumuzla kalırız!

Bir de meyveye mikroskopla mı baksak acaba? Belki orada, bizi ‘fail’ arama zahmetinden kurtaracak, bir ‘madde’ ve ‘sebep’ veya ‘otomatik bir mekanizma’ bulabiliriz. Tamam buldum işte!: Ağacı ve meyveyi, toprak ve daha fazlasını; yapıtaşı ve parçaları olan ‘atomlar’ yapmış olabilir ve yapmıştır!”

Fakat atomlarla görüşmemiz neticesinde; onların da “etken” değil, “edilgen” olduklarını ve tüm olanlardan habersiz olduklarını öğreniyoruz. Diğer sebepler gibi; onların da bu işleri yapabilecek kabiliyet ve özellik, mahiyet ve tabiatlarının olmadığını; hem bu işler için kullanabilecekleri alet – edavatları olmadığını; faraza olsa bile, bunları kullanma kapasitelerinin olmadığını görüyoruz.

Atom: “Benim, ‘elma ve ağacı ve onlarla bağlantılı şeyleri’ görebilecek bir gözüm mü var ki, elmayı yapabileyim! Görmüyor musunuz: Ben ve kardeşlerim olan diğer 114 küsur element ve atomların hepsi, temelde hammaddesi aynı olan ‘proton – elektron’ gibi parçalardan müteşekkiliz. Bizim özellik ve sıfatlarımızda olmayan, bizim alet çantamızda bulunmayan şeylere; bizden katbekat büyük olan eşyadaki özellik ve şekillere; bizi nasıl sebep gösterirsiniz! Bizler, kâtibimizin 3 boyutlu yazı yazmada kullandığı; harf veya nokta, mürekkep veya kalem uçlarıyız. Bizle ifade edilen kelime ve cümlelerin, taşıdığı ‘bilgi ve manâlara, iş ve işleyişe’ sebep olamayız. ‘Kalem’, yazının sebebidir; fakat ‘yazma’nın sebebi değildir; yazıdaki ‘bilgi ve manânın’ sebebi hiç değildir!  dediler.

Elhasıl: Etraflarını görecek gözleri ve iş yapacak elleri olmayan; üstelik şuur ve irade, bilgi ve canlılıktan mahrum olan bu “zerreler”den de, davamızı ispat için bir delil bulamıyoruz. Üstelik: Havada uçuşup, en küçük üflemede, dağılabilen bu şeylerin; “elma” inşaatında, organize olup – biraraya gelmeleri ve ittifak edebilmelerinin nedenini de, bulamıyoruz.

“Peki, bu olayları, acaba ‘fizik – kimya kuvvetleriyle’ nedenselleyip; böylece faile ihtiyaç ve zaruret olmadığını, buradan ispatlayabilir miyiz? Gerçi bu kuvvetlere sorsak, onlar da neye alet olduklarını ve nerede kullanıldıklarını ve nerede duracaklarını bilmiyorlar. Hem, değil evrendeki işleyişe sebep olabilme ihtimâlleri; kendi varlıklarından bile haberleri yok!

Üstelik: Bu ‘kuvvetleri’, şimdiye kadar hiç gören de olmamış! Ancak ‘madde’ üzerindeki etkileşme, te’sir ve sonuçlarından, farkedilip; varlık ve özellikleri biliniyor! Bu te’sirlerinden anlayabildiğimiz kadarıyla da; bu ‘kuvvetler’in işi, (genelde ve son tahlilde) madde’yi ‘itme – çekme, bağlama – ayırma, ısı ve basınç’ gibi hareketlerden ibaret.

Yani bu ‘çekim / kuvvet / enerji rüzgârlarıyla’, belki atom ve yıldızların hareket etme ve çarpışma – ayrılmalarını; nedenselleyip – açıklayabiliriz. Fakat ince ayar ve hassas denge ve ölçülü hareketlerini, bu kuvvetlerle nedenselleyemeyiz! Daha da özele inersek: Örneğimizdeki ‘elma’nın tuğlaları olan atomların, niye elma kalıbında yapışıp, üstüste bindiklerini; bu ‘elma’ hacminde niye biraraya gelip – sabitlendiklerini açıklayamayız. Çünkü: Evrendeki kuvvetleri, ‘elma’ yapmaya iten veya çeken ve bu kuvvetleri, belli noktalarda frenleyen veya engelleyip, durduran ayrı bir kuvvet ve sebepte gerekiyor…

Yahu bu ‘Ateist Yatay Deterministik Sebep – Sonuç Şablonuyla’ gitmeye devam edersek; ‘sebepler’, teorik olarak sonsuza kadar gidiyor! Meselâ; her kış mevsiminde, ‘sonuç’ gibi, ‘sebebi’ de ölüyor ve baharda ikisi de tekrar diriliyor. O zaman her sebebe de ayrı bir sebep bulmak gerekiyor ve bu sebeplere de ayrı bir sebep gerekiyor! ‘Bunun sebebi şu; onun da sebebi şu; onun da şu… Sebep – sebep – sebep – sebep…’ diye diye, bu iş sonsuza kadar gidecek!

En nihayetinde, bu da bizi; deney – gözlem yapamayacağız ve ölçüp – ispatlayamayacağımız ‘Sonsuz Paralel Evrenler’ Senaryosu uydurmak ve bu metafiziğe inanmak zorunda bırakacak! Sonra da: ‘Bu sonsuz evren ihtimâllerinden birisi de, bu ince ve hayata izin veren evrenimiz olmuş’ diye inanmak zorunda kalacağım! ‘Sonsuz Evren ve Sonsuz Zaman, Sonsuz Deneme – Yanılma ve Sonsuz Olasılık inancıma göre; bu evrenin olabilmesi mümkün ve zaten olmuş!’ diyerek; bu inancıma, başka amentü ve inanç esasları da ekleyeceğim!

Offf! ‘Bilimsel değil’ diyerek, sonsuz ve herşeye gücü yeten Tek Allah’ı kabul etmiyorum ama madde – enerji veya trilyarlarca zerrenin, sonsuz ve herşeye gücü yettiğini kabul etmek zorunda kalıyorum! Sanki bu çok bilimsel! Ve sanki deney – gözlem ve ölçümle doğrulanmış!

Peki, ‘evrendeki bütün bu işleyişi ‘fizik – kimya kanunları ve doğa yasaları’ yapıyor; yani bu yasalara göre, bir makina ve bilgisayar gibi sistem işliyor’ desem olur mu! Yok, bu tez de tutmaz! Çünkü ‘fizik – kimya yasaları’ denilen şey, evrendeki varlık ve faâliyetlerin ‘sebebi’ değil, ‘neticesi.’ Neticesi derken; olayların işleyiş tasviri. Evrendeki işler, belli durum ve şartlarda hep aynı yürüdüğü için; ‘kanun’ diyoruz; yoksa ‘kanun’ olduğu için, işler öyle yürümüyor! Yani, olduğu için “kanun” oluyor; ‘kanun’ olduğu için olmuyor!

Yani; bu, “fizik – kimya – biyoloji kanunları” dediğimiz, bu “genelgeçer sabit kurallar”; sadece zihnî ve ilmî, hatta vehmî şeyler olup; “madde”nin üzerinde etki ve yaptırıma sahip değiller. Kuvvet ve enerjileri olmadığı gibi; üstelik zihin dışında, somut ve haricî vücud ve mevcudiyetleri de yok. Tıpkı bir mimarın çizdiği “plân – proje” gibi; evrendeki işleyişte, belli kural ve programlar dahilinde devam etmekte olup; o “plân – projenin”, kendi başına iş yapabilme kuvvet ve kabiliyeti yoktur…

“Offf! Evren için ‘fail ve usta’ gene şart! Hem de evrenin her noktası ve her ân’ındaki, her varlık ve işleyişi için şart! Acaba ‘içgüdü veya sevk-i tabiî’ desem; ‘içten ‘DNA’, dıştan ‘tabiat’ sevkediyor ve yönetiyor ve yapıyor bütün bunları’ desem inandırıcı olur mu? Olmaz! Çünkü; ‘sebep olduğunu iddia ettiğin ‘tabiatı’ göster bakalım, ne menem birşeymiş’ deseler; ‘tabiat’ diye parmağımla gösterebileceğim; madde veya enerji cinsinden somut bir varlık yok.

Zaten; ‘ağacı tabiat yaptı, toprağı tabiat yarattı, şunu tabiat sevketti’ diye diye, herşeye ‘tabiatı’ sebep gösterirsem; ortada ‘tabiat’ diyebileceğim birşey kalmıyor! Hem DNA’yı ‘sebep’ ve ‘senarist’ göstermem de doğru olmaz. Çünkü, küçücük bir sineğin bile iki elinin giremediği ve çıplak gözle görmenin mümkün olmadığı ufacık bir yere; binlerce cilt bilgiyi kim yazıp – sığdırıp – kodlamışsa; asıl sebep o olmalı!

‘Bilim/sellik Paradigmasındaki’; bu ‘Ateist Yatay Deterministik Felsefeyi’ bıraksam mı acaba!? Çünkü sebepleri sonsuza kadar uzatabilirim ve gördüğüm kadarıyle, hiçbirisi de ‘sebep ve etken, özne ve fail, illet ve neden’ değil. Daha ilk adımda tıkanıyorum! Sebep – sonuç illiyet ve etkileşiminin ispatını yapamıyorum! Daha ‘elma’nın sebep – sonuç illiyyetini ispat edemedim; ‘elma’yı yapan şu veya şunlar’ diye; ‘elma’nın, halâ fail ve aşçısını gösteremedim!

‘Sebep’ diye etiketlediğim; ‘ağaç, toprak, güneş, bulut, hava, su, atom, tabiat, kuvvvetlerden’ sorduğum üzere; hiçbirisi bu ‘elma’ fiil / eserini üzerine almıyor! Tek tek bunların, ‘elma’da hiçbir rolü yoksa, toplamının da bu işi yapması hiç mümkün değil. Zaten kör – sağırların arttığı bir topluluğun, körlük ve sağırlığı da artar! ‘Elma’, hiç olmaz!

Galiba bu ‘sebep – sonuç’ diye, tren vagonları gibi, zincirleme birbirine bağladığım; Yatay Deterministik Şablonun kendisinde bir hata var. Daha bir tane bile, ‘sebep – sonuç vagonunu’ bağlayamadım! En iyisi, bu ‘vagon bağlama’ işini bırakayım ben. Çünkü; bir vagonu, ardından gelen diğer vagona bağlayamadığım gibi; herbir vagondan da, diğer vagonlara ayrı bir sebep ve bağlantı bulmam gerekiyor! Çünkü: Evrende her birşey, varlık ve devamında, tüm evrene muhtaç ve bağımlı.

Meselâ: “Elma”yı yaratan kim ise; o elmanın olması için gereken; gece – gündüz ve mevsimlerin gelmesi için dünyayı çeviren de aynı kişi olmalı; dünya ve elmanın bağ(ım)lı olduğu Güneşi göğe çakan da aynı kişi olmalı… Hava, yağmur, dünyanın eğimi, çekim vs. hep böyle… Bugünkü Dünya ve Güneş’in olması için, geçmiş zamanlara hâkim olan da aynı kişi olmalı…

Üstelik; “elma” için geçerli olan, bu saydığımız kopmaz ve parçalanmaz bütünlük ve birlik; evrendeki diğer herbirşey için de geçerli. Yani: Kâinatta, “sebep – sonuç” diye parçalayıp – ayıramayacağımız, bir bütünlük var. Bu “sebep, sonuç” kavramsallaştırma ve ayrımlarıyla çözemeyeceğimiz bir işleyiş var.

Çünkü: Bir kitabı yazan kim ise, içindeki cümleleri yazan da aynı kişi olmalı. Cümleleri yazan kim ise, cümlelerin kelimelerini yazan da aynı kişi olmalı. Kelimelerini yazan kim ise, o kelimenin teşkilinde kullanılan harfleri yazan da aynı kişi olmalı… Demek evrende, birşey, herşeye ve herşey de birşeye bağlı ve bağımlı ve muhtaç. Yani “birşey herşeysiz ve herşey de birşeysiz olmuyor.

Demek: Kâinat Kitabını kim yazmış ve kim fail ve sebep olmuşsa; içindeki Dünya Formasını da aynı Zât yazmış olmalı. Ve Dünyayı kim yazmışsa; içindeki yaz – kış sayfaları ve gece – gündüz satırlarındaki cümle ve kelimeleri de aynı zât yazmış olmalı…

O hâlde, “Bilim/sellik Paradigma ve Felsefesi”nden artık vazgeçip; bundan sonra; “ağaç elma veremez, verdirilir; bulut yağmur veremez, verdirilir; yağmur yağamaz, yağdırılır; dünya dönemez, döndürülür; ağaç rızkını elde edemez, kendisine gönderilir” ve “arı bal yapamaz, yaptırılır; inek süt veremez, gönderilip – verdirilir” gibi; gerçek ve olgusal, doğru ve yalın ifadeler; yani bir müslüman gibi, “İslâmî” ifadeler kullanılmalı.

“Yok, bu dediğini kabul etmiyorum ama; acaba Bilim’e, Tanrı’yı ‘fail’ olarak değil de; ‘nedenlerden bir neden’ olarak, hiç değilse ‘teori’ veya ‘hipotez’ bazında eklesem olur mu? Yok bu da doğru ve bilimsel olmaz. Sonuçta Bilimsellik İlke ve Kuralı olarak, başlangıç aksiyom ve önkabulümde; ‘evrenin varlık ve işleyişinde fail ve özne olan Allah yok(muş), varsa da bu işleyişlere karışmıyor(muş); zaten nedenler, pekalâ faile gerek kalmadan bu işleri yapabilir ve yapar(mış)’ ateizm şıkkını işaretlemiştim ben! Evrendeki olayları, bu önvarsayım ve inancıma göre, tasvir ve açıklamaya mecburum! Yoksa Bilimsel olmaz, Bilim hiç olmaz!

En iyisi ben evrendeki hâdiselerin nedenine; Bilimsel olarak deneysellenemez ve ispatlanamaz da olsa ve mantık olarak delillendirilemez de olsa; yeni bir aksiyom daha ekliyeyim. En iyisi ben, evrendeki bütün bu işleyişe, en genel ve temel sebep olarak; ‘tesadüflerin doğurduğu zorunluluklar ve zorunlulukların doğurduğu tesadüfleri’ ekliyeyim. ‘Evrendeki tüm sebeplerin ‘ortak bileşkesiyle’ bütün bunlar oluyor’ diyeyim ve gerçekten olan da buymuş ve vakıa bundan ibaretmiş gibi kitaplarda anlatayım ki; böylece, ‘Bilim/sellik Kriterleri’nin dışına çıkmış olmayayım.”

Bilimsel Makale ve Yayınlarda; herşeyin “otomatik bilgisayar / makina” gibi işlediği ve “Madde ve Enerji + Tesadüf ve Zorunluluk + Tabiât ve Kanun + Evrim (Adaptasyon, Mutasyon, Elenme) + Uzun Zaman = Herşey Mümkün” önvarsayım ve kabül, aksiyom  ve inancına göre; bu Kâinat Modeli’ne dayanan bir kâinat kurgusu yapılır!

Bu model / metafora göre; Bilimsel İfade, denklem ve formüllerde “Tanrı’nın olmadığı / olsa da karışmadığı ve zaten evren kendi başına işleyebilip, O’na ihtiyaçta olmadığı”; yani “ateist ve materyalist, natüralist ve determinist” bir kâinat tasviri yapılır!

“Oh rahatladım! ‘Elmanın nasıl ve ne sebeple/rle olduğu’ sorusuna cevap vermek için; ‘tesadüfün doğurduğu zorunluluklar ve zorunluluğun doğurduğu tesadüfleri’ ve ‘sonsuz zamanları’ ekleyerek; böylece işin içine fail ve özne olan ‘Tanrı’yı katmak zorunda kalmadan, cevaba muvaffak oldum! Bu cevap; ‘tesadüf, zorunluluk, sonsuz zaman’ gibi başka metafizik inanç esasları barındırıyor ama olsun! Bu daha bilimsel! Hem ileride, Bilim bunu ispatlayacak! Demek ki neymiş?: ‘Elma’ için, fail olan bir özneye; yani ‘Tanrı’ya ihtiyaç ve zaruret yokmuş; evren ve sebepler, pekalâ elma yapabiliyormuş!

Öyleyse: Ağaç, elma yapar; arı, bal yapar! Gerçi; neyi – nasıl yaptığını, sonuç ve çıktılarını bilmeyen ‘ağaç ve arı’ hakkında; ‘yapar’ ifadeleri; mantıksız ve saçma ama yukarıda dediğim gibi: ‘Yaptırılır’ demek, ‘bilimsel’ değil!

Öyleyse, ‘failsiz ve ustasız’ (sizin ifadenizle ‘sahte failli’) Bilimsel Bilgilere devam: ‘Güneş, ısı ve ışık verir. Dünya, döner. Yağmur, yağar. Arılar, bal yapar. Bitkiler; fotosentez yaparak, besin ve enerjilerini kendileri üretir. Şu mutasyonla; bu adaptasyonla olur; doğal seleksiyon, eleme de bunu gerçekleştirir. Hücrelerimiz, mitokondride kendi enerjisini üretir. Hücre zarı, işine yaramayanı içeri almaz. Karaciğerimiz, üçyüzden fazla kimyevî reaksiyonu gerçekleştirir. Hayvanlar; sevk-i tabiî ve içgüdüyle şunları yapar. Zaten evrimsel olarak…’ Bütün bunlar için, fail ve faâl olan bir Tanrı’ya ne gerek var; bak sebeplerle herşey mümkün!”

Halbuki, yukarıdaki yolculuğumuzda görüldüğü gibi: Olanlar “mümkün” olduğu için olmuyor; olduğu için “mümkün”(müş) zannediyoruz!

 

Gelecek Yazımızın konusu: Metabilim: Sihrin Yapısı

 

Ayhan KÜFLÜOĞLU / 11.Ekim.2017

Bilimsel Bilim’e Suç Duyurusu ve İslâmî (B)İlim’e Geçme Talebi

Bilimsellik Felsefesi’nin Metafiziği & Bilim niye tarafsız değil?

Bedî’üzzaman Said Nursî Hazretleri’nin (R.Â.) “Medresetüz Zehra” Projesinin Ders Müfredatıkapsamında; “Bilimsel Bilim’in Eksik – Yanlış – Zararları ve İslâmî (B)İlim’e niçin Geçmeliyiz? /Metabilgi – Metabilim (Sihrin Yapısı)” isimli kitap çalışmamızın ön hazırlığı niteliğindeki Yazı Dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Bilimsellik Felsefesi”nin ürünü olan “Bilimsel Bilimateist ve materyalist, natüralist ve determinist olup; Bilimsel İfadeleri’nin derinine sakladığı (yani bilincimizin farkedemediği için filtreleyemediği; bilinçaltı, subliminâl, gizli altmesaj ve fısıltılarıyla;) bu fikir ve inançlarını delillendirip, ispatlamaya çalışır!

Üstelik sanki bu inanç ve felsefesinin doğru olduğunu ispatlamış gibi; sanki bu itikadı doğruymuş gibi İfade Kalıpları kullanır! Yani “Allah yok(muş); varsa bile bu fiil ve sonucunu O yapmıyor(muş); bu iş ve icraatın olabilmesi için O’na ihtiyaç ve zaruret yok(muş)” şeklinde altmesaj taşıyan Bilimsel İfadelerinde, Rabbimiz’in olmadığı kâinat tasvirleri çizer. Bu virüslü Bilimsel İfadelerin şuuraltımıza tekrar ve telkiniyle, biz de öyleymiş gibi inanmaya başlarız!

Üstelik bütün bunlar yetmezmiş gibi; bu telkin ve ilüzyon, aldatma ve mugalataları yaparken; bir de inançlardan bağımsız ve tarafsız, İslâmiyet’e olgusal ve nötr, kâinat gözlemlerinde objektif ve nesnel olduğu yalanını söyler! Dahası Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri’nin herhangi bir inancı enjekte ve dikte etmediğini iddia eder!

Halbuki zihin ve hayâlimizde çizdiği kâinat kurgu ve tasvirlerinde; eşyanın varlık ve devamında, işleyiş ve hareketinde Rabbimiz’e ihtiyaç ve zaruret duymayan bir “varlık” tanım ve ta’rifi yapar! Bilim’in bu varlık ve bilgi anlayışına göre; “evrende Rabbimiz’in varlık ve rolünü gösteren objektif ve subjektif hiçbir delil ve kanıt olmadığı gibi; bunun ispatına da epistomolojik ve ontolojik olarak imkân ve ihtimâl yoktur! Yani Bilim’e göre, ‘iman’; bir inanç ve önkabül işi olup, bilgi ve araştırmanın konusu değildir! Bu konu, bilimsel bir varsayım ve tez konusu olarak bile kabul edilemez!”

Elhasıl mevcut Bilim Felsefesi’nin şekillendirdiği Bilim ve Bilimsel Yöntem tarafsız ve nötr, nesnel ve objektif olmadığı gibi; zaten mantıken olması da mümkün değildir. Yani inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı gözlem biçimi, nötr ve olgusal ifade şekli; mantık ve dil açısından mümkün değildir.

Çünkü, daha önceki yazılarımızda dediğimiz gibi; birşeyi “ya yaratıcı ve Rabbi var(mış)”gibi inceler ve anlamdırır, ifade ederiz veya “yok(muş)” gibi. Bunun tarafsız bakabileceğimiz ve inançtan bağımsız, nötr ve olgusal cümleler kurabileceğimiz ortası veya uzaktan eşit mes’âfede bakabileceğimiz objektif bir gözlem noktası yoktur ve olamaz.

Mevcut Bilim “Rabbimiz var(mış)” inanç ve tarafını kabul etmediği veya hiç değilse önvarsaymadığı için; gideceği diğer mecburî yön olan “yok(muş)” tarafını tutarak, bu inancın savunuculuğunu yapar! Yani yaptığı her gözlem – ölçüm ve bulduğu herşeyi, bu inancıyla çelişmeyecek ve tutarlı olacak şekilde sunar ve Bilimsel Yayınlarındaki ifade ve tasvirlerini, bu ateist – materyalist inanca göre yapılandırıp, kurgular! Yani mevcut Bilim; (Bilimsellik Kriter ve Yöntemleri açısından;) yani tanım ve ta’rifi ve kullandığı yöntem olarak; bu şekliyle, inkâr ve şirke delil ve ispat; meşruiyet ve onay üretmenin diğer adı olmaktadır!

Yaptığı her gözlem ve keşfettiği herşeyi ve bunların ifade ve tasvirlerini “Allah yok(muş), varsa bile bu işleyişle ilgisi yok(muş). O olmadan da bu işler pekalâ yürüyebilir ve yürüyor(muş)”un delil – ispatıymış gibi kurgulayarak; mevcut Bilim, bu tavrıyla sadece “yok(muş)” tarafını tutmakla kalmıyor; ayrıca pratikte bunun delil – ispatına çalışıyor! Yani esasen “Bilim’in Bilimselliği” veya “Bilimsel İfade ve Yöntem” denilen şey; ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin savunuculuğunu yapma ve bu batıl inancın teorisini inşa etmenin gizli bir yöntem ve sinsi bir kılıfı olmaktadır!

Evet, “Allah var – yok” dışında başka bir ihtimâl veya bu 2 ihtimâle eşit uzaklıkta orta veya dış nokta yok ki oradan gözlem ve ölçüm yapıp; böylece objektif ve olgusal, inanç ve taraftan bağımsız ve ayrı; yani nötr ifadeler kurabilelim.

Peki Bilim bizi tarafsız ve objektif olduğuna nasıl inandırdı ve inandırıyor? Şöyle: Başlangıçta “Allahu Tealâ varmış – yokmuş karışmam, konum değil; çünkü varsa bile gözlenemez ve ölçülemez” diyor. Yani hem “varmış – yokmuş benim araştırma sahamın dışında” diyor; sonra da evrendeki gözlem – ölçüm ve bunların ifade biçimini “yok(muş)”inancına göre şekillendiriyor! Yani “yok(muş)”un tarafını tutuyor!

“Kâinattaki varlık ve fiil – faâliyet / hareket ve neticelerinin AllahuTeâlâ ile ilgi ve ilişkisi yok(muş)” iddiasına bizi ikna etmek için; gözlediği olayları önce “deterministik zincir / sebep – sonuç” kalıbına dökerek; sonra buradan “otomatik mekanizma, kuvvet, madde – enerji hareket ve dönüşümü”yle şematize ederek; bu karışıma “tesadüf, tabiat, zorunluluk, içgüdü, evrim, kanun” gibi süreçsel isim ve tasvirler ekleyerek; yani bu formüle göre kurgulanmış Bilimsel İfade Yöntemi’yle, altmesaj olarak şuuraltımıza: “Bütün bu gösterdiğim fiil, faâliyet ve sonuçları olan eserlerin neden ve faili olarak; herhangi bir doğaüstü varlığa atıf ve bağlama zorunluluğu yok” komut ve mesajını gönderir! Bu mesajda aslında “herşey O olmadan da olması mümkün ki, oluyor; oluyor ki mümkün”şeklinde bir mantık hatası ve safsatası vardır ama mesaj bilinçaltı kanallarla gönderildiğinden dolayı; bilincimiz bu safsatayı farketmez ki, kendini koruyup, itiraz edip, cevap üretsin!

Yani “evrende yaptığım objektif ve tarafsız gözlem – ölçümlerin sonuçlarına göre ve ayrıca düşünerek mantıken ulaştığım bir netice olarak: O’na ihtiyaç ve zaruret duymadan da bu kâinattaki eser ve işleyişleri açıklayıp, nedenselleyebiliyorum” iddiasında ve bunun ispatı peşindedir mevcut Bilim!

Bilim(sellik)in yanlış olan bu paradigmasına göre: “İman, ahiret’ gibi mes’eleler; gözlem, bilgi ve araştırmanın konusu olmadığı için; kâinata sabitlenip, temellendirilemez! Bu sebepten kâinata göz ve kulaklar kapatılıp, bunlara sadece inanılır! Yani inanmak ve inancını muhafaza edebilmek için kâinata göz ve kulakların kapatılması şarttır!”

Bilim(sellik) Anlayışı burada kalmayıp, bir sonraki aşamada İslâmiyet’i, ineklere tapan hinduizm gibi diğer batıl din ve absürd inançlarla eşitleyerek, yani dinimizi onlardan herhangi biriymiş gibi gösterip; buradan hepsine toptancı bakış açısıyla tepeden bakarak:“A tabii ben tüm din – inançlara saygılıyım; evren varlık ve işleyişinde O’na ihtiyaç duymasa da ve evrende varlığına hiçbir delil – ispat olmasa da ve zaten mantıken böyle bir inanca ihtiyaç ve zaruret olmasa da; siz kendinizi rahatlatmak ve ölüm korkusu gibi psikolojik veya devlet ve ahlâk gibi kurum / yasaların bağlayıcılığı için, yani tarihsel ve toplumsal sebeplerle inanmaya devam edebilirsiniz! Bilim’in sebebini çözdüklerini sebeplere, mekanizmasını henüz çözemediklerini de inandığınız tanrıya vermeye devam edebilirsiniz! Bilim’in onca gözlem / deliline rağmen, kâinata gözlerinizi kapayarak inancınıza sıkı sıkı tutunmaya devam edebilirsiniz: Dediğim gibi bu ‘inanç’ işi; ‘gözlem, bilgi ve araştırma’nın konusu değil; bunlar sadece felsefe ve metafiziğin spekülâsyon alanı olabilir!” der.

Elhasıl mevcut Bilim Anlayışı; Truva Atı gibi kullandığı Bilimsel İfadelerinde; kâinatın varlık ve devam, hareket ve işleyişini nedenselleyip, açıklamak; tasvir edip, nasıllamak için; “madde, sebep, mekanizma, kanun, adaptasyon, seleksiyon, mutasyon, evrim, içgüdü, kuvvet, çekim, patlama, basınç, ısı, uzun zaman” gibi; yani ‘dışarı’dan bir fail ve özneye ihtiyaç duymadan harekete geçen türlü etkilerin, “tesadüfen veya zorunlu olarak” biraraya gelebileceğini ve geldiğini iddia ederek; (yani Rabbimiz olmasın da, bundan başka evrende ne varsa herşeye atıf yaparak!); böylece, Rabbimiz’in olmadığı, olsa bile işleyişe karışmadığı; yani eşyanın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zorunluluk duymadığı; ateist ve materyalist bir dünya görüşünü şuuraltımıza ilka eder! Böyle yaparak; bizi bu sahte kâinat kurgusunun gerçekliğine inandırmaya çalışır!

Halbuki varlığı icraat ve eser, fiil ve sonuçlarında bir alet – edevat olarak kullanan; yani “sebeplerin, sebep ve birşeylere alet ve aracı olmasının sebebi” olan Rabbimiz olmazsa; yani eşyadaki işleyişin fail ve öznesi olan Rabbimiz olmazsa; sebepler, yerinden kalkıp sebep ve alet bile olamaz! Sebep olmayı bırak; kendilerini bile ayakta tutamaz, kendilerine bile bir faydaları olmaz!

Çünkü eser fiilsiz; fiil de failsiz; (diğer deyişle) eser, müessirsiz; faâliyet, öznesiz ol(a)maz. Çünkü kitabı yazan kim ise; içindeki harf ve cümleleri de yazan odur! Yani harfi yazan, cümleyi yazandan ve cümleyi yazan da kitabı yazandan başkası değildir! Ormanın sahibi kim ise, içindeki ağaçların da sahibi ve yaradanı odur! Dünyayı döndürüp, gezdiren kim ise; üzerindeki bina ve içindeki atomları da gezdirip, döndüren odur!…

Anne karnında, sindirim sistemini henüz inşa etmediği bebeği, direkt midesine bağlı bir kordonla besleyen kim ise; doğduktan sonra da ona lâzım ve gerekli gıdayı “süt” olarak annesinin göğsünden; daha sonra da topraktan gönderen aynı Zât’tır!…

Bilim’in insan nazarını kesret ve parçada boğucu (mana-yı ismî) bakışından bir adım geriye çekilerek, kâinata vahdet ve tevhid (mana-yı harfî) nazarıyla baktığımızda; gördüğümüz tüm insan, hayvan, bitki yavrularından sonra, anlarız ki: Uzay boşluğunda sür’âtle dönen dünyamıza hergün, her ân tonlarca “sütten, baldan, elmadan, sudan” ırmaklar, nehirler akıyor!…

“Fizik Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Hıfz ve Koruma Fiili / Koruma Kanun ve Emri” sebebiyle; herşeyi koruyan bir “hücre zarı, vücut derisi, ağaç ve meyve kabuğu, gözkapağı, kafatası, ozon kalkanı, atmosfer filtresi, magnetosfer zırhı” ve “akyuvar, antikor, bakteri, mikrop” gibi görevli orduları var!

“Kimya Kanunu” değil; Rabbimiz’in İlâhî Kanunuyla mikrodan makroya geçerli ve yaygın “Kuddûs ve Temizleme Fiili / Temizleme Kanun ve Emri” sebebiyle; “deniz, yeryüzü, hava, ormanlar, vücudumuz, kan, bağırsaklar, gözlerimiz vs.” herşey (beşer eli karışmadığı müddetçe) devamlı temizleniyor, tertemiz! Bu “emri” dinleyip, bu “kanuna” uyan, bu “fiil” sebebiyle hareket eden “gözkapağı, yağmur, rüzgâr, tuzlu deniz, dalgalar, alyuvar, akyuvar, bakteri, mikrop” ve “küçük çöpleri toplayan karınca, küçük kirleri temizleyen sinek – sivrisinek, hayvan cenazelerini taşıyan akbaba; uzaydaki enkazları süpürüp, toplayan karadelikler” var…

Evet mes’elâ “yemek” eserinin müessiri olan bir aşçı ve “yemek yapma” faâliyetinin faili bir usta olmadan; örneğin “raftaki tencere, ocağın kütleçekimine kapılıp ocağa inemez; bıçak kendi kendine veya bir takım enerjilerle havalanıp, ince ince soğan kesemez; doğranan soğanlar oradan rüzgârla havalanıp, tencereye giremez; çekim kuvvetiyle yağ şisesi havalanıp, olması gereken açıyla, olması gereken miktarda tencereye yağ dökemez; ocaktaki hidrojen ‘helyuma döneyim de şu yemeği pişireyim’ diyemez!…

Elhasıl Bilim; failsiz ve öznesiz olarak kurguladığı veya “tesadüf, uzun zaman, madde – enerji, basınç, süreç, otomatik mekanizma, kuvvet, tabiat, kanun, sebep – sonuç ilişkisi” gibi, Rabbimiz’in yerine ikame ettiği sahte fail ve öznelerle dolu Bilimsel İfadeleriyle; bize bir masal anlatıyor, bir hurafeye inandırmaya çalışıyor!…

Bedi’üzzaman Hazretleri’nin Risale-i Nur’la yaptığı en büyük devrimlerden biri, bence; Rabbimiz’in sadece metafizik ve felsefenin konusu olmadığını gösterip; fizik, kimya, biyoloji, astronomi, coğrafya, tarih gibi b/ilimlerin de konusu olduğunu göstermesidir!

Eşyanın varlık ve işleyiş ve kendi arasındaki etkileşiminde; O’nun varlık ve fiil / icraat ve tecelli ve etkileri olmadan; salt madde–enerji determinizm / illiyet ilişki – etkileşimleriyle hiçbirşeyin varlık ve devam ve işlemesinin açıklanamayacağı, nedensellenemeyeceği ve tasvir edilip, nasıllanamayacağı gerçeğini göstermesidir!

Böylece “ışık olmadan eşyayı göremem” veya “kulak olmadan sesleri işitemem” veya “yeryüzündeki gündüzün kaynağı ve ısı – ışığın nedeni Güneş’tir” demek gibi; “Allahu Teâlâ olmadan ve ilim – irade – kudretiyle, eşyaya (eşyanın kendi camid / cansızlık ve acziyle yapması mümkün olmayan) şu işleri yaptırmadan; bu eşya, şu atom, kendi başına bunu yapamaz”ın  farkına vardırmasıdır!

Yani asıl neden, esas sebep, tek fail, biricik müessir ve yekta kuvvet / etki sahibinin sadece O olduğunu “maddî gözlere” de göstermesidir. Yani bu gerçeği görmek ve farketmek için yüksek sezgi, zekâ veya bakışa veya kâlp gözü, vicdan, basiret – firaset gibi ek duyulara veya mikroskop – teleskop gibi yardımcı araçlara ihtiyaç ve zorunluluk olmadan; sadece çıplak baş gözümüzle bile bunu göstermeyi başarmasıdır!

İnkâr ve şirkin modellemesini yapıp, teorisini kurmaya çalışan Bilim ise; baştan doğru varsaydığı, delilsiz ve ispatsız “(Madde-Enerji) + Uzun Zaman + Tesadüf-Zorunluluk = Herşey Mümkün” amentüsüne göre; herşey, örneğin “şu resmin, şu boya – fırça – tuvaller; yani şu mevcut madde – enerjiyle; kendi kendine, otomatik – mekanik mekanizma ve kanunlarla; şu şu sebep, tabiat, tesadüf, enerji ve zorunluluklarla olması mümkün ve kâinatta olan da bu!” diyerek; kâinatta olanların herhangi bir fail ve usta ve ressama atıf yapmadan nasıl ve nedensellenebileceğini; varlık ve işleyişinin açıklanıp, izah edileceğine inanmaktadır! (Bir resmin, ressamsız nasıl ve hangi nedenlerle meydana geldiği boya, fırça, tuval ve bir takım enerjilerle hareket eden fırçalar ile ne kadar tasvir ve nedensellenebilirse o kadar!)

Diğer deyişle: Da Vinci gibi bir ressam ve usta olmadan Mona Lisa’nın olmasının mümkün olduğuna ve bu mümkünün de gerçekleştiğine ve gerçekleşmeye devam ettiğine inanmaktadır Bilimsel Bilim! Ressama hiçbir ihtiyaç ve mantıkî zaruret duymadan; failsiz ve öznesiz, resmin nasıl olduğunu tasvir ve niçin olduğunu nedenselleme hastalık (ve takıntısıyla) malûldür!

Önündeki masaya bakarak; “Bilimsel Yöntemimde ben bunu, marangoz ve ustasını denklem ve teorilerime dahil etmeden nasıl nedenseller ve tasvir edip, açıklayabilirim?”in derdindedir!

Daha önce başka vesileyle dediğimiz gibi: Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. O hâlde doğru cevaplardan önce, doğru soruları öğrenmeliyiz. Çünkü doğru cevabı, doğru soruyla bulabiliriz. Çünkü sormadığımız soruların cevabını göremeyiz; görsekte farketmeyiz. Yani hayatta algılayıp, farkettiklerimiz; soru ve ihtiyaçlarımızdan bağımsız değildir. Neyi ararsak, onu buluruz.

Bilimsel Bilim’in yanlış sorulara verdiği yanlış cevapların efsunundan bakış ve anlayışımızı çevirip, başımızı kaldırdığımızda sorulması gereken doğru soru şudur: “Allah’tan başka hangi sebep, aynı topraktan türlü renk–koku–şekilde ni’metler; tavuktan yumurta, arıdan bal, inekten süt gönderebilir!? Allah’tan başka hangi neden atmosferi başımızın üzerinde bir filtre ve kalkan yapıp; vücudumuzu deriyle, hücremizi ayrı bir zarla, ağacı başka bir deri, meyveyi başka bir zarla korur!? Rabbimiz’den başka hangi sebep yeryüzündeki tonlarca suyu göğe kaldırıp, arıtıp, rüzgâra taşıtıp, tekrar muhtaçlara indirir!?… Hangi sebep doğmamış bebeğe karnından bir kordonla; doğunca da dişsiz o bebeğe safi ve en gerekli bir sütü memeden gönderebilir!?” Uzay boşluğunda direksiz sür’âtle dönen Dünya Gezegeni’ne hergün tonlarca meme kanalıyla sütten ırmaklar, arı kanalıyla baldan nehirler, ağaç kanalıyla elmadan denizler yaratılıyor, akıtılıyor, gönderiliyor! Bunları görmüyor, farketmiyor; görsekte nedenini ve failini sormuyoruz!

Sormuyoruz, çünkü Bilim “kâinatın varlıkta durması ve çalışmaya devam etmesi, Allahu Tealâ’nın fiil ve eseri olmayıp; bütün bu işleyişler, (güya) maddenin ve evrenin kendi iç dinamikleriyle olan süreçlerdir. Yani evrende bu işler failsiz olabilir ve zaten oluyor; mümkün ki oluyor ve oluyor ki mümkün” kerameti kendinden menkul (delil’in, ispatla kısır döngüye girdiği) hurafeye bizi inandırmış! “Kim” sorusunun saçma ve abes bir soru ve bu arayışın boş bir çaba olduğuna bizi ikna etmiş!

Bununla birlikte kendisinin (yani Bilimsel Bilim ve Yöntem’in) evrensel ve olgusal ve tarafsız olduğuna bizi inandırdığı için; dünyada başka bir Bilim Anlayışı, Felsefe ve Yöntemi olabileceğine ihtimâl bile ver(e)miyoruz!

Ülke, din ve milliyetten bağımsız olarak, Bilim’in Bilimsel(lik) Formatından geçmiş hemen hemen herkes, kâinat ve hâdiseleri aynı Bilimsel Gözle okumakta; daha derin ve geniş ve zengin (ve en önemlisi doğru) başka bir okuyuş olabileceğine ihtimâl bile ver(e)memekteyiz!

Elhasıl “Müslüman(ca) Düşünce” ile “Bilimsel Düşünce” arasında gidip geliyoruz! Bu iki düşünce arasındaki derin ve geniş uçurumu görmediğimizden; değişik te’villerle zıtlıklarını uzlaştırıp, aralarını telif edecek köprü ve dolgu malzemeleri toplamakla meşgulüz! Kafamız karışık, zihnimiz bölmeli, davranışlarımız tutarsız! Gerçeklikle bağını yitirmiş bir şizofren gibi; akademide “seküler, lâik”, camide “müslüman” rolü oynuyoruz!…

Bununla birlikte mevcut Bilim’i esas tutup; İslâmî Bilim’i bunun bir sonucu veya bir uzantı ve sonraki aşama ve evrimi olarak anlaşılmasına sebep olacak şekilde davranmak; yani mevcut Bilim’i, İslâmî Bilim’le revize etmek doğru değil. Doğru olmamasının en önemli sebeplerinden biri: İslâmî Bilim’in, şu ânki Bilim’den 180 derecelik bir eğilme ve kırılma ve kopuşu ifade etmesidir. Yani Bilim’in “ateist ve materyalist felsefe, determinist ve natüralist önvarsayım / öninanç” ve buradan kaynaklanan Bilimsel Yöntemiyle birlikte; kavram – anlam haritaları ve isimlendirme – sınıflandırmalarının belki % 95’inin değişmesi gerekiyor, gerekecek.

Fakat buna başlamadan önce, geçen haftaki yazılarımızdan şu tespiti akılda tutmakta yarar var: “Bilim” (science) ile “bilgi” (ilim, data – information – knowledge) ayrımını yapmamız gerekiyor. Evren ve içindeki bilginin Bilimsel Yöntem ve Kriterlere göre gözlem – ölçüm ve yorumlanması sonucu elde edilmiş filtreli bilgi’ye; yani bilgi’nin “bilimsellik” prizma ve yorumundan geçerek, kırılmış hâline “bilim” diyoruz biz. Bu tanımıyla “bilim” ve “bilgi” farklı olup (mes’elâ “suyun belli şartlarda hep aynı derecede kaynamaya başlaması” bir bilgi’dir, ölçüm bilgisi’dir); fakat “bilim” değildir. Bu açıdan “bilim” denilen şey, evrendeki “bilgi”nin dar ve eksik ve saptırılmış bir türü olabilir ancak.

Elhasıl Bilim’in ateist ve materyalist, determinist ve natüralist yanlış tarafı seçmesinden de anlaşılacağı gibi; onun aradığı “Allah” değil! Bilâkis “bilim(sellik)”in amaç, yöntem ve tanımı nedeniyle, özellikle olayları Rabbimiz’e bağlamaktan (tabir-i caizse; O’na en küçük bir rol vermekten bile) kaçınır! Bilim’in yola çıkarken, başlangıçtaki amaç ve niyeti bu olduğu için; mantıken ve zorunlu olarak “Allahû Teâlâ’nın olmadığı, olsa bile O’ndan bağımsız (yani kâinatın varlık ve devam ve işleyişinde O’na ihtiyaç ve zaruret duymayan) bir kâinat nasıl mümkün olabilir?” sorusunun cevabı peşinde! Bunun tasvir ve açıklama, nedenselleme ve ispatına çalışıyor!

Bu yetmezmiş gibi, bir de; sanki evrenin Rabbimiz’e ihtiyacı olmadığı delillendirilip, ispatlanmışta artık evrenin bunu nasıl başardığı araştırılıyormuş gibi Bilimsel Yayınlarda(“yaratma” yerine “oluşma”; sevk-i ilâhî ve ilham yerine sevk-i tabiî veya içgüdü; Allah’ın izni ve iradesiyle yerine tesafüden / şans eseri oldu gibi) failsiz ve öznesiz ifadeler kullanılmasıBilimsel Yayın Şartı olarak dikte edilir!

Bilimsel Yöntem bu hâliyle; aslında ateizm ve materyalizm, natüralizm ve determinizmin teori ve pratiğini yapıyor! Bu sebepten mevcut Bilim ve Bilimsel Yönteminin yolu ve amacı Rabbimiz’e giden yol üzerinde değil! Üstelik O’na giden yolları bile bozup, köreltiyor!

Bu açıdan mevcut Bilim’e hâkim olan Bilimsel Yöntem ve Felsefesi’nin, kâinatın işleyişi hakkında önümüze getirdiği her “neden ve sebep”, “tasvir ve açıklama”; zihnimizde eşya ile Rabbimiz arasındaki münasebet iplerini biraz daha kesmekte, kâinatın O’na nisbet ve çağrışımını biraz daha kapatıp, kopartmakta veya karartmakta!

Sonuç olarak: Okullardaki fizik, kimya, biyoloji, coğrafya vs. tüm ders kitapları ve müfredat Bilimsel Bilgi Virüsleri’nden dezenfekte edilip, temizlenmedikçe ve İslâmî Bilim’in kavram ve anlam haritalarına göre yeniden ve kendi medeniyetimize göre yazılmadıkça; haftada 100 saat din dersi de olsa, Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’i hergün ezberden tekrar da etsek; (bozuk arabaya en kaliteli benzini koysak fayda etmemesi veya hasta insana bazen gıda fayda etmemesi, hatta zarar vermesi gibi;) bizden beklenen zihin ve davranış değişikliğini meydana getirmez veya yeterli olmaz.

Bilemiyorum; Misyoner Okulları mı daha tehlikeli ve zararlı, yoksa mevcut Seküler Lâik Modern Okullar mı!? Fakat şundan eminim ki: Gizli İkna Metodu ve bilinçaltı (subliminâl) mesajlarla ateist – materyalist inançları ve Yanlış Bilgi Virüslerini zihnimize zerkeden Bilimsel Kitaplar; alenî küfür ve şirki ispata çalışan ve reklâmını yapan kitaplardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Evet Bilimsellik Kriterleri’ne göre ve buna göre şekillenmiş Seküler Lâik Kültür, Modern / Çağdaş Anlayış ve Algıya göre yazılmış kitaplar, dergiler, medya; yalın ateizm – materyalizmi savunan, direkt küfür – şirk reklâmı yapan yayınlardan çok daha zararlı ve tehlikeli!

Çünkü, Bilim(sellik) Felsefesi’nin tehlike ve zararları hakkında önceki yazılarımızda dediğimiz gibi: Herhangi bir olayı, sebep–sonuç şablon / paradigmasına oturtarak tasvir etmek; bu Bilimsel İfadeyi okuyan kişi için, altmesaj olarak: “Bu işin Allahu Tealâ’yla bir bağlantı ve ilgisi yok; bu faaliyet ve sonuca Allahu Tealâ sebep değil! Kâinattaki bu faaliyet ve sonuçları; çeşitli sebep, madde–enerji, kanunlarla ister istemez tabiî bir zorunluluk olarak oluyor! Yani Allahu Tealâ olmasa da bu işler olur ve oluyor; çünkü mekanizma  bu, süreç böyle işliyor. Örneğin Allahu Tealâ olmasa da taş veya yağmur yerçekimi sebebiyle yere düşecek, bu sebep–sonuç / süreçte Allahu Tealâ gibi doğaüstü ve metafizik bir sebep ve fail aramak mantıken gereksiz; yani böyle bir zorunluluk ve ihtiyaç yok!” talimat / kod / emir, yani Yanlış Bilgi Virüsü / Truva Atını, bilinçaltı kanallarla bilinç ve kâlbe gönderir. Sebep – sonuç kurgu ve şablonuyla paketlenmiş bu subliminâl, saklı mesaj; bilinçaltı kanallarla iletildiğinden, bilincin filtrelerine takılmaz. Sesli olmadığı için kulak ve bilincin duymadığı bu gizli fısıltı ve telkin sonucu; kişide farkında olmadan bir bilinç ve sonra da algı ve davranış değişikliği gözlenmeye başlar.

Bu virüsü tanıyan bir antivirüs programı, yani bağışıklığı olmayan insan, hastalık kaptığını bile farketmez; kendisini sağlıklı ve kâinattaki varlık ve hâdiseleri doğru görüyor ve algılıyor, tarafsız ve objektif anlıyorum zanneder! [Halbuki “din – dinsizlik ortası” veya “dışı” anlamında “tarafsızlık” diye tanımladığı şey; aslında batıla taraftar olmak; yani “Allah yok(muş), varsa bile bu işle ilgi ve bağlantısı yok(muş)” gibi bakmak oluyor!]

Bu virüs defaatla alınıp, bu bilinçaltı kodun taşıdığı mesaj tekrar tekrar çalıştırıldıkça; bu tekrar / telkin / hipnoz ve sihrin sonucu; kişi bilinçaltında buna inanmaya başlar. Farkında olunmadan içeride kök salan bu fikir, bir sonraki aşamada bilinç alanında da yeşerip, dal budak vermeye ve davranışlara aksetmeye başlar!

Bilimsel İfadelerin yüzeysel anlamının altına saklanmış ve ambalajlanmış bu Derin Anlam; dil ve zihin yoluyla kâlbe girip, burada işlemeye başlar. Burada kendisiyle çelişik itikadî bilgileri sönükleştirip, bulanıklaştırır ve etkisizleştirir; sonra da siler, atar! Çünkü aynı zeminde birbiriyle çelişik ve zıt 2 bilgiden biri doğru, diğeri yanlıştır! Çünkü insan mantık ve hissiyatı, birbirini yanlışlayan 2 bilgiyi bünyesinde uzun süre tutamaz; bunları ya uzlaştıracak veya birisini atacaktır.

Yanlış Bilgi Virüsü kâlp ve zihinde, kendisiyle çelişik bilgi ve itikadları silip, deforme ettikten sonra, buradan tüm duyulara ve bedene yayılır. Hasta insana nasıl bedenen hareket zor gelir, devamlı yatmak ister; öyle de bu hastalığa yakalanmış kişiye de bedenen ibadet yapmak (hatta sadece diliyle zikir bile!) çok zor ve yorucu gelir; çabuk usanır! Baktığı ağaç, gördüğü çiçek, işittiği gökgürültüsünde; Bilimsel Bilim’in hep sebep – sonuç çağrışım / devreleri aktive olur; algı ve anlamlandırmalarını bu şema üzerinde yapılandırır, anlam dünyasında eşyayı bu kalıp üzerine yerleştirir.

Elhasıl bu yeni programa göre formatlanmış ve büyülenmiş olarak, sadece Bilim’in göstermek istediklerini görür, algılatmak istediklerini algılar ve bunları anlamlandırma biçimi de bu yeni programa göre olur! Bu program kırılıp, bu hipnotik uyku ve şartlanmadan uyanmadığı sürece gördüğü rü’yanın farkında bile olmaz.

Bu virüsle enfekte olmuş şahıs için; ağaç – elmadan Allahu Tealâ’ya çağrışım / bağlantı; yani elmadan ni’met, ni’metten in’âm’a geçiş refleks ve akıl yürütmeleri kopmuştur. Bu kişi için Mona Lisa tablosuna bakarken otomatik olarak gelen Da Vinci çağrışımı, kâinat düzleminde Allahu Tealâ olarak kopmuştur. Bu kişi çevresinde milyar Mona Lisa tablosuna bakar ama aklına sadece Bilimsel Bilim’e hâkim olan (güya “inanç ve değerden tarafsız, objektif, nesnel ve olgusalız” diye inandırdıkları) ateist ve materyalist, determinist ve natüralist inanç / felsefenin zoom yaptığı ve odaklandığı “fırça – boya – tuvâl ve renkler” gelir, çevresine baktığında sadece bunları farkeder ve algılar! Allahu Teâlâ ancak ikinci bir kasıt ve niyetle akla getirilebilir ve bu sun’î çağrışım da geçici ve te’sirsiz olur.

Bu virüsle zihin, inanç ve algıları formatlanan kişi için “Allahu Tealâ ve iman, metafizik (madde ve fizik ötesi) birşeydir; yani görünen varlık ve hâdiselerden Allahu Tealâ ve imanına delil-ispat aranması beyhude bir çaba olup; bu itikad mantıkî ve ilmî temellere oturtulup, rasyonalize edilemez; bu dünyada gösterilemez ve delil-ispatlandırılamaz; sadece ‘gayba imandır’ olan!” Bu düşüncelerle Allahu Tealâ (tabir-i caizse) “metafizik / madde ve doğadışı / doğada yok!” diyerek; “çok çok uzakta(ymış) gibi!” zihin ve algıda kâinat dışına çıkartılır!

Bu kişi için artık Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizme “inanmakla”; İslâmiyet’e “iman etmek” arasında kategorik bir fark olmayıp; sonuçta hepsi “inanç” ortak paydasında eşitlenmektedir! Aynı şekilde; bu virüsün bulaştığı herkes; hangi dil, din, inanç ve milliyette oldukları farketmeksizin; varlığı zihinlerinde hep aynı şekilde algılar ve anlamlandırırlar. Hatta günlük hayatlarında kullandıkları kelime ve kavramlar bile aynıdır. Çünkü herkes eşyaya aynı taraftan, aynı kavramlarla baktığından; farklı birşey gören yoktur!

Elhasıl “Allahu Teâlâ’nın olmadığı bir evren nasıl olurdu? O olmadan nasıl ayakta durup, faâliyette bulunur ve çalışırdı?” diye kurgusal bir masal okumak isterseniz; bilimsel bir kitap alın, oradan okuyun!

Bu Bilimsel Masallarda; (taş, toprak, demir vs. alet ve malzemelerin, hiç insan eli değmeden bir takım sihirlerle kendi kendine havalanıp, gelip, kesilip, karıştırılıp ve uygun yerlerde birleşip Sultanahmet Camii’ni inşa ettiğine inanmak gibi;) evrendeki madde ve zerrelerin, sanki sihirli bir âlemdeymişiz gibi; kendi kendilerine ve bir takım tesadüf – zorunluluk, enerjilerle kendilerinden çok daha kompleks ve bilgili ve üstelik “hayat, bilgi” gibi kendilerinde bile olmayan üstün özelliklerde canlılar, uçan seyyareler, yağmur yağdıran bulutlar, içinden çiçek çıkan tohumlar inşa ettiklerini göreceksiniz; şapkadan tavşan çıkması gibi içinden çeşitli cinste ağaçlar çıkan topraklar, çeşitli tat ve renkte şekerlemeler, meyveler göreceksiniz!

Erzağı, yağmurlama, arıtma, temizleme, atık sistemleri düşünülmüş ve düşmemek için boşlukta dönerek uçan uzay gemileri; içinde sihirli bir “rüzgâr”la (siz isterseniz buna “fizik – tabiât kuvvet ve enerjileri” deyin daha Bilimsel gözükür!) kendi kendine havalanan testere – bıçaklarla kesilen ağaçlar, doğranan kütükler ve havalanan çivilerle çakılan uçan tahtalar, imâl edilen masa – sandalyeler vs.; elhasıl animasyon gibi bir sürü sihirli ve esrarengiz hâdise göreceksiniz!

Bu açıdan belki dünyada sınav da olmuyoruz, “imtihan” da yok; çünkü kopyeler de verilmiş, kitaplar da önümüzde açık, doğru şıklar da gösterilmiş! Gene de yanlış yapıyorsak; demek kusur, körlük bizde!

Haftaya devam edelim inşâallah.

Her An Değişen Varlıklar Yaratıcılarını Göstermektedir

Yaratılan her şeyde kendine mahsusu kabiliyetlerin olduğunu ve bu kabiliyetlerin inkişaf edip geliştiğini görüyoruz. Bütün yaratılmışların çok kıymetli vaziyetlerde çalıştırıldıklarını ve sonra da daha yüksek bir mertebeye çıkarıldıklarını müşahede ediyoruz. Mesela elementlerin her biri madenler mertebesine, madenler nebatlar hayatına, nebatlar rızık olarak hayvanların hayat derecesine ve hayvanlar da daha yüksek bir hayat seviyesi olan şuurlu insaniyet mertebesine çıkarılıyor. Böylece kâinatta daimi bir faaliyet cereyan ediyor. Her şeyin kabiliyetine göre bir vazife yaptıktan sonra kaybolduğunu ve onun yerine başkasının vazifelendirildiğini görüyoruz. Elbette bir yerde bir faaliyet varsa, bir iş yapılıyorsa, o faaliyeti, o işi yapan birisinin varlığını her akıl sahibi kabul eder. Çünkü fiil failsiz olmaz. Bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz, bir köy muhtarsız olmazken, bu kadar harika varlıkların elbette harika bir yaratıcısı, sahibi ve idarecisi olacaktır.

Hele o yapılan işler ne kadar mükemmel, nizamlı, intizamlı hikmetli ise o nispette o işi yapan zatın mükemmelliğine, ilminin, iradesinin, kudretinin yüksekliğine delalet eder. İşte kâinattaki mükemmellik, zerrelerden kürelere, sinekten semadaki yıldızlara kadar, gözle görülmeyen bir yaratıktan insana kadar her şeyde görülen hikmetli, intizamlı, son derece hayret verici güzel yaratılışlar bunları yaratan, terbiye eden, idare eden yaratıcının varlığını, birliğini sonsuz ilmini, iradesini, kudretini apaçık ortaya koymaktadır. Mesela bu yaratılan her bir varlığın resminin bile kendi kendine olması, tesadüfe havale edilmesi mümkün olmadığına göre, bu kadar harika eserlerin kendi kendine olamayacağı, tesadüfe, akılsız, şuursuz, ilimsiz, iradesiz tabiata, sebeplere verilemeyeceği aşikârdır. Gündüzün varlığı güneşi ne kadar kati gösteriyorsa, kâinatta yaratılan küçük büyük, görünen görünmeyen bütün varlıklar da o katiyette yaratıcıları olan Allah’ı akıl gözüne göstermektedir.

Materyalistlerin Yanıldıkları Noktalar

Allah her organı belli bir görev için yaratmıştır. Bu organların yanlış yerde kullanılması, yanılgılara sebep olmaktadır. Mesela, göz görmek, dil tatmak, akıl ise düşünmek ve varlıklardan mana çıkarmak için verilmiştir. Materyalizmi felsefelerine esas alanlar, aklın vazifesini gözden istemekte ve böylece hataya düşmektedirler. Gözün gördüğü şey, ancak maddedir. Hâlbuki her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür. Nasıl ki, gözün ruh ve akıl gibi manevi şeyleri görmesi mümkün değildir. Ruhun ve aklın varlığı eserleriyle anlaşıldığı gibi, Allah’ı n varlığı da ancak kendisini tanıtmak için yarattığı harika eserleriyle anlaşılacaktır.

Materyalistlerin yaratıcıyı tanımakta yanıldıkları ikinci nokta, yaratılanla yaratıcıyı mukayeseden kaynaklanmaktadır. Yaratan, yaratılan cinsinden olamaz. Yaratılan varlıklarla yaratıcıyı mukayese etmek çok yanlış bir kıyaslama olur. Sonsuz bir sayı sonlu bir sayıyla mukayese edilmediği gibi, bütün sıfatları sonsuzlukta olan Allah, sonlu sıfat sahibi olan varlıklarla hiç mukayese edilebilir mi?

Varlıklar bir yaratıcı tarafından, yoktan yaratılmakta, her an yeniden yeniye değişime uğramaktadır. Çünkü varlıklardaki bu halden hale geçişin, değişimin sebeplerinden birincisi, sonradan yaratılmış olmalarıdır. İkincisi, mükemmel hale gelmek için halden hale girerek yenilenmeye ihtiyaclarının olmasıdır. Üçüncüsü, ihtiyaç sahibi olmalarıdır. Dördüncüsü, maddî bir varlık olmalarıdır. Beşincisi de, mümkün, yani sonradan yaratılmış varlıklardan olmalarıdır. Hâlbuki Cenab-ı Hak, hem kadîmdir, hem her cihetçe sonsuz kemaldedir, hem hiçbir şeye muhtaç değildir. Hem maddeden mücerrettir. Yani, maddenin bütün özelliklerinden farklı bir hususiyettedir. Hem vacibü’l vücuttur. Tegayyür ve tebeddülü, yani bir halden bir başka hale geçmesi ve değişmesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü sonradan yaratılmış varlıklardan değildir.

Bütün noksan sıfatlardan uzak olan Allah, hem ezelidir, evveli ve sonu yoktur. Hem her cihette sonsuz mükemmelliktedir. Hem hiçbir zaman hiçbir şeye muhtaç değildir. Vücuda gelmiş eşyanın şekil ve suretlerinden, her türlü düşünülebilen özeliklerinden ayrı bir keyfiyettedir. Hem Vacibül Vücuttur, yani varlığı kendinden dolayı gereklidir. Başka birinin var etmesine ihtiyacı yoktur. Bunun için elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.

Onların yanılma sebeplerinden birisi de, mahlûkatın yaratılmasında görünün hadsiz kolaylık, gayet derecede çabukluk, işlerin sonsuz süratte olmasıdır. Bunlar Allah’ın kudretinin, ilminin ve iradesinin sonsuzluğuna delil olduğu halde, materyalistler bunu Allah’ın sonsuz kudretiyle olduğunu kabul etmedikleri için, bin derece akıldan uzak olan, kendi kendine icat edildiğine hükmetmişlerdir. Oysaki sonsuz bir kudretin delilini, onun yokluğuna delil yapar ve nihayetsiz muhalat kapısını açar. Yani, aklın kabul etmesi mümkün olmayan inkâr yollarına kapı açar. Çünkü o halde, âlemin yaratıcısı olan Allah’a lazım olan nihayetsiz kudret, her şeyi ihata eden ilim gibi nihayetsiz kemalde olan sıfatlarını, zerrelere vermek lazım gelir. Tâ kendi kendine teşekkül edebilsin. Bu ise, bir tek İlâhı kabul etmeyip, zerreler sayısınca İlâhların kabulünü netice vermektedir.

Tabiatperestlerin yanılma sebeplerinden birisi de, Allah’ın eserlerini tabiata dayandırmalarıdır. Hâlbuki tabiat; Allah’ın bir sanatıdır, sanatkâr olmaz. Allah’ın kudret kalemiyle yazılmış bir kitabıdır, kâtip olmaz. Tabiat bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir defterdir, defterdar olmaz. Bir kanundur, kudret olmaz. Onların, eşyanın yaratıcısı olarak kabul ettikleri tabiat ise, her şeyi yoktan yaratan Allah’ın kudretinin, hikmetinin ve iradesinin cilveleridir.

Materyalistlerin yanıldığı noktalardan birisi de, Allah’ın ezeli sıfatını maddeye vermeleri ve maddeyi ezeli kabul etmeleridir. Allah’ın varlıklardaki kudretinin tecellisini görüp, fakat bunun nereden geldiğini bilemediklerinden ve nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezeli tevehhüm etmişlerdir. Böylece Allah’ın eserlerini, maddede görülen harekete ve zerrelere vermişlerdir.

İnsanlarda bu derece hadsiz cehalet olabilir mi ki, mekândan münezzeh olmakla beraber, her bir yerde, her bir şeyin icadında, her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir tarzda bulunur bir vaziyetle Allah’ın yaptığı fiilleri ve eserleri, cansız, kör, şuursuz, iradesiz, ölçüsüz ve tesadüf fırtınaları içinde çalkanan zerrelere, moleküllere ve bunların hareketlerine vermek ne kadar cahilane ve hurafekerane bir fikir olduğunu zerre kadar aklı bulunanların bilmesi gerekir.

Bunlar Allah’ı kabul etmedikleri için, nihayetsiz ilahları kabul etmeye mecbur oluyorlar. Yani, Allah’ın zatının gereği olan ezeliyetini ve yaratıcılığını, kendi akıllarına sığıştıramadıklarından, o hadsiz ve nihayetsiz cansız zerrelerin ezeliyetlerini ve ilahlıklarını kabul etmeye mesleklerince mecbur oluyorlar. Hâlbuki ilah gibi kabul edilen bu zerreler, Allah’ın nihayetsiz kudreti, emri altında hareket ettirilen muntazam ve muhteşem bir ordusu hükmündedirler. O zerrelerden meydana gelen düzgün şekiller, faydalı neticeler, intizamlı ve hikmetli yaratılışlar, nasıl akılsız, şuursuz ve ilimsiz zerrelere verilebilir? Çünkü bir şeyde intizam ve nizam varsa, bu bir ilmi, iradeyi ve kudreti gösterir.

Her Şeyi Değiştirenin Kendisi Değişmemelidir

Kâinatta devamlı şekilde bir faaliyet, bir değişim söz konusudur. İşte bunun için diyorlar ki; Bu faaliyeti, bu değişimi yapan zatın kendisinin de değişmesi bir halden başka bir hale geçmesi, aynı halde durmaması lazım gelir.

Yerdeki aynaların tegayyürü, yani değişmesi, gökteki güneşin değişmesini değil, bilakis, cilvelerinin ve akislerinin tazelendiğini gösterir. Demek, yerde güneşin ışığını aksettiren ne kadar ayna misali parlak şey varsa, cam parçaları, su zerreleri gibi, bunların değişmesi güneşin de değişeceğini göstermez. Aksine güneşin değişmediğini sabit ve daim olduğunu, fakat güneşe aynalık yapan güneşin varlığını gösteren aynaların tazelendiğini, değiştiğini gösterir.

İşte kâinattaki her varlık Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği, isimlerin sahibini gösteren bir aynadır. Mesela yaratılışlarından Halık ismi, nizamlı intizamlı oluşlarından Nazım, Munazzım isimleri, kendilerine mahsus aldıkları suretlerden Musavvir ismi, hayat sahiplerinde Hay ve Muhyi isimleri, hayattan terhis olup ölmelerinde Mümit ismi, rızka muhtaç olanların rızıklandırılmalarında Rezzak, Rahman, Kerim, Rahim isimleri, süslü ve güzel yaratılışlarında Müzeyyin, Cemil gibi isimleri tecelli etmekte kendilerini göstermektedir. Allah(c.c.) bir ayette şöyle buyurmaktadır.

Şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için (Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösteren), büyük işaretler vardır.

İşte düşünen bir insan, ayette de belirtildiği gibi, her şeyden bir ders çıkarır. Kâinattaki her an değişen faaliyetten ve yukarda sayılan isimlere ayna olan varlıkların devamlı olarak tazelenmesinden, çıkaracağı ders; Bu güzel, mükemmel bir şekilde yaratılıp, fakat hiç durmadan değişen gelip geçen varlıklar perdesinin arkasında daimi, değişmez bir güzellik sahibi, iyilik sahibi, yaratıcı, sanatkâr, rızıklandırıcı, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ama bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayan, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan birisinin varlığının bilinmesidir.

Değişimin Hikmeti Nedir?

Burada akla bir soru daha gelebilir. Oda: Kâinattaki varlıkların devamlı değiştirilmesinin arkasında ne gibi hikmetler vardır? Birinci hikmeti, güzelliklerinin arttırılması, ikincisi lezzetlerin yenilenmesi, üçüncüsü yeni yeni sanat eserlerinin sergilenip, teşhir edilmesi için bir tazelendirmektir.

İnsan yaratılış itibariyle, her an değişiklik ister. Bir odadaki eşyaların değişmesini istemek, elbisesini değiştirmek gibi arzu ve istek insanın içinde vardır. İşte bir evi gibi olan dünyayı, Allah onun yaratılışına uygun olarak her an değiştirmekte ve böylece bir cihetten de kendi varlığını hissettirmekte ve nazarlara göstermektedir. Çünkü madem bir değişiklik var. O halde bu yeryüzü ve sema sayfalarını, gece ve gündüzü, yaz ve kışı, gençlik ve ihtiyarlığı değiştiren bir yaratıcı olacaktır.

Böylece bu manaları düşünen bir insan, her şeyin hikmetini anlamakla, dünyadan alacağı lezzetini, şevkini ve hayranlığını arttırır.

Dr. İdris Görmez